4 Mart 2013 Pazartesi

Endülüs’ün harika çocuğu-Endülüslü uçan adam-Endülüslü Robinson Crusoe-Endülüslü aykırı adam-Endülüslü seyyah-Endülüslü astronom-Endülüslü Musa-Endülüslü şair-Endülüslü haritacı-İskender Pala

Endülüs’ün harika çocuğu

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir. Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir.


Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Hazm’ı hatırlarım mesela, sonra da Tavku’l-Hamâme’yi, Müdâvâtü’n-Nüfus’u[1] alır elime, birkaç pasaj okurum, teberrüken…  

    Kurtubalı İbn Hazm, eskilerin allame veya hezarfen dedikleri türden bir adam. Fakih, usulcü, muhaddis, müverrih, edib ve şair. Bir yandan kelamcıların Kur’an ve Sünnet’in yanı sıra mantık ve felsefe de bilmedikleri için itikadî esasları kanıtlama ve savunmada yetersiz kaldıklarını, ayrıca duyular ötesini duyulur âlemle mukayeseye dayanan bir akıl yürütme tarzını benimsedikleri için yöntem açısından da hatalı davrandıklarını iddia edecek kadar itikadî konularda kafa yorup kitaplar yazarken diğer yandan dinler tarihinde behre sahibi olup din ve mezheplere dair kendi zamanına kadar yazılmış bütün eserleri değerlendirerek İslam’a aykırı meseleleri izah etmiş, İnciller başta olmak üzere Yeni Ahid’i ve onun üzerine ortaçağ kilisesince yazılan eserleri tenkit edebilecek kadar geniş bir ilmin sahibi. Belagat ustası ve hadis hafızı. Sünnetin vahiy kaynaklı olduğunu ve Kur’an’ın tefsiri konumunda kabul edilmesi gerektiğini savunan bir itikat adamı. Düşünebiliyor musunuz; Ortaçağ’dayız, Hıristiyan dünya hurafelerin kıskacında, hastalar yakılarak tedavi edilecek kadar vahşetin ortasında bir İslam devleti ve orada yetişen bir alim... Endülüs o ülkedir ki, orada zeki bir çocuk, çalışır ve isterse İbn Hazm olur ve İslam’ın bir insana ne tür entelektüel imkânlar sunduğunu gösterir.

      İbn Hazm, evet bir alimdir, ne ki onu yalnızca bilimsel hayattaki yetkinliğin müşahhas örneği olarak kabul etmek kadirbilmezlik olur. Bize göre onun en az bilimsel eserleri kadar değerli edebi çalışmaları da mevcuttur ve şair olarak Endülüs’ün çöküş dönemindeki ihtişamlı sanat anlayışını vermek bakımından önemlidir. Filoloji yanında Arap dili ve edebiyatı konularında yaptığı ilginç tahliller ve bilhassa ününe ün katan kitabı Tavku’l-Hamâme tam bir şah-eser (opus magnum)dir ve Doğu’nun düşünce ve duygu dünyasında derin izler bırakan “aşk” kavramına psikolojik ve felsefî çözümlemeler tatbikiyle dünya literatürüne altın harflerle kaydolur. Müellifi İbn Hazm ise Avrupa dilleri yanında Latince, antik İbrani ve Süryani dillerini öğrenir, filoloji üzerine eserler yazar. O kadar ki etkili söz söyleme sanatı kabul edilen belagatı üçe ayırarak halkın bildiği lafızlardan oluşan, halka yabancı lafızlardan oluşan ve bu ikisinin birleşiminden oluşan belagat çeşitlerinden bahsederek söz söylemenin kurallarını değiştirir. Ona göre şiir, her konuyu anlatmaya elverişli bir ifade biçimidir. Çünkü şiirde önemli olan şey mânâdır ve hemen her bilim dalı şiirle anlatılabilir. Nitekim başta fıkıh, felsefe ve kelâm olmak üzere mantık, tarih, coğrafya ve astronomi alanındaki birikimini kendi şiirinde görmek mümkündür. Keza Tavku’l-Hamâme gibi eserlerinde şiir ile nesri harmanlayıp anlatması, manzum sözün akılda kalıcılığından istifade etmeyi önemsediğini gösterir. Tavku’l-Hamâme, belki de bu şiirselliği nedeniyle bütün Avrupa ve Doğu edebiyatlarında platonik aşkın ve romantizmin öncüsü olmuştur. Otuzlu yaşlarında yazdığı bu kitap kadar ünlü diğer eseri Kasîdetü’n-Nikfûriyye ise 140 beyitlik hararetli bir şiirdir. Rivayete göre bir gün Endülüs Emevi sarayında 97 beyitlik bir şiir okunur. Şiir X. yüzyılın ortalarına doğru bir Ermeni şair tarafından yazılmış olup Abbâsî Devleti’nin sınırlarını zorlayarak Halep ve civarını istilâ eden Bizanslı Kral Nicéphores’in zaferlerini anlatmaktadır. Şair orada İslâm’a ve Müslümanlara hakaretler yağdırmakta, Mekke ve Medine’yi bile Müslümanların elinden alacaklarını iddia etmektedir. Zamanın Abbâsî Halifesi Mutî’ Billâh’a gönderilen bu şiirden yaklaşık bir asır sonra İbn Hazm şiiri dinlerken öfkelenir ve ona cevap olarak hemen oracıkta, aynı vezin ve kafiyede Nikfuriye kasidesini inşad eder. Onun şiiri tevhid ve teslîs inancının değerlendirme ve eleştirisini yapmakla kalmaz, hak ile bâtılı karşılaştırır, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cereyan eden zafer ve hezimetleri bir bir tasvir eder, Türk ve Hazar askerlerinin gücünden, İstanbul’un fethedileceğinden bile bahseder. Bu şiir, İbn Hazm’ın kısacık bir anda, hiçbir kaynağa ihtiyaç duymaksızın çok farklı disiplinlerden bilgileri nasıl insicamla kullandığını ve etkili biçimde söz kalıbına döktüğünü gösterir ki zaten İbn Hazm da bu demektir.
    [1] Tavku’l-Hamâme’yi “Güvercin Gerdanlığı” adıyla bilirsiniz. Müdâvâtü’n-Nüfus ise Mustafa Çağrıcı tarafından “Ahlak ve Davranış Tarzları: Nefislerdeki Ahlaki Hastalıkların Tedavisi” adıyla Türkiye Diyanet Vakfı’nca yayımlandı. (Ankara, 2012).


Endülüslü uçan adam

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.
Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Firnas’ı hatırlarım mesela. Hani bizim Hezarfen Ahmet Çelebi’den 800, uçağı icat eden Wright kardeşlerden ise 1000 küsur yıl evvel yaşayan şu kanatlı adam. Hezarfen’imiz Galata Kulesi’nden kendini boşluğa bırakıp da 3200 metre mesafedeki Doğancılar’a konduğunda acaba İbn Firnas’tan haberi var mıydı? Çelebi, muhtemelen ilk kez kendisinin uçtuğunu zannediyordu. Oysa Kurtuba’da büyüyüp oradaki medreselerde okuyan Berberî asıllı şu âzatlı köle ondan çok önceleri uçma çalışmaları yapmış ve aynı kuş kanatlarını aerodinamik hesaplarıyla hareket ettirerek İber yarımadasındaki Müslüman bilim dünyasının neleri başarabileceğini daha 860’lı yıllarda göstermişti. Gerçi o Çelebimiz gibi Hezarfen (bin fenne, bin çeşit bilgiye sahip) unvanıyla anılmıyordu ama bin fenne sahip idi. Yaptığı ilmî ve edebî çalışmalar sayesinde Kurtuba’da I. Hakem’in sarayına bir allame olarak girmiştir ve II. Abdurrahman ile I. Muhammed dönemlerinde de aynı makamda övgüye layık işler başardığı bilinir. Bizim Çelebi gibi onun da çok meraklı biri olduğunda şüphe yoktu. Her ikisinin de gözlerini göklere çevirmiş olmaları, araştırmacı kimliklerinden kaynaklansa gerektir. Çünkü dünya bilim tarihi, İbn Firnas’ın uzayı temsil eden gök küresini, Çelebi’nin de kanatlarını bir hediye kabul eder ve dünya havacılık tarihinde her ikisinin adı da birer sınır taşı olarak anılır.

    İbn Firnas ayrıca dünyada astronominin gelişmesine yol açacak Sindhind tablolarının çizimlerini yapan adamdır. Uçmayı denediğinde eksik olan şey, uçuş takımında bulunmayan bir kuyruktur. Havalandıktan sonra inişi çok sert olur bu yüzden. Ama asla pes etmez, ilk tecrübede ölümden dönmüş olması da onu yolundan alıkoymaz. Yazık ki bugün Hıristiyan bilim dünyası onun adını gizleyip Leonardo da Vinci’nin maketlerini insanlığa ilk uçuş çalışmaları olarak sunmaktadır. Dahası da havacılık tarihi nedense 1900’lere doğru Ohio’da bisikletçilikle uğraşan iki kardeşten Orville ve Vilbuur Wright’ın adıyla başlatılır. Oysaki bu iki kardeş, Dayton kütüphanesindeki bir kitapta onun çizimlerini görmüşler ve uçmayı denedikleri motorsuz uçurtmayı onun çizimlerinden ilham ile üretmişlerdi. Uçurtmalarına motor takarak 1903’ün son günlerinde Orvil 35 metre uçabildiğinde belki de önce onun ruhu şad olmuştu. Biz de İbn Firnas ile Hezarfen’ı sanki birer efsane gibi anlatıp bilimsel tarihi başkalarına ikram etmiş olduk. Peki de, insanlığı toprağa bağlayan prangaları ilk kıran bu adamlardan biri olarak anılmalı değil miydi?
    Bazı hayatlar vardır. Yaşandıktan sonra halelenir, çağları aşar ve etrafında destanlar, hikâyeler anlatılır. İbn Firnas veya Ahmet Çelebi işte o kadim zaman efendilerindendirler. Üzerlerinde tarihin tozlu kokusu, adları zihinlerde bir iftihar, ışığı yüzyıllar sonra bile parlak… Ama nedense haklarında bilinenler, birkaç kırık dökük cümleden fazla değil. Birine ‘Hakîmü’l-Endülüs (Endülüs’ün hikmetli başarıları olan adam)’ denilmesi, yahut diğerine Hezâr-fen unvanı verilmesi bile onları unutmanın acısıyla yüreğimizi parçalar.
    Çelebi’nin Sultan IV. Murat zamanında yaşadığı, fen bilimleri alanında derin araştırmalarda bulunduğu, yapay kanatlar takarak Okmeydanı yamaçlarında uçma talimleri yaptığı ve hatta kartal kanatları adını verdiği düzenekle defalarca uçtuğu, öte yandan rüzgâra karşı uçuşun kaldırma kuvvetini keşfederek uçuşlarını geliştirdiği ve nihayet lodoslu bir havada, bütün İstanbul halkının gözleri kendisini ve kanatlarını izlerken Galata Kulesi’nden kendini boşluğa salarak Üsküdar Doğancılar’a indiği bile hâlâ şüphe ile karşılanır, yazık!...
    Kuvarstan kristal yapmayı ve kristal kesimini batı İslâm âlemine tanıtan, kimya ile bilimsel düzeyde ilgilenen, daha önce benzeri görülmemiş menkane (mîkate) adı verilen bir saat imal eden, musıkiyle ilgilenen, şiirler yazan ve yaptığı birçok keşifle Doğu ilimlerini Batı’da yayma çabalarıyla çağdaşlarının dikkatini çeken Abbas b. Firnâs ise unuttuklarımızın ilk sıralardadır. Yine yazık!
    Dünyanın bu isimleri anmayışlarına hayıflanmamak lazımdır, çünkü bu dehaların anısına bir ölüm tarihi, bir kabir taşı, bir hatıra kitabı veya bir anıtımız bile yoktur. Bizdeki kadar vurdumduymazlık, bizdeki kadar atalarını unutmak başka bir millette olmasa gerek. Hezarfen veya Hakîmü’l-Endülüs ne fark eder!... Daha geride iftihar edilecek onlarca, yüzlerce isim vardır ki bugün hayat hikâyelerini bile bulmakta zorlanırız. Batı’da yaşasalardı her biri için enstitüler açılır, akademiler kurulur, kulüpler oluşturulur, STK’lar tesis olunur ve nihayet anıt eserlere adları verilirdi. Sahi ders kitaplarında uçan ilk insan olarak Orville Wright’ın adını okumak ağırınıza gitmiyor mu? 

Endülüs’ün harika çocuğu 2

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir. Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir.
Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Rüşd’ü hatırlarım mesela, felsefe, tıp, fıkıh (İslam hukuku) ve matematik disiplinlerinde üretim yapan o çok yönlü alimi ve sonra Aristo’yu hatırlarım. İbn Rüşd olmasaydı dünya Aristo’yu bu kadar yakından tanımayacaktı çünkü. O Aristo araştırmaları yaparken Batı dünyası Aristo adını çoktan unutmuş, kilise onun adını taşıyan kitapları çoktan tozlu mahzenlere hapsetmişti. İbn Rüşd otuz yıl çalışıp didindi, çırpınıp gayret etti ve antik çağdan ortaçağa ışıklar yağdırdı. Tercümeyle yetinmedi, teferruatlı şerhler yazdı ve Avrupa düşünce dünyası İbn Rüşd’ün satırlarında Aristo’nun büyük mirasıyla yeniden karşılaştı. Endülüs’teki serbest düşünce ortamında yapabildi bunu. Aristo felsefesi ile İslam tasavvufunu paralel ve hatta zaman zaman geçişken koridorlarda inceledi ve dünya düşünce hayatına yeni bakış açıları hediye etti. Filozof ile yorumcusu (Şârih/Commentator); yani Aristo ile İbn Rüşd, böylece bütün dünyanın bildiği iki isim oldu. Batı’da ona Averos (Latince Averroes) diyorlar. Eserleri daha ortaçağda, bilim dilleri olan Arapça, Latince, Yunanca ve İbranice’ye tercüme edildi. Şimdi bütün dünya dillerinde…
    İbn Rüşd için Batı dünyasının kültür ve bilim merkezleri yüzyıllar boyunca İbn Rüşdcülük (Averroeisme) diye bir eğitim metodu takip etmiş ve bizim bilmediğimiz kadar onu yeniden üretmiş, borcunu ödemiştir. Çelişki şudur ki; Batı anlayışının sahip çıkamadığı Aristo gibi bir değere ortaçağda bir İslam filozofu sahip çıkarken, o İslam filozofuna modern dünyanın Müslümanları değil de Batı dünyası sahip çıkıyor. XII. yüzyılda Kurtuba’nın serbest düşünce ve bilimsel gücünü göstermek için bile olsa İbn Rüşd adını (ve tabii onun gibi pek çok yıldızı) bayraklaştırmak gerekmez miydi? Endülüs’teki yüksek bilim ve düşünce ortamını bugün hayal edemeyişimizin sebebi belki de İbn Rüşd ve diğerlerini iyi tanımamaktır. Bilseydik eğer, bugün hayal etmekte bile zorlandığımız bir dünyanın mirasına sahip olurduk. Bir yandan fıkıh, dilbilim, kelam, edebiyat öğrenirken diğer yandan tıp, matematik, astronomi ve felsefe okuyan bir adam düşünün… Bu disiplinlerin pek çoğunda kitap yazacak kadar da uzmanlaşan (mütebahhir) bu adam, çağının pek çok kitabını ezberleyerek taşımayı yeğleyen bir zeka olsun. Aynı adam, bütün ömrü boyunca bilimsel çalışmalarına yalnızca iki gece ara vermiş olsun; babasının öldüğü gece ve bir de evlendiği gece… İbn Rüşd.
    İbn Rüşd’ün, Aristo felsefesi ve kelam arasındaki meselelerde din bilginleriyle sürekli çatıştığı ve itham edildiği söylenir. O felsefeden ve filozoflardan yana olarak tanıtılır. Oysa çabalarının büyük kısmını felsefi düşüncenin din ve Kur’an ile çelişmediğini göstermeye harcamıştır. Bugün elli kadarı Paris Bibliotheque National’in İbranice harfli Arapça kitaplar bölümünde bulunan eserlerine göre felsefe öğrenmek insan için adeta dinî bir zorunluluktur. Varlık alemine akıl zaviyesinden bakarak değerlendirmek nasıl dinin özünde mevcut ise başka dinlerin ve ideolojilerin fikirlerini öğrenerek de insan varlık düşüncesini zenginleştirebilir, gerçek her nerede ise alıp yararlanabilir. O halde felsefeyle uğraşanları da, hadiseleri akılcı açıdan değerlendirenleri de sapıtmış gibi göstermek haksızlık olur. Kaldı ki akıl ve felsefe, insanın gerçeğe ulaşması için en önemli iki vasıta olarak algılanmalıdır. Gerçeğe ulaşmada bilimin önemi ölçüsünde insan bilimden rehberlik alabilmelidir. Bunun için de aklın ürettiği bilgiyi dışlamak, dinin emirlerini engellemek demek olur. Ona göre vahiy ile felsefe birbirinden bağımsız olarak değerlendirilmeli, ikisinden birinin diğerini geçersiz kılması için çalışmak yerine ikisinin arasında bütünleyici  bağlantılar kurmaya çalışmalıdır.
    Derler ki onun hayatındaki dönüm noktası İbn Tufeyl ile tanıştığı gündür. Hayy bin Yakzan müellifi onu saraya takdim etmiş ve kendisine teklif edilen Aristo çalışmalarını onun yapması gerektiğini söyleyip destek olmuştur. Nitekim o günden sonra İbn Rüşd önce İşbiliye, ardından Kurtuba baş kadısı olacak ve Endülüs ilim dünyasının bütün kütüphane imkânları hizmetine verilecektir. İbn Hazm bir vizyon, Endülüslü yöneticiler de hami (sponsor) olunca ortaya İbn Rüşd çıkıyor. Bugün gençlerimize lazım olan da budur[1].
    [1] İbn Rüşd’ü araştırırken Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddesine baktım. Bibliyografya kısmında yüzlerce kitap ve makale yer alıyordu. Gelgelelim içlerinde Türkçe olanların sayısı iki elin parmakları kadar bile etmiyordu. Va, esefa! 

Endülüslü Robinson Crusoe

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir. Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir.
Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Tufeyl’i hatırlarım mesela, Endülüs’ün ilk filozofunu... Gırnata yakınlarında ünlü Kays kabilesinden bir çocuk olarak XII. yüzyıl başlarında doğup Endülüs’teki felsefe hareketini derinden etkileyecek eserler veren ve dünya felsefe tarihinde adı saygıyla anılan o zarif adamı hatırlarım. Latinler ona Ebantofail derler ve etkin bir filozof olarak anarlar. Ama o yalnızca bir filozof değil, hazık bir tabip, yetkin bir fakih (İslam hukukçusu) ve ileri araştırmaların sahibi bir gökbilimcidir.
    İbn Tufeyl, ortaçağ biliminin en önemli merkezlerinden olan Kurtuba ve İşbiliye’de tahsil görmüştür. Gırnata’da hekimlik yaparken ününün yayılmasıyla önce Gırnata, sonra da Tanca valisinin sır kâtip­liğine getirilmiş, bu vesileyle halife Ebu  Ya’kup Yusuf’un üzerinde muazzam bir etki bırakarak meclisine davet edilmiş, felsefeye büyük ilgi duyan halifenin huzurlu bir çalışma ortamı sağlamasıyla bilimsel çalışmalarda ilerlemeye başlamıştır. Halife kendisiyle sık sık felsefî konuları tartışırmış, baş başa uzun saatler konuşurlarmış. Daha sonraları İbn Tufeyl, bu sohbete genç İbn Rüşd’ün katılmasını da sağlamış ve onun yıldızının parlamasına yol açmıştır[1]. Anlattığına göre saraya ilk vardığında halife ile İbn Tufeyl yine bir tenha sohbetin ortasındalarmış. Sessizce beklemiş. Ta ki müzakere ilerleyip de İbn Tufeyl kendisini gördüğünde fikrini sorasıya kadar. Meğer o gün İbn Rüşd ayakta iki saat sessiz bekleyip onları dinlemiş. Derler ki bu müzakerelerden birinde halife, İbn Tufeyl’e Aristo külliyatına açıklama­lar yazılması gerektiğinden söz eder, o da bu iş için yaşlı olduğunu, ömrünün yetmeyeceğini ama genç İbn Rüşd’ün bunu başaracak kadar yetiştiğini anlatır ve görev ona verilir. Her bakımdan İbn Rüşd’ün yıldızının parladığı andır o an.
      Endülüs düşünce geleneğinin ilk gerçek filozofu olan İbn Tufeyl’in meşrıki felsefesi nazarî düşüncenin ötesinde mânevî tecrübeyle de ilgilenir ve nazar ehlinin teorik felsefesine karşılık müşahede, zevk ve huzur ashabının bütün boyutlarıyla ifade edilemeyen ruhî tecrübelerini önceler. Ne ki bu konuya dair bütün görüşlerini teferruatıyla izah edemeden vefat etmiştir.
    İbn Tufeyl yalnızca tabipliği, hukuk adamlığı, astronomluğu veya filozofluğu ile değil dünya şiir tarihi için de önemli bir isimdir. İslam tıp literatürüne Urcuze isimli manzum bir tıp kitabı hediye etmiştir ki kendi türünde ilk ve son örnektir. Keza Hz. Osman mushafının Kurtuba’ya intikalinin hikâyesini secili bir üslûpla kaleme aldığı eseri Endülüs’te çok meşhur olmuş, nesilden nesile anlatılan bir hikâyeye dönüşüp nesiller boyu okunmuştur. Öte yandan Batlamyus’un astro­nomi teorisine yönelttiği eleştirilerin tamamı sonradan ispatlanmış, Aristo felsefesine dair görüşleri ardılı olan İbn Rüşd’ün eserlerinde adeta Müslüman kimlikle yeniden harmanlanmıştır. Teessüf olunur ki bu değerli alimin yazdığı bütün o tıp, astronomi ve fıkıh kitapları bugün kaybolmuş, buna karşılık yalnızca bir tanesi, felsefe tarihine geçen ünlü bir kitap olarak yüzyıllarca okunmuştur: Hayy b. Yakzan...
    Hayy b. Yakzan ıssız bir adada, insanın ve insanlığın ne olduğunu bilmeden (sıfır bilinç ile yola çıkıp) tek başına yaşayan münzevi bir kişinin akıl yoluyla hakikati kavrama sürecini anlatan alegorik bir hikâyedir. İbn Tufeyl daha sonra onu insanlarla karşılaştırıp anlaşmaya yöneltir ve böylece felse­feyle dinin veya akıl ile naklin uygunluğunu anlatır. Hayy önce tabiatı anlar, biyolojideki kendiliğinden oluşu izah eder, hayatın nasıl başladığına dair fikir yürütür ve nihayet bir Yaratıcı mecburiyetini düşünüp kendi varlık sebebini izaha çalışır.
    Hayy bin Yakzan hikâyesi XIV. yüzyıldan itibaren pek çok Batı diline çevrilip bilim ve felsefe dünyasının önemli kitapları arasına girmiş, fıtrî aklın mutlak bilgiye ulaşabileceği görüşü üzerine teolojik fikirler üretilmiştir. Bugün bütün dünya öğrencileri ünlü Robinson Crosoe hikâyesini okuyarak büyürler. Daniel Defoe bu hikâyesini Hayy bin Yakzan’dan etkilenerek yazmıştır. Ne var ki Batı dünyası bunu asla söylemez ve biz de nedense bilmezden geliriz.
    [1] İbn Rüşd’ün yetişme sürecinin başlangıcı olan bu sahne Doğu coğrafyasının daha sonraki zamanlarında sık görülmeyecektir artık. Devlete hükmeden kişinin bilge kral olduğu, ülkesinin felsefî, fıkhî, tıbbî vb. allameleriyle bilimsel müzakereler yaptığı, o alimlerin birbirlerini yetiştirecek zeminleri hazırladığı, sanat alanında gelişmelerin yaşandığı, ilmin ve sanatın  itibarının yüksekte bulunduğu zamanlar fazla olmayacaktır. En belirgin örnek olarak Fatih’i alsak bile onun sarayındaki bilimsel ve sanatsal müzakereler daha sonra nedense güç ve içerik zafiyetine maruz kalarak sürecek, buna paralel olarak devlet kültür ve sanat açısından gitgide hüsrana sürüklenecektir.

Endülüslü aykırı adam

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.
Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Meserre’yi hatırlarım mesela.
    Bir adam düşünün, kiminle konuşursa onu büyülenmiş gibi kendisine bağlıyor, kelimelerin gücünü kullanıp fikirlerini kabul ettiriyor. Belagat denilen ilim dalı onda bir Allah vergisine dönüşüyor ve ağzından çıkan her cümle adeta kendisine bir taraftar daha kazandırıp cemaatinin gücünü çoğaltıyor. Tasavvuf dünyasına Endülüs’ten bir ruh üfleyen ve böylece adı ilim ve fikir tarihine kalan bu adam İbn Meserre’dir (883-931). Kurtuba’da henüz felsefe kitaplarının yakıldığı zamanlarda Empedokles’in Cevahirü’l-Hamse  adıyla çevrilen kitabını okuyup Endülüs düşünce dünyasına farklı bir yorum getiren bu adam, kitaplardan okuduklarını hayat ve tasavvuf ile yoğurup kendince bir yol ve yordam üretir. Çağının fakihleri tarafından sıklıkla eleştirilere maruz kalmasına rağmen onun bu yol yordama ilişkin teklifleri halkın bazıları tarafından itibar görür ve kendisini adeta imam derecesine yükseltir. Ne var ki karşı mahalleden bakanlar için durum aynı değildir ve onların aynasına yansıyan görüntü zındıklık ile ifade bulur.  Kaynaklar ifrat ile tefrit arasında bazen bid’atçiliğinden, bazen büyük imamlığından bahsedebilsin diye olsa gerek, İbn Meserre, çileli ömründe çeşitli suçlamalar ve eziyetlere maruz kalır. Bir ara yaptığı hac yolculuğunda Kayrevanlı âlimlerden Ebû Ca‘fer’in ders meclisine katılmış, ders bitip de herkes meclisten ayrılınca kendisine, ‘’Işığınızla aydınlanmak, bilginizden istifade etmek için huzurunuzdayım’’ diyerek uzun zaman derslerine katılmış, Medine’de bulunduğu sırada da Hz. Peygamber’in eşi Mâriye’ye ait evi ziyaret ederek çeşitli bölümlerinde namaz kıldıktan sonra binanın ölçülerini alıp Kurtuba’da cemaatiyle birlikte yaşadığı Sierra tepesinde aynı ölçüleri kullanarak benzer bir bina inşa ettirmiş, bu yüzden de Cebeli (Dağlı) lakabıyla anılmıştır. İbn Meserre bir filozof olarak anılmakla birlikte onun felsefe, kelam ve tasavvufu birleştirmeye çalıştığı, felsefeciden çok mutasavvıf gibi davrandığı bilinmektedir. Nitekim kaynaklar onun zühd ve ibadeti esas alan bir yol takip ettiğini, Batınilikten su içen sûfiyyenin rumuzlu ifade tarzını iyi bildiğini, bu yüzden kitaplarının gizli mânalarla dolu olduğunu ifade ederler. Muhiddin Arabî de onu ilim, hal ve keşif bakımından ehli tarîkın en büyüklerinden sayar. Öte yandan bazı kaynaklar da onun, cemaatini saptırdığını ve görüşlerinin halk için tehlikeli olduğunu, fikirlerinin Endülüs topraklarında kabul gören bilgileri ifsada meyyal olduğunu ileri sürerler. Hatta daha sonra Ekberiye adıyla ortaya çıkacak olan tasavvuf hareketini ona bağlayanlar bile olmuş, takipçileri tarafından Meserriye adıyla yayılan görüşleri uzun yıllar takipçi bulmuştur. Ne var ki bunlardan bazıları yol sapıtıp kendi fasit fikirlerini de ona isnat ederek bu yolun bozulmasına ve batıl itikatlar arasına girmesine yol açmışlardır.  
    İbn Meserre, her alim gibi kitaplar yazmıştır. Gel gelelim zamanın külleri bu kitapları da savurmuş, bir kısmı insanları küfre götürüyor diye kadı emriyle şehir meydanında yaktırılmış, diğerleri de ya birer birer kaybolmuş veya sonradan kayıplara karıştırılmıştır. Muhiddin Arabi üzerinde etkili olan bazı fikirlerinden başka onun ürettiği pek çok şey böylece yok olup gitmiştir. Kaybolmayan kuramlarından biri, sevgiyi küllî nefsin özelliği sayan görüşüdür. Sevgidir ki nefis onun güzelliğini gördüğünde aklını ona yöneltip ta aşk derecesine varasıya kadar ilerler ve nihayet sevdiğiyle birleşmek ister. Çünkü nefsin kurtuluşu beden üzerinde tam hâkimiyet kurmasına bağlıdır. Bütün eski felsefelerdeki ‘’kendini bilme’’ fikri, sadece arınmış bir nefse sahip olmak ve bedensel istekleri dizginlemekle mümkün olabilir ve nefis kendi gerçek ve ebedî varlığını ancak böyle bir ahlâkî arınma ile kavrayabilir. Buna rağmen insanların çoğunun nefisleri kusurludur, çünkü ya sevgide eksik, ya sevgiden tamamen yoksun yahut da sevgiye itibarsızdırlar. Durum böyle olunca da bu nefisler organları kesilmiş gibi olur, kendilerine şeref, güzellik ve ölümsüzlük kazandıracak şeyleri sezemezler.[1]
    [1] Bu konuda fazla bilgi için bkz. Mustafa         Çağrıcı, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XX, s.188-193

Endülüslü seyyah
Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.

 Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Cübeyr’i hatırlarım mesela.

    İbn Cübeyr’i size nasıl anlatayım, bilmiyorum. Ama evvela bir hatıramdan bahsedeyim: Yıllarca önceydi; üç boyutlu sinema teknolojisi henüz sinema salonlarına taşmamış, Avatar çekilmemişti.  Madrid’de planatoryuma benzeyen özel bir sinema salonunda üç boyutlu bir film seyretmiş ve büyülenmiştim. İki kişinin  Endülüs’ten yola çıkıp Haremeyn’e seyahatini anlatıyordu. Maalesef, İbn Cübeyr adını ilk o vakit duydum. İbn Battuta adıyla birlikte. İtiraf edeyim ki o gün kendimden utandım. Müslüman bir seyyahın daha on dördüncü yüzyılda kaleme aldığı bir seyahat kitabı Müslüman bir ülkede değil de Hıristiyan bir ülkede üç boyutlu olarak belgesel-sinemaya aktarılıyor ve özel salonlarda izleyici kuyruk oluyor, üstelik de o filmde İbn Cübeyr gibi bir seyyahın ikiyüz sene evvel bu seyahati çok daha ihtişamlı şekilde gerçekleştirdiği söyleniyordu. O gün gördüklerimin ihtişamı, salondan çıktığımda, anlatılanın daha da büyük ve güzel olduğunu telkin edip durdu kalbime. İbn Cübeyr’in o seyahatini yeniden gerçekleştirmek nasıl bir hayal idi bilmiyorum, fakat yıllar sonra o hayale ait bir kitap geçti elime: Endülüs’ten Kutsal Topraklara (İsmail Güler, Selenge Yayınları, 284 s. 2003, İstanbul).  Düşünün bir kez, zaman henüz XII. yüzyıl ve Anadolu’dasınız. Değişik sınırlar, farklı milletler, tarihin evrilmeye başladığı zamanlar ve nihayet mistik coğrafya. Türk kavimlerinin yaşayışlarını, Haçlı seferlerinin güzergahı, şövalyeler, soğuknefesler, abdallar vs. vs. Od romanını yazarken bozkırı anlamamı sağlayan satırlar, İbn Cübeyr’e ait idi.

       İbn Cübeyr kâtip bir babanın oğludur ve Mâlikî fıkhına dayalı dinî bir eğitim almış ve kâtip olarak saraya hizmet etmeye başlamış, bu arada zamanının din dışı konularıyla ilgilenmiş, şiirler yazmıştır. Rivayet olunur ki Gırnata emiri Ebû Saîd Osman’ın kâtibi iken onun tarafından şarap içmeye zorlanmış. İçmiş de. Gel gelelim daha sonra bunu içi kaldırmamış ve istemeyerek yaptığı bu işin pişmanlığıyla kendini yiyip bitirmiş. Nihayet her mevki ve makamı terk etmeyi göze alarak kendini Allah’a affettirmek için hacca doğrulmuştur. Ama bu öyle sıradan bir hacılık değil, her adımı ilim ile geçmelidir. Yani Mısır, Hicaz ve Irak’taki ulemâ ile görüşüp ilim tahsil etmelidir.

    Zaman ayarcıları 1 Şubat 1183 diyorlar. İbn Cübeyr hacca gitmek üzere Granada’dan yola çıkıyor, Septe ve İskenderiye üzerinden Kahire’ye, oradan yukarı Nil vadisi yoluyla Kus’a, çöle vurup Kızıl Deniz yoluyla Cidde’ye, ardından da Mekke’ye. Kutsal şehir ve Kâbe. Onikinci asrın Müslümanları ve tenha tavaf zamanları… Ve ver elini peygamber şehri, Medine. 8 ay burada gül kokusu teneffüs ettikten sonra bir kervana katılır ve sırasıyla Bağdat Musul, Kuzey Suriye, Halep, Şam ve Kudüs’e geçer. Selahaddin Eyyubi ve Haçlı seferleri zamanıdır. Burada dünya yeniden kurulmaktadır ve işte bu yüzden olup bitenlere şahitliği de, bize aktarması da çok önemlidir. Sonra geri dönmeye niyet eder İbn Cübeyr ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra iki sene nihayetinde Mesina yoluyla Granada’ya ulaşır.  

    Ortaçağ İslam edebiyatının en önemli örneklerinden sayılan İbn Cübeyr seyahatnamesi (Rıhle) bir tür günlük gibi kaydedilmiş olup tarihî, sosyolojik ve folklorik açılardan önem arz eder. İbn Cübeyr, uğradığı yerlerin insanlarını, abideleri, yapıları, sosyal hayatı, örf ve geleneği denizdeki gemileri, denizcileri, liman ve gümrükleri, uğradığı yerlerin idarecilerini, şehirlerin genel tasvirini, güzergâhlar üzerindeki tarihî ve arkeolojik eserleri, iklimleri, konaklama yerleri arasındaki mesafeleri, halkın sosyal yaşantıları ve iktisadî durumlarını objektif bir gözlemci dikkatiyle anlatır. Abbasi halifeliğinin çöküş dönemlerine rastlayan bu seyahatname İslam dünyasının halini de ortaya koymak bakımından fevkalade önemlidir.  Arap edebiyatının seçkin örnekleri arasında sayılan İbn Cübeyr’in seyahatnâmesi kendi türünde yazılan birçok seyahatnâmeye öncülük etmiştir. Başta İbn Battûta olmak üzere pek çok seyyah onun üslûbundan etkilenmiş, anlattıklarını yer yer iktibas etmişlerdir.

     Rıhle çeşitli dillere tercüme edilmiş olup batı dünyasında hakkında pek çok yayın yapılmıştır. Bizim kültürümüz ise onu yeni yeni keşfedecek.



Endülüslü astronom
Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.



Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Zerkale’yi hatırlarım mesela. Estetik şahikası, taş evlerin resmi geçit yaptığı şehirlerinin yüz akı olan Tuleytulalı (Toledo) İbn Zerkale’yi. Takvimler binli yılların ilk çeyreğini gösterdiği zamanlarda doğan, Batı coğrafyası karanlık çağını yaşarken ihtişamla parıldayan ve Avrupa topraklarında bilimsel çalışmanın yüzünü ağartan Zerkale’nin adı İbrahim’dir. Babası Yahya Efendi Tuleytulalı bir nakkaş imiş. Zerka (mavi gözlü) lakabını ona kimin taktığı bilinmiyor ama bütün kaynaklarda Zerkali veya Zerkale olarak anılıyor. Batı dünyası ve Latin kaynaklarının Azarquiel, Arzachel, Azarchel, Arzakal veya Elzarkal dedikleri büyük bilim adamı ondan başkası değildir. Yazıktır ki İbrahim Zerkali, Müslüman bilim dünyası kendisine sahip çıkmadığı, yolunu takip edecek bilim adamı yetiştiremediği ve hatta ilgilenmediği için Museviler göz göre göre onu Yahudi kimliğine büründürerek Batı dünyasına tanıtmışlardır. Bu vurdumduymazlık ve mukabilindeki sahiplenme, Müslümanlar için de İbn Zerkale için de utanç sayılmalıdır. Bir insanın arkasından Fatiha okuyacak torunları kalmayınca kabrini Yahudi maşatlığında arayıp ruhuna ard arda kadiş veya şabatta yizkor duası okunması ne kadar iç acıtıcıdır. Oysa sanatkâr bir aileden gelen İbn Zerkale, gençliğinde bilim ve el zenaatlarında maharet gösterince Tuleytula Kadısı Sâid’in hizmetine girmiş, yaptığı gözlem aletleriyle kısa sürede yükselip 1062 yılında Tuleytula Emîri Yahyâ b. İsmâil el-Me’mûn tarafından kurulan astronomik gözlem heyeti üyeliğine getirilmiş, kısa sürede de bu heyete başkan seçilmiştir. O yıllarda Zerkale, Tuleytula’da büyük hayranlık uyandıran su saatlerini imal etmekle işe başladı ve şöhreti yayıldı.

    Kastilya Leon Kralı VI. Alfonso 1078’de Tuleytula’yı zaptettiği vakit ona imkan sunacağını vaat etti ama o vatanından ayrılma pahasına Müslüman Kurtuba’ya göçüp çalışmalarını burada sürdürdü. İki yıl sonra Regulus yıldızının boylamını ve gezegenlerin en yüksek noktalarını belirlemekte gösterdiği başarı astronomi tarihinde önemli bir merhale sayıldı. 1087’de ardı ardına sayısız gözlemler yaptı ve adeta uzayın haritasını çıkarıp kayıtlara geçirdi. 14 Ekim 1100 tarihinde Kurtuba’da (Cordoba) öldüğünde arkasında gözlemler ve keşiflerle birlikte Seyyid Muhammed bin İbrâhim gibi bir astronom bırakmıştır. Kendisinden sonraki astronomlar kuşağı, İbn Kemmâd, Bitrûcî, İbn Hâim, İbn İshak, Ebü’l-Hasan Ali, İbn Bennâ ve Abraham İbn Ezra hep onun çalışmaları üzerine bilim üretmişler ve adını tarihe kazımışlardır. Kopernik, onun hazırladığı Tuleytula Zîci’ni kullanarak ölçümler yapmış, astronomlar El-Kanûn isimli eserinde gezegenlere ait ölçüm değerlerini okumuş, trigonometrik fonksiyonların tespitinde onun önerdiği kaynak ve yöntemleri kullanmışlardır.

    Zerkale yıldızlara nispetle güneş apojesinin hareketini inceleyip bunu güneşin tâdil merkezinin yüzyıllık bir değişimi olarak 12.04 saniyelik bir değer (bugünkü modern aletlerle ölçümlere göre 11.8 saniye) diye açıkladığında insanlık şaşkınlık yaşamış, astronomi dünyası çalkalanmış, Batlamyus astronomisi ve mekanik sistemini tersyüz eden bu büyük keşif Copernicus’un yapacağı keşiflere yol açmış, Horacius, Newton ve Halley tarafından tatbik ve taklit edilmiştir. Sonuçta Zerkale yazdığı toplam sekiz astronomi kitabında, Kuss bin Saide’nin “göklerde haber var” cümlesine bir atıf gibi, adeta göklere dair haberleri sayfalara indirmiş, bununla da kalmamış, bir tür usturlap sayılan ‘’es-safîha (azefia)’’ adlı gökbilim aletini geliştirip ekvator dairesiyle ekliptik dairesinin stereografik izdüşümlerini birleştirmiştir. II. Bayezid’in emriyle Mîrim Çelebi başta olmak üzere onun bu buluşu hakkında dünyanın her yanında pek çok makale, risale ve kitap yazılmıştır. Keza Merkür’ün yörüngesinin eliptik olduğu da ilk kez kayda geçirmiş, Kepler’in Astronomia Nova’sında Mars için yaptığını çok önceden yine o ortaya koymuş ve ilk olarak eliptik yörünge kavramına ulaşmıştır.

    İmdi, İbn Zerkale bu medeniyetin çocuğu ve bilimsel mirasıdır. Gel gelelim Fuat Sezgin Hoca’dan gayrı bütün İslam dünyası onu öğrenme konusunda uykuya yatmış durumdadır. Batı dünyası ise hakkında sürüyle makaleler, kitaplar, araştırmalar hazırlamaktadır (Zerkale hakkında geniş bilgi için bk. Muammer Dizer, İbn Zerkale, DİA c.21 s.243 vd.)



Endülüslü Musa
Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.



Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Meymun’u hatırlarım mesela. Fransızlar ona Maïmonide diyorlar, İngiliz ve Almanlar ise Maimonides. Yahudi literatüründe adı Rabbi Moşeh ben Meymon (Rambam), İslam kaynaklarında Mûsâ b. Meymûn veya kısaca İbn Meymûn diye tanınıyor. Yahudi cemaati kendisine “Reis” diyorlar çünkü Mısır’da kaldığı uzun yıllar içinde Yahudi cemaatinin liderliğini yapmış.
    Onikinci yüzyılın Endülüs’ündeyiz. Kurtuba’nın köklü Yahudi ailelerinden birinin seçkin üyesi, Yahudi şeriat mahkemesi hâkimi Meymûn, genç oğlunun eğitimi için bir yandan Yahudi ilâhiyatı tahsil etmesini isterken diğer yandan Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, İbn Bâcce gibi Müslüman düşünür ve tabiplerin eserlerini okutuyor. Endülüs’ün serbest bilimsel ortamı, bir Yahudi gencine İslâmî kültür içinde formasyon kazandırabiliyor ve bu çocuk sonunda Yahudi milletinin yetiştirdiği en büyük ortaçağ filozofu, Yahudilerin yüz akı oluyor. İslâm felsefe geleneği içinde bir Yahudi filozofu. Zengin bir zihin ve berrak bir akıl.
    Henüz onüç yaşındaydı, İbn Rüşd ile tanışıp fikirlerinden istifade etti. Yahudi ilâhiyatı, tıp ve felsefe üzerine araştırmalara başladı ve oniki yıl disiplinli biçimde çalıştı. Yirmi beş yaşlarındayken Fas’a geçip Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyip İslam fıkhıyla ilgilendi. Bu yüzden onun Müslüman olduğunu zannedenler oldu. Fas’ta ünlü Yahudi din âlimi Yehuda Hekkuhen’den (Rabbi Judah ibn Shoshan) istifade etmekle kalmadı, Müslüman ilim ve fikir adamlarıyla da alakasını sürdürdü. Beş yıllık bu emeklerin sonunda Kudüs’e gittiyse de Haçlılar’ın Müslümanlara ve Yahudilere yaptığı baskıları görüp oradan Mısır’a geçip daha istikrarlı ve daha verimli bir ilim hayatına başladı. Kardeşinin bir deniz kazasında servetiyle birlikte boğulması üzerine ailenin geçimini sağlamak üzere tabiplik yapmaya başladı. Din ilimleri, matematik, astronomi ve felsefe alanlarında sayısız Yahudi öğrencisi vardı. Şöhretini bu öğrenciler sağladı ve dünyanın dört bir yanına yayılıp kitaplarını ve fikirlerini yaydılar.
    İbn Meymun, 1172 yılında Yahudi cemaatinin dinî liderliğine seçildi ve hayatının sonuna kadar tam otuz iki yıl ücretsiz olarak bu görevi sürdürdü. Mısırlı dindaşlarının dinî, ahlâkî ve kültürel bakımdan geliştirilmesi için çalışmalar yaptı, Yahudiler arasında yaygın olan hurafelerle mücadele edip Yahudi teolojisine önemli katkılarda bulundu, iman ve ibadet esaslarını yeniden düzenledi. Öldüğü vakit Yahudi dünyası kadar İslam dünyası da üzüldü, hakkında Yahudiler kadar Müslümanlardan da mersiye yazanlar çıktı. Adının Mûsâ b. Meymûn olması kastedilerek, ‘’Mûsâ’dan Mûsâ’ya kadar Mûsâ’nın dengi başka bir kimse gelmedi’’ sözü darbımesel olarak söylenmeye başlamıştır.
    İbn Meymun, Mişna Tora (Tevrat’tan sonra gelen ikinci kitap) haricindeki bütün kitaplarını -sayıları yirminin üzerindedir- Arapça olarak yazmış, kitaplarının pek çok dile tercümeleri yapılmıştır. O, özgür bilim ortamının adamıdır ve içinde yetiştiği İslâm felsefesi geleneğinden yararlanarak fikirlerini üretmiştir. Yahudiliği ve felsefeyi çok iyi öğrenmiş, bu iki alanın birbiriyle barışık olup olmadığı konusunu kendine mesele edinmiştir. Gazzâlî’den etkilenerek ahlâka ve ahlâk eğitimine büyük önem vermiştir. Aklın, Tanrı’nın zâtını idrak etmeye muktedir olmadığını, ahlâkî fiilin ise insanın gelişimi açısından önemli bulunduğunu söyler. Bir hekim olduğu için ahlâkı tıpla karşılaştırır ve ahlâk denilen şeyin, insanın kötülüğe düşmesini engelleyen koruyucu hekimlik gibi telakki edilmesi gerektiğini söyler. Gazzali’yi iyi incelemiştir ve Fârâbî yahut İbn Rüşd gibi fikren tekâmül etmiş olanların dinle ilgili problemlerini sıradan müminlerin tam olarak idrak edemeyeceğini dillendirir. Ona göre inanan kalpleri ve zihinleri filozofların fikirleriyle bulandırmamalı, imanları iman ve fikir yönünden tehdit etmemelidir. Zaten akıl, biri entelektüellere, diğeri sıradan insanlara mahsus olmak üzere gerçeğe giden iki ayrı yol üzerinde çalışır. Ancak entelektüeller akılla dini barıştırmak zorundadırlar.
    İbn Meymûn, modern Batı felsefesine öncülük eden bir düşünürdür. Fikirleri Leibnitz ve Spinoza’ya kadar pek çok insanı etkilemiştir. Yahudi entelektüel dünyasındaki etkisi ise rakipsiz kabul edilir. Hem kendi döneminden bu zamana kadar en fazla üzerinde konuşulan Yahudi düşünürü, hem de Yahudi şeriatına dair eserlerinin tartışma götürmez otoritesi odur. Bilen bilir, Yahudi inanç sistemi ve şeriatının uygulamalarında son noktayı koyan merci hep o olmuştur. Endülüs’te din ayrımı yapmadan bilimsel imkânları herkese sunan o alimler çağına gıpta ederiz vesselam!..
Endülüslü şair
Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir. Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir.
Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Şüheyd’i hatırlarım mesela. Edib, şair ve devlet adamı İbn Şüheyd’i.

     Emevi hanedanının İber yarımadasındaki varlığı hiç şüphesiz yalnızca Tarık b. Ziyad’ın fetih askerleriyle tutunup kökleşmemiş; onları takip eden zamanlarda ülkeye hükmeden siyaset, bilim ve sanat adamlarıyla yoğrulup Endülüs olmuştu. İbn Şüheyd işte onlardan biridir. Üç nesil vezirlik yapan asil bir ailenin çocuğu olarak Kurtuba’da doğduğunda (992) kulağına ezan ile birlikte manzum sözler okunmuş olmalı ki atadan toruna şair bir ailenin şair çocuğu olarak yetiştirilmiş, evde yapılan tarih sohbetlerini dinleyerek büyütülmüş, hayali masallardan ilham alarak düşünmüştür. Bir çocuğa annesi hayali masallar anlatır, çağının en büyük tarihini (Tarih-i Kebir) yazmış dedesi de şiir ve edebiyat öğretirse o çocuğun tarihe ilgi duyması ve hayali hikâyeler anlatması ihtimal dışı mıdır? İşte İbn Şüheyd’in kaderi. Ve elbette tahsil yaşına gelince şiir, edebiyat, tarih, fıkıh, felsefe ve tıp olmak üzere pek çok disiplinde durmadan öğrendi. Gençti ve bildikleriyle Emevi idaresinin dikkatlerini çekti, himayelerine girdi. Üç nesil, ta Abdurrahman el-Me’mûn’a kadar.  

     İbn Şüheyd çok okuyordu, durmadan okuyordu. Doğu’da veya Endülüs’te ne kadar şair ve edib var ise eserlerini satın alıyor, aratıyor, bulduruyor, durmadan okuyordu. Zamanındaki pek çok divan hafızasındaydı. Devrin ileri gelen devlet ricâli, ilim adamı, edip ve şairleriyle tanışıyor, konuşuyor, dost oluyordu. Kurtuba sarayındaki meclislere davet alıyor, eski ve yeni şairlerin şiirleri arasında kendine hayalî bir şiir dünyası kuruyordu. Yaşı henüz onyedi idi ama edebiyat ve şiirde ünlü edip ve şairlerle yarışacak seviyede fikirlere sahipti. O sırada hâmisi Abdurrahman el-Me’mûn, Emevî hilâfetinin merkezi Kurtuba’ya bir saldırı gerçekleştirmiş ve başarısız olmuştu. İbn Şüheyd, Endülüs’ün özgür fikir ortamında bile aşırı hür düşünceli sayılmaya o yenilgiden sonra başladı. Şairlik başa bela demişler, zaman zaman gayri ciddi ve dine aykırı davranışları, alaycı ve keskin dili, hoş karşılamadığı kişi ve olayları insafsızca eleştirmesi hapsedilmesi için yetti ve elbette düşenin dostu olmadığı kuralı işledi. Kendini hamilerden, dostlardan, arkadaşlardan uzakta buluvermesi böyle olmuştu. Maddî sıkıntılar da cabası. Bereket versin Âmirîler dönemi başlayınca şeref pâyesi olarak kendisine ‘’sâhibü’ş-şurta’’ makamı uygun bulundu ve Hammûdîler’in Kurtuba’dan uzaklaştırılmasından sonra (1023) kırk yedi gün tahtta kalabilen Emevî Halifesi V. Abdurrahman tarafından vezir tayin edildi. Sonraki halife III. Muhammed, V. Abdurrahman’ı öldürtüp vezirlerini de hapsetmeye başlayınca İbn Şüheyd, Malaga’ya kaçıp tekrar şiir dünyasına çekildi. Endülüs emirlikleri arasındaki çekişmeler ve kavgaların en şedid zamanıydı ve iki yıl sonra rüzgâr başka istikametten esiverdi. İbn Şüheyd, danışman olarak kendini Kurtuba’da buldu. Bu sefer Kurtuba Emiri III. Hişam idi ve altı yıl süren saltanatı sona erdiğinde İbn Şüheyd adı son Emevi hilafetinin son danışmanı olarak tarihe geçti. Ömrünün son yılında felç oldu ve tövbekâr bir teslimiyet içinde, mağfiret dileyen şiirler yazarak dünyadan göçtü (Nisan 1035).

     İbn Şüheyd, kendinden önceki şiire yeni bir elbise giydirmiş, eski şiiri yeni şekil ve ifadelere yöneltmiştir. Hicâ, fahr, gazel, tasvir, risâ, mücûn, hamriyyât, zühd, hikemiyyât ve medhiyye gibi geleneksel Doğu şiir formlarını kendi çağına uydurmuş, buna mukabil Endülüs’e özgü müveşşah türü şiire ve zecellere fazla iltifat etmemiştir. Onun anladığı şiir artık bir kazanç vesilesi veya bir eğlence vasıtası değil, duygulara yönelik insanlık hallerinin tasviridir. İbn Şüheyd, şöhretini şiirlerinden çok, hayal içerikli hikâyelerine borçludur. Endülüs’teki entelektüel dil ve edebiyat birikiminin zevk-i selimine sunduğu bu risalelerde Arap nesri yeni bir merhale kazanmış, sanki Câhiz’in konuştuğu sanılmıştır. Câhiz’in Kitâbü’l-Hayevân adlı eserinden esinlenerek yazdığı Risâletü’t-tevâbi adlı risalesinde cinler âlemine yaptığı hayalî bir seyahati fantastik epizotlarla anlatırken Risâletü’l-˛ufrân’ında uhrevi dünyaya hayalî bir yolculuğu anlatır. Bu durumda Dante Alighieri’nin İlâhî Komedya’sı size biraz tanıdık gelmiyor mu?
Endülüslü haritacı
Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.

Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında Mürsiyeli İbrahim’i ve haritasını hatırlarım mesela ve Endülüs’ün alt ucunda küçük bir kasaba olan Mürsiye’nin dünya bilimine kattığı değerleri hatırlarım.

    Eserinden gayri hiçbir şeyi bilinmeyen bir adamdan söz edeceğiz; kendine değil eserine önem atfeden, adının yerine eserini yaşatmak isteyen bir adamdan…  Ve sonunda Allah’ın, eserini baki kıldığı fani bir kulundan…

    Önce bir girizgah yapalım: Türk medeniyeti ilk haritayı Kaşgarlı Mahmud’un ünlü eseri Divanu Lütgati’t-Türk’te tanıdı. Bir dünya haritasıydı o; dünyanın kaba hatlarla kara ve denizlerini gösteren bir haritaydı. Daha sonra hafızalara Piri Reis adı nakşolundu ve biz bugün, onun tam beş yüz yıl evvel çizdiği mükemmel haritayı hâlâ gıpta ile seyrederiz.[1][1] O kadar ki, Türk adıyla harita kelimesi yan yana geldiğinde hemen bütün zihinlerde Piri Reis’in ünlü Atlas Okyanusu haritası canlanır. Sonra Matrakçı Nasuh’un çizimleri, Seydi Ali Reis’in yeryüzünü yuvarlak gösteren haritası, Ali Macar Reis’in haritaları ve nihayet Katip Çelebi’nin çizimleri geçer gözümüzün önünden. Ancak bunlar arasında bilinmesi gereken, erbabınca çok değer biçilen ünlü bir harita vardır. Piri Reis’in de kaynakları arasında olan, daha on beşinci yüzyılda Türk denizcileri tarafından kullanılan bir Akdeniz haritasıdır bu ve Endülüs çocuğu Mürsiyeli İbrahim tarafından çizilmiştir. Haritasını Piri Reis’ten elli iki yıl evvel (1461) hazırlamış ve Akdeniz’i o günün şartlarında en gerçekçi haliyle göstermiş olan Mürsiyeli, gemilerin seyir esnasında kullandıkları türden bir harita hazırlamıştır. Ceylan derisi üzerine hazırlanan bu haritada Akdeniz, Ege ve Karadeniz’in tümü ile Batı Avrupa kıyıları ile İngiliz Adaları (27-54 derece enlem, 12-42 derece boylam) fevkalade başarıyla gösterilmiştir. Haritadaki kayıttan anlaşıldığına göre Mürsiyeli, haritasını Trablus’ta çizmiştir. Dünya kartograflarını hayrete düşürecek derecede sahih, Akdeniz’in günümüz ölçülerine de fevkalade uygundur. Hani günümüz haritalarından birinin üzerine çakıştırsanız, Azak denizi ile İngiltere gibi uzak diyarlar hariç bütün Akdeniz milimetrik hesaplarla üst üste çakışır gibidir. O yıllarda böylesine sahih bir haritayı çizebilmek için haritacılık ilminde çok yüksek bir eğitime sahip olmak ve pek çok haritayı gözden geçirmek gerekmektedir. Bu da ancak o yılların Endülüs’ündeki bilimsel ortamda başarılabilirdi. Çünkü aynı yıllarda Avrupa’da çizilen haritalarda aynı mükemmeliyet yoktur.

    Hakkında hiç bilgi bulunmayan Mürsiyeli İbrahim, hiç şüphesiz çizdiği harita ile bilim dünyasına ışık tutan bir Endülüs çocuğuydu. Ansiklopediler ondan bahsetmese, hakkında biyografik bilgi kaydetmese de, eseri ortadadır ve başarısına yeterince delalet etmektedir. Dünya harita tarihi literatüründe önemli bir yere sahip olan bu hazineyi görmek isteyenlerin Beşiktaş’tan geçerken Deniz Müzesi’ne uğramaları yeterlidir.  Vaktiyle aynı müzede çalışırken bu haritanın bir karpuz sergisinde bulunduğuna, karpuzcular üzerinde karpuz kesip yerken İbrahim Hakkı Konyalı tarafından görülüp müzeye intikalinin sağlandığına dair bir envanter kaydı okuduğumu hatırlıyorum. Bu karpuz lekeleri, nedense bana hep tarihimize sahip çıkma tavrımızın  bir yansıması olarak görünmüştür.  Ağırlığınca pırlanta eden beş yüz yıllık bir harita üzerinde karpuz kesip yiyebilmek asla bir cehaletin değil tarihe karşı uzun bir vurdumduymazlığın ve hatta kötülemenin hazin sonucu olabilir.  Müzeye vardığınızda bu içler acısı manzara sizin de yüreğinizi yakarsa Mürsiyeli’ye ve Endülüs’ün yıldızlarına birer Fatiha okuyun ve tıpkı Endülüs’teki gibi zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmişliğimizi düşünün. Endülüs’te zevk-i selimin narin boynunu vuran paslı ve kör balta başkasının elindeydi; peki ya beş yüz yıllık harita üzerinde karpuz kesen bıçak kimin elindeydi?

    [1][1] Piri Reis’in yıllarca emek verip dirsek çürüterek, alnından terler akıtıp bilimsel incelemelerde bulunarak çizdiği bu harita maalesef bazıları tarafından olağanüstü bir himmetin eseri gibi efsaneleştirilerek topluma sunulmaktadır ki bize göre bu çok tehlikelidir. Haritayı olağandışı bir ürün olarak sunanlar, yazık ki bu milletin çalışarak böyle bir başarıya ulaşabilmesine inanmayan ve dolayısıyla kendi milletini küçümseyen, “çalışan başarır” kuralını çiğneyen bir tavır içinde olduklarının farkında değillerdir. 
Endülüslü sürgün

Pek az medeniyet, Endülüs’ün ürettiği bilim ve fen kadar yüksek, harmanladığı sanat ve düşünce kadar derin, maruz kaldığı vahşet kadar da acı son ile anılabilir.

Orada dimağları mest ü hayran bırakan zarif anlayışlar kalpleri melul u mahzun eden acılarla sona erdirilmiş, insanlık adeta bilgi ve zarafetten intikam alan kaba siyasete kurban edilmiştir. Endülüs deyince nedense gözümün önüne zevk-i selim adlı nazeninin narin boynunu paslı ve kör bir balta ile kesmeye çalışan vahşi ortaçağ adamları gelir ve onların karşısında İbn Seb’în’i hatırlarım mesela. Ortaçağ Avrupa’sı henüz karanlıktayken Endülüs’te harmanlanmakta olan bilgiyi adeta sömürerek yutan delikanlıyı hatırlarım. Kelam, fıkıh, tasavvuf, mantık, felsefe, dil, edebiyat gibi zahiri bilgilerle yetinmeyip simya, esma ve huruf gibi gizli bilimleri de yutan bu genç adam henüz yirmi beşine gelmeden çevresinde halka halka öğrencileriyle bilginin peşinde diyar diyar dolaşmaya başlar. Endülüs’te yeterince kaldığına inanıp Mağrib’e geçer ve Sebte’de felsefi ve tasavvufi fikirleriyle halkı irşada başlar. Hayranları arasından soylu ve zengin bir hanım kendisine evlenme teklif edince burada yerleşir ve kitaplar yazmaya başlar. Batıda “vaftiz edilmiş sultan” diye lakap takılan ve İslam felsefesine düşkünlüğüyle bilinen Sicilya kralı II. Frederick’in Endülüs Muvahhidi emîrine gönderdiği felsefi sorulara verdiği cevapları da bu kitaplardan biridir. Sebteli eşi kendisi için bir zaviye inşa ettirince müritleri çoğalır. Yalnız onun müritleri tasavvuf ile felsefeyi ortak tartışan cinstendir. Gerek kralın sorularına verdiği cevaplar gerekse müritlerine telkin ettiği fikirler Mağrip fukahasınca tekfir edilmesine yol açınca Sebte valisi onu şehirden uzaklaştırmak zorunda kalır. Yaşı kırkı bulmuştur ve Becaye’de Ebü’l-Hasan eş-Şüsterî isimli ileride çok meşhur olacak bir öğrenciyle tanışır ve onu eğitir. Becaye hem taraftarlarının, hem muarızlarının arttığı bir yer olunca Tunus’a gitti ama orada da barındırılmadı ve Mısır’ın yolunu tuttu. Ama Kahire’ye “yaratan ve yaratılanı aynı gören inanca sahip” mülhit ve zındık biri olduğu haberi kendisinden önce vardı. Entelektüel sancıları olan yolcu, sonunda iltica edecek en uygun yerin Mekke olduğuna kanaat getirdi ve orada sakin bir hayat sürerek saygı gördü. Artık hacca gelen bazı âlimlerle yaptığı felsefe tartışmalarıyla yetiniyor, zaman zaman da Hira mağarasında inzivaya çekiliyordu. Fakat Mekke fakihleri de onu rahat bırakmadılar ve Hindistan’a gitmek üzere hazırlandığı sırada ömrü son buldu (1270).  Kimisi intihar dedi, kimisi suikast ile zehirlendiğini söyledi, kimisi de eceliyle öldüğüne inandı.

    İbn Seb‘în aklî ve naklî ilimleri kendinde birleştiren tanınmış bir üstat, fesahat ve belâgat ustası bir hakîmdir. Batınî sembolik anlatımlar ve Hurufi izahlarıyla tanınır. Yanlış anlamalar ve hakkındaki zındıklık söylentileri bu yüzden ifrat ile tefrit arasında bir itidal göstermemiştir. Öğrencilerine göre o ‘’Muhammedî miras’’ı şahsında hakkıyla temsil eden, düşmanlarına bile sevgiyle muamele etmeyi ahlak edinmiş yüce bir alim, Hz. Peygamber’in Mağrib ehli hakkındaki övgülerini şahsında gerçekleştiren bir mümin iken muarızlarına göre filozofların yöntemine dayalı sapkın bir sûfî, otuz yaşlarından beri ‘’Allah mevcûdatın hakikatidir’’ diyen küstah bir zındıktır. Kâbe’yi tavaf edenlere bakıp ‘’dolap beygiri’’ dediği de dile dolanmış, batınî sözleri zahiri anlaşılmış, felsefi bir tasavvuf icat ettiği söylenmiştir. Kendinden önceki İslâm felsefe geleneğinden ayrıldığı nokta, varlık felsefesini gerçek varlıkla vehmî ve hayalî varlık ayırımında izahı ve somut varlıkların ferdî gerçekliğini inkâr etmesidir. Ona göre tek tek varlıklar gerçek varlığa sahip değildir ama vehim gücü insanı böyle bir sanıya götürür. Büddü’l-’ârif adlı eserinde bu tür fikirleriyle tabiat felsefesi, psikoloji ve epistemoloji meseleleri ele alınmıştır. Diğer eserleri arasında Aristo’nun fikirlerini tartıştığı ve II. Frederick’in sorularına cevap olarak yazdığı el-Kelâm ile felsefî/tasavvufî görüşlerini içeren yirmi kısa risâlelik Resâil, çok okunmuş, çeşitli dillere tercüme edilmiş önemli kitaplarıdır. Bunun dışında gizli ilimlere, burçlara, mantık ve hikmete, Hurufiliğe dair kitapları ve pek çok kitaba yazılmış şerhleri, eski filozoflara eleştirileri vardır.

Hiç yorum yok: