8 Mart 2013 Cuma

İSLAM DÜNYASININ ZAYIFLAMASI VE OSMANLILAR-Oral SANDER


1500’lerle birlikte Batı’nın yükselmesi ve 19. yüzyılın ortalarında dünya üstünlüğünü eline geçirmesi İslam dünya­sında ve genel olarak Asya’da bir “düşüş” dönemidir. He­men hemen dünyanın dört köşesi, Batı’nın siyasal, ekono­mik ya da kültürel üstünlüğü altına girdiğine göre, İslam dünyası ve onun en güçlü ve belki de tek bağımsız devleti olan Osmanlılar da bu düşüşten nasiplerini alacaklardır.
İslam Dünyasının Gerileme Nedenleri:
600-1000 yılları arasında en parlak dönemini Arap unsuruyla yaşa­yan İslamiyet’in, 16. yüzyılın sonlarına kadar Türklerle en geniş sınırlarına ulaştığı ve en güçlü dönemine girmiştir. Ancak, 16. yüzyılla birlikte İslam dünyasının bu üstünlüğünün kalktığına, daha sonraki yüzyıllardaysa gerilediğine tanık oluyoruz.
Neden?
Bu kadar geniş çaplı bir olayın nedenle­rinin ne denli karmaşık ve çok sayıda olabileceğini de gör­müş bulunuyoruz. Burada, uzun vadede önemli görülen nedenler genel birkaç kategori içinde verilmeye çalışıla­caktır. İslam dünyası 16. yüzyılda bazı iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Genel olarak İslam dünyası ve özel olarak Osmanlı Devleti bunların etkilerinden uzun süre kurtulama­yacaktır. Bazı ülkelerinse hâlâ kurtulmuş oldukları söyle­nemez.
İslam dünyasına karşı İberik yarımadasının 16. yüzyıl­da Akdeniz, Atlantik ve Hint okyanuslarından gösterdiği tepki, uzun vadeli ve önemli sonuçlar doğurmuştur. Daha önce de gördüğümüz gibi, Portekiz, 16. yüzyıldan önce Batı ve Doğu Afrika kıyı şeridine egemen oldu ve sonra gü­ney denizlerine inerek bölgedeki İslam ticaretini baltala­maya başladı. İspanya ise, 1492’de Granada’yı eline geçirdi ve 16. yüzyılın başında Kuzey Afrika’da Müslümanlarla ça­tıştı. Ama 16. yüzyıl boyunca Akdeniz’de yine de Osmanlı donanması egemen kaldı. Osmanlılar aynı başarıyı Hint Okyanusu’nda gösteremediler ve bölgede Portekiz’in üs­tünlüğünü bozamadılar. Zamanla, Akdeniz ve Hint Okya­nusu’nda deniz egemenliği Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye geçti.
Bu devletler denizlerdeki başarılarını bir bakıma Os­manlılara borçlu sayılabilirler. Osmanlılar bu devletleri Portekiz ve İspanya’nın yarattığı ani tehdide karşı birer denge unsuru olarak gördüklerinden, 16. yüzyıldan başla­yarak, özellikle Fransa ve İngiltere’ye çeşitli ticaret kolay­lıkları sağladılar. Ani askeri tehdit ortadan kaldırılıyordu, ama aynı zamanda uzun vadede daha da yıkıcı olacak eko­nomik tehdidin tohumu da atılıyordu. Fransa ve İngilte­re’yi bu ticaret anlaşmalarına iten ekonomik nedenlere da­ha önce değinilmişti. Ayrı amaçlarla hareket eden devlet­lerin çıkarları bir noktada birleşince, ortaya bir dizi anlaş­ma çıktı. 1535’te Fransa’ya ticaret ayrıcalıkları sağlandı. İngiltere’nin “Levant” Ticaret Şirketi 1580’de benzer ayrı­calıklar aldı. O dönemde belki “zararsız ve önemsiz” gibi görünen ve bir Avrupa devletinin üstünlüğüne karşı koy­mak için başka bir Avrupa devletine verilen bu ticari ko­laylıklar (sonraki dönemlerin kapitülasyonları) Avrupa’nın gelecek hâkimiyetinin temelini oluşturdu. 17. yüzyılın son­larına doğru Fransa, İngiltere ve Hollanda gemileri Osmanlı limanlarından uzak mesafeli ticareti ellerine geçirmiş oldu­lar. Bu olumsuz sonucun oluşmasında, Osmanlı devletin­deki tüccarların toplumsal yapı içindeki olumsuz şartlar­dan etkilenmelerinin de payı vardır. Osmanlı tüccarları ti­cari çıkarların gerektirdiği esnekliği anlamayan asker ve yöneticilere bağlı durumdaydılar. Önce de görüldüğü gibi, Doğu toplumlarında merkezi otorite, toprak sahiplerinin yanında tüccarlara da kendine bağlı birer hükümet uzantı­sı gözüyle bakmıştır. Hem Batı Avrupalı tüccarın devletten gördüğü destek, hem de Doğu’da ticaretin teşvik edilmesi gereken bir uğraş olarak devletin öncelikleri listesinde ön sırayı bir türlü alamaması, Osmanlı tüccarlarını büyük çap­lı ve uzun mesafeli ticarette Avrupa ile rekabet edemez du­ruma getirdi. Üstelik, 16. yüzyılda İslam dünyasında “aracı”nın baharat ticaretinden elde ettiği kâr da kaldırıldı. Bu ve uzun mesafeli ticaretin Avrupa devletlerinin eline geç­mesi, modern zamanlarda İslam dünyasının başarısızlığı­nın temel nedeni sayılmalıdır.
Ama, 1700’lerde, Avrupa ticaret gücünün uzun vadeli sonuçları kimse tarafından açıkça görülemezdi. Çünkü, bu tarihlere gelindiğinde, Osmanlıların başarılı deniz savaşları sonucu, Akdeniz’de îberik yarımadasının tehdidi ortadan kaldırılmıştı. Ayrıca, Hint Okyanusu’nun hiç olmazsa ku­zeybatı kıyılarında aynı yarımadanın üstün duruma geçme­si kısa süreli olarak engellenebilmişti. Üstelik, Batı Avrupa ticareti henüz Osmanlı devletinin iç bölgelerine sokulamamıştı. Dolayısıyla, Osmanlılar, kendilerine şimdiye kadar güç vermiş olan eski yönetim modeli ve anlayışından ayrıl­mayı, belki o dönemde, biraz da haklı olarak düşünemedi­ler. Eski yöntemler gelecekte de işleyebilirdi. Ortaçağda Haçlı Seferleri nasıl uzun vadede başarısız olmuş, İslam gü­cü galebe çalmışsa, şimdiki Batı “saldırısı” da başarısız ol­muştu. Kısaca, paniğe kapılmak, reform yapmak ve Müslü­manların temel üstünlüğünden kuşku duymak için neden yoktu. Osmanlı devleti bugününden memnun, yarınından ümitli bir hareketsizlik içine girdi.
İslam dünyasının 16. yüzyılın sonlarıyla birlikte geri­lemesi üzerinde etkili olan ikinci faktör, Avrasya kıta küt­lesinde Rusya’nın güçlü bir devlet olarak ortaya çıkması ve bunun sonuçlarıdır. Rusya, 16. yüzyılın ortalarında, bun­dan önceki kısımda görüldüğü gibi, Kazan ve Astragan hanlıklarını eline geçirmişti. Bunun sonucunda tüm Volga bölgesi Rus yerleşim ve ticaretine açıldı. Sonra, büyük so­run oluşturan Kazaklar da Rus denetimi altına girince, Ruslar Ukrayna bölgesinde rahatladılar ve arkalarından emin olarak Urallar’ı geçtiler. Öncü tüccar ve serüvenciler Rus gücünü Urallar’ın doğusunda da yerleştirmeye başladı­lar. Ruslar, bölgenin zengin doğal kaynaklarından yararlanarak, 1638’de Pasifik Okyanusu’na kadar dayandılar.
Rusya’nın Asya’daki bu başarılarının İslam dünyası açısından uzun vadeli önemli sonuçları oldu. Çin sınırın­dan başlayıp, bugünkü Pakistan, Afganistan ve İran’dan geçerek, Osmanlılarla birlikte Tuna’ya kadar uzanan İslam dünyasının kuzey sınırları 16. ve 17. yüzyıllarda önemli ölçüde daraldı ve üstün Rus gücü karşısında zayıf kaldı. İş­te, ilerde görüleceği gibi, Hıristiyanlarla doğrudan temasta bulunulan Avrupa’da ve Akdeniz’de İslamiyet zaferler ka­zanırken ya da en azından elinde bulunanı korurken, Do­ğu Avrupa ve Asya’daki bu kayıplar, İslam dünyasının ilk gerileme işaretleri oldu.
SÜNNİ-Şİİ ÇATIŞMASI VE BUNUN UZUN VADELİ SONUÇLARI DA İSLAM DÜNYASININ ZAYIFLAMASINA YOL AÇAN UNSURLAR ARASIN­DADIR. Halifeliğin Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin damadı Hz. Ali’den geldi­ğini savunan Şiilik ile Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın meşru­iyetini kabul eden Sünnilik arasındaki bölünme, önceleri kitlesel ve açık bir çatışma biçiminde değildi. Ayrıca, za­manla Sufilik gibi çok çeşitli bölüntülerin ortaya çıkmasıyla, bu temel bölüntü çok karmaşık bir hale geldi ve keskinliğini de yitirdi. 15. YÜZYILDA OSMANLILARDA SÜNNİLİK RESMİ DEVLET DİNİ OLDU. Ama, önce de değinildiği gibi, kuruluş döneminin büyük hoşgörü havası içinde, Osmanlılar hemen hemen hiç­bir dinsel bölüntü ile ilişkilerini ve bağlarını bozmamışlardı. Derviş cemaatleri gibi İslamiyet’in farklı yorumlarının coş­kun dinsel heves ve heyecanları, Osmanlıların kuruluş sağ­lamlığında ve genişlemesinde çok etkili olmuştu.
16. yüzyılın hemen başında, İslam dünyasındaki bu dinsel ve dolayısıyla siyasal denge bozulmaya başladı. 1500’de Hazar Denizi’nin güneyinde bağnaz bir Şii toplulu­ğu, İsmail Safavi’nin önderliğinde önemli bir güç haline geldi. İsmail Safavi, savaşkan ve güçlü bir orduyla Tebriz’i ele geçirerek kendini “İran Şahı” ilan etti. 1506’da tüm İran Platosu, 1510’da ise Bağdat ile bugünkü Irak’ın büyük bir bölümünü denetimi altına aldı. Bu başarıların gizi, İs­mail Safavi’nin çevresinde toplanan askerlerin, kuşaklar boyu yeraltında Şii propagandası ile koşullandırılmaları so­nucu elde ettikleri dinsel bağnazlıktır. İŞTE, BU NOKTADAN SONRA İSLAM DÜNYASI İÇİNDE ŞİİLER HESABA KATILMASI GEREKEN BİR GÜÇ HALİNE GELDİLER. O kadar ki, 1514’te Şah İsmail’in kışkırtmaları sonucu Anadolu’da bile Osmanlılara karşı ayaklanmalar başladı.
Bu tarihe kadar, sürekli batı yönünde Avrupa ve Akde­niz çevresine seferler yapan ve Anadolu yarımadası dışın­daki topraklara büyük bir ilgi göstermeyen Osmanlıların dikkatlerinin bir bölümü doğuya çevrildi. Osmanlı gücün­deki bu bölünmenin ne gibi sonuçlar doğurduğunu ya da eğer bu ayaklanmalarla Osmanlı gücü, enerjisi ve dikkati batıdan çevrilmemiş olsaydı burada nereye kadar genişleyebileceklerini kesin çizgileriyle görmek olanaksızdır. An­cak, Şii ayaklanmasının neden olduğunu söyleyebileceği­miz doğu seferleri sonucu, Osmanlıların nüfus bileşimini değiştirmiştir. Belki, devletin bün­yesindeki bu değişiklik, Abbasilerden sonra çürümeye baş­layan Arap-İslam toplumsal dokusunun Osmanlıların yapı­sı içine girmesi ve Osmanlıların şimdi hem batı hem de doğu yönünde genişlemeye başlaması, ilerde karşılaşılacak güçlüklerin ilk belirtileri oldu.
Osmanlı Sultanı I. Selim’in (Yavuz), Şii ayaklanmasını bastırmak ve doğudaki Şah İsmail tehdidini ortadan kaldır­mak için büyük bir ordu toplaması gerekti. Anadolu’daki ayaklanmaları bastırdıktan sonra, 1514’te Çaldıran’da Osmanlı topçusunun gücü Safavi bağnazlığına galebe çaldı. Ama, yeniçeriler arasındaki huzursuzluğun sonucu olarak Sultan, Şah İsmail’in gücünü tam ortadan kaldırmadan geri dönmek zorunda kaldı. Böylece, 16. yüzyıl boyunca Safavi devleti, İslam dünyasında rahatsız edici ve zayıflatıcı bir unsur olarak kaldı. Hele, bölgenin kuzeyinde kendini gide­rek hissettiren Rus gücüne karşı İslam’ın ortak hareketinin önem kazandığı bir dönemde bu bölünmüşlük uzun vade­de daha da zayıflatıcı oldu.
Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, 17. yüzyılda, hangi ölçüte vurulursa vurulsun, İslam dünyası 16. yüzyıl­da karşılaştığı güçlükleri yenmiş gibi görünüyordu. Hıristi­yan dünyasına karşı üstünlüğünü ya da en azından denkli­ğini bir kez daha ortaya koymuş, dıştan ve içten gelen tehlikeler ortadan kalkmıştı. Bu yanıltıcı düşüncenin en önemli sonucu, Avrupa’da ortaya çıkan yeniliklere karşı bir tutuculuğun İslam âlemine ve Osmanlı devletine ege­men olmasıdır. İTALYAN RÖNESANSINA HÂKİM OLAN RUH, FATİH SULTAN MEHMET’İN SARAYINDA DA VARDI. YAVUZ SULTAN SELİM VE KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN, BU GÜÇLÜ MİRAS ÜZERİNDE DEV­LETİ 16. YÜZYILIN SONUNA KADAR İYİ YÖNETTİLER VE GENİŞLETTİ­LER. Ama, yenilikçi anlayış da yavaş yavaş sönmeye başla­mıştı. Onlardan sonra gelen padişahlar zamanında, yani
16. yüzyılda, Avrupa’da modern bilim, edebiyat ve etkili devlet yönetimini doğuran araştırıcı, yenilikçi akımlar ve anlayış, Osmanlı devletinde görülemedi.
Bu sonucun yaratılmasında İslam dünyasının toplum­sal yapısı da etkili oldu. MÖ. 5000’lerden beri, büyük Me­zopotamya uygarlıkları da dâhil, kent insanının memur ve toprak sahiplerine sürekli baş eğmesi, tüccarların işlerini gereğine uygun bir biçimde bağımsızca yürütememeleri, Ortadoğu toplumlarının temel özelliği olmuştu. Köylü de asker ve devlet memurları tarafından sürekli ve sıkı bir de­netim altında tutulmaktaydı. Bu toplumsal özellikler, ister istemez, şimdi tüm Ortadoğu bölgesinin tek egemeni olan Osmanlı devletine de geçmiş ve devlet en görkemli dönem­lerinde bile bu kalıba uymuştur. Böyle bir ortamda ve özel­likle 17. yüzyılın genel zayıflama süreci içinde yeniliklerin ve yaratıcılığın yeşerecek toprak bulamayacağı açıktır.

OSMANLI DEVLETİNİN ZAYIFLAMA NEDENLERİ:

Özel ola­rak Osmanlı devletinin önce duraklama ve sonra gerileme­sinin açıklanmasındaKanuni Sultan Süleyman’dan sonra gelen padişahların büyük bir çoğunluğunun yeteneksizliği, zevk ve sefa düşkünlüğü ve kiminin de psikolojik bakım­dan dengesizliği, önemli bir neden olarak gösterilir. Bu, tü­müyle doğru bir açıklama olamaz.Osmanlı devletinin za­yıflamasının asıl açıklayıcı nedenleri, bir yanda genel ola­rak İslam dünyasının yukarda anlatılan zayıflıklarında, öte yanda Osmanlı devletine özgü yapısal bozukluklarda aran­malıdır. Batı Avrupa’nın güçlü devletlerinde, belki de Osmanlı tahtındakilerden daha yeteneksiz ve daha dengesiz monarkların sayısı az değildir. Ama bu durum, o devletle­rin güçlenmelerini ya hiç etkilememiş ya da çok kısa süreli olarak durdurmuştur. Bu bakımdan, şimdi yapılması gere­ken, İslam dünyasının gerileme nedenlerine ek olarak, Osmanlı devletine özgü yapısal bozukluklar üzerinde dur­maktır. Böyle bir yaklaşım, büyük bir devletin zayıflaması­nın nedenlerini daha açıklayıcı, öğretici, kısaca daha bilim­sel bir temel üzerine oturtabilir. Çünkü, büyük devletler bir iki yöneticinin kişiliği ya da davranışıyla değil, çok te­mel tarihi, ekonomik, toplumsal ve siyasal güçler tarafın­dan yıkılırlar, “ölümleri” de hasta yatağında değil, büyük bir savaşın sonunda olur. Osmanlı devleti bir istisna değil­dir. Karşı konulamaz güçler zayıflatmışlar, 1. Dünya Savaşı da yıkmıştır.
Osmanlı devletinde başlayan uzun duraklama, gerile­me ve yıkılma dönemlerinin en belirgin göstergesi, Avru­pa’da fetihlerin durmuş olmasıdır. Bu aynı zamanda zayıfla­ma sürecine girilmesinin en önemli nedenleri arasındadır. Osmanlılarda Avrupa içindeki fetihler üç açıdan devletin güçlenmesini sağlamıştı. Her şeyden önce, Müslüman güç olarak Hıristiyan Avrupa’ya karşı savaş, Osmanlılara bir amaç duygusu, birlik ve beraberlik sağlamaktaydı. Devle­tin enerjisinin tümü bu yönde kullanılmakta ve gelecek sa­vaşlarda başarı kazanmak için devletin yönetimi sıkı tutu­larak, hâzinenin dolu olmasına dikkat edilmekteydi. İkinci olarak, fetihlerin durmasıyla Osmanlı hâzinesi yoksullaş­maya, ganimet gelirleri ve yıllık vergiler de azalmaya başla­dı. Pek önem verilmeyen, ama en az ilk ikisi kadar önemli bir başka unsur, yeni fethedilecek topraklar olmayınca, Osmanlı devletinin o zamana kadar başarı ile sürdürdüğü nüfus yerleştirme politikasının da durmasıdır. Bunun so­nucu olarak Anadolu’da nüfus gereğinden çok artınca, ki­şiler birbirlerini soymaya, gidecek yer olmayınca kentleri doldurmaya ve kırsal bölgelerde karışıklıklar çıkarmaya başladılar.
Kanuni Sultan Süleyman’ın iyi niyetli toprak reformu­nun monarkın isteklerinin aksine sonuçlar doğurması, za­yıflamanın ikinci nedeni sayılabilir. Osmanlı toprak sisteminin temel kurumlan olan has, zeamet ve tımar dağıtımı,yerel düzeyde görülen aksaklıkların giderilmesi amacıyla yerel otoritelerden alınıp merkezin tasarrufuna bırakıldı. Bu davranış, o dönemde Batı Avrupa’da merkezi otoritenin güçlenmesi yolunda ve özellikle Fransa’da ortaya çıkan merkezileşme süreciyle yakın bir benzerlik gösteriyordu. Bu bakımdan, yenilikçi bir hareket olarak değerlendirilebi­lir. Ama, Osmanlı devletinde bu toprak dağıtımı, zamanla iddiaların haklılığından çok, merkezde, Saray’da çevrilen dolaplara konu oldu ve rüşvet alma gibi amaçlarla yapılma­ya başlandı. Böylece, Kanuni Sultan Süleyman’ın amacının aksine, Osmanlı devletinde büyük toprak sahipliğinin ve bunun üzerinde de irsiyet ve miras hakkının doğduğu gö­rülüyor. Bu da, o tarihe kadar Osmanlı fetihlerini büyük ölçüde kolaylaştırmış bulunan ve toprak sahiplerine büyük yararlar sağlayan Osmanlı toprak sisteminin ortadan kalk­masına ve toprak sahibi köylünün büyük toprak sahipleri tarafından sömürülmesine yol açmıştır. Böylece, artık Av­rupa köylüsü Osmanlı’yı kurtarıcı gözüyle görmemeye baş­lamış ve ağır vergi yükünün altında ezilmiştir.
Zayıflamanın üçüncü nedeni, merkezdeki yönetici kad­ronun bozulmasıdır. Daha önce padişahın yönetici maiyeti, kökeni genellikle köylü olanlardan oluşmaktaydı ve bunlar kırsal alanların sorunlarını çok iyi biliyorlardı. Ama, 16. yüzyılın sonlarına doğru padişahın yönetici çevresi içine tümüyle kentlerde yaşayan kişiler girmeye başladı. İşin da­ha da kötüsü, bunlar aile nüfuzu ya da parayla bu yüksek yerlere geliyorlardı ve yerlerini ölmelerinden sonra oğulla­rı alıyordu. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak Osmanlı dev­letinde “NEPOTİZM” (yüksek devlet mevkilerinin akraba ya da çok yakın arkadaşlara bırakılmasını sağlayan kayırma sistemi) uygulaması başladı. Bu koşullar altında, padişahla­rın devlet yönetimine sahip olamamaları, boşvermişlik, so­rumlulukların dağıtılması ve yönetim ilkelerine bağlılığın ortadan kalkması sonucunda, merkezi otorite bozulmuş ve zayıflamıştır. Daha önce hükümdarın mutlak kişisel otori­tesine bağlı ve onun maiyeti tarafından etkili bir biçimde yönetilen devlet, padişahların otoritelerinin sarsılmasıyla parçalanmaya, karışıklıklara ve düzensizliğe uğramıştır.
Zayıflamanın salt ekonomik nedenlerinin incelenmesinde şu noktalar ağır basmaktadır. Birincisi, ekilen toprağın bü­yüklüğünde herhangi bir değişiklik olmaksızın, nüfusun hızla artmış olmasıdır. İkincisi, Yeni Dünya’dan İspanyol-Amerikan altını Avrupa’ya sokulunca fiyatlarda artış olma­sıdır. Bu da Osmanlı parasının değerinin düşmesine ve yüksek enflasyona yol açtı. Avrupa’nın öteki devletlerinde de aynı enflasyonun varlığına daha önce değinilmişti. Ama, bu devletler, şimdi gelişmiş olan ticaretleri ve Osmanlı devletinkinden daha sağlam olan ekonomik yapıla­rıyla, enflasyonun etkilerini kısa sürede geçiştirdiler ve belki de bu enflasyonist gidişten uzun vadede yararlandı­lar. Osmanlı devleti bu ekonomik sıkıntıyı bir türlü atlata­madı. 1584 yılındaki devalüasyonla altın para % 50 ora­nında değer kaybetti ve askerlerin maaşlarının verildiği gümüş sikkeler eritilerek daha ince bir kalıpla basıldı, için­deki bakır oranı artırıldı.
16. yüzyıl boyunca Osmanlı nüfusu iki kat arttı ve Av­rupa’da genişleme olanağı kalmayınca bu nüfusu yerleşti­recek toprak kıtlığı çekilmeye başlandı. Toprak kıtlığı köy­lüleri ve özellikle gençleri başka yerlerde yaşamlarını kazanmaya itti. Osmanlıların “lonca” sistemine dayanan ekonomisi, toprak ürünlerinin dışında herhangi bir ekono­mik kaynağın gelişmesine de izin vermiyordu. Kıbrıs’ın alınması, sorunu biraz ertelemişti ama özellikle Anadolu, işsiz, topraksız ve köksüz kişilerle doluydu ve bunlar yerel haydutların paralı askerliği gibi buldukları her türlü işe girmeye başladılar.
Hazine büyüyen açığı kapamak için vergileri artırarak yeni kaynaklar arama yoluna gitti. Bunun yüküyse gerek merkezi, gerek yerel yönetimler kanalıyla köylünün sırtına bindi. Enflasyonun yükü daha çok sabit gelirlilerin yani as­ker, sivil ya da adli olsun, memurların üzerindeydi. Bu ise onları rüşvete, kötü yola ve köylülerden hukuk dışı vergi istemeye itti.
Zayıflamanın askeri nedenleri arasında, “yeniçeri ocağı”nın bozulması büyük önem taşıyor. Topraksal genişle­menin durmasının bir başka sonucu da Hıristiyan kökenli asker bulmanın artık imkansızlaşmasıdır. Bu, silahlı kuv­vetlere çok sayıda Müslüman nüfusun alınması sonucunu doğurmuştur. Böylece, devlet içindeki çeşitli askeri ocakla­rın bileşimi, dayanışma duygusu ve askeri disiplinleri bo­zulmuş oldu.
16. yüzyılın ortalarında yeterli sayıda seferin yapılmamasından aylak kalan ve ekonomik durumun kötülüğün­den dolayı maaşlarını düzenli alamayan yeniçerilere zana­atkârlık yapma izin verilmiş ve böylece ticaret hayatına atılan ve İstanbul tüccarlarıyla kaynaşan ocağın savaşma hevesi ve disiplini kaybolmuştur. Ayrıca, Kanuni Sultan Süleyman döneminde evlenmelerine izin verildiğinden, ye­niçeri ocağı bir de babadan oğula geçen bir niteliğe kavuş­muştur. Dolayısıyla, 16. yüzyılın sonlarına doğru yeniçeri­ler karışıklık çıkaran ve yıkıcı isteklerde bulunan bir ocak biçimine dönüştü. Örneğin, 1589’da değeri düşürülen pa­rayla maaşları verilince ayaklanarak Topkapı Sarayı’na ka­dar girdiler ve Divan toplantıdayken padişahtan sorumlu yetkililerin kafalarını istediler. Bu isteğin yerine getirildiği­ni söylemek, devletin içine düştüğü durumu anlamaya ye­ter. Üstelik, 1593’te sipahiler ayaklandığı zaman bu isyan yeniçeriler tarafından bastırılmış ve böylece iki ocak ara­sındaki rekabetten yararlanmak gelenek halini almıştır. Bunun yıkıcı sonuçlarını söylemeye bile gerek yok.
Osmanlı devletinin zayıflama nedenleri arasına konan ve ne anlama geldiği de pek belli olmayan bir “devletin do­ğal yayılma sınırlarına kavuşması” olgusu vardır. 18. yüz­yıldan bakıldığında Rusya’nın “doğal sınırları”nın neresi olduğu iki aşağı üç yukarı belliydi. Bu devlet daha sonraki yüzyıllarda Moğolistan, Afganistan’ın kuzeyi, Kafkasya’nın güneyi, Polonya’nın doğu bölgesi ve Doğu Avrupa’nın geri­ye kalan yerlerinde genişleyip güçlenirken, herhalde doğal sınırlarının ötesindeydi. Hele, 17. yüzyıla gelinip, ilk deni­zaşırı sömürge imparatorlukları kurulduğunda, “doğal sı­nırlar” kavramı, anlamını tamamen yitirdi. Örneğin, mer­kezi İstanbul olan bir “kara devleti” için Viyana kenti, belki karadan ele geçirilmesi olanaksız olmasa bile son de­rece zor bir işti. Ama, İtalyan yarımadasına denizden ege­men olan bir devlet için, bu denli zor olmasa gerek.
Fatih Sultan Mehmet gibi ufku çok geniş bir hüküm­darın yapmak istediği de belki buydu. İstanbul’dan sonra Roma’yı ele geçirmek ve İtalyan yarımadasına egemen ol­duktan sonra, güneyden Avrupa’nın “emperyal kalbi” Viyana’yı çevirmek istemesi, mantığa uygun düşüyor. Aksi halde, 1479’da İtalyan yarımadasının güney ucundaki Otranto’yu eline geçirmesi ve gelecek saldırılar için burada Gedik Ahmet Paşa gibi en iyi komutanının yönetiminde 20.000 asker bırakması nasıl açıklanabilir?
İtalya’nın dağı­nıklığını koruduğu, birçok kent-devletin birbirine düştüğü bir dönemde, iyi planlanmış ve hevesle yürütülen bir hare­ketle bu iş gerçekleşebilir, Roma ile Bizans’ın yıkılmasının doğurduğu büyük boşluk, dirik ve güçlü bir devlet tarafın­dan doldurulabilirdi. Ama, büyük Fatih’in 1481’de genç yaşta vefat etmesi, bu ihtiraslı ama gerçekçilikten pek uzak ol­mayan planın uygulanmasını engelledi. ÜSTELİK, VEFATI ÜZERİNE OSMANLI DEVLETİNDE İLK KEZ BAŞLAYAN TAHT KAVGASI SIRASINDA II. BEYAZIT’IN, KARDEŞİ CEM SULTAN’A KARŞI KULLAN­MAK ÜZERE GEDİK AHMET PAŞA’YI VE OTRANTO’DAKİ KUVVETLER­DEN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜ GERİ ÇEKMESİ, OTRANTO’NUN HE­MEN DÜŞMESİNE YOL AÇARAK PLANI TAM ANLAMIYLA TARİHİN DERİNLİKLERİNE GÖMDÜ.
İngiltere, Hollanda, Portekiz gibi devletlerin deniz ege­menliğinin büyük önem kazandığı dönemde doğal genişle­me alanının sınırları hangi ölçütle, nasıl çizilebilir?
Bir Hindistan, bir Avustralya ve bir Amerika, çizilecek sınırın temel mantığını soramamaktadır. Tüm bu düşüncelerin ışı­ğı altında, söylenebilecek olan, Osmanlı devletinin zayıfla­masının temel nedenleri arasına, devletin doğal yayılma alanlarının sınırlarına dayandığı varsayımından çok, açık denizlere tam anlamıyla egemen olamamasını koymak ge­rektiğidir.
 Kaynak:
Oral SANDER, Siyasi Tarih-İlkçağlardan 1918’e kadar, İstanbul, 2003, s.119-132

Hiç yorum yok: