22 Şubat 2013 Cuma

Kurtuluşu ‘Aydınlanmış Batı’da arayanlara kapkara bir haberimiz var!-Kurtuluşu ‘Aydınlanmış Batı’da arayanlara Mihail Gorbaçov’dan felaket! İyi haberler var!canmehmet.com


Kurtuluşu ‘Aydınlanmış Batı’da arayanlara kapkara bir haberimiz var!

Geçtiğimiz günlerde ülkemize Dağılan Sovyetler Birliği’nin son devlet Başkanı Mihail Gorbaçov geldi. Ancak, Medyada “Tık yok!” ilgi de; üşenmedik yazdığı kitabı bulduk, okuduk. Medyanın ilgisizliğini anladık!

Öğrendiklerimiz bizde kalmasın anlayışı ve moda tabiri ile, “Paylaştık!”
Bakalım Gorbaçov kitabında nelerden bahsetmektedir.
Bahsetmektedir ki, Medya bunları görmemezlikten gelmektedir….
Ancak…
Tamamını bir çırpıda yazarsak,
-“Kardeş, bebe aspirini misali 100 mg.lık tablet şeklinde, kısacık fıkra gibi yazıversen de vatandaş bir göz atsa olma mı?”
Diyecekler ülkemizde çoğunlukta olduğu için burada birkaç satır yazalım, dileyenler devamını web sitemizde takip edebilsinler, manasında düşündük.
Ve başlıklar burada, devamı,  www.canmehmet.com adresimizde;
-“Savaştan hemen sonra ülkenin üstüne çöken toz fırtınası ve kuraklık manzarası karşısında tabiata ne kadar bağımlı olduğumuzu anladım. 1946’da, birçok tahıl alanı gibi bölgemiz de büyük bir kuraklık yaşadı. O yıl hemen hemen bütün mahsul heba oldu. Aç insanlar gruplar halinde Stalingrad ve diğer şehirlere akın ettiler.
Varlarını yoklarını ekmek karşılığında takas ediyorlardı. Aynı sahneler 1947’de bizzat bizim başımıza da geldi. 1948 yılı da aynı durumla başladı. Toz fırtınası üç gün boyunca Kuzey Kafkasya’yı kasıp kavurdu. Bir kimseyi beş metre mesafeden fark edemiyordunuz.
Fırtına bittiği gün babam beni tarlaları dolaşmaya götürdü. Buğday başakları kırılmış ve toprakla örtülmüştü.
Babam çok ihtiyatlı bir insandı. Çocuklarına ve hanımına karşı sesini asla yükseltmezdi.
O durumdayken bile ağlamıyor, bağırıp çağırmıyordu.
Fakat onu ümitsizliğe gark olmuş olarak görüyordum.
Birkaç gün sonra aniden yağmur başladı. Gencecik sapların dirildiğini ve yeniden bitmeye başladığını gördüm. Mükemmel bir hasat kaldırdık o yıl. (1)
-Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa, dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum.
-Bana öyle geliyordu ki, Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısı olan 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi. (2)
Devamı…
Başlarken…
Mihail Gorbaçov, bir liderlik örneği ve entelektüel bir bakış sergilediği bu kitabında, insanlık tarihinin önemli anlarına şahitlik etmiş biri olarak yaşadığı 20. Yüzyılı sentezliyor ve tecrübeleriyle geleceğe projeksiyon yapıyor.
Soğuk Savaş dönemi öncesi ve sonrasını değerlendiriyor; totaliter sistemlerin insan ve çevre unsurlarını bütün değerleriyle nasıl tahrip ettiğini anlatıyor.
Merkezinde insanın bulunduğu, sevgi, saygı, şefkat, adalet, insanlık onuru gibi birçok temel unsurla yeniden inşa edilmesi gereken geleceği, küreselleşmenin ne olduğu ve nasıl olması gerektiğini anlatarak açıklıyor.
Çocukluğunu yaşayarak geçirdiği yoksulluğun henüz küçükken kalbine yerleştirdiği şefkat, merhamet ve paylaşma duygularının ancak okuyunca anlaşılacağı bu küçük kitap büyük şeyler ifade ediyor.
Çocuktan büyüğe, politikacıdan yöneticiye, öğrenciden öğretmene, işçiden iş adamına, entelektüele, kentte yaşayana, köyde yaşayana, kısacası herkese hitap eden Yerküre Manifestom, çok boyutlu bir insanlık beyannamesi aslında. (*)
(*)Dr. Ömer Faruk Turan, Kitabın önsözünden.
Başlamadan İstanbul toplantı notlarından kısa bir özet;
-”Ortadoğu ve Akdeniz’in geleceği” konulu toplantıya konuşmacı olarak katılan Sovyetler Birliğinin son devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ndeki hataları düzeltmek için çok uğraştıklarını ama başarılı olamadıklarını söyledi. Afganistan’i işgal etmenin Sovyetler için büyük bir hata olduğunu belirten Gorbaçov, bugün benzer bir hatayı ABD’nin yaptığını hatırlattı.
-Gorbaçov, ” ABD politikası aynı hataları yaptı. İnsanlar bana ‘Afganistan’da ne yapmalı?’ diye soruyor. Ben ‘çekilmeniz lazım’ diyorum ” şeklinde konuştu. Yıllar önce İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ‘in kendisine, ‘Afganistan’ı işgal etmeden önce bize sorsaydınız, biz yapmayın, derdik. Afganistan’da 100 yılımızı kaybettik’ dediğini aktaran Gorbaçov, silahlı çözümün sonuç vermeyeceğini söyledi.
-Gorbaçov, Sovyet yönetimi altında yaklaşık 20 milyon Müslümanın yaşadığını hatırlatarak, “Sovyetlerde Bolşevikler İslami değerleri tahrip etti” dedi.
-Rusya olarak Ortadoğu’da barışı görmek istediklerini aktaran Gorbaçov, ” Filistin konusunu konuşmamız gerekiyor. Bu yönde bazı adımlar atıldığını görüyoruz,. Filistin devletinin BM’de tanınması küçük ama önemli bir adım” şeklinde konuştu. Silahların bir kenara bırakılması gerektiğini söyleyen Gorbaçov, “Silahla çözülmesi mümkün değil. Azeri- Ermeni ihtilafı konusunda da bu ülkeler o zaman Sovyetlerin parçasıyken de söylemiştim. Bugün bu sorun günümüzde de devam ediyor” dedi.(Gazetelerden)
Kitabından devamla…
-Küreselleşme, vaktiyle kapalı “medeniyet alanlarına” da nüfuz ederek, bazı toplumların gelenek ve temel taşlarını da yerinden oynatmaya, toplumları bozmaya ve hatta imhaya kadar götürebilmektedir. Küreselleşmenin diğer bir yıkıcı sonucu da toplumun bütün Katmanlarındaki hayat seviyesinin bozulmasıyla ortaya çıkıyor ve kökten dincilik yayılmak için aradığı ortamı böylece bulmuş oluyor.
Bu süreç aynı zamanda Batı medeniyetinin diğer kültürlerle, diğer düşünce sistemleri veya yeni bin yıla ait yaşam tarzlarıyla doğrudan temasa geçmeleri neticesinde güçlenmiş görünüyor. Bugün bunun sonuçlarını islâm dünyasında görmekteyiz. (3)
-“Beynelmilel komünist sistemin çökmesi üzerine, ünlü Fransız okyanus bilimci ve çevrebilimci Jacques-Yves Cousteau çevreye, dolayısıyla doğaya, en çok zarar veren sistemin komünizmden daha çok, her şeyin bir fiyatının olduğu ama hiçbir şeyin değerli olmadığı serbest Pazar ekonomisi olduğunu söylemiştir. Burada komünizme dönelim çağrısı asla yapmıyorum; tam tersine bu ütopya ömrünü tamamlamıştır. Ancak Cousteau’nun bu değerlendirmesine katılmak istediğimi belirtmek istiyorum. (4)
Nasıl «Yeşil» Oldum?
Bana, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Sovyet Rusya başkanlığını niçin bıraktığımı ve neden çevreci olmaya yöneldiğim,  Green Cross’un (Yeşil Haç) başına neden geçtiğim sık sık soruluyor.
Her insan kendi yeteneğine en uygun işi bulup, yapmağa çalışır.
Ben şahsen çevrebilimin geniş anlamıyla sosyal adalete olduğu kadar barış ve güvenlik meseleleriyle de birbirinden ayrıştırılamayacak kadar ilgili olduğu inancındayım.
Çevrebilim bana bütün hayatım boyunca bir sentez yapma imkânı verdi. Sırasıyla yaşayarak sentezlediğim hayat önce bir köylünün, daha sonra bir entellektüelin, bir yöneticinin, bir siyasetçinin ve sonunda dünyadaki toprak parçasının altıda birini bünyesinde barındıran bir devlet başkanının hayatıdır.
Kafkasya’da, eski çağlardan beri birçok yabana istilalara uğramış ve çeşitli kültür ve medeniyetlerin kavşağı olmuş Stavropol bölgesinde dünyaya geldim ve orada büyüdüm.
Bu bölgede Rusların dışında Ukraynalılar, Rumlar, Ermeniler ve Kuzey Kafkasya halklarından Karaçaylar, Çerkezler, Osetler, Nogaylar. Çeçenler ve diğerleri yaşar.
Doğduğum yer bana farklı dinlere, dillere, gelenek ve göreneklere ve farklı milletlere saygılı ve hoşgörülü olmayı öğretmede ilk okulum oldu.
Oldukça dar bir coğrafya ’da düzinelerce dil ve halk kültürleri birarada yaşarken, ortodoksluğun üç dalı”’ bulunuyordu ve bunların İslâm’inkinden daha çok temsilcileri vardı,
Bir köylü ailesinin bünyesinde, köyde geçen hayat sıkı sıkıya tabiata bağlıydı. Bu çetin hayat şekli doğal ve sosyal felaketlere direnmek için oldukça fazla gayret gerektiriyordu.
Çocukluğum tam bir yoksulluk içinde geçti. Kata denilen geleneksel, kerpiçten yapılma bir evde yaşıyorduk. Duvarların saman ve çamurdan, zemini ise topraktı. Rus sobasının üstünde uyuduk ve kışları ineğimizi evin girişine alır, ilkbaharda da tavuk ve ördeklerimizi burada barındırırdık.
1933’te, daha küçük bir çocuk iken, açlık bütün bir Stavropol bölgesini kasıp kavurdu. Öyle bir açlık oldu ki, komşu Ukrayna’da açlık tatbikatları yapılıyordu. Birçok tarihçi bu açlığın zamanın iktidarı tarafından kasten düzenlendiğini yazar.
Şöyle ki, köylünün ürünü, tohumu, ekini ülkenin hızlandırılmış Sanayileştirilmesi için işçi yığınlarını beslemek amacıyla müsadere ediliyor ve köylüler dahil bütün kolektivizasyona karşı direnenleri bertaraf etme amacını taşıyordu.
Bununla birlikte, Sovyet kolektivizminin bizzat kendisi kırsal alandaki geleneksel hayat tarzım yıkarak, en müreffeh ve eşraftan olan köylülerle gulakları Sibirya’ya sürerek tarım üretimini mahvetmişti.
Doğduğum köy olan Privolnoy halkının neredeyse yansı o sene açlıktan öldü. Bunların arasında bir amcam ve iki halam da vardı.
Açlığın ardından yeni bir felaket daha başladı: Stalin temizliği. İki dedem, her türlü uydurma suçlamalara maruz kalarak tutuklanmış ancak Allah’tan hayatta kalmışlardı.
Fakat, eşim Raysa’nın dedeleri kurşuna dizilmişler ve ancak 1988’de hakları iade edilmişti.
1941’de, bir diğer trajediyi yaşadık: Nazi Almanya’sı istilası. Babam cepheye gitmişti.
Annem ve o Zamanlar küçük bir çocuk olan ben. Alman işgaliyle, açlıkla ve babamın akıbetinin ne olduğu sıkıntılarıyla yaşadık hep.
Hatta bir ara babamın öldüğüne dair yalan bir haber de edinmiş ve bütün köy yasa boğulmuştu.
Şimdi, o felaket yıllarından özellikle unutamadığım hatıralar hangileridir, diye sorulabilir. Şüphesiz savaşın birinci kışı…
Öylesine alışılmamış çetin bir kıştı ki, sanki tabiat bile Hitler istilasına direnmişti.
Diğer hatıram, açlık ve sefaletti. Hemen hemen köylünün bütün ürünü orduyu ve askeri sanayi için çalışan işçileri beslemek amacıyla hükümete teslim ediliyordu.
Hatta temel gıda maddelerinin temini bile zorlaşmıştı. Rus Tatiana Tolstoi’un “Slynx” romanındaki gibi veya Amerikalı yazar Philippe K. Dick’in yazdıkları gibi, “felâketten sonra’ dünya tasvirlerini hatırlatan sanayi öncesi ekonomisine geri dönmüştük.
Kenevir ekiliyor, koyun yünü kırpılıyordu; büyükanneler çatı aralarından iğlerini çıkarıyor, yün eğiriyor, dikişte herkes eski mesleğine dönüyordu. Hatta, ayakkabılar bile, herkesin kendi kendi elleriyle dikmesi gereken çarıklardı.
Sığır derisi biçilip kesiliyor, daha sonra elle dikiliyordu; köselesi ise mazota yatırılıyordu.
Tuzu, köyün elli kilometre ötesinde bulunan bir tuz gölünden çıkarıyorduk. Sabun sodadan elde ediliyor, ateşi yakmak için silisli taş kullanılıyor ve tarlalardan toplanan tanksavar bombalarının içindeki patlayıcı maddelerden kibrit yapılıyordu.
Her şeye rağmen, hiç unutamadığım ve o zamandan beri savaştan nefret etmeme sebep olan olay ise şudur: 1943’ün Şubat sonu veya Mart başlarıydı. Karlar erimeye başlayınca arkadaşlarımla birlikte köyüm Privolnoy ile komşu belde Biyelaya Glina arasındaki ormanda “ganimet” aramaya gitmiştik.
Orada, muharebede ölmüş bir grup askerimizin cesetleriyle karşılaştık. Parçalanmış ve vahşi hayvanlar tarafından yansı yenmiş vücutlar, etrafa saçılmış paramparça üniformalar, beyazlaşmış ve hâlâ tüfeklere yapışık kol ve el kemikleri, boş göz çukurları ile bize bakan kasklı kafatasları…
Savaşın bu yüzünü, bu sürrealist tabloyu asla unutamadım.
Ne zaman ki yeni bir çatışmadan bahsedilse veya yeni bir terör eylemini duysam ve ölenlerin sayısını bildiren soğuk yazılar okusam o askerlerin hazin manzarasını hatırlarım.
Beynime kazılı korkunç bir fotoğraf daha var: Savaştan birkaç yıl sonra Moskova’ya okumaya gittim. Trenle yolculuk ediyordum. Güzergâhım birçok aktarma gerektiriyordu ve bitmiş muharebelerin cereyan ettiği birçok şehirden geçiyordu: Stalingrad, Rostov, Garkov, Voronej, Oriol, Kursk. Sonu gelmez, kilometrelerce harabeler, viraneler… Bu da savaşın gerçek yüzüydü.
Savaş sırasında köyümüz soğuğa, açlığa maruz kalsa da, hemen hemen ilkel şartlarda yaşamağa mecbur kalsak da, ailemden birçok kişinin de aralarında olduğu asker ve subayların yığınlar halinde ölümleri, ölüm haberleri ve ülkemizin bir bölümünün işgal altında oluşuyla yaşadığımız sonsuz acı karşısında çektiğimiz ıstırapları bir gün bitecek diye düşünüyorduk. Bizi yaşatan şey, zafere olan inancımızdı ve kolhoz hayatının savaştan sonra yaşantımızı düzelteceğine inanıyorduk.
Buna rağmen, savaştan sonra da hayatımız hiçbir şeye benzemedi ve resmî propagandanın vadettiği gibi hiç olmadı. Sovyet köylüsünün hayatını ballandıra ballandıra anlatan aşırı abartılı film ve kitaplar günden güne bollaşıyordu. Bu kitap ve filmlerde işlerini cesaret ve feragatle yapan ancak sevinç ve kıvanç içinde dinlenen, eğlenen kolhozlular görülüyordu. Halbuki, her gün yaşadığımız gerçek çok farklıydı.
On beş yaşımda yazları babamla biçerdöver şoförü olarak çalışmaya başladım. Babamla nöbetleşe, çok zor şartlar altında, neredeyse günde yirmi saat çalışıyorduk. Bütün köylüler zor şartlar altında çalışır ancak emeklerinin karşılığı para olarak değil “doğadan” bir başka deyişle tarım ürünlerinden verilirdi ve bu da sefalet bedeliydi.
Kolhoz ailesi kendisine verilmiş olan bir parça toprak sayesinde geçinmeye çalışırdı. Tabii ki bu arada bu topraktan elde ettiği mahsulün bir kısmım da devlete bırakması gerekiyordu. Hatta, hiç hayvan beslemese bile devlete belli miktardaki sütü, yağı ve eti vermesi gerekiyordu. Meyve ağaçları da, o yıl meyve vermeseler bile. Yıllık verginin kalemleri arasındaydı.
Çar II. Alexandre, Rus köylülerini kölelikten kurtarmışta ama zengin arazileri toprak sahiplerine bırakmıştı. Kendilerine toprak vadettiği için devrimi destekleyen milyonlarca köylünün desteğini alan sosyalist ütopya, Stalin’in yönetiminde yeniden köleliğe dönüşmüştü.
Devlet tarafından tamamen kul köle haline getirilen köylüler şehirlerde bile barınak bulamıyorlardı. Bir iş bulmak veya ikametgahını değiştirmek isteyenler için zorunlu olan meşhur dahili pasaport onlara hiçbir zaman verilmedi.
Ergenlik yaşıma vardığımda, bu fedakârlıkların geçici olduğu ve bir gün parlak geleceğe kavuşacağımızı düşünmeme rağmen, Sovyet köylülerinin sosyal adaletsizliğin kurbanları olduklarını görüyor ve her gün karmakarışık duygular yaşıyordum.
Tabiatın ne kadar güçlü olduğunun farkına varmam da yine bu savaş sonrası yıllarda oldu. Bugün, şehir çocuklarının çoğunluğu için olduğu gibi benim torunlarını için de tabiat soyut, güzel ama uzaklarda bir dünyadır. Ormanlarda, parklarda “ağaçlar” ve “çiçekler” biter, “kuşlar” öter.
Fakat, onlara bu garip tarla çiçeğinin nasıl bittiğini veya hangi kuşun benzer tanda ses çıkardığım sorduğunuzda, hiçbirine cevap veremezler.
Elbette ivan Tourgueniev’i okudular ancak muhtemelen tabiata ait derin tasvirleri atlayarak okudular. Orada bahsedilen sayısız bitki ve hayvanın görsel algılamalarına ulaşamadıkları da ayrı bir gerçek.
Tam aksine, benim İçin, köy çocuğu, tabiatla ve özellikle steplerin sihirli dünyasıyla olan içiçeliği ve ilgisiyle, güneş batarken keklik ötüşlerinin yankılandığı, akşam rüzgârının okşamaya ve sayısız yıldızların parlamaya başladığı uçsuz bucaksız genişliklerde kendinden geçer.
Hayatının en üzücü saatlerinde, tabiatın kucağı benim hep sığınağım olmuştur. O benim için ne bir “çevre” ne de bir “istirahat yeri”dir; sinesinde her Zaman dinî bir duyguyla nefes alıp verdiğim kutsal bir mekandır benim gözümde.
Savaştan hemen sonra ülkenin üstüne çöken toz fırtınası ve kuraklık manzarası karşısında tabiata ne kadar bağımlı olduğumuzu anladım. 1946’da, birçok tahıl alanı gibi bölgemiz de büyük bir kuraklık yaşadı. O yıl hemen hemen bütün mahsul heba oldu. Aç insanlar gruplar halinde Stalingrad ve diğer şehirlere akın ettiler.
Varlarını yoklarını ekmek karşılığında takas ediyorlardı. Aynı sahneler 1947’de bizzat bizim başımıza da geldi. 1948 yılı da aynı durumla başladı. Toz fırtınası üç gün boyunca Kuzey Kafkasya’yı kasıp kavurdu. Bir kimseyi beş metre mesafeden fark edemiyordunuz.
Fırtına bittiği gün babam beni tarlaları dolaşmaya götürdü. Buğday başakları kırılmış ve toprakla örtülmüştü.
Babam çok ihtiyatlı bir insandı. Çocuklarına ve hanımına karşı sesini asla yükseltmezdi.
O durumdayken bile ağlamıyor, bağırıp çağırmıyordu. Fakat onu ümitsizliğe gark olmuş olarak görüyordum.
Birkaç gün sonra aniden yağmur başladı. Gencecik sapların dirildiğini ve yeniden bitmeye başladığını gördüm. Mükemmel bir hasat kaldırdık o yıl.
Bu benim ilk hayat dersimdi. Zira, o zamanki resmî doktrinin ne olduğunu hatırlatmakta yarar var. Her okulun duvarlarına ünlü ziraatçi İvan Miçurin’in vecizeleri asılıydı.
Miçurin elma ağaçlarım aşılayarak randımanı artırmayı başarmış ve ‘Tabiatın bize ihsanda bulunacağını beklememeliyiz; görevimiz ondan sökerek almaktır” demişti.
Birkaç yıl sonra, Moskova’daki eğitimimi tamamlayınca, doğduğum yerde çalışmak üzere döndüm ve bu vecizenin nasıl anlaşılıp, nasıl algılandığını gözlerimle şahit oldum. (5)
Resim;www.radikal.com.tr
Kaynakça;
(1)Mihail Gorbaçov, “Yerküre Manifestom”, s.12
(2)a.g.e. Sahife,36
(3) Mihail Gorbaçov, “Yerküre Manifestom”, Sahife, 39
(4 Mihail Gorbaçov, “Yerküre Manifestom”, Sahife, 42
(5) Mihail Gorbaçov, “Yerküre Manifestom”,
Devam edecek…

Kurtuluşu ‘Aydınlanmış Batı’da arayanlara Mihail Gorbaçov’dan felaket! İyi haberler var! (2)

Sovyetler Birliği'nin son devlet Başkanı Mihail Gorbaçov
Ülkemize Dağılan Sovyetler Birliği’nin son devlet Başkanı Mihail Gorbaçov geldi. Ancak, Medyada ilgi sıfır! Dikkatimizi çekti, yazdığı kitabı bulduk ve okuduk.
Ve medyanın  ilgisini neden çekmediğini merak edenler için kitabın içeriğini  alıntılarla vermeye  çalıştık…
Kaldığımız yerden devamla…
-“İktidar basamaklarında adım adım yükseldikçe Sovyetler Birliği’nin sürüklendiği ekonomik, sosyal ve ekolojik felaket tablosunu çok açık bir biçimde görüyordum.
O anda ülkenin gerçek durumuna ait hemen hemen her türlü bilginin çok gizli tutulduğunu hatırlatmak isterim.
Bu gizli bilgilere kısmen de olsa ilk olarak 1970’te SSCB Sovyet Yüksek Şûrası ve Çevre Korumadan Sorumlu Komisyon üyesi olunca ulaştım.
Bununla birlikte. Felaketin ne kadar büyük boyutlarda olduğunu ancak Komünist Parti Merkez Komitesi Genel Sekreteri olunca öğrendim.
 Köylülerin geleneksel olarak adlandırdıkları gibi toprak anamız ya yağmalanmış ya ihmal edilmişti.
Devletin birinci önceliği esas itibariyle askeri sanayiye hizmet veren ağır Sanayi ve silahlanmayı finanse etmek için çoğunlukla ihraç edilen maden sanayi idi.
Milyonlarca hektar toprak ordu tarafından askerî denemeler için müsadere edilmişti…
-Sunî deniz yapma ve hidroelektrik santrallerini beslemeye yönelik dev barajların inşası, ülkenin sadece vaktiyle bütün dünyada tadıyla ünlü balık zenginliğini ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda 14 milyon hektar alüvyonlu  verimli toprağın sel altında kaybolup gitmesine sebep olmuştur.
Onlarca milyon hektar toprak da sınır bölgesi olarak ilan edilmiştir. Yine, hektarı sayılamayacak kadar toprak iyileştirme adı altında ilkel tekniklerle heba edilmiştir.
Düşüncesizce ve aşırı derecede yapılan ilaçlamalarla ekinler, verimli topraklar, nehir ve göller kirletilmiş, böylece nebatat ve hayvanata telafisi mümkün olmayan zararlar verilmiştir. Bilhassa, barbar yöntemlerle petrol ve gaz çıkartılmaya çalışılmış ve yerli halkın doğal ortamları olan yosunu zengin Büyük Kuzey bölgesi çok etkilenmiştir.
Uç doğu ve Sibirya’da paha biçilmez sığ ormanlar tamamen kesilip yok edilmiştir. Kırk yılda %50 alan kaybeden Aral denizinden bahsetmeden geçmeyeceğim!
Rüzgar, denizin çekildiği yerlerde kalan zararlı maddelerin karıştığı tuz tozlarını binlerce kilometre alan üzerine dağıttı.
Bu toz bu gün için Beyaz Rusya ve Afganistan topraklarına da yayılmış ve ulaştığı yerlerde bitki örtüsünü yakmıştır.
Hatta, kıyılarında Rusya Federasyonu nüfusunun yansının yaşadığı Rus nehri olan Volga havzası da kirlenmiştir.
Çelyabinsk’de olduğu gibi, halkına haber verilmeden gerçekleştirilen nükleer ve kimyasal denemelerin alanları haline getirilen diğer bölgeler de aynı durumdadır şüphesiz. Bu arada, 1959’da, Çelyabinsk’e komşu “yasaklı” Kiştim şehrinde, ambarlarda biriktirilen kimyasal maddeler radyoaktif madde artıklarının muhafaza edildiği bir askerî deponun patlamasına sebep olmuş ve bu patlama yerli halkta ciddi sağlık problemlerinin ortaya çıkmasına ve çevrede salgın hastalıkların yayılmasının sebebi olmuştur.
Bu olay yaklaşık otuz yıl halktan gizlenmiştir….
Korktuğumu itiraf etmeliyim. Şeffaflığın olmayışı, sansür altındaki basının da bir kelime bile edememesi ülke yöneticilerinin korkunç boyutlarda yolsuzluk yapmalarını kolaylaştırıyordu. Devletin bürokratları ve parti yöneticileri bu “başarıları”ndan (!) dolayı yine de madalyalarla ödüllendiriliyorlardı!
1985’te. Komünist Parti başkanlığına seçildim. Bir başka ifadeyle, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin başına geçtim. O tarihlerde, ülkede gerekli reformları gerçekleştirmek için gereken birçok fikrimi planlara dökmüştüm.
Aslında bu düşüncelerim  tek ve çok basit bir cümlede özetlenebilirdi.
“Böyle yaşamaya devam edemeyiz!
Böylece topluma üç hedef teklif ettim:
-Şeffaflık, perestroyka, hızlanma.
Şeffaflık veya bir başka deyişle glasnost, yani açık bilgi, gerçeği söyleme hakkı ve imkânı, perestroyka terimiyle özetlediğim, ülkeyi yeniden yapılandırmayı hedefleyen bütün radikal reformların sine qua non (olmazsa olmaz) şartıydı.
Sonuçta, insanlara ilk önce geçmişin hakikatlerini açıklamazsanız, olup bitenleri gerçek yüzleriyle ortaya koymazsanız reformları nasıl gerçekleştirebilecektiniz?
Üçüncü hedefe gelince, bu, küreselleşme sürecine yardım eden ve baş döndürücü bir hızla gelişen elektronik ve bilişim çağında ülkeyi medenî dünyanın ye yeni teknolojilere sahip olmayı kapsıyordu.
İfade hürriyeti bir düdüklü tencerenin buharı gibi bünyesinde yüzyılların sorunları birikmiş toplumu kamçıladı. Bitmez tükenmez mitingler, toplantılar, gazete, dergi ve televizyonda tartışma programları biri birini izliyor ve toplum kaynıyordu.
Ülkede uyanan şuurun ilk sorgulamaları, çevre ve milyonlarca Sovyet vatandaşının hayat şartları üzerine oldu. Sovyetler Birliği’nin, çoğu büyük sanayi merkezi olan doksan şehri, halkını kirli hava, kirli su ve kirli toprakla yaşatıyordu.
Özellikle kadınlar ve çocuklar kronik enfeksiyonlara yakalanmışlardı.
Birçok protesto gösterisi günlerce devam etti. Biz de o zaman çevreye zarar veren 1300 işletmeyi modernizasyonlarını tamamlayıncaya kadar kapatmaya karar verdik.
Hatta bazılarının ürünlerini başka yerden temin edemeyecek durumda olmamıza rağmen, faaliyetlerine son verme konusunda kararlıydık. Kamuoyu ve yeni oluşmaya başlayan sivil toplum baskısıyla. Sorumsuzca hazırlanmış devasa Sibirya nehirlerinin Aral denizine dökülme projesini İptal ettik.
Kaybolmakta olan bu denizin kurumasını önlemeye yönelik bu proje Avrasya’da çok tehlikeli doğal afetlerin meydana gelmesine sebep olacaktı.
Çernobil faciası, benim için olduğu gibi. Dilerim bütün insanlık için de, çok ciddi bir ders oldu ve iktidara geldiğim tarihten bir yıl sonra. Nisan 1986’da meydana geldi. Uzmanların kanaatine göre, santralde çalışanların patlamaya yol açacak yedi hatayı aynı anda yapmaları, daha sonra reaktörün göbeğinde yangın çıkması, tesisin çatısını havalara uçurması ve önemli miktarda radyoaktif maddenin bir buçuk kilometre yüksekliğe çıkması milyonda bir ihtimaldi.
Bu, dünyadaki bilim adamları için olduğu gibi bizimkiler için de bu güne kadar hiç ortaya çıkmamış bir durumdu.
Aralarında Moskova, Kiev, Minsk’in fizikçi, matematikçi, nükleer mühendis, kimyagerler olmak üzere ülkenin en önde gelen bilim adamları, binlerce uzman facianın oluş şekline ait çok çeşitli hesaplar yaptılar ve yangını söndürmek için çözüm ürettiler.
Siyasi Büro’nun akademisyen Evgeni Velikov ve meslektaşlarından aldığı uyarıda, yanan reaktörün kalbinin erimesi ve onu tutan beton tabanın çökmesi halinde Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca, hatta, yüzlerce defa daha büyük bir kitlenin termonükleer reaksiyona uğraması için bütün şartların mevcut olduğuna dair vahim bir tehlikenin varlığı belirtiliyordu.
Bu durum karşısında her türlü panikten kaçınmak istiyor, ancak bu tehlikeden de kurtulmamız gerektiğine inanıyorduk.
Nükleer füzyonun atmosferde yayılması devam ederken yangını söndürmek için kolları sıvadık ve binlerce asker, itfaiyeci ve madenciyi var güçleri ile çalışmak üzere toplayarak devasa bir güç oluşturduk. Işınma dozu öylesine şiddetliydi ki birkaç dakika ara ile vardiyalı olarak değiştirdiğimiz elemanların çoğu bundan ciddî olarak etkilendi ve daha sonra ekseriyetle ölümle neticelenen hastalıklara yakalandı.
Bu müdahale ekiplerinin çoğu bilahare Çernobil bölgesinin aylarca süren radyoaktif artık temizliğinde kullanıldılar. Hayat ve sağlıklarını hiçe sayarak fedakarca çalışan bu insanlara helal olsun! Onlar günümüzün gerçek kahramanlarıdır!
Felâket bölgesinde yaşayan insanlara hükümetin gerektiği yardımı yapmadığına dair bazen yöneltilen suçlamaları reddediyorum.
Elimizden ne geliyorsa onu yaptık. Yangın her yere yayılmışta; felâket bölgesine önceleri on, daha sonra otuz kilometre mesafelik bir çemberde yaşayan halk tahliye edildi.
İskan bölgeleri, tarla ve meralar dev bir çalışma sonucunda temizlendi. Rekor denilecek bir zaman sürecinde zarar gören reaktörün çevresine bir “kundak” inşa edildi.
Zor bir ekonomik durumu yaşamamıza rağmen bu hedeflere varmak için milyarlarca ruble harcadık….
…Ne felakete uğramış bölge insanları için kademeli olarak yapılması planlanan konut projesi, ne de uzun vadeli diğer tedbirler sonuçlandırılabildi.
Ne kadar çelişkili görünse de, üç cumhuriyet, Rusya, Belarus ve Ukrayna yöneticilerinin Biyelovej ormanında aldıkları karar sadece Birliğe dahil halkları bir araya getiren tarihi bağları koparmakla kalmadı, aynı zamanında bu üç ülkenin her birini “kendi” Çernobil faciasıyla baş başa bıraktı.
Topraklarının %70’i radyoaktif yayılmadan etkilenen Beyaz Rusya bu durumdan en çok zarar gören ülke oldu. Bugün, ülke nüfusunun beşte biri kabul edilen 2 milyon Beyaz Rus radyoaktif madde bulaşmış topraklar üzerinde yaşamaktadır.
Çernobil beni bambaşka bir insan yaptı.
İnsanlık tarihinin en önemli sanayi felaketinden ne gibi dersler aldım?
Her şeyden önce, Çernobil felaketi yeni saydamlık politikasının ilk uygulaması oldu.
Kim ne derse desin, işte gerçek: Daha ilk gün. Çalışma arkadaşlarımla birlikte, felaketle ilgili aldığımız her bilgiyi yayınlama karan aldık.
Yabancı ülkeleri, bilhassa komşu memleketleri meydana gelen her olay hakkında açık bir şekilde bilgilendirdik. Hükümet komisyonu üyeleri 6 ve 9 Mayıs’ta konu hakkında basın toplantıları düzenledi.
Neticede, Çernobil reaktörlerinin en önemli mimarlarından birisi olan ve daha sonra vicdan azabına dayanamayarak hayatına son veren parlak alim, ünlü akademisyen Valeri Legassov başkanlığındaki bir Sovyet heyeti Viyana’daki Dünya Atom Enerjisi Ajansına detaylı bir rapor sundu ve bu rapor uluslararası kurumların tam onayını almıştı.
İkinci ders, tekniğin mutlak emniyetine olan inancım sarsıldı. Otuz sene boyunca, bizlere, bilim adamı A. Alexandrov’un ifadesi olan, “barışcıl atomun sıradan bir semaverden daha tehlikeli olmadığı” telkin edilmiş ve hatta Kızıl Meydan’a bile bir nükleer santral kurmanın hiçbir sakıncasının olmadığı söylenmişti.
Bizlerin gözünde fizikçiler neredeyse tanrılaştırılmışlardı ve bilimin yardımıyla buldukları “temiz” ve ucuz elektrik enerjisiyle insanlığın yüzyıllık hayalini gerçekleştiriyorlardı.
Oysa, teşbihle söylenen işte bu “insan üstü varlıkların” (!) insanî zaaflarla dolu, nakıs, eksik varlıklar olduğu meydana çıkıyordu. Değerlendirmelerim, insan sağlığı ve hayatını etkileyecek bu tür teknik projelerin sivil toplum tarafından devamlı kontrol alfanda tutulması gerekliliğini gösterdi.
Üçüncü olarak, zamanında verdiğim rapor tamamen değiştirildi. Sezyum-137 elementinin çevreyi etkileme süreci otuz yıl sürer. Bu da demek oluyor ki, insan sağlığı için en tehlikeli radyoaktif izotop Çernobil’den yayılmaya devam ediyor ve devam da edecek.
Yani, bu madde radyoaktif bulaşmış bütün bölgelerdeki gıda maddelerini devamlı zehirleyecek ve buralarda yaşayan halkın sağlığını kemirecek. Böyle bir mirası hangi hakla torunlarımıza bırakacağız? Çağımızın ihmallerinden kaynaklanan bu zararın bedelini onlara kim ödeyecek?
Sonuç olarak, Çernobil korkunç patlamasıyla hepimizin tek insanlık olduğumuzu ve tek bir yerkürede yaşadığımızı gösterdi ve Şahsen benim de uluslararası yeni ilişkiler kurma arzumu artırdı.
Hakikaten, radyoaktif bulut birkaç gün içinde bütün dünyanın üzerinde uçmağa başlamış ve felaket yerini on binlerce kilometre ötelerinde radyoaktif bulgular meydana çıkmıştı.
Bu yeni devletlerarası ilişkiler anlayışını uzun yıllardan beri tasarlıyordum. 1962’deki Küba krizi iki süper güç arasındaki rekabet ve düşmanlığın ancak nükleer bir çatışmayla sona ereceğini göstermişti.
Yine de her şeye rağmen; yani, 70’li yılların yumuşama politikasına, Helsinki sürecine rağmen. Doğu ve Batı diye de anılan iki blok arasındaki güvensizlik öylesine büyüktü ki, silâhlanma yarışı tüm hızıyla devam ediyordu. “Nükleer kulüp” genişlemeğe devam ederken, cephanelikler faka basa doldurulmaya çalışılıyordu…”
Devam edecek…
Kaynakça; “Yerküre Manifestom” Mihail Gorbaçov
Resim:www.radikal.com.tr

Kurtuluşu ‘Aydınlanmış Batı’da arayanlara Gorbaçov’dan güzel felaket haberleri! (Son)

Dağılan Sovyetler Birliği’nin son devlet Başkanı Gorbaçov’un, dünyada yaşanan sorunlar ve çözümleri ile ilgili düşünceleri, öğrendiklerimiz bizde kalmasın anlayışı ile paylaşılmaktadır.
İlk iki bölüm özetle;
-“Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa, dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum….Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki  800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısı olan 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksundurumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi…
-“Küreselleşme, vaktiyle kapalı “medeniyet alanlarına” da nüfuz ederek, bazı toplumların gelenek ve temel taşlarını da yerinden oynatmaya, toplumları bozmaya ve hatta imhaya kadar götürebilmektedir…
-“Çernobil faciası, benim için olduğu gibi. Dilerim bütün insanlık için de, çok ciddi bir ders oldu… Uzmanların kanaatine göre, santralde çalışanlarınpatlamaya yol açacak yedi hatayı aynı anda yapmaları, daha sonra reaktörün göbeğinde yangın çıkması, tesisin çatısını havalara uçurması ve önemli miktarda radyoaktif maddenin bir buçuk kilometre yüksekliğe çıkması milyonda bir ihtimaldi.
-Topraklarının %70’i radyoaktif yayılmadan etkilenen Beyaz Rusya bu durumdan en çok zarar gören ülke oldu. Bugün, ülke nüfusunun beşte biri kabul edilen 2 milyon Beyaz Rus radyoaktif madde bulaşmış topraklar üzerinde yaşamaktadır…”
Kalınan yerden devamla…
“Devlet başkanı görevine gelmemden birkaç yıl sonra, dünyanın siyasal iklimi tamamen değişmişti. İşte, olaylar bakımından hayli zengin bu yıllara damgasını vuran anahtar anlar :
-1987’de Amerika ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan ilk antlaşma ile kısa ve orta menzilli nükleer başlıklı füzelerin sayısının azaltılması çok anlamlıydı ve akabinde ‘START-1 ve START-2’ anlaşmalarının onaylanmasına yol açtı. Aynı zamanda kimyasal silah stoklarının tamamen imhası antlaşmasına öncülük etti.
- Doğu Avrupa’da konuşlanmış Sovyet birlikleri geri çekildi, Varşova Pakta kaldırıldı. 1989-90 yılları süresince Doğu bloğu ülkelerinde çok partili sisteme ve demokratik hükümet modeline geçildi. Aynı yıllarda Berlin Duvarı yıkıldı ve iki Almanya birleşti.
Hükümet ettiğim yıllarda gerçekleştirdiğim belli başlı değişimler şunlar oldu:
-O ana kadar Komünist Parti’nin elinde olan iktidar tekeline son verildi ve çok partili sistemin tesisi, hür seçimler, milliyetçi hareketleri bastırmak amacıyla kuvvete başvurma gibi federe cumhuriyetlerle münasebetlerdeki merkeziyetçiliğin terk edilmesi, basın hürriyeti, ibâdet hürriyeti, serbest Pazar ekonomisine kademeli olarak geçişi öngören ekonomik reformlar, silâhlı kuvvetlerin asker sayısında tek taraflı indirim, askerî sanayi sektöründe hizmet veren işletmelerin büyük çapta diğer üretim sektörlerine dönüşümleri gerçekleştirildi.
-Her türlü muhalefetin veya karşı fikrin kanunlarla cezalandırıldığı, inanç sahibi birinin, bir müminin mesleğinde ilerleyemediği, en ufak bir kelimenin bile Komünist Parti’nin sansürüne maruz kaldığı ve binlerce çağdaş yazar ve düşünürün eserlerinin kütüphanelerin spetskhran’larında depolandığı totaliter bir toplumdan açık bir topluma geçtik…”

Küresel Bir Kriz
“…Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen Soğuk Savaş döneminin sonunun, nükleer tehdit korkusundan ve ideolojik düşmanlıklar zincirinden kurtulmuş uluslararası topluluğa, silahlanma yarışına son vermeyi, istikrarlı kalkınma yolunda ilerlemeği, fakirliğe ve çevrenin felaketlere sebep olabilecek şekilde tahrip edilmesine karşı mücadelede adi tedbirler almayı, son olarak küreselleşme karakterini insan haklan ve kişisel hürriyetler gibi kavramların geliştirilerek dünya çapında yayilmasını ön planda tutan bir mahiyette değiştirmeyi sağlayacağına inanıyordum…
Avrupalı politika liderlerinin bir kısmıyla, özellikle Fransa Devlet Başkanı François Mitterand ile yürüttüğüm sıkı münasebetlerden dolayı olacak belki de, Avrupa’nın yeni dünya düzeni için önemli bir rol oynayacağını sanıyordum…
Avrupa’nın tarihi birçok bakımdan tektir. İki bin beş yüz yıllık bir süreçte, Avrupa iç harpler, fetihler, istilalar, ilerleme ve gerilemeler yaşadı…
Öte yandan, Avrupa hedef büyüttü ve diğer kıtalara da damgasını vurdu; sık sık dünyanın imajını değiştirmeğe çalıştı. Aldıkları mirası kendi usulleriyle geliştirip devam ettiren onlarca ülke ve toplum kurdular…
Demir perdenin çöküşüyle Avrupa için yerli yerine oturtacağı tek bir fırsatın ve bir ‘Panavrupa” (tek ve büyük Avrupa) temellerinin atılacağı fırsat doğmuştu…”

Siyasî Bîr Kriz
Son yüzyıl, soğuk savaş dönemi sonunun, yeni Rus-Amerikan nükleer silâhsızlanma antlaşmasının haricinde yeryüzünde barışın egemen olacağına dair hiçbir iz, bir işaret ortaya koymadı. Bu antlaşmayı elbette tenzih eder ve selâmlarım.
Tam tersine, Avrupa, Asya ve Afrika’da cereyan eden çok kanlı savaşlara şahit olduk.
-İsrail ve Filistin topraklarında gerginlik ve terör, eski Yugoslavya’da tam üç savaş, Çeçenistan’da iki defa savaş. Endonezya’da etnik çalışma,Keşmir’deki gergin durum, Basra Körfezi’nde kriz, Rwanda’da soykırım,Afganistan’da uluslararası terörizme karşı savaş, şahit olduğumuz en “çarpıcı’ çatışmalar oldu.
Bugünkü dünya düzeninin en tehlikeli temayüllerine ayna tutuyor olması bakımından bu çatışmalardan birini, Yugoslavya krizini analiz edeceğim.
Bu eğilimlerden biri bazı ülkelerin uluslararası topluluğu frenlemek amacıyla “insani mülahazalar” gerekçesine sığınarak dünyayı zorla yönetmeye kalkışması niyetidir.
Kosova’daki durum mucibince Yugoslavya’ya karşı başlatılan askeri müdahalenin temel ilkesi budur. Bir iç savaş sırasında, ne iyiler, ne kötüler, ne azizler, ne şeytanlar, ne doğrular, ne de günahkârlar vardır.
Ruslar, acı tecrübelerle yaşadıkları için bunu iyi bilirler.
İnsanlık dışı şartlarda yaşamak üzere yerleştirilmiş ve dolayısıyla insanlık vasfını kaybetmiş insanlar vardır.
Bizlerin görevi, bu insanları artık sınıra gelmiş savaştan beri tutmak ve bu onarılması zor iç savaşın meydana gelmesini önlemekti.
Fakat, yarım asırdan beri savaş görmemiş Avrupa bunu yapmak yerine topraklarında en yeni silahların cirit atmasına müsaade etti…
…Kosova, belli sayıdaki barış gücü askerinin Varlığına rağmen gerçek bir kurulmuş saatli bomba gibi yerinde durmaktadır. Zira, batının müdahalesinden sonra oradan kaçanlar Arnavut asıllılar değil, tam aksine Sırp ve diğer azınlıkların temsilcileri olmuştur…
…NATO askeri eylemlerinin açıklanması gereken bir yönü daha var: Çevre faktörü.
Irak’ta yıllar öncesinde yapılan “Çöl Fırtınası” operasyonundan sonratanksavar top imalinde kullanılan zayıflatılmış uranyumun etkisi çevrede ve Körfez Savaşı’na iştirak eden İngiliz, Amerikalı ve diğer birliklerde. Hatta sivil Irak halkında ne gibi zararlara yol açtığı meydana çıktı.
Aynı mühimmat Yugoslavya’da da kullanıldı.
Öte yandan, NATO bombardımanında petrol rafinerileri, petrokimya fabrikaları ve ilaç işletmeleri de hedef oldu.
Yugoslavya ve komşu ülkelerde yaşayan halkların maruz kaldıkları bu sağlık zararlarını kim karşılayacak?
Dünyanın büyük bir bölümü Yugoslavya trajedisinden ne gibi dersler çıkardı?…”

Ekonomik Bir Kriz
Soğuk savaş döneminin sonu, iletişim ve bilişimin baş döndürücü hızla ilerleyişi, küreselleşmenin gelişmesinde en itici güç oldu…
Bu yeni imkânlarla kendimizi nasıl geliştireceğiz? Bu da başka bir mesele.
Bilindiği gibi, meşhur bir deyim vardır: Cehenneme götüren pek çok iş de iyi niyetlerle yapılmıştır... Yani, kötü şeyler yapmak için iyi niyetli olmak insanı kurtarmıyor.
Geçen yüzyıl, ABD için emsalsiz bir büyüme, genellikle Batılı ülkelerin çoğu için de bir refah dönemi oldu. Sadece 2000 yılı için Uluslararası Brüt Hasıla %4,7’lik büyümeyle 31.362 milyar dolara ulaşmıştır.
Aynı dönemde, uluslararası ticaret hacmi %12 oranında artarak 2000 yılında 6.253 milyar dolara ulaşmıştır. Her gün, dünyadaki borsaların tamamında 1.300 milyar dolar tutarında sermaye hareketi gerçekleştirilmektedir.
Bununla beraber, bütün olarak ele aldığımızda, geçen yüzyılı insanlık için Kuzey ile Güney ve zenginler ile fakirler arasındaki eşitsizlik ve uçurumun büyüdüğü bir tarih dilimi olarak görürüz. Sadece bazı güçlü ve paralı ülkelerin lehine dünyanın her yerinde “beyinleri” ve sermayeyi “emen” ve her türlü denetimden kaçan bir serbest Pazar ekonomik sistemi vardır ve küreselleşmenin sonucu zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum gerçekten hızla büyümüştür.
Aşağı yukarı bir nesil önce, dünya nüfusunun en müreffeh yaşayan %20’si en fakirlerin %20’sinden tam otuz misli daha zengindi. Bugün için ise bu sayı tam iki katına çıkmıştır.
Somut rakamlar bu ifadelere daha da korkunç rezonanslar kalıyor. En gelişmiş ülkelerde yaşayan bir milyar kişi, şu meşhur “tuzu kuru bir milyar”, dünyadaki tüm zenginliğin %60’ina sahip durumda bulunuyor ve dünyanın en az gelişmiş ülkelerinde yaşayan 3,5 milyar kişi ise dünyadaki zenginliğin sadece %20’sine sahip olabiliyor.
Bugün dünyada 1 milyar 200 milyon kişi günde bir dolar’dan daha az bir gelirle yaşıyor.
Günün birinde patlamayla sonuçlanabilecek bir özellik taşıyan bu durumu anlamak için Marksist olmak da gerekmiyor.
Uluslararası finans çevrelerinin azdırdığı vahşi liberalizm,
Güney Doğu Asya, Arjantin ve Rusya’da olduğu gibi, birçok ekonomik krizin meydana gelmesine sebep oldu.
“insanî yüzlü” kapitalizm geleneğinden ve sağlam temellere dayalı demokratik kurumlardan yoksun bırakılmış bir ülke olmasına rağmen Rusya, liberal anlayışlar hususunda “mükemmel bir öğrenci” örneği sergileyerek dünyaya ders verdi.
-On yıldan daha az bir zaman zarfında Rus halkı tam üç defa yıkıldı ve derisi soyuldu. Doğum oranı sıfırlandı, hayat beklentileri bitti. Sokaklar terkedilmiş çocuk çetelerle doldu.
Bu, iç savaştan beri unutulmuş bir fenomendi. Oysa, Rusya olağanüstü doğal kaynaklarıyla , dev bir sanayi potansiyeli ve halkı yüksek bir eğitim düzeyi ile donanmış olarak dünya pazarına girmişti. Bu küreselleşme sürecine sürüklenmiş birçok ülke, kendini savunmaktan aciz ve yoksullaşmış olarak buldu…”

Sosyal Bir Kriz
Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa, dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısı olan 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi.
Dünya nüfusunun yarısına yakın sayıdaki insanların günde bir veya iki dolarla hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bir zamanda sadece reklamların uyandırdığı ihtiyaçları bile karşılamayı düşünmeden insanoğlu nereye kadar gidebilir?
Bugün Amerika Birleşik Devletleri topraklarında mevcut bilgisayar sayısı bütün dünyadakinden daha çok ise, sadece bir Tokyo şehrindeki telefon hattının bütün Afrika kıtasında mevcut telefon sayısından fazla ise ve okul çağına gelmiş 130 milyon çocuk, ilkokula başlayabilme imkân ve fırsatını bulamıyorsa küreselleşmenin getirdiği hangi şans eşitliğinden bahsedilebilir?
Afrika’daki durum hepsinden daha trajiktir.
Geçen çeyrek yüzyılda bir Afrikalı ailenin tüketim ve yaşam düzeyi ortalama %20 oranında gerilemiştir.
23 milyonunun Afrika’da yaşadığı 36 milyon kişi AİDS virüsüne yakalanmıştır. Bu korkunç hastalığın sebebiyet verdiği yüksek ölüm oranı gerçeğinin yanı sıra çok pahalı olan tedavi ve ilaçtan mahrumiyet göstermektedir ki, Afrika’da ortalama ömür günden güne düşmektedir: Hekimlerin raporlarına göre, bugün için 59 olan ortalama ömür, birkaç yıl sonra 45 yaşa düşecektır. Bostwana’da şimdiden 41 yaşa düşmüştür…”

Çevrebilimsel Bir Kriz
“…Bugün yeryüzünde yaklaşık 12,5 milyon canlı türünün var olduğunu ancak bunun sadece 1,7 milyonunun envanterinin çıkarılabildiği belirtilmektedir.
Bilinen türlerin %12’sinin nesli tükenmekte olması da ayrıca hayra alamet değildir. Her yıl otuz bin bitki ve hayvan türü kaybolup gitmektedir. Bu kaybolan türler, hayvanat bahçelerinde yetişkinlerin olduğu gibi çocukların da merhametine mazhar olan ve insanoğlunun korumak için her türlü çabayı sarf ettiği kaplanlar, filler ve balinalardan ibaret değildirler.
Her şeyden önce bin bir tür böcek, sürüngen, salyangoz ve kuş türlerinin muhafaza edilmeleri gereklidir. Bir hektar çapındaki bir tropikal orman, Atlantik’ten Urallara kadar bütün Avrupa’nın barındırdığı bitki ve canlılardan daha fazla bitki özünü barındırmaktadır. Brezilya, Amazon ormanlarını imha etmeye, Endonezya ise Borneo ve Sumatra ormanlarını kesmeye devam ettiği sürece yeryüzünün biyolojik çeşitliginin yarısı yüzyılın sonundan önce kaybolmuş olacaktır…”

Ne Yapmalı?
Birlikte, “Barış için Diyaloglar” kitabını yazdığımız Japon dostum Daisaku Ikeda, bana aşağıdaki şark meselini anlattı;
Bir gölcükteki nilüferler her gün iki misli büyüse, ve işgal ettikleri alan da gün sonunda iki misli artsa, su yüzeyini tamamen kaplamaları için tam otuz gün gereklidir.
Sonuçta, yirmi dokuzuncu gün gölün sadece yarısı kaplanmıştır. O gün suyu gözleyenler, yüzeyin yarısının boş olduğunu ve dolaysıyla hiçbir tehlikenin söz konusu olmadığını düşünürler.
Gerçekte ise, gölcüğün tamamen istilasına sadece bir gün kalmıştır!”
Biz deneyimli siyasetçinin pişmanlıklarla dolu gürüşlerinin aktarılmasında aracı olduk…
Okuyanlar umarız kendilerine göre bir ders, sonuç çıkaracaklardır.
Resim;www.radikal.com.tr
Kaynakça; “Yerküre Manifestom”, Mihail Gorbaçov

Hiç yorum yok: