28 Mart 2013 Perşembe

Devletin adını ‘… Cumhuriyeti’ yapalım-Kemal Özer


Yeni bir anayasa metni üzerinde çalışan TBMM uzlaşma komisyonu, taslağın ilk maddesi üzerinde henüz uzlaşmaya varmamışken bir öneri yapmak isterim. 
 
‘Uzlaşma Komisyonu’nun çevreden gelebilecek olası bütün önerileri bir kenara bırakarak, devletin güçlü delillerine dayanarak aşağıda sunacağım önerimi dikkate almalarında ciddi yararlar var.
 
Böylece hem kimse kimseyi aldatmamış olur, hem de bir hakkı teslim etmiş oluruz.
 
Şöyle ki; geçenlerde Sağlık Bakanlığı’na bir bilgi edinme müracaatında bulundum ve şu soruları yönelttim.
 
1- Halen ülkemizde kaç adet tüp bebek merkezi vardır?
 
2- 2002 yılından buna tüp bebek yöntemiyle kaç çocuk dünyaya gelmiştir?
 
3- 2011 yılında tüp bebek yöntemiyle kaç çocuk dünyaya gelmiştir?
 
4- Türkiye’de 1970, 1980, 1990, 2000 ve 2010 yıllarında ülkemiz erkeklerinin sperm kalitesinde ve miktarında nasıl bir değişim yaşanmıştır?
 
5- Bakanlığınız hangi durumdaki evli çiftleri kısır kabul etmektedir?
 
6- Türkiye’de evli çiftler arasında 1970, 1980, 1990, 2000 ve 2010 yıllarındaki kısırlık oranları nasıl idi ve nasıl bir değişim geçirdi?
 
7- Halen ülkemizde son bir yılda evlenmiş, ancak korunmadığı halde hamilelik gerçekleşmemiş aile sayısı yüzde kaçtır?
 
Bakanlık üşenmemiş, çalışmış çabalamış tüm imkânlarını seferber etmiş, şu uzun mu uzun cevabı lütfetmiş…
 
İşte o sarsıcı cevap: 12 Haziran itibariyle ülkemizde 131 ÜYTE Merkezi (tüp bebek merkezi) bulunmaktadır. Üremeye Yardımcı Tedavi Uygulamaları ve Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Hakkında Yönetmeliğin 16. maddesinin 2. fıkrasında; “İstatistiksel sonuç ve bilgiler merkezler tarafından bilimsel yayın organları haricinde Bakanlık izni olmadan yayınlanamaz…” hükmü gereği istatistiki bilgiler verilememektedir.
 
Soruların cevabı olsaydı, elbette cevap verirlerdi. Ama hem derslerine çalışmadıkları, hem de bu tür sorunların umurlarında olmadığı da gayet açık. Yönetmelikse, kendi uydurdukları bahaneleri…
 
Ülkemizde tüp bebek yöntemiyle kaç çocuğun dünyaya geldiğini öğrenmek için, Amerikalı bir bilimsel(!) dergi olmak gerekiyormuş. Öğrenmek için artık tek çare, ABD’ye iltica edip, bir “bilimsel(!)” dergi çıkarmak olmalı.
 
Dünyanın başına çorap örmek için var olan Harward ve Tavistock istese, derhal verirler. Ama kendi vatandaşı isteyince bin bir dereden bin bir su getirtirler.
 
Başbakan Erdoğan çıkıp, “3 çocuk istiyorum” ya da “kürtaj cinayettir” gibi çıkışlar yapınca, Sağlık Bakanı; “Hay Allah nereden çıktı bu?” dese de, bize yaptığı gibi “Sayın Başbakan siz bilimsel yayın değilsiniz, veremeyiz” diyemeyeceğine göre, kuzu kuzu veriyordur.
 
 
DEVLETİN BİLGİSİ MONSANTO’NUN İZNİNE BAĞLI
 
Bizim Bakanlıklardan bilgi almak, iğne deliğinden çelik halat geçirmekten daha zor olsa da, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na sık sık sorular yöneltirim.
 
Yine geçtiğimiz Aralık’ta bazı sorular yöneltmiştim. Lütfedip cevap vermediler. Sorumun cevabı, “vermezseniz savcılığa gidiyorum” diye eposta gönderdikten birkaç gün sonra ulaştı.
 
Bu soru ve dehşet verici cevaba geçmeden önce, unutulmaya yüz tutan “rüşvet davası”nda gelinen son durumu paylaşalım.
 
Haberturk Gazetesi, 19 Kasım 2009 günü GDO’lu pamuğun kralı Türkiye’de rüşvet kralı manşetiyle çıkmıştı. Haberde, Türk Deltapine Ltd’in 7 yıl süreyle Bakanlık bürokrasisine “rüşvet” verdiği iddia ediliyordu. Adı geçen firmanın yetkilisi ise “Rüşvet değil, hediyeydi” demişti.
 
Amerikan makamlarının tespitlerine göre olay şöyle gelişmişti:
 
1999-2006 yılları arasında, Türkiye’de yapılan GDO’lu pamuk ekimlerinin normal pamukmuş gibi gösterilmesi için, AmerikalıDeltapine Ltd’in Türkiye şubesi, muhtelif zaman ve miktarlarda, Türkiye Tarım Bakanlığı görevlilerine, ayni ve nakti “rüşvet” vermişti.
 
İddia edilen rüşvet hadisesi, Monsanto’nun Deltapine Ltd’i satın alması işlemlerinin denetlenmesi sırasında, ABD Yabancı Yolsuzluk İnceleme Merkezi’nin incelemeleriyle ortaya çıkmıştı. Merkez, 26 Temmuz 2007 tarih ve 56138 / 2658 / 3-12712 nolu raporunda açıkça “rüşvet”in belgelerini ortaya koymuştu. Firma ise dava açılmaması karşılığında, 1,5 milyon dolar ceza ödeyerek dosyayı kapattırmıştı.
 
Her şey açık seçik ortadaydı. Rüşveti verdiği iddia edilen şirket yetkilisi, “verdik ama rüşvet değil, hediyeydi” demiş. ABD makamları ise olayı rüşvet olarak kabul etmiş, bunun üzerine firmada 1,5 milyon doları ödemişti. Bütün bu gelişmelere ve gazete haberine rağmen, Tarım Bakanlığı haberi ve belgeleri tekzip etmemişti. Halen de etmiş değil.
 
Gıda Hareketi, 2009’da konuyu yargıya taşımıştı. Ankara Cumhuriyet Savcılığı ise Dışişleri makamlarının yardımını alarak dosyayı incelemek yerine, 2010/1280 sayılı kararıyla şikâyeti apar topar “kovuşturmaya yer olmadığına” şeklindeki kararıyla kapatmak istemişti. Bu karara itiraz edilmiş ve itirazı değerlendiren Sincan 1. Ağır Ceza Mahkemesi, 2010/1250 nolu kararıyla Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın kararını kaldırmıştı.
 
Mahkeme kararı sonrasında Cumhuriyet Savcılığı yeniden soruşturma başlatmış, ancak Amerikan makamlarından bilgi ve belge istemek yerine, suçlanan Tarım Bakanlığı’nın müfettişleri görevlendirilmiş, müfettişlerde kendi bakanlıklarını aklayan meçhul bir rapor düzenlemişti. Savcılık bu raporu gerekçe göstererek, 2012/14454 sayılı kararıyla yine “kovuşturmaya yer olmadığına” hükmetmişti.
 
Gıda Hareketi, kararı tekrar temyiz etmiş ve yargılamanın devamı için tüm çabasını sürdürmüştü. Amerikan makamlarının Türkiye’de yaşanan “rüşvet” iddiasını tespit ettiği ve verenin “verdim” dediği halde, Türk yargısının bir türlü üstüne gitmek istemediği olayın nasıl neticeleneceğini zaman gösterecek.
 
Yine ilgili kimseler hatırlayacaktır ki; 2009’da GDO tartışmaları alevlendiğinde Tarım Bakanlığı ile Amerikalı tohum devi ünlü GDO’cu Monsanto firmasının, Çukurova’da GDO’lu pamuk denemeleri yaptıkları ortaya çıkmıştı.
 
Aradan zaman geçmesine rağmen, (yukarıda ifade ettiğim üzere) bundan 7 ay önce Bakanlığa “Çukurova’da yapılan GDO’lu pamuk denemeleri nasıl sonuçlanmıştır?” şeklindeki soruyu yöneltmiştim.
 
Bilgi vermemekte direnen Bakanlık, suç duyurusunda bulanacağımı bildirmem üzerine, geçtiğimiz hafta (29 Haziran 2012) bağımsız olduğunu iddia eden bir devlet açısından, utanç verici olan şu cevabı gönderdi:
 
14 Mayıs 1998 tarihli “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat” kapsamında firmaların başvuruları üzerine 1998-2004 yılları arasında TAGEM tarafından görevlendirilen Araştırma Kuruluş(lar)ı tarafından ve araştırma kuruluş(lar)ı ile firma arasında imzalanan “Protokol” kapsamında alan denemeleri yürütülmüştür. Alan denemeleri sonuçlarının ticari sır kapsamında, firmaların izni olmadan açıklanmayacağı hükmü Protokolde yer aldığından Bakanlık tarafından alan denemeleri sonuçları açıklanmamıştır.”
 
Cevapta görüleceği üzere Bakanlık, 1998-2004 yılları arasında (mevcut Bakanın göreve gelmesinden önce) yani Anap’lı Mustafa Taşar’ın bakanlığı (Mesut Yılmaz hükümeti) döneminde, Monsanto firması ile bir protokol imzalıyor ve ülkemizde GDO’lu pamuk ekimini başlatıyorlar.
 
Protokol gereği denemeler; daha sonraki bakanlar Mahmut Erdir ve Hüsnü Yusuf Gökalp ile Sami Güçlü döneminde de devam eder ve 2004’de de sona erer. Yapılan GDO’lu ekim denemelerinin kabul edilemez oluşu bir yana, yapılan protokolün kurallarını Monsanto tayin ediyor.
 
Bir şirket düşünün, bir ülkenin Bakanlığı ile ortak bir iş yapıyor. “Bağımsız” olduğunu iddia eden ülkenin bakanlığı, bir ticari firma ile yaptığı anlaşmanın sonuçlarını, o firmanın izni olmadan açıklayamıyor.
 
Dünyada bu hikâyenin bir başka versiyonu da şöyledir: Tescilli tohumlar eken çiftçiler, o tohumlara ait hiçbir bilgiyi hiç kimseyle paylaşamazlar. Ayrıca bu tescilli tohumlarla ilgili bilim adamları araştırma yapamaz ve yapsalar dâhi sonuçlarını tohum sahibi şirketin izni olmadan açıklayamazlar.
 
 Hadi çiftçi ve bilim adamı zayıf taraf ve korkuyor olabilir. Peki, bir devlet nasıl olurda, Monsanto adlı şirketin mahkûmu olur? Bu nasıl bağımsızlık? Bu nasıl devlet? Bu nasıl vicdandır?
 
Her şey Monsanto’nun iznine bağlandığına göre, henüz anayasası yapılıp bitirilmeyen Türkiye’nin adını en iyisi ‘Monsanto Türk Cumhuriyeti’yapalım da olsun bitsin.

Hiç yorum yok: