3 Mart 2013 Pazar

Demokrasinin 60’ıncı yılı-İlber Ortaylı


Bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca dert olan sağlıklı seçim yapma, Türk demokrasisi için büyük sorun değildir. 14 Mayıs 1950’den beri bunu yürütmeyi başardık

Bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca dert olan sağlıklı seçim yapma, Türk demokrasisi için büyük sorun değildir. 14 Mayıs 1950’den beri bunu yürütmeyi başardık

14 Mayıs 1950 seçimleri Türkiye tarihinde “Demokrasinin zaferi, demokratik hayata geçiş” gibi başlıklarla anılır. Benim gençliğimde çok yaygın olan bir görüşe göre, bu İsmet Paşa’nın bir hatasıydı ve zamansız olarak çok partiye geçiş nedeniyle rejim ve inkılaplar darbe yemişti. Taraftarlarına halen tek tük rastlanmakla birlikte bu görüş zaman içerisinde hayli değişmiştir; aksine 1950 seçimlerinin tarihi rolünü olağanın üstünde abartarak yorumlayanların da sayısı artıyor. 
Türkiye’de sol 14 Mayıs 1950 geçişini tek partici bazı Kemalistler gibi ağa-kapitalist-kasaba tüccarının iktidarı olarak değerlendirme eğilimdeydi. Hatırlıyorum; 1960’larda Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki anayasa hukuku seminerlerinde Deniz Baykal bürokrasinin iktidarına karşı DP’nin bazı anti-bürokratik açılımlar getirdiğini ve halkın bu hareketi desteklemesinin neden gerekli olduğunu söylediğinde sınıfta itiraz edenler olurdu. 
O tarihlerde Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Sosyalist Fikir Kulübü başkanı olan ve Marksist çizgiyi izleyen Hüseyin Ergün de olayı benzer şekilde tahlil ettiği için sosyalist arkadaşlarının hücumuna uğramıştı. 
Değişiklik bütün toplumların en masum isteğidir. İmparatorluğun bedelini Anadolu ödedi. Arabistan çöllerinde, Kafkas eteklerinde, Galiçya’nın kışında şehit düştüler. Yoklukta çizilen vatan sınırı içinde iktisadi sıkıntıların ve asırların getirdiği birikimsizliğin bedelini ödediler. Tek parti iktidarının 20 yıl içinde insanlara refah ve aydınlık getirmesi düşünülemezdi. Türkiye mevcudu korumak için önce devlet olmak zorundaydı. 
Devletin devlet olamamasının ne demek olduğunu 1950’li ve 60’lı yılların başında SuriyeÜrdüngibi ülkelere gittiğiniz zaman görürdünüz. Kanun ve nizamın yerleşmesi, bürokrasinin varlığını hissettirmesi, üretim yaptıramasa ve artıramasa bile bölüşümü kontol edilebilmesi küçümsenecek şeyler değildir. 

Dünya şartları CHP’yi değişmeye çağırdı
Tabii ki hiçbir toplumun böyle bir düzeni mutlulukla benimsemesi söz konusu değildi. 1930’larda, hele 1940’larda harp içindeki devletin ana görevi nizamın koruyucusu olduğunu hissettirmekti. Savaş boyu Türkiye halkı çok sıkıntı çekmişti. Karaborsacılığa karşı, fakir köylünün üretimi ceberrut bir denetim altında tutuluyordu. O zamanın genç savcılarından merhum Şinasi Akgönenç bana şunu söylemişti: “Köylünün sakladığı beş-on teneke buğdayı müsadere ediyorsun, sonra onları silosuz ve katarların uğramadığı demiryolu istasyonlarında çürütüyorsun.” II. Dünya Savaşı’nın şartları buydu. Öte taraftan da karaborsa gene devam ediyordu. 
Fakat İçişleri Bakanlığı’nın arşivlerinde tesadüfen bulduğum yazışmalarda tespit etmiştik. Türkiye çok az sayıdaki emniyet kuvvetiyle ağır dünya şartlarında asayişi sağlayabilmiş; isyan ve yağmayı önlemiştir. Köylüler mecburi çalışma düzeniyle madenlere indirilmiştir. Ama ülke kendi iptidai şartları içinde işleyebilmişti. Hayatını sıkıntısızca sürdürebilenler az sayıdaki memurlar ve çok daha az sayıdaki harp zenginleriydi. 
Cumhuriyet Halk Partisi kadrolarını yenileyemeyen bir partiydi; partiye girip çalışmak bile bir nepotizm yani akraba ve yakın kayırıcılığı, imtiyazdı. II. Dünya Savaşı sonrası değişen dünya şartları, CHP’yi değişikliklere uymaya çağırdı ve itiraf etmeli ki; İsmet İnönü ve CHP bunu başardı.
Demokrat Parti CHP’nin çocuğudur. Celal Bayar Atatürk’ün sevdiği iktisat vekili ve son başvekildi.Adnan Menderes 1930 Serbest Fırka deneyimi sırasında Aydın il başkanıydı. En başta Atatürk’ün hiddetini celbetmiştir. Ama Atatürk onun sözlü ve yazılı raporlarından çok etkilenmiş ve onu CHP listesine aday koymuştu. 




Milliyet gazetesinin seçimlerle ilgili 1950 yılındaki manşeti.


Geniş kitleler soldaki partileri desteklemedi 
DP’liler önceleri Hüseyin Cahit Yalçın gibi müfritler tarafından komünist olarak bile damgalandılar ama kısa zamanda görüldü ki sağdan soldan çığ gibi üye çeken DP solculara karşı uyanıklıkta CHP’den geri kalmıyordu. 1946 demokrasisinin ilk muhalif partisi, Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi’ydi. İsmet Paşa, Demirağ’ı fena harcadı. Sermayesi battı, DP’liler de bu müdahaleyi sessizce tasvip ettiler. 
Sol partileri kuranlar açıkçası geniş kitlelerden destek göremedi. Demokrat Parti de muhalefette ve 14 Mayıs 1950’den sonra iktidarda sola karşı İsmet Paşa’nın CHP’sinden daha amansız hareket etti. 
3 Mayıs 1944’te tevkif edilen Turancılar İsmet Paşa’nın meşhur nutkuyla kendilerini pek iyi bir geleceğin beklemediğini anlamışlardı. Gerçi pek öyle olmadı, onlardan bir müddet sonra tevkif edilen solcular daha kesin bir şekilde kenara itildiler. Ama doğrusu DP’nin de iktidarın ilk yıllarında Milliyetçiler Derneği’ni kapatması düzenin kendi içinde tutarlı bir çizgisi olduğunu göstermektedir. Çok tenkit etmeyelim. Bu çizgi o günün üretimi düşük, kırsal Türkiye’sini muhtemelen ayakta tutacak tek yoldu. Ama hiç şüphesiz Türkiye’nin aydınları hangi tarafta olursa olsun, benzer şekilde darbeyi yemişlerdir; üstelik birbirleriyle kavgaya devam etmişlerdir.  
1950 seçimlerine CHP vilayet sınırlarını esas alan ekseriyet sistemi ile gitti. Hatta bir aday iki yerden gösterilebiliyordu. İsmet Paşa dahi bu sayede bir bölgede (Ankara) kaybedip Malatya’dan seçilebildi. DP’liler bu eski sistemi muhafaza etmekte 1960 darbesine kadar ısrar ettiler. 
Ne olursa olsun, bugünkü dünyanın büyük çoğunluğu için başlıca sorun olan kanuni ve sıhhatli seçim icrası Türk demokrasisi için büyük bir sorun değildir. Türkiye bazılarının küçümsediği sandık demokrasisini başından beri götürebilmiştir. 1950-60 dönemi nasıl bir değişim getirdi, 60 yıl evvelki sandık zaferi 50 yıl önceki darbeye nasıl dönüştü, bunun üzerinde gelecek hafta duracağız. 


Müzeciler onunla iyi diyalog kurdu
Vali Muammer Güler, 1949 Mardin doğumlu. Bunun üzerinde ısrarla duruyorum çünkü doğduğu ve büyüdüğü şehir bütün Küçük Asya’nın ve hatta Mezopotamya’nın en muhteşem taş yapılı şehri. Küçük çocuğun hafızasına bu girmiş ve taşla konuşmayı öğrenmiş olmalı ki İstanbulvilayetinde valiliği sırasında kendisiyle en iyi diyalog kuranlar müzeciler oldu. 
İlkokuldan itibaren bütün tahsilini Ankara’da tamamladı ve Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bu da bir içişleri memurunun yetişme biçimi... NiğdeKayseriGaziantep ve Samsunvalilikleri dışında merkez bürokrasisinde memuriyetinin önemli tecrübelerini yaşadığı anlaşılıyor. Şubat 2003’ten beri İstanbul valisidir; doğrusu yeni atandığı görev bir terfi olmakla birlikte hem kendisinin hem de İstanbul müzecilerinin Sayın Güler’den ayrılmaktan pek mutlu olduğunu sanmıyorum. 

Güler geniş gruplarla ilişki kurmayı biliyor
Şahsen göreve geldiğim günden beri İstanbul Belediyesi ve İstanbul İl Özel İdaresi’nin hemTopkapı Sarayı hem de diğer müzeler ve eski eserler için ne kadar önemli olduğunu gördüm. Depremde duvarları çatlayan Ağalar Camii’nin, yeni yazmalar kütüphanemizin restorasyonu için valimizin desteğini aldık. Arkeoloji Müzesi’nin kütüphanesinin ıslahı 
için de yine o öncü oldu. Şaka değil, 
14 milyonluk sanayi merkezimiz ve 
üç kıtanın en önemli eski eserlerle dolu metropolündeki kurumların taleplerine sabırla ve hiç hasıraltı etmeden karşılık vermiştir. 
Bu yılki 1 Mayıs töreni de onun ne kadar iyi niyetli bir güvenlik amiri olduğunu gösterdi. Basının ara sıra iğnelemelerine rağmen Muammer Güler sevimli ve geniş gruplarla ilişki kurmayı bilen bir yönetici olmuştur. Bunun üzerinde durmak lazım.
İstanbul’un son bir yıldaki bir diğer talihi de İzmir’in başarılı emniyet müdürü Hüseyin Çapkın’ın İstanbul’a tayini oldu. Kocaman şehir bu tayini hissetti. Şimdi kendisinin Iğdır valiliğine tayininin geçici olduğu söyleniyor, vakıa önemli bir sınır ilidir. Ama umarız bu tayin gerçekten geçici olur ve Sayın Hüseyin Çapkın İstanbul’a döner. 

Hiç yorum yok: