93’Ü ÖRTMEK!
15 Nisan 2013 / MUHSİN ÖZTÜRK
Türkiye, yıllar sonra 1993 gerçeği ile tanışmanın şaşkınlığını henüz atamadı. O karanlık dönemin 20’nci yılı geldi çattı. Birçok suç zamanaşımına uğramak üzere. Yargı ve sorumlu makamlar elini çabuk tutmazsa Ergenekon’un en faal olduğu 93 darbesini örtme operasyonu başarıya ulaşabilir.
Uğur Mumcu suikastına bakan ilk savcı Güldal Mumcu’ya ‘işin kolay olmadığını’ söyleyerek devlet kavramını telaffuz ediyor. Ondan davayı devralan ikinci savcı birkaç açıklama sonrasında evinde ölü bulunuyor. Madımak faciasının yakın tanıklarından eski emniyet mensubu Saim Ece olayla ilgili devlet birimlerinin ‘şüpheli’ rolüne dikkat çekiyor. Yıllar sonra yapılan otopside Albay Kazım Çillioğlu’nun aslında intihar etmediği, öldürüldüğü (1994) ortaya çıkıyor. ‘İntihar etti’ diye kayıt düşülen, kaza kurşunu yahut yol kazası denilerek geçiştirilen ne kadar ölüm varsa bir plan dâhilinde oldukları ortaya çıkıyor bir bir.
Jandarma komutanı Bahtiyar Aydın’ın Lice baskını sırasında öldürüldüğü biliniyor da ‘Lice baskını’ denilen şeyin başka bir şey olduğu yeni ortaya çıkıyor. 33 erin öldürülmesinden sorumlu tutulan PKK’lı Şemdin Sakık yıllardır “Ben yapmadım” diyor, silahsız masum askerlerin nasıl ölüme itildiği her gün yeni bilgilerle teyit ediliyor. Orgeneral Eşref Bitlis’in şehit olduğu, ilk günden beri uçak kazası olmadığı belli olan hadiseyle ilgili yapılmayan açıklama, teknik izah ve itiraf kalmadı.
Olayın faili olmakla suçlanan birkaç kişi dışında uçağın ‘kaza’yla düştüğünü söyleyen yok zaten. Madımak’tan 3 gün sonra Başbağlar’da 33 kişi katlediliyor; geride kalan zavallı köylülerden, yakınlarını kaybetmenin acısını komşu Alevi köylere baskın yaparak çıkarmaları istenir gibi kendilerine silah dağıtılıyor.
Sadece acı yaşatılmıyor; komşusuna aynı acıyı tattırması için harekete geçmesi bekleniyor. Kalın betonlar kırılarak anıt mezardan naaşı çıkarılan ve otopsisi yapılan 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın raporu bir muammaya dönüşüyor. Oğlu 360 sayfalık raporun tahrif edildiğini iddia ediyor ve kamuoyundan gizlenmesini buna bağlıyor. ‘Zehir var, zehirlenme yok’ şeklinde tarihe geçen açıklamalar daha da kafaları karıştırıyor. Çankaya’da olması gerekip de olmayanlar, olmaması gerekip de olanlar; her gün yeni bir skandal, yeni bir gizlenmiş bilgi çıkıyor, 20 yıl öncesine, 1993 yılı ve konseptine dair. JİTEM yöneticisi Binbaşı Cem Ersever, bütün olup bitenleri mahkemede anlatmak için gittiği Ankara’da infaz ediliyor, bir tanık, eski bir defter çıkıyor. Adnan Kahveci, “Nihai çözüme biraz daha yanaşıyoruz.” dedikten kısa bir süre sonra ‘kaza’ya kurban gidiyor da çoğu zaman bu listede yer bile alamıyor. 38 kişinin öldüğü Yavi katliamını Türkiye henüz öğreniyor. Liste o kadar uzun, o kadar tafsilatlı ki. HEP milletvekilinin ensesinden yediği kurşunla ölmesi, binlerce boşaltılan köy, isimsiz yüzlerce faili meçhul… Bir kişinin ölüm talimatını veren yüzbaşının ses kayıtlarıyla birlikte dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e şikâyet edildiği, şikâyet hususunda bir şey yapılmadığı, hatta o yüzbaşının terfi ettirildiği gibi anlatımlar artık sıradanlaşıyor. Hazırlanan ölüm listesini ve Sapanca-Hendek-Düzce üçgenini herkes biliyor. Kongrelerden liderlerin ve başbakanların çıktığı, sonra o liderlerin kolayca etkisizleştirildiği bir dönem böyle başlıyor.
1993’ten söz ediyoruz; hani ‘darbe’ olduğunu daha yeni öğrendiğimiz ve şaşkınlıkla ne yapacağımızı bilemediğimiz yıldan. “Nasıl oluyor da Güldal Mumcu’nun kitabı dahi Uğur Mumcu cinayetinin ardındaki hakikate dair herhangi bir ‘aydınlanma’ya yol açmıyor; eski klişeler ve duygular nasıl oluyor da aynıyla devam edebiliyor?” diye soruyor Alper Görmüş. Bu soruyu genelleştirebilir ya da bütün olaylara şamil kılabiliriz. Bir zamanlar yerden silahların fışkırması gibi şimdi 93 yılında olanlarla ilgili yığınla şaşırtıcı belge ve bilgi çıkıyor da âdeta görünmez bir duvara çarpıp, yuvarlanıp gidiyor bir kenara. İlk başlarda ‘Acaba sizce 93’te bir şey olmuş olabilir mi?’ diye yöneldiğimiz ve ‘Yok canım, ne olacak!’ diye karşılık aldığımız dönemin aktörleri de böyle düşünüyor artık. Her konuda ayrışan Türkiye, 93’ün en karanlık yıl olduğu konusunda hemfikirken ve sağanak hâlinde yeni bilgi yağarken 20. yıl dönümünün sessiz sedası geçiyor olmasını nasıl izah edebiliriz? Çoğunluğun samimiyetle ‘Artık aydınlansın’ dediği olaylarla ilgili niye adım atılamıyor?
Tamam, bu yılda yaşanan her olay, tabiatı gereği ‘bir adım ötesine gidilmemesi’ üzerine kurgulanmıştı. Bir süre önce, konuyu yakından bilen artık ‘akil adam’lardan birine bahsi açtığımızda 93’ü örtmek yerine ‘perdelemek’ tabirinin yerinde olacağını söylüyor. 93 yılında olanların açığa çıkmasıyla ilgili bir perdeleme olduğuna inanıyor, belki de farklı bir zamanlamanın beklendiğini dile getiriyor. Yani hükümet olayın farkında ama daha ileri bir zamana ertelemiş olabilir. Yani örtmekten çok ertelemek ve ötelemek olabilir, sessizlik dediğimiz şey. Ancak AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, devletin konuyla yüzleşmekte isteksiz olduğunu ifade ediyor. Yani geçici bir stratejiden değil, konunun ‘açılmaması’ yönünde devlet merkezli kalıcı bir görüşten söz ediyor olabiliriz. Yani siyaset kurumundan bağımsız 93’ün soruşturma konusu yapılmasını istemeyen bir devlet aklı da olabilir. ‘Geçmişi bırakalım, önümüze bakalım’ gibi!
93’e girmek ya da girmemek!
Çok basit başka denklemler de olabilir; sözgelimi MİT’in bir 93 soruşturmasından en çok yıpranacak kurumlardan biri olma ihtimali, frenleyici bir etki yapabilir. Bu görüş kamuoyunda çokça dillendiriliyor. Darbe soruşturmalarının ‘yönetilmesi güç’ bir durum ürettiği fikri, daha büyüğüne yeltenmeyi isteksizleştirmiş de olabilir. Bunların hepsi varsayım; 1993 yılının ilk aylarındaki sessizlik ilerleyen aylarda aynıyla devam edecek diye bir şey yok. Ancak zaman aşımı takvimi çoktan işlemeye başladı; Mumcu, Bitlis davaları zaman aşımına girdi. Bu dosyaların devam edeceğine dair aksi görüşler olsa dahi. 93’te faili meçhul cinayetlerle birlikte aynı adla Meclis’te kurulan araştırma komisyonunun başkanlığını yapan Sadık Avundukluoğlu, yasal olarak olayların zaman aşımına uğrasa bile nice 20 yıllar faili meçhul cinayetleri ve 93’ü konuşacağımızı söylüyor, “100. yılında dahi 93’te işlenen cinayetler konuşulacak.” diye vurgulayarak. Ona göre, gelecek yılları etkisi altına alan bir olaylar silsilesinden söz ediyoruz.
Uğur Mumcu Araştırma Komisyonu Başkan Vekilliği yapan eski parlamenter Tevfik Diker, Özal’ın ölümünü soruşturan savcının gayretini övüyor. Kozmik odadan çıkan belge ve bilgilerin önemine ve savcının buna hâkim olduğuna inanıyor. Diker’e göre ‘kozmik oda’dan elde edilen belgelerle en az 35 dava açılabilir: “Birçok cinayetin üst yapısını deşifre edecek diyebilirim. 93 yılı, Özal-Bitlis ve Mumcu cinayetleri çözülmeden Türkiye faili meçhulleri çözemez.” Diker, bugün 93 yılının çözümü için yeterince çalışıldığını düşünmüyor.
‘Darbe günlükleri’ni yayımlayan Alper Görmüş, yargıda daha derine girme çabası ve iradesinin bulunduğu, dolayısıyla bu olayların kapanmasının mümkün olmadığı görüşünde. “Türkiye’de siyasi irade bunu kapatmak istese bile… Ki, böyle bir irade olduğunu da düşünmüyorum. Niye hesaplaşamasın ki! O Türkiye’nin bu iktidarla hiçbir ilgisi yok. Susurluk’ta o işlerde günahsız tek siyasi hareket Refah Partisi’ydi. Onun üzerine gidebilecek, sonuç alabilecek hareketti ama o cesareti gösteremedi. Bugün de ‘durun, asla’ diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çok kolay değil tabii ki; bütün bu gayretlere rağmen küçük adımlarla gidiyor, bir yerlerden ilmek çözülecek elbet.”
PKK ile mücadelede sertlik yanlısı yöntemler seçilse de, çözüm ve barış süreçleri başlasa da uyarıların içeriği değişmiyor: Aman 90’lara dönmeyelim. Özellikle 93 darbesi, terör üzerinden siyaseti saf dışı bırakmanın, derin güçlerin veya güvenlikçi politikaların devlete hâkim olmasının adı oldu. Kürt meselesi üzerinden gerçekleşen 93’ün sebepleri ve sonuçları üzerine hayli tafsilatlı bilgimiz var artık. PKK, bürokratik vesayetin yeniden inşasında epey işlevsel rol oynadı. Bu modelde PKK’nın hemen elden çıkarılabilecek enstrüman olmadığını her gün yeniden öğreniyoruz. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’de demokrasinin yerli yerine oturma ihtimali ve ‘statüko’ dediğimiz eski yönetici elitlerin devrinin bitmesiyle de ilgili 93 meselesi. Eski MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e göre, Bahriye Üçok’tan Uğur Mumcu’ya uzanan laik aydın cinayetleri ‘vesayet devletinin korumacı bir refleksiydi’. Aynı zamanda, Türkiye’nin uluslararası sistemde eski tanımlı yerinden kımıldayıp ‘proaktif dış politika’ya soyunması, Özal’ın Musul-Kerkük’ten bahsetmesi, ‘Ermenistan’a bir bomba düşse ne olur!’ demesiyle de ilgili. O yıllarda bir başbakana danışmanlık yapan, konuyu uzun uzadıya irdelediğimiz kişi, Türkiye henüz oturmuş bir demokrasi ve bölgesel jeopolitiğe sahip olmadığından, 93’ü doğuran şartların devam ettiğinden söz ediyor. Yani, 93 süreci devam etmektedir bir yerde. PKK, Ergenekon, Türkiye’nin güneyindeki sınır meseleleri, uluslararası sistemle yaşanan itiş kakış, uzun süredir iktidar olan tek partiye rağmen memleketi kimin yöneteceği meselesinin ‘hayati’ önem taşıması, büyük kavgalara kaynaklık ediyor olması… Dolayısıyla sadece geçmişte olmuş bitmiş şeyleri konuşuyor değiliz.
Zaman aşımı endişesi var ama bu homojen, herkesin aynı hislerle karşıladığı bir endişe değil. Mesela, Madımak’ın zaman aşımına uğrayacağı endişesini taşıyanların bir kısmı AK Parti’nin kendisini kurtaracağı argümanını işliyor ki, bu, eski ‘irtica’ siyasetinin hâlâ nefes aldığının göstergesi. Bir gerçekliği olmasa bile 90’lı yıllarda Sünni korkusu ve laik endişe üzerinden bir sınıf inşa edildiğinden, bu argümanların geniş bir kesim arasında dolaşımda olması şaşırtıcı değil. Alper Görmüş’e göre, yüzde 20’lik ulusalcı bir kitle üreten başarılı bir plandan söz ediyoruz sonuçta. Bu, Madımak’ın, laik aydın cinayetlerinin ve diğerlerinin aydınlatılmasını acil ve elzem kılan bir durum. 93’ün zaman aşımı kıskacında olması demokrasi ve ülke içinde yaşayanlar için büyük bir tehdit demek. Siyaset kurumunu saf dışı bırakmak ve insanları ortadan kaldırmakta beis görmeyen yapılanmanın asıl gövdesine dokunulmamış olması, sadece geçmişten kalan yarayı değil, gelecekteki tehdidi de konuşuyoruz anlamı taşıyor.
Eski bakan Yaşar Okuyan, 1993 yılının ne olduğunun bilindiğini ama bir arpa boyu yol alınmadığını söylüyor. Tıpkı, Susurluk’ta olduğu gibi. Kanlı Pazar’dan Çorum-Maraş olaylarına, Gün Sazak cinayetinden Uğur Mumcu cinayetine kadar hiçbirinin üzerine gidilememiştir zaten: “90’lı yılların başında PKK Güneydoğu’da hâkimiyet kurduğu bazı yerlerde bizim partilerin tabelalarını indirmişti. Bu süreçte, birdenbire bunlarla mücadele ediyoruz ifadesiyle hukuk dışına çıkıldı, faili meçhul cinayetler oldu. O dönemde bazı siyasiler ve kamuda görevli olanlar, ‘ne yapalım devlet gereğini yetirecek’ dedi. Yani hukuk dışında olmayı savundular.” Okuyan, zaman aşımı meselesinde siyasi iktidarın kendi geçmişiyle ilgili korkusu olduğundan söz ettiğinde, bunun geçerliliği olmayan 90’lar retoriği olduğunu hatırlatıyoruz kendisine. O da bizi iktidar gazeteciliği yapmakla itham ediyor. 90 yıl boyunca gücü eline geçirenlerin ‘kanun benim’ dediğini ve zulmettiğini söylüyor. “Bu zihniyetle faili meçhullerin ortaya çıkması da mümkün değildir.” diyerek.
Siyaset isterse devlet çözer!
Olayların aydınlatılamaması bir yana onlarca soru havada kalıyor. Sadece bir olay için, Uğur Mumcu komisyonunda görev yapan Tevfik Diker’e ‘İşi zorlaştıran şey neydi?’ diye sorduğumuzda bir çırpıda şunları sıralıyor: “Emniyet-Genelkurmay ve MİT’in yeterince gayret göstermemesi. Komisyonun bürokratlar ve bazı sözde tanıklarla yanlış yönlendirilmesi. Yeşil’in Mumcu ailesini ziyaretinin aile ve yetkililerce zamanında değerlendirilememesi. Cinayetin uzaktan kumanda ile işlenme olasılığının ilk günden itibaren maksatlı olarak göz ardı edilerek ileri teknoloji kullanan örgütlerin araştırma kapsamı dışında kalması. Soruşturma savcılarının ani ölümlerinin üzerinde durulmaması ve otopsi yapılmaması. Mossad ve CIA gibi dış istihbarat kaynaklarının ihmal edilmesi. Medya marifetiyle maksatlı bir şekilde bir İslami terör örgütü ve İran yönlendirmesinin yapılması. Savcılardan Ülkü Çoşkun’un cinayetle ilgili ‘devlet’ imasının gereğinin yapılmaması. O zaman daha varlığı bilinmeyen Ergenekon örgütü gibi derin üst yapı üzerinde durulmaması…”
93’ün ilk perdesi Uğur Mumcu suikastıyla açılmıştı, 20. yılında 24 Ocak günü Uğur Mumcu’nun evinin önündeki anmayı izliyoruz. Meydana ilk çıkanlar CHP gençlik kolları. Yer yer ‘devrim’li sloganlar atıyorlar. İşçi Partililer kalabalık bir grup hâlinde ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganıyla alana giriyor. En son askerî nizam ve ciddiyet içinde meydanı teşrif eden Türkiye Gençlik Birliği (TGB) oluyor. ‘Ya istiklal ya ölüm. Bağımsız Türkiye’ gibi sloganlar atılıyor. ‘Çarşı her şeye karşı’ bile var, bir köşede. Nihat Genç’le fotoğraf çektiriyorlar. ‘12 Eylül faşizmi AKP ile sürüyor, failleri biliyoruz’ afişi dikkat çekiyor. 20 yıl önce Mumcu’nun cenazesinde olduğu gibi ‘irtica ve gericiler’ gibi keskin sloganlar atılamıyor belki ama Güldal Mumcu’nun yeni çıkan kitabında koyduğu farklı ‘ses’i bir ölçüde bastıran, 90’lar retoriğini sürdüren grupların gövde gösterisi yaptığı bir anma oluyor. Ailenin ‘durum bildiğiniz gibi değil’ uyarılarını sükutla karşılayan, statüko devleti ile ilişkili grupların 20. yıl etkinliğinde ön safta olması manidar ama şaşırtıcı değil.
93’ün ilk olayının ilk savcısı Ülkü Coşkun, Güldal Mumcu’ya “Üstüme gelmeyin Güldal Hanım. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse devlet çözer. Söylediklerimi basına söylerseniz yalanlarım.” demesinin de 20. yılı. Daha ilk günden bu yana örtülen ve çözülmemesi de mücadele alanına dönüşen 93 yılı konusunda ‘çanların kimin için çalacağını’ zaman gösterecek.
Alper Görmüş (Gazeteci-Yazar): 93’le yüzleşmeden Ergenokon’la hesaplaşamayacağız!
93, adı konulmamış bir darbe. 93’te doğudaki o korkunç olaylar, köy yakmalar, faili meçhul cinayetler birbiri ardına işlenirken; ona paralel olarak batıda da laik aydın cinayetlerinin eş zamanlı olarak meydana gelmesi asla tesadüf değil. Bu epey düşünülmüş, bir devlet ya da derin devlet aklının tezahürü gibi geliyor bana. Türkiye’de Kurtuluş Savaşı sırasında hatırı sayılır bir siyasi çoğulculuk vardı. Orada Kürtler ve Müslümanlar hadisenin içindeydi, birlikte bir şeyler yapıldı. 1925’ten sonra Takrir-i Sükun’la birlikte laiklik ve Türklük üzerinden başka bir şey oldu. Başka bir egemenlik kuruldu. Tabii ki zora, silahlı orduya dayanan bir egemenlikti bu. Laik ve çağdaş Türk egemenliği öbür ana kimliklerin dışlandığı yapı ve süreç, Soğuk Savaş’ın bitimine, Sovyetler’in çökmesine kadar geldi. Orada şöyle bir şey oldu. Komünizm bitti, Batı’nın da Türkiye’deki o Müslüman ve Kürt kimliklerin bastırılmasına ses etmediği dönem bitti. Sistem eskisi gibi temel korkularla yürüyemez hâle geldi. Yeni korkulara ihtiyaç duyulmaya başlandı. 93, o yıllara kadar 70 yıllık devam eden laik ve çağdaş Türk egemenliğini daha da vurgulayarak devam ettirmenin yolu ve yılı oldu. Onları korkutarak, o kitle yani çağdaş Türk ve laikleri bir şekilde devlete yaklaştırılabilir, bu devran devam edebilirdi. Bu düşüncenin devlete hâkim olduğunu düşünüyorum. 93’te hem Güneydoğu’daki faili meçhullerin hem de laik aydın cinayetlerinin aynı amaca matuf olduğunu düşünüyorum. Laik çağdaş Türklerin şeriat, irtica ve bölücülük üzerinden korkutulmasının sembolik başlangıç yılı 93. Mumcu’nun cenaze töreninin de bu sembolik yılın en sembolik töreni olduğunu düşünüyorum. CHP o dönemde değişmeye başladı. CHP ve Baykal laik kabarma üzerinden iktidarın mümkün olabileceğini görüyor. Baykal’da da başlangıçta yeni dünyaya uymak isteyen, demokratik, eski bağlarından kopmuş CHP arzusu vardı. Bu durumu Şahin Alpay’ın yazdıklarından izlemek mümkün. O dönemde Alpay, İsveç’ten gelmiş, İsveç’teki sosyal demokrasiyi görmüş, ‘Bizde niye yok!’ derken Baykal’ın bazı konuşmalarını görüyor, tam kafasındaki model olduğunu düşünüyor, Baykal’a gidiyor. O da ‘Gel o zaman beraber çalışalım’ diyor. Alpay, “Uğur Mumcu’nun cenaze töreninden sonra Baykal birdenbire değişti.” diyor. Yüz binlerce kişi ve askerin katılmasıyla oluşan laik kabarmadan iktidar üretebileceğini düşünmeye başlıyor ve devlete yaklaşıyor Baykal. 93, bu yüzde 20’lik ulusalcıların oluşturulmasının başlangıcıdır. Uzun bir tarihi var ama bunun 93’ten gelen kısa tarihi de var. Başarılı olmuş bir proje bu.
Aslında 93’le hesaplaşamadan, meseleyi oraya taşımadan Ergenekon’la da hesaplaşamayacağımızı gördük. Ergenekon aslında kuyruğundan tutulmuş oldu ama gövde önemli ölçüde duruyor, canlı. Bunun nedeni de derine gidememek. Ve derin 93, oralar. Oraları açığa çıkarmadan bu işin olamadığını anladık, maalesef eksik bir hesaplaşma oldu. Şimdi de bunun sorunlarını yaşıyoruz. Can Dündar, Doğan Öz cinayeti ile ilgili vurgularında haklı. Dosya yeniden açıldı, Ergenekon dosyasına girdi. İbrahim Çiftçi’yi kurtaran şeyin belgesi çıktı; Çiftçi’yi Millî Savunma Bakanlığı ile ilişkilendiren. Ondan sonra Askerî Yargıtay Daireler Kurulu beraat ettirdi zaten. Millî Savunma Bakanlığı’ndaki o dosyaların çıkması gerekir. Bütün bunların hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğu çok açık. 12 Eylül’ü, 93’ü atlayarak 2000’lerdeki darbe girişimlerini yargılamanın yeterli olmadığı görülüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder