18 Mart 2013 Pazartesi

Arakan’ın ârafı: Bangladeş Myanmar sınırı/ MUSTAFA KURTARAN / COX’S BAZAR


20 Ağustos 2012 / MUSTAFA KURTARAN / COX’S BAZAR - BANGLADEŞ
Arakanlı Müslümanlar zulümle ölüm arasında yaşıyor. Myanmar’dan kaçarken, defalarca ölümle burun buruna geliyorlar. Sığındıkları Bengladeş ise kendi derdiyle meşgul...
Arakanlı Müslümanların yaşadığı insanlık dramını yerinde görmek üzere Banladeş’e doğru yola çıkıyoruz.  Daha uçakta iken gördüğümüz manzara adeta yaşayacaklarımızın habercisi. Yukarıdan bakıldığında, Myanmar’dan kaçanları kendi topraklarında barındıran Bangladeş’in çoğu bölgesinin sular altında olduğunu görüyoruz.

Bangladeş-Myanmar sınırındaki mülteci kamplarına doğru yola çıkmadan önce Başkent Dhaka’da bize rehberlik edecek Fatih Bey’le buluşuyoruz. Onun anlattıkları bizim olaya çok daha farklı bakmamız gerektiğine işaret ediyor. Öncelikle insanlık dramının yeni olmadığını, göçün, dolayısıyla zulmün 40 yıldır devam ettiğini öğreniyoruz.  Resmî olmayan rakamlara göre kamplarda ve sınır bölgesinde 800 bin mülteci yaşıyor. Bunların çoğu halkın arasına karışmış durumda. Dolayısıyla kesin bir rakam tespit etmek imkânsız. Bangladeş hükümeti Arakanlı Müslümanlara dışarıdan ve içeriden yardım yapılmasını istemiyor.

Hükümet yaşananlara tamamen devlet güvenliği açısından bakıyor. Dışarıdan gelen mültecilerin ülkede kalması hâlinde bağımsızlık ve toprak talebinde bulunabileceklerinden endişe ediyor.  Halkın gündeminde de Arakan neredeyse yok, çünkü çok fakirler. Kendilerine gelmesi gereken yardımların mültecilere gitmesinden rahatsızlar. Ülkedeki televizyon ve gazetelerde Arakanlı mültecilere hiç yer verilmiyor.
İşte bu ilk bilgilerin ışığında sınır bölgesine doğru hareket ediyoruz. Uçakla Chittagong’a oradan bir minibüsle mülteci kamplarının bulunduğu Cox’s Bazar’a ulaşmaya çalışıyoruz. Yanımızda Kimse Yok mu  Derneği Başkanı Ünal Öztürk de var. Bizi bölgeye götüren yol dar ve çok bozuk.  Çukurlara gire çıka yol alıyoruz.  Bir yandan da etrafı gözlemliyoruz.  Uzun ince yol bazen Hint Okyanusu ile paralel ilerliyor.

Dev okyanus dalgaları kıyıyı dövüyor,  yıllar önce ülkeye gelen Arakanlı mültecilerin kaldığı derme çatma evleri tehdit ediyor. Yol kenarında bambu ormanları uzuyor.  Geniş yapraklı ağaçlar ormanı kaplamış durumda. Ormanın içinde sazlardan, tenekelerden yapılmış evler var. Onlara baraka demek daha doğru olur.  Burada özellikle Arakan’dan gelen mültecilerin kaldığını öğreniyoruz. Evlerin etrafında çocuklar dolaşıyor. Özellikle 5 yaşından küçüklerin üzerinde hiç kıyafet yok. Bütün bu tabloyu ağaçların arasından görmeye çalışıyoruz.  Ağaçlar sanki yürek burkan bu manzarayı kapatmaya çalışıyor; ama nafile. Gördüklerimiz bizi dehşete düşürmeye yetiyor…
Durup onlarla konuşmak istiyoruz ama yol uzun. Sınıra gitmeliyiz çünkü zulmün yaşandığı asıl nokta orada. Ayrıca Bangladeş hükümetinin hassasiyetini artık biliyoruz. Zaten rehberimiz de bizi acele etmemiz konusunda sürekli uyarıyor. Yol boyunca pirinç tarlalarında iptidai şartlarda çalışan insan manzaraları bize burada zamanın adeta durduğu hissini veriyor. Bir yandan da muson yağmurları bütün hızıyla devam ediyor. Aralıklarla şiddetini iyice artıran yağmur bizi yavaşlatıyor. Minibüste derin bir sessizlik hâkim. Sema da orada yaşananlara ağlıyor, kocaman hüzün damlalarını yüreğimize boşaltıyor adeta.


Hayata akan nehir: Naf
Sınıra yaklaştıkça güvenlik önlemleri ve kontrol noktaları artıyor. Yaklaşık 5 kilometrede bir durduruluyoruz. Yanımızda yerel rehberler olduğu için pek sıkıntı yaşamıyoruz. Yolculuğumuz iki saat sürüyor. Sonunda Myanmar sınırına ulaşıyoruz. İki ülkeyi Naf Nehri ayırıyor. Nehir devasa büyüklüğü ve genişliğiyle dikkat çekiyor.  Sınır boyunca uzayıp gidiyor ve Hint Okyanusu’na dökülüyor. Naf Nehri’nin karşı kıyısındaki dağların arkasında zulüm, ölüm ve katliam var.  Arakanlı Müslümanların tek çıkış yolu işte bu nehir.  Naf Nehri hem iki ülke arasındaki sınırı belirliyor hem de ölümle hayat arasındaki o ince çizgiyi.  Arakanlı Müslümanlar hayata tutunmak için bir başka ölümü, boğulmayı göze almak zorunda. Muson yağmurlarıyla kabaran nehrin onları nereye sürükleyeceğini kimse bilmiyor; ama başka çareleri yok. Derme çatma kayıklarla kendilerini bulanık suların kucağına atıyorlar. Kaçış için zamanlama hayati önem taşıyor. Çünkü nehrin bir yanında Myanmarlı askerler var.  Karşı tarafta ise geri çevrilme endişesi. O yüzden geçişler sabaha karşı yapılıyor.  Binlerce mazlum Bangladeş’e geçmeye çalışıyor.  Karşıya geçmeyi başaranlar için her şey bitmiyor. Yakalananlardan bazıları geri gönderiliyor. Yakalanmayanlar ise ormanın derinliklerinde izini kaybettiriyor. Hava ve hayat şartları onları zorluyor. Yine de iklimin ılıman olması kitlesel ölümlerin önüne geçiyor. Kamplara yerleştirilenler ise biraz daha şanslı.
  Hava kararmaya başlıyor. Rehberimiz acele etmemiz gerektiğini söylüyor. Ardından dönüş için hareket ediyoruz. Aslında tek düşüncemiz bir mülteci kampını görebilmek. Hükümetin işi sıkı tuttuğunun ve başımızın derde girebileceğinin farkındayız. Rehberimiz bir ara şoföre sesleniyor, aracımız patika bir yola sapıyor. Kamplardan birine gittiğimizi anlıyoruz. Yaşanan drama yerinde tanık olacağımız için heyecanlıyız. Kalp atışlarımız hızlanırken, yağmur bir kez daha bastırıyor. Aracımız çamurlu yollara bata çıka ilerlemeye çalışıyor; fakat nafile, nihayetinde yol bize geçit vermeyince hedefe yürüyerek devam ediyoruz.

Uzaktan bir karaltı hâlinde kampı görüyoruz. İftar saatine 10 dakika kala kampa ulaşıyoruz. Gördüklerimiz bizi dehşete düşürüyor. Naylonlardan, çuval parçalarından ve sazlardan oluşan onlarca çadır acının boyutlarını gösteriyor. Çadırların arasında ilerliyoruz. Her köşebaşında çıplak ayaklı, zayıf bedenli çocuklar bizi karşılıyor. Büyüklerin durumu onlardan farklı değil. Özellikle ihtiyarların ve çocukların perişan hâlleri adeta zulmün fotoğrafı gibi. İşte o ihtiyarlardan bir kadın çadırının önünde oturmuş. Elindeki bir bardak suyla iftar anını bekliyor. Dininden dolayı ülkesinden sürülen, belki evlatları, eşi öldürülen yaşlı kadın orucundan vazgeçmiyor. Bu tablonun içimize akıttığı tarif edilmez sızı ile alçak tavanlı çadırlara giriyoruz. Mültecilerin hayatı gibi çadırların içi de karanlık. İçerisi bomboş. Giyecek elbiseleri, bir kenara koydukları yiyecekleri, kap-kacakları, kısacası hiçbir şeyleri yok. Çünkü zulümden sadece canlarını kurtarabilmişler. Zaruri ihtiyaçlarını bile yanlarına alamamışlar. İftar sofralarında ise birkaç tabak yemek var. 2 kişiyi bile doyurmayacak o yemekten en az 10 kişinin yiyeceğini öğreniyoruz. Sahura ve yarına dair umutları yok. O an karınlarına bir lokma girdiğine bakıyorlar. Sonrası Allah kerim. Su ihtiyaçlarını ise saçaktan akan yağmur sularından karşılıyorlar.
İşte bir başka çadırdan başımızı içeri uzatıyoruz. 30 çocuk kandil ışığının etrafında oturmuş. Farklı yaşlardaki çocukların önlerinde yere konulmuş kitaplar var. Burası çocukların okuluymuş. Kendilerinden biraz daha büyük bir genç onlara ders veriyor. Kamptaki bütün çocukların yüzlerinde yaşadıkları şokun acısı var. Yine de her şeye rağmen eğitimlerine devam etmeleri bizi derinden etkiliyor. Geldiğimiz görünce gülümsemeleri dudaklarımızın kenarında buruk tebessümlere sebep oluyor.

Ölümün kıyısında
Kamptaki durum bu. Ama onlar hayatta kaldıkları için sevinçli. Aslında tatsız bir sevinç onlarınki. Çünkü Myanmar’da bir yakını öldürülmemiş insan neredeyse yok. Hayatta kalanlar ise ağır baskı altında. Zulmün hangi boyutlarda olduğunu da kampta kalanlar anlatıyor. Orta yaşlı bir Arakanlı bizi durduruyor. Myanmar’da Müslümanların başlarının kesildiğini, mescitlerin kapatıldığını söylüyor. Bir başka mülteci ise nehrin öbür yakasında babasının, annesinin ve kardeşlerinin kaldığını anlatıyor çaresizce. Yaşlı bir mültecinin sözleri ise vicdanımızı sarsıyor. Müslümanların sadece dinlerinden dolayı zulme maruz kaldığını, çocuk-kadın-yaşlı demeden kasaptaki et gibi doğrandıklarını rehberimiz vasıtasıyla bize aktarıyor. Dünya Müslümanlarına, insanlığın vicdanına sesleniyor, “Bizim burada hiçbir şeyimiz yok. Siz de görüyorsunuz. Müslümanlar bize yardım etsin.” diyor. Zihnimize silinmeyecek bir şekilde kazınan manzara söze gerek bırakmıyor. Çaresizlik ve elden bir şey gelmemenin verdiği buruklukla kamptan ayrılıyoruz.  Amacımız ertesi gün tekrar gelmek.  Dernek başkanı Ünal Öztürk’ün hedefi her şeyi göze alıp onlara yardım dağıtabilmek.
Ertesi gün sabah erkenden rehberimizin telefonları hiç susmuyor. Bengalce konuşuyor. Belli ki telefonun öbür ucundakiler devlet görevlileri. Bir şeylerin ters gittiğini anlıyoruz. Zaman zaman yolun kenarında bekliyoruz. Sonunda bizi bir milletvekilinin çağırdığını söylüyor. Milletvekilinin bulunduğu yere gidiyoruz. Bize bağırıp çağırıyor. Devlet güvenliğini hiçe saydığımızı öne sürüp polislere bizi gözaltına almaları için talimat veriyor. Biz ise sadece yardım için orada bulunduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz. Kısa süreli gerginlik, araya bazı yetkililerin girmesiyle sona eriyor. Ancak bölgeden ayrılmak zorunda kalıyoruz. Aklımız da gönlümüz de Arakanlı Müslümanlarda kalıyor.
 

Hiç yorum yok: