8 Mart 2013 Cuma

İSLAM’IN DEVLET VE HALİFELİK İMTİHANI


“Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ölümü, genç İslâm cemaatini idarî bir krizin içine itmişti. Peygamber, halefinin tayini hususunda bir karar vermemiş, ayrıca kritik bir geçici devrede otoriteyi sağlayacak kabile meclisi şeklinde bir meclis de kurmamıştı. Sadece Allah’ın buyruğunu izah etmekle yükümlü olan Hz. Muhammed, sağlığında nasıl bir arkadaşını bu işe tayin eder yahut bir halef gösterebilirdi. Şîî ananesi daha sonraları, Peygamber’in, amcası oğlu ve kızı Fatıma’nın kocası Ali’yi halef tayin ettiğini iddia eder ki, bu asla doğru değildir.

MEŞRU HALEF TAYİN ETME FİKRİ BU DEVİRDE ARAPLAR’A YABANCI İDİ. Eğer Hz. Muhammed’in bir oğlu dahi olsaydı olayların gelişmesi bundan farklı olmayacaktı. Hz. Musa misâli de bu hususu desteklemektedir. Şeyhin aynı aileden seçilmiş olması mecburiyetinin de pek az tesiri olmuş gibi görünmektedir. Birden fazla kadınla evlenmenin mevcut olduğu böyle bir cemiyette damat Ali’nin veya kayınpeder Ebû Bekr’in hak iddialarının da pek az ağırlığı olabilirdi. Araplar sadece kendilerine yol gösterecek yeni kabile şefinin seçimi âdetine sahiptiler. Medineliler Hazrec kabilesinden birisini seçmek isteyerek İslâmiyeti tam manasıyla hazmedemediklerini gösterdiler.
Buhran Ebû Bekr, Ömer ve Ebû Ubeyde’nin kararlı tutum ve hareketleriyle atlatıldı. Bu üçü bir çeşit hükümet darbesi ile Ebû Bekr’i Peygamber’in tek halefi olarak İslâm cemaatine kabul ettirdiler. Ertesi gün Mekkeliler ve Ensar bir emri vaki karşısında kaldıklarını görerek istemeye istemeye durumu olduğu gibi kabul ettiler. Ebû Bekr «halife» yahut «Peygamber’in vekili» unvanını aldı. Onun halife seçilmesi büyük tarihî müessese olan halifeliği başlattı. Seçmenler bu müessesenin daha sonraki fonksiyonu ve geçireceği değişmeler hakkında bir fikir sahibi değildi. Onun seçilmesinde yegâne şart, Peygamberin mirasını dokunulmadan korumak idi.
Başlangıçtan itibaren Ebû Bekr otoritesini birçok önemli konuda Arap kabile şeflerinden farklı olarak kullandı. Yalnız cemaatin değil, bütün bir bölgenin yürütme yetkisini ve bir orduyu elinde bulunduruyordu. Hilâfete geçtikten sonra ortaya çıkan durum siyasî ve askerî bir hareketi gerektirdiğinden Ebû Bekr zamanla halifelik müessesesinin önemli bir rüknü olan siyasî ve askerî otoriteyi benimsedi, iki yıl sonra ansızın vefatında, her hususta zaten büyük yardımcısı olan Ömer, ciddî bir muhalefetle karşılaşmaksızın onun yerine geçti. Yeni rejim her şeyden önce kabileler arasında ortaya çıkan ve Ridde adıyla bilinen hareketi önlemek zorunda kaldı. Bu tabir dinden dönmeyi ifâde ediyor ve tarihçilerin, dinî önemi sebebiyle mübalâğalı bir şekilde anlattıkları olayların başka bir şekilde ortaya çıkışını gösteriyor. Kabilelerin Ebû Bekr’in halifeliğini kabul etmek istememeleri onların putperestliğe dönüşü değil, fakat anlaşma yapmış taraflardan birinin ölümü ile daha önce yapılmış siyasî bir anlaşmanın otomatik olarak yürürlükten kalkması idi. Medine’ye çok yakın olan kabileler müslümanlığı kabul etmişlerdi; onların ümmet ile öyle ortak menfaatleri vardı ki, ayrı tarihleri yazılmamıştı. Hz. Muhammed’in ölümü, uzaktaki kabileleri Medine’ye bağlayan bağları kopardı; hareket hürriyetlerini tekrar elde ettiler ve katılmadıkları Ebû Bekr’in halife seçilmesiyle kendilerini bağlı hissetmeyerek Medine ile olan anlaşmayı feshederek vergiyi ödemekten vazgeçtiler. Medine’nin hâkimiyetini yeniden kurmak için Ebû Bekr yeni anlaşmalar yapmak zorunda kaldı. Komşu kabileler bu anlaşmaları kabul ettikleri halde uzaktakiler buna yanaşmadılar. Ebû Bekr Medine’den ayrılmış kabileleri tekrar hâkimiyeti altına almak için kuvvete başvurmak zorunda kaldı.
Ridde harpleri, yeniden İslâm’a döndürme şeklinde başladı ve Arabistan’ın sınırlarını aşan bir fetih hareketi halini aldı. Arabistan’ın itaat altına alınmasıyla Irak, Suriye ve Mısır’a komşu bölgelerdeki fetihler hemen hemen aynı zamana rastlar. Eğer kuzeydeki fetihler yarımadanın ekonomik meselelerine çekici bir hal tarzı getirmemiş olsaydı, Arap kabileleri asla itaat altına alınamazlardı. Kuzeye yapılan ilk akınlar fetihten daha çok maddî menfaatlere dayanıyordu; fetihler ancak düşmanın zayıf olduğu anlaşılınca başladı. Başlangıçta Medine’nin hâkimiyeti zayıftı ve umumî bir idarî sistemle sınırlanıyordu. Bölgeler arasındaki ulaşım ve haberleşmenin güçlüğü Medine’yi, vali ve askerî şefleri kendi bölgelerinde serbest bırakmaya mecbur ediyordu.
Bu fetihlerde birinci plânda rol oynayanlardan birisi olan Ebû Bekr’in başkumandanı Hâlid b. Velîd, Hz. Muhammed’in ölümündeki durumu yeniden kurmak için harekete geçti; bundan sonra da fetih hareketi başladı. İslâm fetihlerinin gerçek başlangıcı 633 yılında Doğu Necid’de yapılan Akraba savaşıdır. Bu savaşta müslümanların zaferi, Araplar’a Medine hükümetinin kudretli olduğunu ve onun hâkimiyetini tanımanın yerinde olacağını isbat ediyordu. Bundan sonra bir seri askerî seferler bütün istikametlere yayıldı.
Medine ile Suriye arasında yerleşmiş ve hıristiyanlaşmış bazı Arap kabileleri çölden gelecek bir saldırıya karşı savunma hattı meydana getiriyorlardı. Heraklios’un,
Bizans imparatorluğunun bu kabilelere yaptığı yardımı kesmesi muhtemelen onların müstevlilerle birleşmelerine zemin hazırlamıştır. 633 yılında Ebû Bekr, Suriye seferi için gönüllülerin gelmesini ilân etti; Suriye ve Filistin’e birkaç müstakil birlik gönderdi. Ertesi yıl Araplar küçük bir Bizans birliğini yendiler ve güney Filistin’de bazı önemsiz akınlar yaptılar. Heraklios’un yeni bir orduyu harekete geçirdiği sırada Medine’den yardımcı kuvvetlerin gönderilmesi için çöle çekildiler. Irak’tan hareket eden Hâlid b. Velîd Fırat boyunu takip ederek Palmir’den geçerek ansızın çıkageldi. 634 Nisan’ında Dımaşk’a girdi. Şehri yağmaladıktan sonra güneyde bulunan diğer birliklerle buluşmak için geri çekildi. Bu sırada Bizanslılar Kudüs’e yaklaşıyorlardı, fakat Ecnâdîn’de toplanmış olan müslüman kuvvetleri tarafından mağlûp edildiler. Bizans’ın kesin mağlûbiyetinden ve altı aylık bir kuşatmadan sonra Araplar Dımaşk’ı zaptettiler. Hâlid kuzeye doğru ilerlerken diğer kuvvetler Filistin’e yayıldılar. Heraklios bu sırada çoğunluğunu Ermeniler ve hâkimiyeti altındaki Araplar’dan toplanmış bir süvari birliğinin teşkil ettiği kuvvetli bir orduyla harekete geçti. Bu üstün kuvvet karşısında Araplar Dımaşk’tan geri çekilerek Yermuk nehri sahilinde toplandılar. Yermuk’ta Temmuz 636 tarihinde Bizans’ı hezimete uğrattılar ve iki önemli müstahkem mevki olan Cesarea ile Kudüs dışında bütün Suriye ve Filistin’i fethettiler. Suriye fethedilir edilmez Hâlid başkumandanlıktan alınarak yerine Ebû Ubeyde getirildi. 637 yılında Halife Ömer Suriye’yi ziyaret ederek kurulmasını istediği İslâmî idarenin anahatlarını tesbit etti.
Irak’a akın yapma teklifi sınır bölgelerinde oturan Arap kabile şeflerinden gelmiştir. Güneyde müslümanlar ve kuzeyde iranlılar arasında sıkışık bir durumda kalmış olan sınırdaki Arap kabileleri bu durumdan kurtulma yolunu müslümanlığı kabul etmek ve Sasanî topraklarına karşı taarruzda bu yeni güçle birleşmekte buluyorlardı. Hâlid 633 yılında küçük ve o bölge halkından toplanmış bir kuvvet ile Hîre üzerine yürüdü. Bu kesin başarı Araplar’ı yeni teşebbüslere şevketti; 634′te Köprü savaşında kesin bir hezimete uğramalariyle durakladılar. Sasanî hükümdarı III. Yezdecird kumandası altındaki Sasanî kuvvetleri Araplar’a karşı bir taarruz için kısa zamanda teşkilatlandılar. 637 yılı yazında 20.000 Iran askeri sayıca kendilerinden az bir kuvvete Kadisîye’de yenildiler. Muzaffer müslümanlar iran’ın başşehri olan Medâ’in’i (Ctesiphon) ve arkasından bütün Irak’ı zaptettiler. Alelacele toplanan Iran ordusu Câlûla’da tekrar mağlup edildi. Arap orduları Suriye ve Irak’tan geçerek Elcezîre ile birleşmek ve Münbit Hilâl’in fethini tamamlamak için kuzeye yöneldiler.
Arap geleneğine göre Mısır seferi, halifenin muhalefetine rağmen, Suriye’deki görevinden alınan Amr b. elÂs’ın şiddetli arzusu neticesinde gerçekleşmiştir. Suriye ve Irak’ta olduğu gibi Mısır’da da durum müsaitti. Bizans idaresinden memnun olmayan Koptlar, istilâcılara yardıma hazırdılar. Yemenli süvarilerden meydana gelen 3000 kişilik bir ordunun başında Amr 12 Aralık 639 tarihinde Mısır’ın hudut şehri olan el-Arîş’e vardı ve hiç zorluk çekmeden burasını elegeçirdi. Pelusium’u (bugünkü Faramâ) zaptettikten sonra Amr, bugünkü Kahire yakınlarında bulunan Bizans kalesi Babylon üzerine yürüdü. Medine’den 5000 kişilik yardımcı kuvvetin gelmesiyle Amr, 640 Temmuz’unda Bizanslılar’a karşı kolay bir zafer kazandı ve ertesi yıl Babylon kalesi teslim oldu; Bizans’ın elinde yalnız İskenderiye kalmıştı. Bir yıl kadar devam eden kuşatmadan sonra Amr ve İskenderiye patriği, şehirdeki Bizans garnizonunun şehri terketmesi şartıyla anlaştılar. 645 yılında İskenderiye’yi geri almak için deniz yoluyla yapılan Bizans teşebbüsü geçici bir başarı kazandı; ancak ertesi yıl Bizanslılar geri çekilmeğe mecbur oldular.
Birçok eserde nakledilen bir hikâyeye göre Halife Ömer, İskenderiye kütüphanesini, eğer bu kütüphanede bulunan kitapların verdiği bilgi Kur’ân-ı Kerim’de varsa bunlara lüzum olmadığı, Kur’ân’da. yoksa dine aykırı olacağı düşüncesiyle tahribini emretmiştir. Modern araştırmalar bu haberin tamamen asılsız olduğunu ortaya koymuştur. Eski tarihçiler, hırıstiyanlar da dâhil bu masal hakkında bir imada bile bulunmazlar; ilk defa XIII. yüzyılda bu olaydan bahsedilmiştir. Zaten büyük Serapeum Kütüphanesi, müslümanlar Mısır’a gelmeden önce iç karışıklıklar sırasında tahrip edilmişti.
Münbit Hilâl’in kuzey ve doğusundaki Arap bulunmayan dağlık bölgelerde müslümanların ilerlemeleri yavaş ve güç oldu. İran yaylasındaki mukavemet yıllarca devam etti. Horasan’ın tamamı ancak Halife Muaviye zamanında (661-680) fethedilebildi. Anadolu’daki zorluklar başa çıkılır durumda değildi ve Toroslar müslümanların en kuzey sınırını teşkil ediyordu.
Büyük fetihler sırasında Araplar’ın stratejisi, çölün avantajını kullanma esasına dayanıyordu. Modern imparatorlukların denizi kullanmaları ile bu Arap stratejisi arasında bir benzerlik görülmektedir. Araplar, düşmanlarının asla nüfuz edemedikleri çölü iyi tanıyorlardı. Onlar takviye/ kuvvetleri ve mühimmat için çölü bir haberleşme vasıtası ve tehlike anında da bir sığınak olarak kullanıyorlardı. Onların fethedilen bölgelerde ordugâhlarını çöl hududunda, fakat ekilebilir arazide kurmaları bir tesadüf değildir. Fethedilen bölgelerde Araplar esas unsuru meydana getiriyorlardı. Mevcut olan şehirleri, meselâ Dımaşk gibi kullanıyorlar ve uygun buldukları takdirde yerleşiyorlardı. Aksi halde Irak’ta Küfe ve Basra, Mısır’da Fustat, Tunus’ta Kayrevân gibi yeni şehirler tesis ettiler. Araplar buralarda askerî ordugâhlar kurdular ve Emevîler devrinde bu şehirleri idarelerinin başlıca merkezleri haline getirdiler. İslâm tarihinde Emsâr (Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar) adı altında bilinen bu ordugâh şehirleri fethedilen ülkelerde Arap tesirinin yayılmasında ve yerleşmesinde hayatî bir rol oynamıştır. Eyaletlerde azınlıkta olan Araplar Emsâr’da çoğunlukta idiler. Buralarda çoğunlukla arapça konuşuluyordu. Emsâr, civar bölgelerin ziraî mahsûllerinin aktığı bir pazar yeri rolünü oynuyordu, diğer taraftan Araplar, komşu ülkelere buralardan yayılıyorlardı. Kısa zaman sonra bu ordugâh şehirlerinin çevresinde, hâkim Arap idareci sınıfın ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkarlar, tüccarlar, memurlar ve işçilerin kurdukları mahalleler meydana gelecektir. Köylü halkın Emsâr’a akını, müslüman olmayanlara yüklenen vergilerin artması ve tarım ürünlerinin fiatının düşmesi neticesinde hızlandı. Tarım ürünlerinin fiatlarının düşmesine, gelirin geniş ölçüde askerler arasında dağıtılması sebep olabilir.
Büyük fetihler başlangıçta İslâm’ın değil, Arabistan’da nüfusun fazlalığı sebebiyle komşu memleketlerde buna bir çözüm aramaya itilen Arap milletinin yayılması idi. Bir dizi göçler Sâmîler’i Mümbit Hilâl’e ve bunun daha ötesindeki çeşitli fethedilmiş bölgelere doğru şevketti. Araplar’ın yayılması, ilk bakışta görüldüğü gibi ansızın olmuş değildir. Araplar’ı yarımadalarında tutan ve onların kitleler halinde dışarıya gitmelerine engel olan manianın kuvvetli olduğu zamanlarda bile nüfusun fazlası komşu ülkelere muntazaman gidebiliyordu. Bu durum bilhassa VI. ve VII. yüzyıllarda Fırat havzasında, Filistin’de ve güneydoğu Suriye’de açıkça görülür. Meselâ iki Bizans şehri olan Bosra ve Gazza’da, hattâ fetihten önce bile mühim miktarda Arap nüfusu bulunuyordu. Hiç şüphesiz fâtihler kendilerine yakın memleketlerde çok sayıda yerleşmiş ırkdaşlarını buldular.
İlk tarihçilerin, fetihlerde dinin rolünün daha kuvvetli olduğunu belirtmelerine rağmen modern araştırıcılar buna daha az yer verirler. Dinin önemi, disipline alışmamış ve heyecanlı, ikna edilmeğe hazır fakat kumanda edilmeğe asla razı olmayan bir kavimde meydana getirdiği geçici psikolojik değişmede kendini gösterir. Din onları kendine güvenebilir ve kontrol edebilir bir hale getirdi. Fetihler boyunca başarısından dolayı din, Arap birliğinin sembolü oldu. Fetihlerin itici gücü dinî olmaktan ziyade dünyevî idi. Sayıları oldukça az olan buna karşılık büyük bir heyecanla mücadeleye atılan gerçek müminlerin, Arap imparatorluğunun meydana çıkmasında büyük rolleri olmamıştır.
Muahhar Arap tarihçileri Halife Ömer’in yeni devlette kurduğu idarî sistem hakkında geniş bilgi vermektedirler. Bununla beraber modern tenkit ve bilhassa İslâm’ın ilk devrinden bize intikal etmiş birçok idarî vesika bu bilgilerin çok geç bir devrin şartları içinde sonradan verilmiş umumî bilgiler olduğunu göstermektedir. Bununla beraber (ilk halifeler bu konuda pratik düşüncelerle hareket ettiler. Onlar ne vazife ve kavramları belirtmek ne de prensipler ortaya koymak ihtiyacını duymuyorlardı. Aldıkları tedbirlerin araştırılması, basit olaylar üzerine dayandırılmalıdır. Onların sistemi fethedilmiş ülkelerin halklarının değil, fetihler sonunda ortaya çıkmış olan Müslüman-Arap aristokrasisinin menfaatleri ekseni etrafında kurulmuştu. Bu sistem geniş ölçüde askerî şeflerin ve idarecilerin davranışları ile teşekkül etmiştir. Araplar başlangıçta Iran ve Bizans’ın idarî teşkilâtını memurları ve hattâ paraları ile devam ettirmişlerdir. Kısa süre sonra 640′ta yeni tedbirlerin alınması lüzumunu hisseden Ömer, yeni bir sistem benimsedi ki, bunun sayesinde bütün imparatorluk müslüman cemaatinin ve bizzat halifenin idaresi altına geçti. Fethedilmiş bölgelerin çok farklı kanunları ve örfleri vardı. Araplar bu bölgelerdeki sistemi kabul ettiklerinde imparatorluk dâhilinde tek bir sistem yoktu. Suriye ve Mısır’ın şartlı teslim olması Halife Ömer’i mahallî âdetlere hürmet etmeğe zorlamıştır. Kılıç kuvveti ve şartsız zaptedilmiş olan Irak’ta buna karşılık çok geniş bir hareket hürriyeti vardı.
Müslümanlar, ancak devletin arazisini ve rejimin düşmanlarının topraklarını müsadere ediyorlar, yeni rejimi tanıyan mülk sahiplerine muayyen vergiler karşılığında mülklerini ömür boyunca ve serbest olarak kullanma ve muhafaza etme hakkını tanıyorlardı. Müsadere edilen topraklar devlet tarafından sicile geçiriliyor ve idare ediliyordu. Araplar Arabistan’ın dışında toprak satın alabiliyorlardı. Devlet mallarının çoğu Katı’a (çoğulu Katâ’i) adı verilen bir nevi kiralama şekliyle alınmıştı. Hükümet tarafından verilen bu araziler işlenmiş yahut «ölü» denilen topraklardı ve son durumda kiralama vergiden muaftı. Bu gibi imtiyazların pek azı Ömer, çoğu ise daha sonraki halifeler tarafından verilmişti. Arabistan’dan çıkmış olan müslüman arazi sahipleri arazi vergisi ödemeğe mecbur değillerdi, fakat bazı ihtilâflardan sonra öşr adı verilen daha az vergi veriyorlardı. Müslümanlara tarhedilen küçük dinî vergi bir tarafa bırakılırsa, bütün vergiler Cizye ve Haraç dahil imparatorluğun tebası olan gayrı müslim halka yüklenmişti. Daha sonra bu tabirler müslüman olmayanlar tarafından ödenen baş ve arazi vergisi olarak ayrı alanlarda kullanıldılar. İlk halifeler devrinde Cizye bir nevi arazi vergisi anlamını ifade ederken Haraç herhangi bir vergi, bilhassa Araplar’m her bölgeden alabildikleri toptan ve kollektif vergi manasına geliyordu. Bizanslı memurlar ve diğerleri eski sisteme göre parayı toplamak için yerlerinde bırakıldılar.
Fâtihler, fethettikleri bölgelerin sâkinlerinin dinî ve içişlerine karışmıyorlardı. Bunlar, müsamaha edilen dinlerin sâlikleri manasına gelen Zımmî statüsünde idiler. İdarenin Bizans’tan Arab’a geçmesi, bölge halkları tarafından genellikle sevinçle karşılanmıştır. Fethedilmiş bölgelerin halkı yeni idareyi, vergiler ve diğer hususlar bakımından eskisinden daha insaflı buluyordu. Suriye ve Mısır’ın hırıstiyan halkı bile ortodoks Bizans’a karşı İslâm hâkimiyetini arzu ediyordu. İslâm’ın ilk devrine âit anlaşılması güç bir Yahudi vesikasında bir melek bir münzevîye şöyle seslenmekteydi: «Korkma, Ben Yohây; Yaratıcı, ona şükürler olsun, sırf seni bu kötülüklerden (yâni Bizans’tan) kurtarmak için İsmail kırallığını gönderdi. Allah, ona şükürler olsun, onların yeniden yerleşebilecekleri bir toprak fethetmek için kendi iradesine göre bir peygamber gönderecek». Bu sözler daha sonraki devirde yaşamış Suriyeli bir hırıstiyan tarihçinin sözleri ile mukayese edilebilir : «Bunun için Allah bizi Romalılar’ın elinden Araplar vasıtasıyla kurtardı. Romalılar’ın intikam ve zulmünden kurtulmakla oldukça rahata kavuştuk». Fethedilmiş ülkelerin halkı yeni rejimi kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda bazı durumlarda onun yerleşmesine yardımcı bile oldu. Filistin’de Samaritenler müslümanlara o kadar çok yardım ettiler ki, Araplar onları belli bir zaman için vergiden muaf tuttular; tarihler sık sık Yahudi ve hırıstiyan yardımından bahsederler.
İslâm’ın Arap milliyetçiliği ile aynîleştirilmesi bizzat Araplar’ın yeni müminlere karşı davranışlarında açıkça görülür. Arap olmayanların müslüman olmaları fikri o kadar beklenmeyen bir şeydi ki, mühtediler, Arap kabilelerinden birinin mevlâsı olmakla ancak mümin olmuş kabul ediliyorlardı. Nazariyatta Mevâli Araplar ile eşit haklara sahipti ve bazı vergilerden muaftı, fakat tatbikatta Araplar onlara karşı üstün ve küçümser bir tavır takınıyorlar ve onları uzun müddet İslâm’ın maddî menfaatlerinden uzak tutuyorlardı. Bunlardan en önemlisi, Arap savaşçıları arasında savaş ganimeti olarak dağıtılmak üzere Halife Ömer tarafından kurulan Dîvân’dan alman ücret ve bağışlardı. Bu sistemin dayandığı fikir, Arap ve müslüman arasındaki aynîlik ve halifeye otoritesini kullanma selâhiyeti veren dinî itibarını korumak idi. Bu iddiaların geçerliliği kaybolduğu zaman onun düşüşü kaçınılmaz oldu.
Halife Ömer 4 Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle tarafından şehit edildi. İslâm’ın bir iç harp tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu farkeden halife, ölürken kendisine halef olabilecek adaylardan meydana gelen Şura yahut seçim komitesi tayin etti. Şura’nın kararları ile ilgili raporlar birbirini tutmaz. Neticede Osman b. Affân halife seçildi. Seçim şaşkınlık yarattı, zîra Osman, Araplar gözünde korkunç bir kusur olan iktidarsızlığı ve korkaklığı ile tanınıyordu. Osman’ın halife olması, yeni dinin menfaatlerini süratle kabul etmiş olan Mekke’nin eski oligarşik sınıfının bir başarısı olarak görülür. Bu sınıf, Medine’de o zamana kadar hâkim olan kabilelerden nefret ediyordu. Ebû Bekr ve Ömer’in yüksek mevkileri vermek suretiyle (meselâ Ömer’in Muaviye’yi Suriye valisi tayin etmesi) Mekkeliler’i kazanma gayretlerine rağmen onlar memnun olmuyorlar ve hakkın kendilerine geçeceğini ümidederek üstünlüğü yeniden sağlamaya çalışıyorlardı. Muaviye gibi Osman da Mekke’nin ilerigelen ailelerinden Ümeyye ailesine mensuptu. Gerçekten Osman Hz. Muhammed’in ilk sahabeleri arasında bu asillerden tek kişi idi ve aday olabilecek itibara sahipti. Osman’ın seçilmesi Emevîler’in zaferi ve onlar için bir fırsat oldu; bu fırsat değerlendirildi. Osman kısa süre sonra imparatorluğun yüksek mevkilerini elde etmeğe çalışan ailesinin ileri gelenlerinin tesiri altına girdi ve birbiri arkasından devletin yüksek memuriyetleri bu aile mensuplarına verildi.
Osman’ın idarî zaafı ve akrabalarını kayırması sınırlardaki askerler arasında bir müddetten beri devam eden huzursuzluğu ortaya çıkardı. İslâmî gelenek, halifeliği sırasında ortaya çıkan huzursuzlukları Osman’ın şahsî kusurlarına bağlar. Aslında sebepler çok çeşitli ve derindir. Osman’ın hatası bu sebepleri bilmemesi ve zamanında tedbir almaması idi. Fetihler Hz. Ömer’in vefatından sonra durakladı. Arapların göçleri hemen hemen tamamlanmıştı; bunlar fethedilen eyaletlere yerleşmişler ve nüfus fazlalığının verdiği kuvvet bir anda tükenmiş oluyordu. Araplar bir defa daha yeni engellerle karşılaştılar: Doğuda İran’ın düşman halkı ve yüksek yaylası, kuzeyde Anadolu ve batıda deniz; bunların neticesinde güçleşen fetihler. Fetihlerin durması, kabilelere şimdiye kadar meşgul olamadıkları meselelerini derin derin düşünme imkânı vermiştir. Bedevîliğin merkezî idareye karşı olan tutumu idarenin zayıflamasına ve umumî bir patlamaya sebebiyet verdi. Muhalif unsurlar, Ömer’in halifeliği sırasında varlığını hissettirmeğe başlamış ve muhtemelen onun ölümüne zemin hazırlamıştır. Osman’ın zayıf idaresinde muhalefet açıkça kendini gösterdi. İsyan ne dinî, ne de şahsî olup asıl sebep bedevîliğin merkezî idareye karşı çıkması idi. Bu Ömer’in devletine değil, sadece devletin otoritesine karşı gelmekti. Onların bedevîlikten gelen anlayışlarına göre itaat bir şahsa kendi arzularıyla boyun eğmekti. Osman bu duyguyu veremediğinden Bedeviler daha önce kendi istekleriyle itaat arz ettikleri halde şimdi bundan vazgeçmekte kendilerini serbest hissediyorlardı.
Her ne kadar Osman’a karşı silâhlı hücum Mısır’dan geldi ise de muhalefetin asıl merkezi Medine’de bulunuyordu. Osman’ın hayatına karşı gizliden gizliye faaliyette bulunan elebaşılar arasında iki gayrı memnun Mekkeli, Talha ve Zubeyr, Osman tarafından Mısır valiliğinden alındığı için kızgın olan Amr ve Hz. Muhammed’in dul eşi Ayşe bulunuyordu. Bunlar muhalefetin çekirdeğini teşkil ediyorlardı. Belki de Hz. Osman’ın şahadetine yol açan olaylar içinde bulunmuş olabilirler. Her ne olursa olsun Amr ve Ayşe bu olaya katılmadıklarını isbat ettiler.
Bu kritik zamanda Amr B’irü’s-seb’a'ya, Ayşe ise Mekke’ye gitmişlerdi. Bu hâdisede Ali’nin bir şeye karışıp karışmadığı açık değil. Daha önce üç defa ayağı kaydırılan halife namzedi Ali’nin bu cinayetle doğrudan doğruya bir alakası olduğu düşünülemez, fakat onun Osman’ın şehadetine mâni olamayışı ve bu hâdisede ağırlığını hissettirememesi, daha sonra düşmanlarının eline tesirli bir silah vermiştir.
17 Haziran 656 tarihinde memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Medine’ye gelmiş olan Mısır ordusunun serkeşleri, halifenin evine girdiler ve onu ağır bir şekilde yaraladılar. Bu öldürme olayı İslâm tarihinde bir dönüm noktasıdır. Âsi müslümanlar tarafından halifenin katli önce üzüntü yarattı ve İslâm’da birliğin, garantisi olan halifeliğin dinî itibarını zayıflattı. Bundan sonra hükümet ile kabileler arasındaki bağlar yalnız siyâsî ve iktisadî olup her ikisi de fazla fayda sağlamamıştır.
Ali’nin halifeliği Medine’de hemen hemen derhal kabul edildi. Fakat Osman’ın düşmanlarından bazıları, doğrudan doğruya suçlu olmamakla beraber hilâfete geçmesini, bir halifenin katline borçlu olan birisinin halifeliğini tanımak hususunda titiz davranıyorlardı. Osman’ı sevmeyen diğerleri yeni halifeyi tanımak istemiyorlardı. Suçluların cezalandırılmasını isteyen Osman taraftarı bir parti teşekkül etti. Bu çaresizlikler karşısında Ali birçok yeni düşman kazandı; bilhassa selefinin tayin ettiği adamları vazifelerinden azletmek, gelişmeleri daha da aleyhine çevirdi. Muhalefet, Mekke’ye çekilen ve orada Osman’ın katlinin intikamının alınmasını istiyen, aynı zamanda önceki olaylarda kendi tutumlarını unutan Ayşe, Talha ve Zubeyr etrafında toplanıyordu. Bunlar Ali’ye karşı birlikler topladılar ve sonunda mahallî destek bulmayı ümit ettikleri Basra’ya celaldiler.
Hz. Ali Ekim 656 tarihinde ordusunun başında Medine’den hareket etti. Bu hâdise iki bakımdan önemlidir:
Birincisi, İslâm imparatorluğunun merkezi olarak Medine’nin sonunu işaret etmesi (zira hiçbir halife artık orada oturmayacaktır), ikincisi ise ilk defa bir halifenin, müslüman bir orduyu yine müslüman bir orduya karşı sevketmesi idi.
Ali ve ordusu Küfe’ye vardı ve orada şehrin tarafsız valisi Ebû Musa ile görüşmelerden sonra halkın tezahüratı arasında şehre girdi. Buradan Basra üzerine yürüyerek Cemel savaşında Ayşe, Talha ve Zubeyr’in ordusunu bozguna uğrattı. Bu savaşa «Cemel» adının verilmesi, çarpışmaların, müminlerin annesi Ayşe’nin bindiği devenin etrafında cereyan etmesinden ileri gelmektedir. Talha ve Zubeyr savaşta öldüler, Hz. Ayşe ise Mekke’ye geri gönderildi.
Basra’nın kısa süren işgalinden sonra bu şehrin halkının sevgisini kazanmaya muvaffak olamayan Ali Kûfe’ye döndü ve orasını kendisine merkez yaptı. Suriye hariç bütün İslâm imparatorluğunun hâkimi olmasına rağmen taraftarlarının arasında devam eden serkeşlik ve kabilevî anlaşmazlıklar sebebiyle durumu hiç de iyi değildi. Dindarlar ile din adamları arasındaki anlaşmazlıklar onun kudretini tehlikeye atıyordu. Muaviye, Suriye’de çok kuvvetli bir vaziyette idi. Merkezî bir idarenin başında, itaatkâr ve birlik içinde bulunan bir eyalette hüküm sürüyordu. Bizans’a karşı yapılan gazalar esnasında askerî sanatı ve disiplini benimsemiş mükemmel bir orduya sahipti. Moral bakımından da Muaviye’nin durumu çok sağlamdı. Hak ve selahiyetleri de fazlaydı, zîra bu vazifeye Hz. Ömer tarafından tayin edilmiş ve herkesin kabul ettiği son halife Osman da onu yerinde tutmuştu. Amcası Osman’ın intikamını almayı isteyerek Kur’ân’da bile teyid edilen Arap geleneğine göre hareket etti. Ali ve rakipleri arasındaki mücadelede tarafsız bir tutum takip etmiştir. Şimdilik halifelik makamı için hak iddia etmiyor, fakat adalet istiyordu ve halifenin katli meselesinde Ali’yi itham ederek kurnazca onun hak ve selahiyetlerine şüphe düşürüyordu. Muaviye bu hususta yalnız Amr b. El-Âs’a değil aynı zamanda Suriye’nin düzenli birliklerine de güveniyordu.
Muaviye, Ali’nin kendi yerine gönderdiği valiyi kabul etmemekle açıkça ona karşı şıktı. Harekete geçmek zorunda kalan Ali bir orduyla beraber Suriye üzerine yürüdü ve Mayıs 657′de Sıffîn yakınlarında Suriye birlikleriyle karşılaştı. Her zaman olduğu gibi bir netice elde edilemeyen görüşmeleri ki, bu görüşmelerde Muaviye Osman’ın katillerinin ortaya çıkarılıp cezalandırılmasını ve muhtemelen de onun halifelikten çekilerek yeni halifeyi seçmek için bir şura teşkilini istemişti, savaş takip etti. 26 Temmuz’da Ali’nin birlikleri zafer kazandılar. Mağlup olan Suriyeliler tam zamanında Kurbân sayfalarını mızraklarının uçlarına takarak «bu hususta Allah karar versin» diye bağırarak yeni bir çareye başvurdular. Kur,ân}ın hakem olması hususunda yapılan çağrı, sadece Osman’ın katli meselesinde geçerli olabilirdi. Çünkü Kur’ân’da, halifelik meselesinden doğan bir ihtilâfa çözüm yolu bulabileceklerini ümit etmiş olamazlardı. Ali, bunda bir hile olduğunu açıkça gördü, fakat onun taraftarları arasındaki dindar şurup Ali’yi ateşkesi kabule zorladı. Her iki taraf da hakem seçme hususunda anlaştılar ve kumandanlar, varılacak kararı kabul edeceklerini ilân ettiler. Muaviye kendisini temsile kurnaz görüşmeci ve davaya sadık Amr’ı tayin etti. Ali’nin taraftarları hakemin vazifelerini farklı bir şekilde yorumladıklarından halifeyi tarafsız olan Ebû Musa’yı hakem olarak kabule mecbur ettiler. Muaviye daha başlangıçta üstünlüğü ele geçirmişti, zîra Ali böylelikle bir halife değil, hilâfet makamında iddia sahibi bir kimse durumuna düşüyordu. Hakeme başvurma keyfiyeti Ali’nin önüne kısa zaman sonra yeni güçlükler çıkardı. Taraftarlarından büyük bir gurup bu hareketten memnun olmayarak isyan ettiler ve zor kullanılarak isyanları kanlı bir şekilde bastırıldı. Havâric (Haricîler) adı altında bilinen bu grup mensupları İslâm tarihinde sık sık isyan edeceklerdir.
Hakemler Ocak 659 tarihinde Ezruh’ta buluştular. İslâm kaynaklarının bu hususta verdikleri bilgiler açık değildir, fakat şu husus kesindir: Onların verdikleri karar Ali’nin aleyhine idi ve onun da halifelikten çekilmesine yol açabilecek bir hüküm taşıyordu. Ali bu kararı kabul etmedi; böylelikle Haricîler meselesi ortaya çıktığı gibi diğer hususlarda Sıffîn harbinden öncekinden farklı değildi; üstelik taraftarlarının yılgınlık göstermesi onu zayıflatıyordu. Daha sonraki aylarda diğer bir başarısızlığa daha uğradı: Muaviye Mısır eyaletini ele geçirmeğe muvaffak olmuş ve Ali büyük bir zenginlik ve gelir kaynağını kaybetmişti. Meydan muharebesinden çekinen Muaviye, Irak’a karşı akınlar yapıyordu.
Ali’nin son yılındaki olaylar hakkında bilgimiz azdır. Muaviye ile ateşkes anlaşması imzalamış olabileceği gibi yeni bir sefer hazırlığına girişmiş olması da muhtemeldir. Ocak 661 tarihinde İbn Mülcem adında bir haricî tarafından şehit edildi. Oğlu Hasan mücadeleyi terk etti ve bütün haklarını, önce Suriye’de ve kısa süre sonra da bütün İslâm imparatorluğunda halifeliği tanınan Muaviye’ye devretti.
 Kaynak:Bernard LEWİS, Tarihte Araplar, trc: Hakkı Dursun YILDIZ, 1979, İstanbul, İst.Edebiyat Fakültesi Yay. 2601, s.56-74

Hiç yorum yok: