11 Şubat 2013 Pazartesi

Her şehre bir Nâzım Hikmet heykeli-Nâzım’ın sebükmağz adamları-Nâzım Hikmet-Vera-Ahmet Hakan-Özdemir İnce vs. vs...Vera: “Nâzım Hikmet’i Ruslar zehirleyerek öldürdüler”-Pir Sultan Abdal-Âşık Veysel-Nâzım Hikmet-Nâzım Hikmet putu-Bahtiyar Vahapzade ve Nâzım Hikmet Donkişotları-Nâzım Hikmet'e niçin saygı duyayım?-Yavuz Bülent Bakiler


Her şehre bir Nâzım Hikmet heykeli

Hükümetimiz, Nâzım Hikmet’in itibarını iade etti. Bundan böyle o da, T.C. vatandaşı sayılacak. Kararnamenin imzaya açılmasıyla birlikte Türkiyeli komünistler, burun deliklerini havaya kaldırarak homurdandılar:
-”Nazım Hikmet, hep itibarlı yaşadı. Onun yeniden itibara ihtiyacı yoktur. Bakanlar kurulunun kararından sonra, Türkiye itibar kazanacaktır!” dediler.
Breh! Breh! Breh! Nâzım Hikmet ve itibar! Kuzey kutbuyla, Güney kutbu gibi birbirine zıt ve uzak iki nesne. Şimdi soruyorum:
*Nâzım Hikmet, Türkiye’yi, komünizm bataklığına çekmek, dolayısıyla vatanımızı, Moskova’nın sömürgelerinden biri haline getirmek istediği için mi itibarlı bir kişidir?

*Rusya’ya kaçtıktan, Moskova hava alanına indikten sonra, basın mensupları karşısında: “Beni Stalin yarattı. Gözlerimin ışığını ona borçluyum!” diye haykırdığı için mi itibara ihtiyacı yoktur?
*Aynı Nâzım Hikmet, Kuruçev devrinde, Kuruçev’in verdiği emirle, bu defa Stalin’i yerden yere vuran, bir şiir yazdığı Stalin’i lanetleyen bir karakter sahibi olduğu için mi muteber bir kişidir?
*Nâzım, kötü ama çok kötü bir koca olduğu için mi omuzlanmaktadır? Dayısının kızı, oğlunun anası olan Münevver Hanım’a Nâzım’ın reva gördüğü zulüm en katı yürekleri bile kanatacak dehşettedir.
*Nâzım Moskova’da iken “Memed Memed!” diye sayıkladığı ama Varşova’ya annesiyle birlikte çıkıp gelen oğlu Memed’in yüzüne dönüp bakmadığı için mi itibarlıdır?
* Şeyh Bedrettin Destanı’nda: “Yârin yanağından gayri her şeyde/Her yerde hep beraber...” dediği halde, bilmem kaçıncı karısı Vera‘yı, her hafta bir defa da (Vera’nın) eski kocasına gönderdiği için mi üstün ahlâklıdır?
* Ruslar, Nâzım’a katiyen inanmadılar, güvenmediler. Nereye gittiyse arkasına iki sivil polis taktılar. Nâzım Hikmet onlardan yakınlarına: “Gölgem” veya “pasaportum!” diye bahsetti. Ama, kısık bir sesle de olsa Ruslara: “Bu adamları, neden peşime takıyorsunuz? Bana neden güvenmiyorsunuz?” diyemedi. Türkiyeli komünistler, onu bu karakteriyle mi alkışlayıp yüceltiyorlar?
*Bu amansız takibe rağmen utanmadan yalan söylüyordu: “Moskova’da bir halk türküsü kadar hür olduğunu, Moskova’da çok mes’ud yaşadığını” haykırıyordu. Nâzım bu karakteriyle mi üstün adamdır?
*Kore savaşlarına katıldığımızda, Mehmetçiklerimize: “Teslim ol Ahmet/Ya def olup gideceksiniz/Ya denize dökecekler sizi/Teslim ol Türk halkı adına!..” diye başlayan herzeler yazdığı için mi yerli komünistlerimiz ona toz kondurmuyorlar?
Türkiyeli komünistlerimizin; “Her şehre bir Nâzım Hikmet heykeli!” diyerek tepinecekleri günler, uzak değildir. Göreceksiniz.

Nâzım’ın sebükmağz adamları

Geçen haftaki yazımda, Nâzım Hikmet’in çok yakın arkadaşlarının, yoldaşlarının hâtıratlarına dayanarak, onun, önce çok kötü bir insan, sonra çok kötü bir vatandaş, sonra kötünün kötüsü bir koca ve baba olduğunu belirtmiştim. Bu yazıma, Türkiyeli komünistler arasında homurdananlar oldu. Adamların öfkelerini gülümseyerek okudum. Biliyorum ki Nâzım Hikmet, bizim Türkiyeli komünistlerimizin en büyük putlarından biridir. Put, çok eski devirlerde, çok iptidaî adamların kendi elleriyle yaptıkları, sonra karşılarına geçerek tapındıkları irili ufaklı heykellerdir. İptidaî insanlar, kendi putlarına, şu veya bu şekilde karşı çıkılmasına kat’iyyen tahammül edemezlerdi.
Bizim Türkiyeli komünistler de, çağımızın en az yüz yıl gerisinde kalan, örümcek kafalı zavallı mahlûklardır. Onların kursaklarındaki heves, gençlerimize Nâzım Hikmet’i sevdirerek Türkiye’de, komünizm için bir vasat hazırlamaktır. Komünizm bize işçi hareketleriyle gelmedi, gelmiyor. Şiirle, hikâyeyle, romanla, tiyatroyla, sinemayla içimize sokulmak isteniyor. Türkiyeli komünistlerin esas maksatları Nâzım’ın şiiri değildir. Kızıl şairi, çok sevdirerek, arkasından onun büyük bir Marksist olduğunu belirterek, kalpleri komünizme ısındırmak gayretindedirler. İtibarı sıfır noktasında olan Nâzım’a bizimkilerin toz kondurmamaları, komünizm sevdalarındandır.
Hesapları bu olduğu için utanmadan, arlanmadan diyorlar ki:
“Bakanlar kurulu, Nâzım Hikmet’i yeniden Türk vatandaşlığına almakla Türkiye’ye itibar kazandırmıştır. Nâzım, esasında çok itibarlı bir kişidir. Onun itibara ihtiyacı yoktur. Türkiye’nin her köyüne bir Nâzım Hikmet anıtı yapılmalıdır!”
Bu iddialar, hasta ruhlu insanlara bile yakışmayacak safsatalardır. Atatürk, 1929 yılında, Eskişehir’de, komünistlerden bahsederken “Sebükmağz adamlar!” diyordu. Sebükmağz: Akılsız, aptal, geri zekâlı karşılığında bir kelime. Nâzım Hikmet’in çok yakın yoldaşlarından Zekeriya Sertel‘in Milliyet gazetesi yayınları arasında bir kitabı çıktı. İsmi: NÂZIM HİKMET’İN SON YILLARI. Kitabın 235. sayfasında Zekeriya Sertel diyor ki:
“Nâzım, her vesileyle tekrar ederdi:
-Ben, hayatımın en büyük hatasını, Moskova’ya gelmekle işledim. Ben buraya gelmeyecektim. Ne büyük eşeklik etmişiz. Niye geldik buralara?” derdi.
Şimdi ben de Nâzım’ın bu cümlelerini dikkate alarak desem ki:
-Bir büyük eşeklik yaparak Moskova’ya kaçan, orada evinin içinde bile, çok büyük bir polis takibi altında yaşayan, ama bu amansız takibe gık bile diyemeyen, korkusundan pısırıklaşan Nâzım Hikmet, hürriyetiyle birlikte itibarını da kaybetmişti!
Biliyorum, böyle desem, birtakım Sebükmağz adamlar, beni Amerikancı olmakla suçlayacaklardır.

Nâzım Hikmet-Vera-Ahmet Hakan-Özdemir İnce vs. vs...

Nâzım Hikmet üzerine yazdığım yazılara, teşekkür mektupları ve telefonları yağmur gibi yağmaya başladı. Bunların içinde dört de Nazımperest var. İkisi Hürriyet yazarı: Ahmet Hakan ve Özdemir İnce. Okuyucular soruyorlar: “Nâzım Hikmet’in, son karısı Vera’yı, Vera’nın eski kocasıyla birlikte paylaştıklarını nereden biliyorsun? Açıkla!” diyorlar.
Bu dehşetli konuyu, Nâzım Hikmet’in can-ciğer arkadaşlarından, eski yoldaşlarından, meşhur komünistlerimizden Zekeriya Sertel açıkladı. Sertel’in 1987 yılında, MİLLİYET yayınları arasında çıkan çok önemli bir kitabı var. İsmi: Nâzım Hikmet’in Son Yılları. Sertel yoldaş, kitabının 249-250-251. sayfalarında şöyle yazıyor: “...Oysa, tutulduğu Rus kadını (Vera) evliydi ve bir çocuğu vardı. Rus kadını, 28 yaşlarında, genç ve güzelce bir kadındı. Kalın ve şehvetli dudakları vardı. O zaman Nâzım 58 yaşındaydı. Nâzım, ihtiyar ve hasta bir adamdı. Bu evlilik hayatı, nasıl olsa çok sürmeyecek ve kadın (Nâzım’dan) zengin bir mirasa konacaktı. Onun için Nâzım’a iki şart koşmuştu: Mutlaka resmi nikâh yapmak, hafta sonlarında (eski kocasının ) evine gidip, bir-iki gün çocuğuyla kalmak. Hatta Vera, Nâzım’la ilişkisini, kocasına da bildirmiş, ondan izin istemişti. Kocası, Nâzım’a kadar gelerek, karısının ileri sürdüğü bu iki şart üzerinde, ısrar etmişti. “Resmen nikâh yapmaz, karımın çocuğunu görmek için, haftada bir, eve gelmesine izin vermezseniz, ben de onu boşamam” demişti. Yani karı-koca, bu işi beraber kararlaştırmışlardı. Oyun açıktı, ama Nâzım, bunu görecek halde değildi. Vera’yla evlenebilmek için, bütün şartları kabule hazırdı. Nikâh da yapacaktı. Kadının çocuğunu görmesine de izin verecekti.”
Nâzım Hikmet, Vera’nın şartlarını kabul ederek, onunla resmen evlendi. Bu evliliğin sonunu, yoldaş Zekeriya Sertel, kitabının 259 ve 260. sayfalarında şöyle açıklıyor: “...Vera, bu kadarıyla da kalmadı. Hafta içinde de, canı istediği zaman, kapıyı çekip gidiyor, bir-iki gün görünmüyordu. Bunun için Nâzım’dan izin almak şöyle dursun, ona haber vermeye bile gerek duymuyordu. Nereye gidiyordu? Geceleri nerede geçiriyordu. Nâzım bilmiyordu. Bir gün, evliliğin nasıl gittiğini sorduğumda bana şu cevabı vermişti:
-Bilmediğin kadar mutluyum ben, dedi. Görmüyor musun be! Gençleştim be! Yahu Zikri (Zekeriya) şu yeni Sovyet kuşağı yok mu, alabildiğine serbest. Örneğin bizim Vera, istediği zaman, bana sormadan çıkar, gider. Günlerce gelmez. Nereye gider, niçin gider, nerede kalır, bana söylemeye bile lüzum görmez!”
“Bir zaman sonra, karı-koca, önce yataklarını, sonra odalarını ayırdılar!”
Ben, Nâzım Hikmet’in Ortam Yayınları arasında 6 cilt hâlinde çıkan ve 1152 sayfa tutan şiirlerini de yeni baştan okudum. Nâzım’ın Türkçesi, benim Türkçemdir. Fakat Nâzım Hikmet vatandaş olarak da, koca ve baba olarak da kötünün kötüsü bir adamdır. Bu adam mı Türkiye’ye itibar kazandıracaktır?
Türkçe’mizde, karısını bilerek ve isteyerek başka bir erkekle paylaşana ne denildiğini Ahmet Hakan’a ve Özdemir İnce’ye kim anlatabilirse anlatsın artık. Yoksa?..

Vera: “Nâzım Hikmet’i Ruslar zehirleyerek öldürdüler”

2001 yılında, Aydınlar Ocağından bir heyet halinde Üsküp’e gittik. Orada, Üsküp Tiyatroları eski genel müdürlerinden İlhami Emin bize müthiş bir haber verdi. Prof. Dr. Mustafa Erkal’ın, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın, Doç. Emin Işık’ın, Beşir Ayvazoğlu’nun Dr. Nefi Demirci’nin ve Em. Alb. Şadi Polat’ın, yanında, Moskova’da yaşadığı bir olayı bize şöyle anlattı: “Nâzım Hikmet’in ölümünden bir süre sonra, Üsküp’ten birkaç arkadaşla Moskova’ya gittik. Baş sağlığı dilemek için Vera’nın evine de uğradık. Bir ara Vera, yanımızdan kalkıp dışarı çıktı. Sonra elinde bir defterle tekrar aramıza döndü. Bize dedi ki: “Nâzım, eceliyle ölmedi. Onu bizimkiler zehirlediler. Bu bir zan değil gerçektir. Öldüğü günün akşamı Nâzım’ı bir yemeğe davet ettiler. Böyle toplantılara birlikte giderdik. Nitekim Nâzım bana: ‘Kalk hazırlan’ dedi, fakat gelen adamlar, benim gitmemi istemediler. Sadece Nâzım’ı götüreceklerini söylediler, sonra birlikte çıkıp gittiler. Döndüğünde ben uyuyordum. Nâzım’ın öğürtüsüne uyandım. Banyo lavabosuna kusuyordu. ‘Çok fenayım! Midem ağzımdan çıkacak!’ diyordu. Onu yatağına yatırdım. Biraz sonra, şiddetli öğürtülerle tekrar kusmaya başladı. Midesi isyan halindeydi. Bir ara ben dalmışım. Sabahleyin uyandığımda, onu banyoda gördüm, ölmüştü. Halbuki hiçbir rahatsızlığı yoktu. Nâzım’ı zehirlediklerine samimiyetle inanıyorum. Otopsi yapmadılar. Ben bildiklerimi olduğu gibi bu deftere yazdım. Moskova’nın onu niçin öldürmek istediğini uzun uzun açıkladım. Alın bu defteri götürün!”
İlhami Emin devamla dedi ki: “Ben Vera’nın o defterini almak istedim. Fakat bizim eski bakanımız Fahri Kaya şiddetle itiraz etti ‘Sakın alma’ dedi. Gümrükte Rus Polisi bu defteri üzerimizde yakalarsa başımıza binbir türlü belâ gelir. Ben de korktum ve almadım. Sonradan öğrendiğime göre, Vera o defteri Türkiye’den gelen başkalarına vermiş. Onlar da Vera’nın yazdıkları Rusya‘ya, Sosyalizme ve Nâzım’a zarar verebilir düşüncesiyle defteri alıp yok etmişler. Yani yakmışlar!”
İlhami Emin de, anlattıklarını dinleyenler de hep hayattadırlar. Bizim Türkiyeli komünistlerimiz sövüp saymadan önce bu konuyu araştırmalıdırlar!
İddia ediyorum: Nâzım Hikmet’in Rusya’da beş paralık bir itibarı yoktu.
Moskova onu, âdeta bir paspas gibi kullandı ve öldürdü.
Nâzım’ın komünist arkadaşlarından Zekeriya Sertel, NAZIM HİKMET’İN SON YILLARI isimli eserinin 141-142. sayfalarında diyor ki:
-(Nazım) Bak şu partinin başında bulunan arkadaşlara derdi. Hiçbirinin ciğeri beş para etmez, kafaları işlemez. Ama boyun eğmesini becerdikleri için, partide şerefli mevkilere geçerler. Bana bunu çok görürler” Zekeriya Sertel diyor ki: “Nazım’ı parti eylemlerinin dışında tutuyorlardı. Onu toplantılara çağırmıyor, hiçbir meselede oyunu almıyor, ona aralarında yer vermiyorlardı.”
Nazım, Moskova’nın bu tavrına “gık” bile diyemeden öldü. Bu mu çok itibarlı kişi? Bu adam mı Türkiye’ye itibar kazandıracak?

Pir Sultan Abdal-Âşık Veysel-Nâzım Hikmet

Sivas, bine yakın şairiyle, çok bereketli mübarek bir şehir. Sivas’ın meşhur şairleri arasında öne çıkan iki isim var: Pir Sultan Abdal ve Âşık Veysel. İkisini de çok büyük bir dikkatle okudum. Veysel üzerine yazdığım kitap yirmi bin kişinin eline ulaştı.
Pir Sultan da, Âşık Veysel de, şair olarak çok iyi saz ve söz ustalarımızdandırlar. İkisi de Âlevi dünyamızda doğup büyümüşlerdir. Ama Alevilik anlayışlarıyla, meselelerimize bakış tarzlarıyla birbirlerine katiyyen benzemezler. Pir Sultan Abdal, 1.400 yıl öncesinin çok cesur, çok kavgacı, çok uzlaşmaz bir şairi! 297 şiirinden 275’i, Hz. Ali ve Kerbela Faciası dolayısıyle çığlıklar koparan, dövünen, baş kaldıran, isyan eden, kılıç çeken, Anadolu Sünnîlerine lanetler yağdıran ve onları kılıçtan geçirip yok etmek isteyen şiirlerdir. Onları okudukça, kendinizi bir mezbaha içinde hissedersiniz:
“Kalkın dostlar bir olalım/Münkire kılıç çalalım
Hüseyn’in kanın alalım/Tevekkeltü tealallah”
Pir Sultan’ın münkir dediği veya Yezid diyerek lanetlediği Sünni Türklerdir:
“Sur çalınsın, halk çekilsin/Yezid meydana yıkılsın
Senin aşkına dökülsün/Kanım ya Murtaza Ali”
Peki büyük Türk ırkının Sünni bölümünün, hem Hz. Ali’nin, hem de Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinde, yüzde değil, binde, milyonda, milyarda değil acaba trilyonda bir olsun vebali, günahı var mıdır? Katiyyen, katiyyen, katiyyen yoktur. Çünkü Hz. Ali 660 yılında Hz. Hüseyin 680 yılında şehid edildi. Biz Türk milleti olarak 950 yılında Müslüman olduk. Aradan geçen asırlara lütfen dikkat edin. Şimdi bir soru daha: Türkler Müslüman olduktan sonra, Hz. Ali’nin ve Hz. Hüseyin’in şehid edilmelerine sevindiler mi? İbn-i Mülcem’i ve Yezid’i alkışladılar mı? Katiyyen! Hz. Ali’yi, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i aşk derecesinde sevdiler ve onların isimlerini câmi kubbelerinin kuşaklarına yazdılar. İsimlerini, milyonlarca doğan çocuklarına verdiler... Bütün bunlara rağmen, Aleviler, Sünnilere yezid diyerek öfkeleniyorlar. Bu düşmanlıkta, Pir Sultan Abdal’ın ve onun gibilerin kin yüklü, isyan yüklü şiirlerinin, türkülerinin çok büyük tesiri vardır.
Alevi asıllı Âşık Veysel ise, Cumhuriyet şairidir. 125 şiiri var. Ama bir tekinde olsun Ali, Hasan, Hüseyin, Kerbela, Yezid, İbn-i Mülcem dememiştir. “Çekin kılıçlarınızı düşün ortalığa ey Aleviler. Öldürün şu Sünni Türkleri” diye haykırmamıştır.
Veysel, bizim sedef çerçeveli bir güzel boy aynamızdır. Bizim asaletimizdir. Gururumuzdur, huzurumuzdur. Şu mısralar ona ait:
“Yezid nedir, ne Kızılbaş/Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş/Söndürmektir tek çaresi”
Pir Sultan Abdal, Alevi inancının dışına çıkan bir şair. Çünkü Aleviler soy bakımından Türk, din bakımından Müslümandırlar. Pir Sultan ise diyor ki:
“Gâfil, kaldır şu gönlünden gümanı/Bu mülkün sahibi Ali değil mi?
Yaratmıştır onsekizbin âlemi/Rızıkların veren Ali değil mi?”
Gümân şüphe demektir. Ne Pir Sultan gibi, Hz. Ali’yi Allah olarak gören bir kişi bir Sünni Türk’ü sevebilir, ne de bir Sünni Türk, bu düşünceler içinde olanlara yakınlık duyabilir. Şiir deyip geçmeyin. Şair deyip omuz silkmeyin!
Yarın da “Nâzım Hikmet Putu”nu yazacağım.

Nâzım Hikmet putu

Nâzım Hikmet üzerine birkaç yazı yazdım. Türkiyeli komünistler ve Nâzımperestler, âdeta kudurdular. Çünkü putlarına dokundum. İlkel insanlar, putlarına dokunulmasına katiyyen tahammül edemezler. Köpüren ağızlarla sövmeye başlarlar.
Kütüphanemde üçyüzseksenbeş şiir kitabı var. Nâzım’ın bütün şiir kitapları onların arasında. Ayrıca onun: Kan Konuşmaz ve Yaşamak Güzel Şeydir Kardeşim romanlarını da gözden geçirdim. 1980 yılından itibaren, yeni Türk Cumhuriyetlerine on defa gidip geldim. O cumhuriyetleri anlatan yüzbir TV programı hazırladım ve sundum. Oralarda, soyumuzun şairleriyle, yazarlarıyla, fikir ve sanat adamlarıyla Nazım Hikmeti de konuştum.
Azerbaycan’da bana dediler ki:
“Nazım, yedi yaşında öldürülen bir Japon kızına şiir yazdı. Onun ağzıyla dünyaya seslendi. İyi mi etti? Elbette iyi etti. Ama buraya geldiği zaman, biz ona anlattık ki, Lenin ve Stalin de 140 bin Azerbaycan Türkü’nün öldürülmesine göz yumdular, emir verdiler, üzerimize Ermenileri ve Rus ordularını saldılar. Bizim nice şairlerimiz, yazarlarımız, âlimlerimiz Stalin’in zulmüne uğradı. Bunları bir bir Nazım’a anlattık. Ama o bizim büyük felaketimiz için değil bir şiir, bir mısra bile yazamadı. Niçin? çünkü Japon kızını Amerikalılar, bizim 140 bin canımızı da Ruslar öldürdüler. Nazım Hikmet Rus’un kanlı zulmüne çıt çıkaramadı.
Moskova bir gecede bir milyon Ahıska Türküyle Kırım Türkünü yerlerinden yurtlarından etti. 500 bin Özbek kardeşimizi katletti. Nazım bu cinayetler karşısında ağzını açamadı. Çünkü çok korkaktı. O Türkiye’de 12 yıl hapis yattı. Burada da 13 yıl göz hapsinde yaşadı. Sonunda: “Ben eşeklik etmişim” dedi ama iş işten geçtikten sonra...
Nazım milletimizin, dilimizin dinimizin, vatanımızın en kanlı düşmanı Stalin’e secde etti. Stalin de onu adam yerine koymadı. Nazım’ı, evinin içinde bile göz hapsinde tuttu. Bize karşı kullandı.”
Nâzım Hikmet üzerinde büyük oyunlar oynanıyor. Oyuncuların maksatları şiir değildir, edebiyat değildir. Maksatları, Nâzım Hikmet vesilesiyle, gençlerimizi Komünizm çıkmazına çekmektir. Türkiye’yi yeni baştan 1980 öncesine sürüklemektir. Yeniden beşbin gencimizin kanına girmektir.
Çeşitli zaaflarına rağmen, Nâzım Hikmet 24 ayar bir komünistti de. Eğer o, Komünizmin 1990 yılındaki gümbür gümbür yıkılışını görseydi ya bir kalp krizinden ölüp giderdi veya derhal intihar ederdi. Öylesine mükemmel bir komünistti. Şu mısraları, onun Piyer Loti şiirinden alıyorum:
“Bıktık be bıktık/İçinizden biri/Can verebilecekse bile/Açlıktan ölen öküzümüze/Burjuvaysa eğer/Gözükmesin gözümüze.”
Basitliği, bayağılığı, iptidâiliği görüyor musunuz?
Peki Nâzım Hikmet, fakir bir aileden mi geliyor? Bin kere hayır! O bir paşa torunu. Dedesi Nâzım Paşa, Boğaziçi burjuvazisinden. Babası Hikmet Bey, Süreyya Sineması Müdürü. Annesi Celile Hanım, yıllarca Paris’te yaşayan bir sosyete güzeli. Dahası var: Nâzım’ın Polonya’da yaşayan, bugün de Borjenskilerolarak bilinen akrabaları, Polonya burjuvazisinin kalburüstü kişileri. Ama Nâzım Hikmet, burjuvazi düşmanı, fakir fukara edebiyatçısı ha?
Nâzım Hikmet zihniyetiyle yaşayanlar, millî birliğimizin ve bütünlüğümüzün amansız düşmanlarıdırlar.

Bahtiyar Vahapzade ve Nâzım Hikmet Donkişotları

Bahtiyar Vahapzade’nin vefatı üzerinden 21 gün geçmesine rağmen, basınımızdaki aldırmazlık devam ediyor. Hatta, vefatı bile doğru-dürüst duyurulmadı. Neden? 
Bahtiyar Vahapzade, sadece Azerbaycan Türklüğünün değil, bütün dünya Türklüğünün önemli şairlerinden biriydi. Sadece şair değil, aynı zamanda bir araştırmacı yazardı da, bir ilim adamıydı da, bir siyasetçiydi de. 
H. de Balzac diyor ki: “Millet, edebiyatı olan topluluktur!” Bahtiyar Vahapzade, şiir, nesir ve tiyatro dallarında, Türk edebiyatına, 50’den fazla eser kazandıran bir edip. 1925 yılında, Azerbaycan’ın bir yeşil cenneti olan Şeki şehrinde doğdu. Fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası ve amcaları, Şeki ormanlarından kesip sattıkları odunların parasıyla geçiniyorlardı. Yani Bahtiyar Vahapzade, zenginlik ve asalet denilince öfkelenen, küplere binen bizim Türkiyeli komünistlerin aradıkları adamdı. Beri yanda; 
Nâzım Hikmet bir paşa torunuydu. Babası Hikmet Bey, Süreyya Sinemasını işletiyordu. Annesi Celile Hanım sosyetemizin çok güzel ünlülerinden biriydi. Nâzım Hikmet, Peyami Safa’nın ifadesiyle; Akşam yemeğinde kanlı pirzolalar yediği halde, sabahleyin sokağa ütüsüz bir pantolonla, bir yün ceketle çıkıyor, kafasına bir işçi kasketi geçiriyordu. Tam bir bolşevik mankeni gibi davranıyordu. 
“24 saatta, 24 saat Lenin / 24 saat Marks / 24 saat Engels 
Yüz dirhem kara ekmek / 20 ton kitap...” 
diyerek ağzını açtığı için, Türkiyeli komünistler tarafından baş tâcı ediliyor. Peki bizim mahutlar, Bahtiyar Vahapzade’ye karşı neden sımsıkı kapalılar? Neden onun hakkında iki satır olsun yazmıyorlar? Neden Vahapzade’ye karşı kör ve sağırdırlar? Çünkü: Bahtiyar Vahapzade, komünist değildir de ondan. İddia ediyorum: Nâzım Hikmet iyi bir şair olduğu için değil, mükemmel üstü mükemmel bir komünist olduğu için, Marks’tan, Engels’ten, Lenin’den, Stalin’den... kırk misli kuvvetle komünizme sevdalandığı, bağlanıp kaldığı için bizimkilerin göz bebekleridir. Peki komünizm, uygulandığı hangi ülkeye huzur ve bereket getirdi? Moskova, 73 yılda, milyonlarca insanı öldürdüğü ve milyonlarca insanı vatanından ettiği halde, komünizmi neden yaşatamadı? Komünizmin gümbür gümbür yıkılıp gitmesine neden seyirci kaldı? 
Bizim Türkiyeli komünistlerin çapları, bu sorulara cevap verecek ölçüde değildir. Onların en büyük özellikleri, inkâr ve küfürdür. Küfür, küfür, küfür..! Nâzım Hikmet üzerine yazdığım yazılara, bir tek, ama bir tek komünistten, küfürsüz bir cevap alamadım. Ağızları lağım çukuru, kalemleri rezil ötesi rezil bir şey.


Beşiktaş Belediyesi mi Atatürkçü bir belediye?

CHP’li bazı belediyeler, Nâzım Hikmet için bayrak açıyorlar. “Nâzım Hikmet Günleri” düzenliyorlar. Şuraya-buraya Nâzım Hikmet heykelleri dikiyorlar. İşte o CHP’liler topluluğuna Beşiktaş Belediyesi de nefes nefese yetişerek katıldı. Beşiktaş Belediyesi de “Ustaya Saygı” diye çırpınıp duruyor. Maksatları, katiyyen şiir değil, sanat değildir. Maksatları Nâzım Hikmet örtüsü altında, halkımızı Komünizme ısındırmaktır. Çünkü Nâzım, dünyanın en kabadayı komünistlerinden biriydi. O kadar ki, eğer o, komünist sistemin kendiliğinden gümbür, gümbür yıkılıp gittiğini görseydi, ya kalp krizinden ölür giderdi ya da kafasına bir kurşun sıkarak intihar ederdi. 
Komünizm sevdası, bize işçi sınıfımızın ayaklanmasıyla veya işçi sendikalarımızın gayretiyle gelmedi. Bizde komünizm, sanat faaliyetleriyle yeşermeye çalıştı. Komünist düşünce, şiirle, hikâyeyle, romanla, tiyatroyla, resimle kolkola girerek aramıza sokuluyor. Ve bizim komünistlerimiz, ağızlarını Atatürk diye açtılar, açıyorlar. Bir insan, hem komünist, hem de Atatürkçü olabilir mi? Olamaz! olamaz! olamaz. Eğer bu mümkün olsaydı, Atatürk de komünist bir kafayla önümüze düşerdi. Atatürk değil komünist olmak, komünizme yakınlık bile duymadı. Komünistlerimizden “SEBÜKMAĞZ adamlar” diye bahsetti. “SEBÜKMAĞZ”; farsça bir kelime Aptal, ahmak, gerikafalı demektir. Bizim Türkiyeli komünistlerimiz gerçekten de, çağımızın yüz yıl gerisinde kalan aptal, avanak kafalardır, Atatürk, bizim komünistlerimiz için sadece “SEBÜKMAĞZ” demedi “Şurası unutulmamalıdır ki, Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir!” diyerek de dikkatimizi çekti. Çetin Altan yıllarca önce öflkelenmişti: “Atatürk deli midir ki böyle bir cümle kullansın?” diye yazmıştı. Bu gün kimin akıllı, kimin deli olduğu ayan-beyan ortada. Ama bizim Türkiyeli komünistlerimiz hâlâ o rejimin rüyasıyla yatıp kalkıyorlar. Rusya, milyonlarca insanı öldürmesine, ceza evlerine tıkılmasına veya ülkelerini bırakıp başka diyarlara kaçmalarına sebeb olduğu halde, Marksist rejimi ancak yetmiş yıl ayakta tutabildi. Moskova, o yetmiş yıllık vahşet devrimin acılarını şimdi silmeye çalışıyor. Bizim geri kafalı komünistlerimiz ise, o kanlı o geri, anlayışın arkasında çırpınıp duruyorlar. CHP Kadıköy Belediyesi, CKM (Caddebostan Kültür Merkezi) önüne Nâzım Hikmet’in bir heykelini diktirmiş. O heykel kaidesi altında, Nâzım Hikmet’in iki mısrası var: “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlıklara?” 
Pekâlâ! Aydınlıklara nasıl çıkarız? Nâzım Hikmet kafasına göre komünist olmakla çıkabiliriz. Sovyet Rusya, yetmiş yıllık uygulamasına rağmen aydınlıklara çıkabilmiş mi? Bu soruyu, kendilerini Türkiye’de ve başka ülkelerde satarak karınlarını doyurmaya çalışan o güzelim Rus kadınlarına sormak lazım. Bugün Rusya’da fert başına düşen milli gelir 13.236 $’dır. ABD’de ise 48.147 $, Almanya’da 44.558 $ Japonya’da 45.774 $, İngiltere’de 39.600 $ Güney Kore’de: 23.749 $ Komünist Kuzey Kore’de ise: bir kaç bin $ civarındadır. 
Allah Beşiktaş Belediyesi idarecilerine akıl fikir versin. Beşiktaş Belediyesi çıksın girdiği çıkmaz sokaklardan da “ustaya saygı” ayaklarından sıyrılsın da, milletimize, vatanımıza, bayrağımıza...saygılı olmaya çalışsın

Nâzım Hikmet'e niçin saygı duyayım? -ll-

Şimdi bir de "Nâzım Hikmet'e saygı" toplantıları yapılıyor. Ben Nâzım Hikmet'e hiçbir saygı duymuyorum. Hemen belirteyim ki, Onun bütün şiirlerini hem de birkaç defa dikkatle okudum. KAN KONUŞMAZ ve YAŞAMAK GÜZEL ŞEY KARDEŞİM isimli romanlarını Bulgaristan'dan getirttim. Sonra Nâzım'la ilgili kitapları da gözden geçirdim, Sonunda gördüm ki içimde, Nâzım Hikmet'e karşı zerre kadar bir sevgi ve saygı yok çünkü; evvela Nâzım Hikmet çok kötü bir insan, sonra çok kötü bir vatandaş, sonra çok kötü bir koca ve sonra çok kötü bir babadır da ondan. Aşağıda belirteceğim hususlar, size çok tabii gelebilir, ama dikkatinize sunacağım davranışlar benim insanlık anlayışıma, devlet saygıma evlat ve eş anlayışıma katiyyen uymayan hareketlerdir. 
Nâzım Hikmet niçin çok kötü bir insandır? 
Nâzım, 1937 yılında, CHP iktidarı döneminde, açılan iki dâvâ yüzünden toplam 35 yıla mahkûm oldu. 1950 yılına kadar hapiste yattı. O yıllarda, VATAN gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman Nâzım'a kol kanat gerdi. Af edilmesi için yazılar yazdı. Demokrat Parti 1950 yılında iktidar olunca Ahmet Emin Yalman, Nâzım için ayrıca bir imza kampanyası açtı. Fikir sanat, siyaset dünyamızdan 100'e yakın imza topladı. Sonra o imzaları ileri sürerek Başbakan Adnan Menderes'ten Nâzım'ın affını istedi. Böylece 1950 yılında çıkarılan aftan Nazım da istifade etti ama o af dolayısiyle, Yalman da, Menderes de büyük hücumlara uğradılar. Sonra ne oldu? Cezaevinden çıkan Nâzım hem Ahmet Emin, hem de Menderes aleyhinde çok ağır, çok rezil şiirler yazdı. Onları vatan hainliğiyle suçladı. Esasında ne Menderes ne de Ahmet Emin Yalman vatan hainiydi. Zerre kadar vefa duygusuna sahip olan bir insan, en zor günlerinde kendisine kol kanat geren kimseleri en ahlâksız iddialarla yerden yere vurur mu? Vuramaz! Vurmamalı! 
Rusya bizim vatanımızın, tarihimizin, dilimizin, dinimizin en büyük düşmanlarından biridir. Stalin, tam bir insan kasabıdır. Yüz binlerce Kırım ve Ahıska Türkü'nü bir gece içinde, evlerinden alıp uzak diyarlara süren Stalin'dir. Türkistan'dan ve Azerbaycan'dan binlerce soydaşımızı toprağa gömdüren odur. Ama Nâzım Hikmet, Rusya'ya kaçtığı gün, Moskova Havaalanında: "Stalin gözlerimin ışığıdır. Beni Stalin yarattı! Ben Sovyetler Birliğinin çocuğuyum. O kadar mutluyum ki..." diye beyanat verdi. Kore'de çarpışan Mehmetçiklerimize "Teslim ol Ahmet!.." diye seslendiği için ve Bulgaristan'da, Kırcaali Türklerinden bizzat dinledim, onlara; "Türkiye'ye gitmeyin! Karılarınızı, kızlarınızı orada Amerikalı askerlere peşkeş çekecekler" yalanlarını savurduğu için onu sevmiyorum, ona saygı duymuyorum. 
N. Hikmet çok kötü bir baba idi. Oğlu Memed için yazdığı şiirler, benim de yüreğimi kavurmuştu. Fakat Memed anasıyla birlikte kaçıp Varşova'ya gidince Nazım Hikmet katiyyen sahip çıkmadı. Çünkü çok kötü bir baba idi. 
Nazım Hikmet, kötünün kötüsü bir koca idi. Dayısının kızı, Memed'in anası Münevver Hanımı Varşova'da nasıl yüzüstü bıraktığını iyi anlamak için Zekeriya Sertel'in Nâzım Hikmet'in Son Yılları isimli kitabını okumak lâzım. Ona niçin saygı duymalıyız ve onu niçin sevmeliyiz?.. 

Hiç yorum yok: