Yıldız Sarayı’nda bir cuma günü ‘Cuma Selamlığı’ için yapılan hazırlıklar...
Osmanlı padişahlarının her hafta cuma namazı kılmak maksadıyla câmiye çıkışları, imparatorluk hayatının en debdebeli merasimlerindendi. Adına Cuma Selâmlığı veya Selâmlık Resmi denilen ve her safhası inceden inceye teşrifat kaidelerine bağlanmış olan bu merasimler siyasî bakımdan da büyük bir ehemmiyeti haizdi. Padişah saltanat arabasının içinde, sağlı sollu merasim bölüklerine mensup askerlerin arasından câmiye gider, bu arada halk sokaklara dökülmüş bir halde, “zamanın bu en haşmetli hükümdarını” dünya gözüyle görmeye çalışırdı. Sadece halk için değil, o anda ülkede bulunan ecnebiler için de görülmeye değer bir hâdiseydi bu. O arada padişahtan bir talebi olanlar da meydanda birikirdi. Bu bakımdan Cuma Selâmlığı tarihimizin gölgede kalmış en mühim sahnelerinden biridir.
YAKAYIM BAŞIMA BİR ESKİ HASIR
Padişah cuma namazını kılıp da dışarı çıktığında bunların ellerindeki istidalar sır kâtipleri tarafından toplanarak padişaha takdim edilirdi. Bazen bu kalabalığın arka saflarında bulunanlar kendilerinin de şikâyeti olduğunu göstermek için yanmakta olan bir hasır parçasını veya içinde yanan bir paçavra bulunan tasları elleriyle yukarı kaldırırlar, böylece kendilerinin de unutulmamasını memurlara hatırlatırlardı. Bunlar aynı zamanda şikâyetçinin ateş gibi yandığını sembolize ederdi. Bu usule zamanla “ateş istidası“ veya “başa hasır yakma“ denildi. Halk arasında memurların gadrine uğradığını düşünenler “veririm bir ateş istidası!” veya “hasır yakarım ha!” ihtarında bulunurlardı. Geçmiş devirde, mahkemede gadre uğradığı kanaatine varan bir Osmanlı hanımının söylediği manzumedeki şu mısralar dikkat çekicidir:
“Yakayım başıma bir eski hasır,
İşte kadı, işte divan-ı vezir.”
MÜŞKİL-KÜŞÂ
Ateş istidası vermek, Cuma Selâmlığı’na mahsus değildi. Kimi zaman Yalı Köşkü‘ne indiğinde, kimi zaman ise Alay Köşkünde iken, kısacası padişaha nerede tesadüf edilirse orada ateş istidası verilebilirdi. Bu gelenek Bizanslılar zamanında da vardı. İmparator Ayasofya Kilisesi’ne veya bir başka yere gezmeye giderken idareden ve hâkimlerden herhangi bir şikâyeti olan kimseler imparatora bunu bildirirlerdi.
Osmanlılar zamanında, memurlardan şikâyeti olanlar yahud zulme uğradığını düşünenler veya mahkemelerin verdiği hükümden tatmin olmayanlar, hatta herhangi bir istek sahipleri, önce valiye, netice alamazsa İstanbul’daki Divan-ı Hümayun’a ve en nihayet padişaha müracaat ederdi. Padişah, her problemin halledildiği “müşkil-küşâ“ (müşkil çözen) bir merci idi. Padişaha başvurup da, meselesi şöyle veya böyle çözülmeyen kimse kalmazdı. Bu hususta, kadın-erkek, müslüman-gayrimüslim, hür-köle arasında fark gözetilmezdi.
ARKASI ARANIRDI
Verilen istidalar padişah tarafından tedkik edildikten sonra gereği yapılmak ve neticesi kendisine arz edilmek üzere alâkalı mercilere havale edilirdi. Umumiyetle bunlar veziriazama gönderilir ve ardı takip edilirdi. Bunun için “Sen ki veziriazamsın! Birkaç arzıhali yüce katıma sundular, sana gönderdim, arzıhal sunanları bulup, davalarını dinleyip, haklarını hak edip, bir daha yüce katıma arzıhal sunmalı olmasın, şöyle bilesin...” mealinde bir hatt-ı hümâyun yazılırdı. Veziriazam da buna cevap verirdi. Arşivler böyle arzıhaller ve bunlara dair yazılan fermanlarla doludur.
İstihbarata verdiği ehemmiyetten olsa gerek, Sultan Hamid, bu geleneği çok ciddiye alırdı. Herkes elindeki istidayı gösterir; üniformalı ve çantalı bir memur bunları toplayıp padişaha arz ederdi. Padişah, bu iş için Gazi Osman Paşa’yı vazifelendirmiş, kendisine sarayda geniş bir daire tahsis etmişti. Padişaha istida verme usulü, saltanatın kaldırıldığı tarihe kadar devam etti. Sonra tarihe karıştı. Bugün halkın cumhurbaşkanlığı ve meclise dilekçe vermesi de bu geleneğin bir uzantısı sayılabilir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder