2 Şubat 2013 Cumartesi

Atilla Akar'ın “DERİN DÜNYA DEVLETİ” KİTABINDAN


“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık.
Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.
Allah bilendir, haberdardır.
” (Hucurat, 13)
*****
Genç Kız : Vietnam Savaşı’nı neden durdurmuyorsunuz ?
Nixon : Kaç yaşındasın sen?
Genç Kız : On dokuz… Evet neden? Gücünüz mü yok?
Nixon : Hayır gücüm var. Kullanıyorum da. Ben de bitirmek istiyorum ayrıca…
Genç Kız : Sistem mi engelliyor gücünüzü kullanmanızı?
Nixon : Sistemi A evet… Sistem var tabii. Onu anlamaya, kontrol etmeye, onunla birlikte olmaya çalışıyorum…
Genç Kız : Sistemden vahşi bir hayvandan söz eder gibi konuşuyorsunuz…
-Nixon filminden.Oliver Stone. (1995)ABD Başkanı Richard Nixon’ın radikal bir öğrenciyle konuşma sahnesi-
“Politikada hiçbir şey tesadüfi değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin, bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığına emin olabilirsiniz.”
-F D. Rosewelt / Eski ABD Başkanı-

PEK ÇOK KİŞİ, ülkelerini kendi hükümetlerinin yönettiğini sanır. Böyle sanmaları da normaldir. Onlar gündelik hayatın hırgürü içinde daha ötesiyle pek ilgilenmezler. Dört-beş yıl­da bir sandığa gider ve kendi temsilcileri olduğuna inandıkları par­tilere ya da onların adaylarına oy verirler. Onların politikayla ilgi­leri, bir dahaki seçime kadar ara sıra kahve sohbetlerinde ya da fi­yat artışlarına kızdıkları zaman yaptıkları birkaç homurdanmadan ibarettir. Onun Ötesini sezseler bile neler döndüğünün farkına var­mazlar. Taksitlerini ödeyebildikleri, kuaförde saçlarını yaptırabil­dikleri, son model bir elbise, araba ya da en yeni mutfak robotunu alabildikleri sürece sorun yoktur. Tuttukları takımın o sezonki başa­rısı ya da yaptığı transferler hayatlarında daha çok yer işgal eder.
Aslında birçok ‘aydın’ın durumu da ‘sıradan insanlar’dan pek farklı değildir. Onlar kendilerini ‘herhangi biri’gibi hissetmezler fa­kat öyledirler. Onlar her konuda mangalda kül bırakmazlar fakat ‘Küresel Dünya Hükümeti Komplosu’ndan söz ettiğinizde irkilerek bir “Yok canım, o kadar da olmaz!” çekerler. Kafaları basmadığından değil, sadece öyle düşünmeye alıştıkları ya da bazı durumlarda öyle düşünmek işlerine çok daha uygun geldiği için. Daha da komiği, onlar fevkalade ‘Globalist’tirler; her konuda ‘global düşünürler’ ama “global komplo” söz konusu olduğunda nedense ufukları bir anda da­ralmaktadır!
Oysa ulusal hükümetler, henüz tam tasfiye olmasalar bile gidi­şatın o yönde olduğuna dair kuvvetli belirtiler var. Durum öyle gös­teriyor ki ‘bir güç odağı’, adım adım dünyada merkezi iktidarın or­ganlarını oluşturmaktadır. DAHASI, KİMİ YORUMLARA GÖRE 1000 YILDIR, KİMİ YORUMLARA GÖRE DE GEÇEN YÜZYILIN BAŞINDAN İTİBAREN BELLİ BİR YAPININ BU YÖNDE ADIM ADIM UYGULAYA GELDİĞİ BİR PLANLA KARŞI KARŞIYAYIZ. Dünyada estirilen ‘küreselleşme rüzgârı’na baktığımızda bu­nun sadece sürecin getirdiği ekonomik-teknolojik bir zorlama ol­mayıp, aslında belli mihrakların siyasal tercihinin bir ürünü olduğu­nu görmek mümkündür. Emperyalizm geçen yüzyılın başlarında sis­temin ekonomik altyapısını hazırlarken günümüzde ise ‘globalizm’ makyajıyla siyasi üstyapısını tamamlamaya çalışmaktadır.
Çoğu aydın için küreselleşme, tarihin kaçınılmaz bit evresi, sü­recin doğal bir sonucu olarak algılanmaktadır. Onlara göre küresel­leşme; ekonominin sınırları aştığı, iletişimin küresel çapta yaygın­laştığı bir dünyanın gitmekte olduğu yöndür. Bu anlamda, onlar için küreselleşme; arkasında hiçbir siyasi tercihin olmadığı, tama­men kendiliğinden, ekonomik bir olaydır. Onların göremediği, söz konusu sürecin bir irade tarafından zorlanması, planlı ve adım adım güncelleştirilmesidir. Böyle düşünenlere göre sürece karşı koyanlar adeta ilkel bir ulusçuluk duygusuyla hareket etmekte, modası geç­miş ulus devletleri savunmaktadırlar. Oysa bu düşüncedekiler, ne olduğunu bile bilmedikleri içi boş bir evrenselcilik çığırtkanlığı ya­pıyorlar ancak veremedikleri bir cevap vardır:
Peki bütün bunlar güzel de küreselleşmenin arkasındaki siyasi irade nedir?
Dünya tari­hinde bugüne kadar arkasında bir ‘irade’nin olmadığı en küçük ola­ya dahi rastlayamayacağımıza göre buradaki irade kimdir?
İş buraya gelince kıvırtmalar, kaçak güreşmeler başlamaktadır. Çünkü bu so­ruyu sormak bile cevabı kendi içinde taşıyacaktır.
Daha da açık konuşursak; insanlık, başlangıçta çok çekirdek halde olan ama giderek tüm dünyayı saran organize bir elitler gru­bunun komplosuyla karşı karşıyadır. Tüm dünya hükümetleri ve ulusları, kendilerine karşı tertiplenmiş son derece hesaplı, uzun va­deye yayılmış bir darbe girişiminin tehdidi altındadır. Kendisini le­gal kabuklar altında gizleyen finansal-siyasi-teknolojik-askeri elit­lerden oluşan bir çekirdek yapı, tüm dünyayı hedeflediği bir ‘birlik’ çatısı altına sürüklemeye devam etmektedir. Dünyanın tüm devlet­lerinin, yasal hükümet ve yapılarının, örgütlenilmesi düşünüldü­ğünde bir tür ‘Küresel Susurluk Çetesi’ olgusuyla karşı karşıya bu­lunduklarını sezeriz.
Peki, bu çekirdek yapının ‘küresel darbe girişiminin ardında kim ya da hangi güçler var?
Yoksa bütün bunlar bizim ‘paranoyak’ zihin­lerimizin yarattığı vehimler mi?
Olayların ve olguların gelişimine baktığımızda bunun ‘vehim’ ürünü değil tam tersine çok ciddi, so­mut işaretleri olan bir durum olduğunu görebiliriz. Söz konusu çe­kirdek güç; uzun süredir kendi kadrolaşmasını yaygınlaştırıp, ulusla-rüştü bir irade oluşturarak ‘milli hükümetler’e nüfuz ediyor, onların hâkimiyetlerini felç ederek, teslim almaya veya kendilerine katıl­maya zorluyor. Üstelik bunu, milyonlarca insanın fiziki, ekonomik, kültürel yıkımı üzerine kuruyor. Kendilerini ‘dünyanın seçilmiş efendileri’ sayan ‘gizli doktrin’ sahibi, ellerinde büyük bir mali güç bulunan kesimler, dünyanın geleceğinde ‘küresel imparatorluk’larının bayrağının dalgalandığını daha şimdiden görüyorlar!
Bazıları olaya bizim gibi bakanları küçümseyip, dudak büküyor. En ilgilisi bile “İlginç bir fantezi ama o kadar”da kalıyor. Bunları şu şekilde sınıflamak mümkün: Birinci sırayı; konuya karşı bilgisiz ve ilgisiz ama siyaset teorilerini gelişigüzel bilen, kalıplaşmış yaklaşım­ları tekrarlayıp duranlar oluşturuyor.
Onlar, tarihte ve politikada komploların yeri olduğunu kabul et­seler bile, bu derece büyük ve küresel bir komplonun olabileceğine akılları basmıyor. Onlar bu konudaki yetersizliklerini, kafalarının basmamasını hayli basmakalıp bir sözle ifade etmeye bayılıyorlar:
Komplo teorilerine pek itibar etmem.“Bu konuda doğru düzgün fikrim yok” deme cesaretine sahip olmadıkları için komplo yorumlarını küçümseyerek kendi cahilliklerini örtmektedirler.
İkinci grubu ise ‘derin dünyanın ideolojik ajanları’ diyebileceği­miz, azınlık ama etkili bir aydınlar grubu oluşturuyor. Bunlar çıkar­ları ya da bağları gereği ‘anti-komplocu’ düşüncelerin bayraktarlığı­nı üstlenmiş bulunuyorlar. Bunların bir kısmı, küresel düzeyde derin dünya devletinin uzantısı ‘think-tank’ kuruluşu üyelerinden ya da işbirlikçi aydın kadrolardan oluşuyor. Onlar, kurulan tezgâhı unutturabilmek için neredeyse “komplo”sözcüğünü bile sözlüklerden sil­mek istiyorlar.
Bu gruplardan başka bir de üçüncü grup var. Bu gruptakiler, or­tada tuhaf bir durumun olduğunu sezdikleri halde alıştıkları düşün­ce kalıplarını kırmakta zorlanıyorlar. Bu gruptakilerin açmazı, teorik-ideolojik değil, sadece yerleşik yargılarıyla hesaplaşma cesare­tinden yoksunluktur. Olaylar karşısında bir tür tutucu kimlik sergi­lemektedirler. Konuya böyle yaklaşanların en büyük korkusu, çev­relerince “komplocu düşünmekle” suçlanma ihtimalidir. Sürüye uya­rak sürü dışında kalmanın tehlikelerinden kurtulmaktadırlar!
Bazıları da söz konusu küresel derin devlet faaliyetlerini normal sivil lobi faaliyetleri gibi görmektedir. Onlara göre bu örgütlenmeler gizli yapılar değil, sadece kapalı kapılar ardında dünyanın gidişatı üzerine fikir üreten ‘önemli kimseler’dir. Bunların oluşturdukları ör­gütler ise son derece normaldir. Bunlar olup bitenlere kesinlikle si­yasi bir faaliyet gözüyle bakamıyorlar. Yine onlara göre bazı ‘yetkili ve etkili kişiler’ bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında sadece nor­mal sorunları konuşuyorlar. Başka bir art niyet aramak ise ‘komplo fobisi’ üretmek oluyor. Bu gibilere karşı ABD’li muhalif aydın Mic­hael Parenti‘nin verdiği nefis cevabı hatırlatmakla yetineceğim:
“Komplo fobisinden yakınanlar, ‘Gerçekten birtakım insanların bir odaya kapanıp gizli planlar yaptığını mı düşünüyorsunuz’ deme­ye pek meraklıdırlar. Bazı nedenlerle görünüm, komplo iddiasında olanları iddialarından vazgeçirecek kadar saçma farz edilebilir. İyi ama iktidar sahipleri de başka nerede bir araya gelir ki?
Park kanepe­lerinde ya da atlıkarıncılarda mı?
Hayır! Onlar da odalarda buluşur.
Şirket yönetim kurulu odalarında, Pentagon komuta odalarında, Bohemian Grova’da, en iyi restoranların, eğlence-dinlence merkez­lerinin, otellerin, malikânelerin seçkin yemek salonlarında, Beyaz Saray’ın, NASA’nın, CIA’nm konferans salonlarında-
Ve evet… Adını ‘planlama’, strateji oluşturma’ koysalar da komplo kurarlar, entrikalar hazırlarlar. Bunu da kamuoyunun bilmemesi için her tür­lü çabayı göstererek büyük bir gizlilik içinde yaparlar. Hiç kimse, siyaset-şirket elitleri ve onların kiralık uzmanları gibi baş başa verip ustaca plan yapamaz.”
Komploların hayal ürünü olmayıp çoktandır görmemezlikten geldiğimiz bir gerçeklik olduğunun ipuçlarını sergile­meye çalışmalıyız. Böyle düşünmemiz için yeterince kanıtın ortada olduğunu söylüyoruz. Tarihe dönüp baktığımızda somut emarelerin yeterince ortaya serili olduğunu biliyoruz. Aslında dünya olaylarına baktığımızda ‘küresel çete’nin işlediği suçların parmak izleri her yer­de mevcut ama bunu bolca teorik-entelektüel laf arasında görmez­den geliyor, bir anlamda onların değirmenine su taşıyoruz.
Komplocu yapıyı görebilmek günümüzde daha da artan bir önem arz ediyor. ‘Kıyamet Komplosu’ adlı daha önceki çalışmamda bu yapıların 11 Eylül olayı ile bağını yeterince ortaya koyduğumu zannediyorum. 11 Eylül, sadece dünya için değil bu tarz örgütlen­meler için de hayati bir kavşak noktası olmuştur. 11 Eylül’le birlik­te söz konusu yapının faaliyetine daha da hız verdiğini söyleyebili­riz. 11 Eylül, sadece dünya için değil komplocu yapı için de bir ‘mi­lat’ olmuştur. 11 Eylül, planlarını gerçekleştirebilmek için artık iyi­ce sabırsızlaştıklarının, bu uğurda gözlerinin iyice döndüğünün bir göstergesidir. Aynı yapının bir eseri olan 11 Eylül, aynı zamanda komploların bundan sonra şiddet ve çapının artarak süreceğinin de bir ifadesidir. Nitekim gelişmeler bunu doğrulamaktadır.
Türk okuyucusunun ‘Derin Dünya Devletinden halen bihaber ya da içi doldurulmamış şekilde haberdar olduğunu biliyoruz. Bu anlamda söz konusu çalışma, türünün belki ilk değil ama derli toplu bir bilgi kaynağı da olacaktır. Gerçi Türkiye’de son dönemde bu ko­nudaki yayınlarda olağanüstü bir patlama yaşanmakta, Türk okuru da Batı’da çoktan tartışma gündemine gelmiş ‘küresel komplo’dan ve onun organizasyonlarından haberdar olmaktadır.
Türk okuru da artık bu gibi yapıların somut ifadesi olan oluşum­ları daha yakından tanıma imkânına kavuşacak.‘Küresel Olim­pos un Tanrılar Meclisi’nde kimlerin oturduğu, çok sözü edilen ‘Ye­ni Dünya Düzeni’nin kimlerin ürünü olduğu, küreselleşmenin arka­sındaki güç odakları, Amerikan 1 dolarının üzerinde simgelenen pramit ve gözün gerçekte ne anlama geldiği daha net ortaya çıka­caktır. Bütün bu yapıları yerli yerine oturtmadan bugün dünyayı kimlerin, nerelere sürüklemek istediği anlaşılamaz. Bu tip yapıların sadece kökenlerini, inanışları­nı, üyelerini anlatmıyor; aynı zamanda bu güçlerin hedeflerinin ne olduğunu da tartışma alanına getiriyor. Ortada ‘Para Tanrısı’na ta­pan, ‘Güç Oyununun Sezarları’ vardı. Stratejileri ise ‘KAOSTAN DÜ­ZEN’ yaratmaktı. Bunlar, ‘Yeni Dünya Düzeni’ hedefi altında ‘Çağla­rın Küresel Führeri’ni yaratmak için harekete geçmişlerdi. Nihai hedefleri arasında demokrasinin -ki, onu da kendileri yaratmıştı-sonu vardı. Süreç, tüm halkların, konsantre ‘seçkinler oligarşisi’ne tabi olduğu, bir tür ‘küresel tiranlık’ ya da ‘küresel post-modern fa­şizm’ olarak tanımlayabileceğimiz bir yapıya doğru evrilmekteydi. Global kuşatma tehdidinin asıl ekseni buydu!
Bu yapıların en tepe noktasında bulunan kişilerin sadece siyasi/ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, ırkçı, dinihe­defler vardır. Bu yüzden onları doymak bilmez ‘sömü­rücüler’ ya da sadece ekonomik güç peşinde koşan tipikkapitalist-emperyalistler olarak gören yaklaşımlar fena halde yanılmaktadır. Öyle görünüyor ki onlar, bütün bunların ötesinde ve daha fazla bir şey istemektedirler. Ekonomik güçleri bile nihai amaçlarını gerçek­leştirme yolunda sadece bir araçtır. Yoksa bütün dünyanın zengin­liklerini ellerine geçirseler bile hayatın bir sonu olduğunu ve‘kefe­nin cebi olmadığını’ onlar da biliyorlar. Eğer olay bu kadarla sınırlı kalsaydı devasa malikânelerinde tatlı bir hayat sürmeyi tercih eder­lerdi. Bu yüzden onların ‘idealleri’ bütün rakamlardan, kâr-zarar eğ­rilerinden daha ötede görünüyor. Bu kesimler ‘İlahi bir plan’ın mu­hafızları, ‘seçilmiş vazifelileri’ olduklarına inanıyorlar.
Kendilerini, dünyaya çekidüzen verecek ve bir tür ‘yeni çağ’ı ya­ratacak misyonerler olarak görüyorlar. Bu yüzden bütün varlıklarını bu ideale adamış ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazır hissediyorlar. Aynı nedenle bu İnsanlara sadece ekonomik ya da siyasi güce susa­mış bir avuç dev kapitalist olarak bakılamaz. Bu kişileri ‘hiçbir ide­ali olmayan çılgınlar’ olarak görmek; onları tanımamak, böylesi bir oluşuma niçin destek verdiklerini anlamamıza yarayacak ruhsal mo­tivasyonu bilmemek demektir. Onlar, kendilerini, belki ancak eski pagan kültürlerde bulabileceğimiz ‘İyinin ve kötünün ötesinde’ bir yerde görüyorlar. Onlara göre sadece yapılması gerekenler ve görev­ler var. Buna kalben inandıklarından hiç kuşkum yok ve bütün so­run da burada başlıyor zaten!

AYNI NEDENLE SADECE EMEĞİMİZİ, MALLARIMIZI, SAHİP OLDUĞUMUZ KAYNAKLARI DEĞİL, DAHA ÜRKÜTÜCÜ BİR ŞEY İSTİYORLAR:

RUHUMUZU!

Yoksa ‘seçkin’ olmak, kendini ‘aptaldan, ‘sıradan’dan ayıran bir bakış pe­kâlâ bana da cazip gelebilirdi ama onlar bunu, kutsal kitaplardaki ‘Lucifer’e (Şeytanın diğer adı) atfedilen bir şekilde kavrıyorlar. Yine teolojik kavramlardan hareket edersek ‘Işık ve karanlığın savaşı’nda karanlık tarafa düşüyorlar. Onlar, klasik aristokrasinin yıkımı üzeri­ne kurulmuş modern dünyanın ‘Karanlıklar Prensi’dirler. Onlar, kendi yeni-aristokrasilerine bir global tiranlık yaratmak İçin uğraşan bir şebekenin, güç histerisine kapılmış ‘Modern Sezarları’dır.
Bu yüzden, dünyadaki derin yapıların tarihinden başlamak gerekir. Bu anlamda bütün ezoterizm türlerinin as­lında siyasal örgütlenmeler olduğunu ortaya koyduk. Tarihin hiçbir döneminde siyasetten bağımsız bir ezoterizm olmamıştır; siyasetle hep iç içe ve kendi dönemlerinin ‘partileri gibi davranmışlardır. Bu yapı­ların‘Templiyerler’den -hatta daha Öncesinden- başlayarak günümü­ze uzanan bağlantılarını, ideolojik arka planlarını ve hâkim ritüellerini bulmak lazımdır.
Bu yüzden ezoterik-hermetik yapıları inceleyince, anlaşılacaktır ki insanoğlu, aslında binlerce yıldır bir giz­li örgütler savaşının tam ortasında kalmıştır. DÜNYADA BİNLERCE YILDIR SÖZ SAHİBİ OLMAYA ÇALIŞAN ÖRGÜTLER VAR. Ancak o günlerde dar bölgesel ya da en fazla kıtasal coğrafyalara sıkışan komplo çabası, bugün ken­dine küresel bir zemin yaratmıştır. Bugün artık komplolar ve bu yön­deki siyasi oluşumlar çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir:
DÜNYA HÂKİMİYETİ!
….
Bilim üzerine birçok tarif yapılabilir. Ama bence en kısa ve en doğru tarifi ‘olguların ötesinde yatanı görebilmek’şeklinde olanıdır. O yüzden asıl dürtünün hep bu ‘görü­nenin ötesini görebilmek’ duygusu olduğunu söyleyebilirim. Ancak burada hemen bir parantez açıp şunu belirtmeliyim: Eğer 11 Eylül olayları olmasaydı, kişisel olarak bu konuya hiç bu kadar derinleme­sine eğilmeyecek, belki de haberdar bile olmayacaktım. Günde­mimde çok başka konular vardı. ‘Derin dünya komplosu’na ilişkin bir şeyler sezmiş olsam bile, perde arkasında nelerin dönmüş olabi­leceğine dair çok fazla fikir sahibi değildim. Bu anlamda, 11 Eylül bendeki ‘jetonu düşürdü’ ve araştırmaya başladım. Bu sonuçlara, bir yıllık hızlı okuma sonucu ulaştım. Aynı nedenle bu çalışmaya ilk ki­tabın bir devamı olarak da bakılabilir. Hiç şüphesiz milyonlarca in­san, görünenle yetinmenin rahatlığı ve güveni içinde yaşayabilir. Ben hiçbir zaman böyle biri olmadım ve olamam da. O halde dün­yanın geldiği noktada “GÖRÜNENİN ÖTESİNDE NE VAR” sorusunu sor­mam ve bu soruya bir cevap bulmam gerekiyordu. Elinizdeki kitap sayesinde cevapların bir kısmını bulduğumu zannediyorum. Buna rağmen kitapta bilim yaptığımı iddia edecek değilim. Hatta alışa­geldiğimiz ‘pozitif bilim’ kalıplarının dışında birçok yorum, yargı ve sübjektif gözlemin bulunduğunu da söylemek durumundayım ama adına ‘gerçek’ dediğimiz şey, bir o kadar bizim ‘bakma biçimimizle ilgili bir şey değil mi zaten?
Ben kendi baktığım noktadan bunları görüyorum. Dahası hepi­miz bize dayatılmış bir bakma biçiminin yanılsamalarını şu veya bu biçimde yaşıyoruz. Bunun zor olduğunu bilmekle birlikte, herkesin kendi ‘bakma biçimini’ geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde tek tek her birey, yönlendirmeli, sanal, çarpıtmak bakma biçimlerinin ağına takılmış olacaktır. Dünyadaki ajansların, yayın organlarının, kısaca medyanın da önemli ölçüde bu ağın bir parça­sı olduğunu düşünüyorum. Bu eksende asıl savaş ne kıtalar arası ba­listik füzelerle ne dev uçak gemileriyle ne modern tanklarla ne de diğer askeri araçlarla yürüyor. Asıl savaş; beyinlerimizin teslim alın­ması, beyinlerimizin her gün yeniden belirli bir görme biçimine uy­gun olarak yeniden kurgulanması esnasında veriliyor.
Tam bu noktada, hemen herkes, soyut bir ‘sistem’ kavramı tutturmuş gidiyor. Elbette bir ‘sistem’ var ve onu her gün iliklerimize kadar hissediyoruz ama sistemin arkasında kimler var, onun kurumlan, iş­leyiş sürecindeki yapıları nasıl?
Nedense bu sorunun cevabı biraz ha­vada kalıyor gibi. Oysa her sistem gibi bu sistemin de arkasında be­lirli güçler var ve bunlar ete-kemiğe büründürülmeye muhtaç görünüyorlar. Bu anlamda sistemin de sistemi var. Önemli olan, görünen ‘sistem’in arkasında hangi görünmeyen ‘sistem’in var olduğu sorusu­dur. Elinizdeki kitap, bu soruya verilmiş kısmi bir cevaptır sadece…(sh:13-22)
* * *
Atilla AKAR Ekim 2002
atillaakar@yahoo.com

ONBİRİNCİ BÖLÜM

KÜRESEL KOMPLONUN NİHAİ HEDEFİ NEDİR? (BİR ÖNGÖRÜ – ANALİZ DENEMESİ)

NİÇİN GLOBAL KOMPLO?

Bunca zamandır insanlığa çektirilen acılar, katlanılan zorluklar, milyonlarca ölü, yıkılan yuvalar, insanı çatlatırcasına süren sabır, harcanamayacak kadar paraya sahip olma açgözlülüğü, kendini her­kesten üstün görme kibri, ölçüsüz bir güç hırsı, bu uğurda gizli ka­paklı süren hayatlar ve saklanan kimlikler niçindir?
Neden bir avuç insan, tüm dünyayı ele geçirmek için yüzyıllardır süren bir planı, kuşaktan kuşağa aktarmaktadır?
Tüm dünyayı ele geçirmeye çalışan bir komplo neye dayanarak tertiplenmektedir? Hepimiz adım adım nereye sürüklenmek isteniyoruz?
Küresel komplocuların ‘gizli gün­demi’ nelerden oluşuyor?
Bu soruların cevabına geçmeden önce bir konuyu hatırlatmakta yarar var: Komplolar her zaman vardılar ve insanlık tarihi kadar es­kidirler. İlkel kabilelerden tutun, ilkçağların basit site devletlerine ve günümüzün daha karmaşık devlet yapılarına kadar komplolar, hep politik iktidarın bir parçası ve yöntemi olmuştur. Aynı şekilde komplolar, ülkeler arası savaşlarda da etkin bir yöntem olarak kul­lanılmıştır. Devletler bu amaçla özel birimler kurarak özel eleman­lar istihdam etmişlerdir. Böylelikle kendi içlerinde veya dışa karşı darbeler, suikastlar tertiplemişler, muhtelif askeri, siyasi, ekonomik ve psikolojik entrikaları, operasyonları gündeme getirmişlerdir. Bu anlamda tarih, özellikle de siyasi tarih aynı zamanda komplolar ta­rihidir. Kimileri yok saymaya çalışsa da adına tarih dediğimiz şey ay­nı zamanda irili ufaklı bir dizi komplonun yan ürünüdür.
Ne var ki günümüz komplolarını ve komplocularını klasik ben­zerlerinden ayıran çok temel bir özellik vardır: Artık komplolar bir ülke ya da devletle sınırlı olmayıp küresel satrancın bir parçasıdır. Kendilerine ABD gibi ülkeleri bir tür‘merkez üs’ ya da ‘koza ülke’ olarak seçseler bile gerçekte oraya karşı da bir aidiyet hisleri yoktur ve kelimenin tam anlamıyla ABD’yi de kullanmaktadırlar. Son tah­lilde ABD’yi de tasfiye etmeyi planladıklarım söyleyebiliriz. ABD, onlar için şu an sadece bir karargâh, bir uçak gemisi gibidir. Global komplo hızarı harekete geçmiştir ve dişlileri arasına aldığı her ülke­yi yıkıma uğratarak ilerlemektedir.
Düne kadar bölgesel ya da en fazla kıtasal coğrafyalara sıkışan komplo çabası, bugün kendine küresel bir zemin yaratmıştır. Bunu onlara sağlayan, dünyanın geldiği aşamadır. Artık dünyamız ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde küçülmüştür. Aynı şekilde geçen yüzyılın başından beri ekonomik faaliyetler ve şirketler, çokuluslu bir aşamaya gelmişlerdir. Ayrıca birçok alanda yine aynı güçlerin denetlediği uluslararası örgütler doğmuştur. Bütün bunlar, global komplo için maddi altyapı oluşturmaktadır. Bu yüzden günümüzde komplolar ve komplocular çok daha büyük bir amacı hedeflemek­tedir: Dünya hâkimiyeti! Aynı nedenle dünya komplocuları kendi­lerini hedeflerine hiç bu kadar yakın hissetmemişlerdir. Amaçlarını realize edebilmek için az bir mesafe kaldığını onlar da bilmektedir.
Nitekim söz konusu ‘derin yapı’, bu amaçla dünya çapında ör­gütlenmiş, uluslarüstü bir tavır sergilemektedir. Kendi nihai hedef­lerine uygun ekonomik, sosyal, siyasi, dinsel ve kültürel altyapıları oluşturmaktadır. Bunu yavaş yavaş, gizli ve planlı bir şekilde günde­me getirmektedirler. Bir ‘dünya partisi’ şeklinde örgütlenmişlerdir ve siyasi bir programları vardır.
Peki o halde bu programın karakte­ristik özellikleri nedir?

DEMOKRASİ KARŞITLIĞI

Söz konusu yapı, demokrasinin ömrünü doldurduğuna, artık in­san toplumlarının demokrasiyle yönetilemeyeceğine inanmaktadır. İşin garibi tarihsel bir kategori olan demokrasiyi de yine kendileri geliştirmişler, bir dönem savunmuşlar ve şimdi işlerine gelmediği noktada onu reddetmektedirler. Onlara göre toplumlar demokrasiyle yönetilmenin erdemine kavuşamamıştır. Bir tür neoPlatoncu yö­netim arzulamaktadırlar.Sıradan insan, demokrasinin gerektirdiği katılım özelliklerinden yoksundur. Cahildir ve doğru düzgün karar veremez. Kitleler, dünyanın sorunlarının çözülmesine ayak bağı olmakta ve yaptıkları yanlış tercihlerle insanlığın ilerlemesinin önü­nü tıkamaktadırlar. Demokrasi, ancak sınırlı sayıda eğitimli insan arasında uygulanabilir. Bunun için insanlık, kaderini, yeni bir seç­kinler sınıfının ellerine terk etmelidir. Demokrasi, yozlaşmış ve öm­rünü doldurmuştur. Zaaflı bir rejimdir. Dünyanın gelişmesine ayak bağı olmaktadır. Bu nedenle insanlığın geleceğinde yeri olmamalı­dır. Onun yerine bir grup ‘bilge adam’ın (Bir tür Nietzsche’ari ‘Üst insan’) karar vericiliğinde yeni bir sistem oluşturulmalıdır. Üstelik bu sistem artık ‘global ölçekte’ tasarlanmalıdır. Tabii ki bu yeni re­jime yön verecek olanlar da uzun süredir kendini buna hazırlayan dünya elitleridir. O dünya elitleri ki bir‘Mesih/Kral’ın öncülüğün­de yeni bir ‘küresel kraliyet’ projesini hayata geçirmek istemektedir.

SEÇKİNCİLİK

Birinci anlayışa bağlı olarak ‘derin dünya komplosu’nun mimar­ları en katı manada elitisttir. Onlara göre yönetim ancak elitlerin elinde olursa başarılı bir sonuç alınabilir. Eski aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş yenidünyaya bu kez kendilerinden oluşacak ‘yeni bir aristokrasi’ önermektedirler. Bu aristokrasinin üyeleri; dev sana­yi ve mali şirketlerinin üst düzey yöneticilerinden, askeri ve istih­barat örgütünün ileri gelenlerinden oluşacaktır. Tabii en tepede, kontrol noktasında bir avuç ‘seçilmiş’ ailenin fertlerinin bulunması kaydıyla! Bu ailelerin bir kısmı zaten ortaklıklar, karşılıklı kız alıp-vermeler ve ırki-dini bağlarla birbirine bağlıdır. Bunlar eliyle yeni bir tür‘kandaşlık aristokrasisi’ yaratılmıştır. Aynı zamanda bütün ‘derin dünya’ yapılarının başlatıcısı organizatörü olma konumun­dadırlar. Onlar kendilerini ‘saklı seçilmişler’ olarak görmekte ve dünyanın kaderini ellerinde tuttuklarına inanmaktadırlar. Bunun tanrısal bir lütufla kendilerine verilmiş ‘ilahi bir görev’ olduğu veh­mine kapılmaktadırlar.
Ancak sözü geçen elitizm, tıpkı diğer konularda olduğu gibi ‘glo­bal’ bir elitizm türüdür. Bu elitler belli ülkelerin pasaportunu taşısalar da aslında ‘uluslarüstü’ bir yapıdadırlar. Onlar, dünün derebeyle­ri gibi sınırlı bir alanda hâkimiyetle yetinmemektedirler. Kendileri­ne tüm dünyayı hedef olarak seçmişlerdir. Diğer dünya elitleriyle iş­birliği ve ortak organizasyonlar içindedirler. Uzun vadeli hedefleri arasında tüm dünyanın elitler eliyle tek merkezden yönetildiği yeni bir global siyasi düzen vardır. Bu elitler son derece gizli global örgüt­lerin üyeleri olup, birbirleriyle özel bir iletişim ağına da sahiptirler. Özellikle son yüzyıl içinde gösterdikleri çabalarla dünya çapında önemli mevziler elde etmişlerdir.

ÇAĞLARIN YENİ SEZAR’I!

Hiç şüphesiz, tasarlanan böyle bir ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bir de ‘lider’e ihtiyacı olacaktır. O ‘lider’ veya onun soy zincirinden birile­ri, şu anda güvenlik içinde bir yerlerde bekletilmektedir. ‘Vakti gel­diğinde’ piyasaya ‘dünyanın kurtarıcısı’ olarak sürülecektir. Bu lider, bir tür ‘çağların yeni Sezar’ı veya ‘Mesih Deccal’ı olarak gündeme getirilecektir. Muhtemelen yaratılan bir dünya kaosu sonrası insan­lığa ‘kurtarıcı’ olarak sunulacaktır. TASARIMIN MANEVİ ALTYAPISI ESKİ MİTOLOJİLERE, ESKİ DİNİ METİNLERE VE BAZI EZOTERİK ŞİFRELEME SİSTEMLE­RİNE DAYANDIRILMAKTADIR.
‘Yeni Mesih Projesi’, alabildiğine seküler ama bir o kadar da din­sel olacaktır. Dünyevi ve ruhani otoriteyi şahsında birleştiren yeni ‘global kral’ olarak işlev görecektir. Bu sistemde diğer bütün halklar birer ‘köle’ ve ‘parya’ düzeyine inecek, yenidünya çarkının dişlileri olarak sınırlanacaklardır.

POST-MODERN FAŞİZM!

Söz konusu ‘GLOBAL FÜHRER’in insanlığa önereceği sistem bir tür ‘post-modern faşizm’ olacaktır. Dünkü faşizm türleri sadece belli bir ırkı ya da milleti üstün, diğerlerini aşağı görürken onların yeni post-modern faşizmlerinde kendi kastlarına mensup olmayan tüm insanlar milliyetlerine bakılmaksızın otomatik olarak ‘aşağı ırk’ statüsüne gi­receklerdir.
Tüm dünyanın tek elden, merkezi olarak yönetilmesinin planlan­dığı bu sistemde belki göstermelik bir parlamento da bulunabilir. Eski Roma Parlamentosu gibi buraya sadece asiller/seçkinler üye olabilir ve bir ‘Sezar’ın mahiyetinde faaliyet icra edebilir. Böylesi bir durumda dünyanın ‘başkenti’ de değişecektir. Artık ne ruhani merkez Roma ka­lacak ne de dünyevi merkezler New York. Londra, Paris, (İstanbul) ve Tokyo. Projenin asli hedefine uygunolarak ruhani ve dünyevi Otoriteyi bünyesinde birleştirmiş olarak dünyanın başkenti, Kudüs‘e taşınacaktır. (İstanbul’danda bahsedenler var) (Tabii bunun için yeni bir dinler savaşı ve yeni soykırımlar yapılması gerekecektir.) Öyle görünüyor ki kutsal metinlerde Armagedon’ diye geçen savaş yaşanmadan ‘kötülüğün örgütleyicileri’amaçlarını başaramayacaklardır.[1] Buna ciddi olarak inanan ve kehanetleri hızlandır­mak için elinden geleni yapmaya hazır bir zümre mevcuttur.

GLOBAL TOPLUM MÜHENDİSLERİ

‘Yeni Dünya Düzeni’, onu yaratacak toplum mühendislerine ihti­yaç duyacaktır. Bunlar dünyadaki tüm üretimi, nüfus artışını, sağlık politikalarını, çevre kaynaklarını tek elden global bir planlamayla halletmeyi tasarlamaktadırlar. Bu ise şu anlama gelmektedir:
Kimin üretimden ne kadar pay alacağına, kimin sağlık hizmetinden ya­rarlanacağına, bir başka deyişle kimin ölüp kimin kalacağına,[2] ki­min doğal kaynaklardan ne kadar yararlanıp yararlanmayacağına, kimin çevresinin ne kadar kirlenip kirlenmeyeceğine,[3] kimin cahil kalıp kalmayacağına vb ‘dünyanın iyiliğini isteyen’ globalist elitler karar verecektir.
Onlar insanlığı çoktan sınıfamışlardır bile. Darwin’in ‘doğal ayıklanma’sını insan topluluklarına uygulayıp tembel, kafası çalış­mayan, üretmeyen, ‘uygarlaşmamış’ ulusları, uzun vadede yeryüzün­den silmeyi planlamaktadırlar. Ne var ki bunu klasik faşizmde oldu­ğu gibi insanları bir seferde gaz odalarına, toplama kamplarına tıka­rak ya da kitle imhası ve katliam yoluyla değil, sürece yayarak ‘da­ha uygun ve insancıl’ yöntemlerle yapacaklardır! Onlar ‘dünyanın ihtiyaçları’nı (Siz kendi ihtiyaçlarını anlayın!) şimdiden milyonlar­ca dolarlık araştırma bütçeleri ve vakıfları aracılığıyla saptamışlar­dır bile. Hatta bazı ırkları muhtelif tıbbi yöntemler ya da nüfus planlamasıyla tedricen yok etmeyi veya iyice azınlığa düşürmeyi bi­le planlayabilirler. Küresel ölçekte bazı kısırlaştırma projeleri uygu­layabilirler. Global bir jenosit (soykırım) yaşanabilir. Zaten hali ha­zırdaki dünya kaynaklarının mevcut dünya nüfusuna yetmeyeceği­ni düşünmektedirler. Onların idealindeki dünyanın nüfusu 1.5-2 milyar sınırında dondurulmalıdır.
Ama ‘global düzenleyiciler’in asıl rolleri, siyasette hissedilecek­tir. Oluşturdukları ve oluşturacakları yeni global kurumlar vasıtasıy­la önce ulus devlet yapılarını kıracaklar, sonra sözümona ‘gönüllü katılım’ masalıyla ulusal iradeleri daha üst ‘uluslarüstü iradelere devrettirip kontrolü adım adım ele geçireceklerdir.[4] Aynı zamanda yarattıkları işbirlikçi yerel kadrolarla oluşturacakları yeni siyasi ze­minlerde iradesi kalmamış ‘ulusal’ yönetimlerin başına kendi ‘me­murlarını atayacaklar ve olası tepkileri de ‘İnsanlığın arkaik çağla­rından kalan geri, ilkel, milliyetçi, şoven tepkiler’ olarak bastıracak­lardır. Bu yapıya direniş gösteren her kişi, grup ya da muhalefeti, muhtelif komplolarla suikastlarla yok edecekler veya akıl almaz yöntemlerle sindireceklerdir.[5]
Aynı zamanda süreç içinde hukuku uluslararası hale getirip, uluslarüstü mahkemeler kurarak kendi işlerine gelmeyen yönetim, kişi ve muhalifleri çeşitli gerekçelerle yargılayacaklar ve cezalara çarptıracaklardır. Daha şimdiden bunun tartışmaları yapılmakta­dır.[6] Muhalifler, sisteme uygunluk göstermeyenler, ‘anarşistler’, ra­dikaller, teknolojinin getirdiği modern imkânlardan yararlanıp izle­meye alınacak, deri altlarına yerleştirilecek ‘chip’lerle sürekli takip edilecek, geliştirilmiş kamera sistemleriyle gözetim altında olacak­lar ve dünya, bir ‘global hapishane’ye dönecektir. Gidişatın bu yön­de olduğunu fütürologlar da söylemektedir. Böylelikle dünya, George Onvell’ın “1984”tahayyülünden çok daha vahim bir dünya hali­ne gelecektir.

TERSİNDEN KOMÜNİST ÜTOPYA!

Aslında ‘yeni dünya düzeni’ komplocularını komünist ütopyacılara benzetebiliriz. ‘Yeni dünya düzenciler’in birçok amacı, Karl Marks’ın komünist fikirleriyle uyuşuyor gibidir. Örneğin, YDD’ciler de sınırların kalktığı bir dünya istemektedirler, komünistler de. YDD’ciler de komünistler de ulusal devletlere karşıdır. YDD’ciler de insanların ulusal kimliklerini terk ettiği bir dünya tasarlamaktadır­lar komünistler de. Bu anlamda her ikisi de ‘enternasyonalist’tir. Her iki akım da ‘insanlığın evrensel kardeşliğinden bahsetmekte­dir. YDD’ciler de komünistler de var olan dinsel inanışları dışla­maktadırlar. Bu akımların gelecek tasarımında mevcut dinlere yer yoktur.
Ne var ki bu benzerlikler zahiri ve aldatıcıdır. Komünist ütopya­nın nihai amacı içinde sınırların kalktığı bir dünya istediği doğru­dur ancak buna paralel olarak bu dünya ‘devletsiz ve sınıfsız’ olacak­tır. Komünistlerin gelecek tasarımı herkesin dünya nimetlerinden ‘ihtiyacına göre’ yararlandığı bir tasarımdır. Komünistler ulusal dev­letlere son kertede karşıdırlar. Onlar devleti tarihsel sürecin bir aşa­ması olarak görürler. Sonuçta hepsi ‘burjuvazinin devleti’ ve belli bir sınıfın proletarya üzerindeki yönetsel aygıtıdırlar. Aynı şekilde milliyetçilikten hoşlanmazlar; bunu insanlığı ve sınıf dayanışmasını zaafa uğratan bir unsur olarak görürler. Onlara göre milliyetçilik burjuvazinin ideolojisidir. Ayrıca dinden hoşlanmazlar, çünkü ‘hal­kın afyonu’dur ve insanları dünya gerçeklerinden uzaklaştıran bir uyuşturucu işlevi görür. Kabaca komünizmin bu konulardaki ilkesel yaklaşımları budur.[7]
Oysa YDD’ciler sınırların ortadan kalkmasından; daha devasa, daha global bir devlet yapısını anlamaktadırlar, insanlığın bugüne kadar görmediği ‘uluslarüstü’ bit devlet olacaktır bu. Tüm devlet yetkilerinin dünya çapında merkezi bir organizasyona (hükümete) bağlanacağı bir yapıdır söz konusu olan. Dolayısıyla komünistle­rin tersine, bekledikleri, ‘devletsiz bir dünya’ değil, tam tersine olağanüstü, global ölçekte, ‘tek dünya devleti’dir; bu devlete yön veren güçler de dünyada 500 kadar büyük şirketin başkanı, bir avuç ‘saklı seçilmiş’ ve derin yapıların diğer sadık adamları olacaktır. Hepsini toplasanız dünya çapında 10.000 kişiyi geçmezler. Karşıla­rında ise milyarlar vardır. İnanılmaz ölçekte, global, konsantre bir elitler hükümetidir bu.
Oysa Marksistler devlet istemedikleri gibi, eğer böylesi bir orga­nizasyon olacaksa bile bunun çalışan sınıfların lehine olmasını ön­görür. Hemen beraberinde komünistlerin ulusal devletlere karşı çıkma gerekçeleri ile YDD’cilerin karşı çıkma gerekçeleri aynı de­ğildir. Komünistler devlete, ‘sınıf diktatörlüğü’nün bir aracı olarak gördükleri için karşı çıkarlar. Oysa YDD’cilerin karşı oluşu, ulusal devletlerin projelerine engel olduğu içindir. Dolayısıyla onlarınki ulusal devletleri tasfiye etme ve kendi projelerine bağlama hareke­tidir. Marksistlerin böyle bir hedefi en azından teorik planda yok­tur. YDD’cilerin ‘ulus’, ‘ulusçuluk’ gibi kavramlara karşı çıkması, ulusların asimile olmasını isteme gerekçeleri de komünistlerden farklıdır. Karşılarında hiçbir ulusal direnç odağı’istememektedirler. Ulusal kimlikleri yok ederek yerine kendi kozmopolit kimliklerini yerleştireceklerdir. Oysa komünistler, milliyetçiliği, halkları birbiri­ne düşüren ve proletaryanın sınıf bilincini zayıflatan bir faktör ola­rak görürler. Komünistler dine temelden karşıyken YDD’ciler var olan dinlere karşıdırlar. YDD’ciler, biraz eski mitolojilerden biraz da Eski ve Yeni Ahit’in yeniden yorumlanmasına dayalı ‘evrensel bir insanlık dini’ önermektedirler. Dine karşı oluşları dine yönelik cid­di bir eleştiriden çok, tıpkı ulusal kimlik olayında olduğu gibi mev­cut dinlerin yerine yeni bir‘din’ ikame etme projesindendir.[8]
Sonuç olarak YDD projesi tersinden bir komünist ütopyadır. YDD’cilerin hedefi; komünistlerin aksine sınıfsal ve ulusal eşitsizlikIerin kalkması değil bu eşitsizliklerin daha da pekişmesi ve meşru­iyet kazanması yönündedir. Dünya çapında hiper-komplocu bir sı­nıfın, dünyasal iktidar peşindeki global devletinin projesidir. Söz konusu yapı dünya tarihinde şu ana kadar görülmedik bir yapı oldu­ğu için kimilerine ‘hayal ürünü’ bir komplo teorisi gibi gelebilir. Ama dünyadaki gelişmeleri basitçe takip edenler, bu yönde ciddi ar­zu gösteren bir kesimin bulunduğunu göreceklerdir.Komünist ütop­yanın tersine ‘sınıfsız bir dünya’ değil, tam tersine konsantre global bir sınıfın tüm dünya üzerindeki hâkimiyeti hedeflenmiştir. ‘Tek dünya devleti’ ise bunun baskı aracından başka bir şey değildir.

TEMEL HEDEF: TEKLEŞTİRME VE ASİMİLASYON

Mevcut komplocu yapının temel hedefi, “tek devlet, tek bayrak, tek millet”tir. Buna alt başlıklar olarak ‘Tek dil, tek kültür, tek ordu, tek pa­ra, tek hukuk, tek tarih, tek din’i de ekleyebiliriz. Sürecin adım adım bu yönde zorlandığı açıktır.
Tek devlet ten kasıt tüm dünya çapında merkezi bir hükümettir. Yasa­ma, yürütme ve yargı yetkilerinin dünya çapında tek elde toplandığı bu global yapıyla dünya, merkezi olarak yönetilecektir. Bu merkezi yapının verdiği tüm kararlar dünya çapında bağlayıcı olacaktır. Global seçkinler böylelikle hiçbir ulusal direniş odağıyla karşılaşmadan dünya çapında at oynatabileceklerdir.
Ulusal devletler ve ulusal iradeler ortadan kalkacağı için ulusal bay­raklar da olmayacaktır. Onların gerine muhtemelen üzerinde kökeni ezoterik-okült örgütlere dayanan simgeler olan bir bayrak dünyanın resmi bayrağı olarak kabul edilecektir. Bu bayrak ‘gizli kardeşliğin’ simgelerini barındıracaktır. Zaten Birleşmiş Milletler’i de gelecekte hükümetlerin ye­rini alacak bir dünya parlamentosu şeklinde tasarlamışlardı ama şimdi o da nihai amaca göre reorganize edilecektir.
Böylesi bir dünyada uluslar da yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Ulus ve ulusçuluk gibi kavramlar da küçümsenen, insanlığın geçmiş çağlarına ait birer anı düzeyine indirgenecektir. Ulusların asimilasyonuna hız verilecek, hele de kendi kültür ve yönetimleri olmasına asla izin verilmeyecektir. Tüm dünya ‘evrensel kardeşlik’ adı alanda yekpare hale getirilecektir.
Bütün bu sürecin kaçınılmaz alt başlıkları ise şunlar olacaktır:

TEK DİL:

Dil, sadece konuşma ve anlaşma aracımız değildir. Aynı zaman­da kendi orijinal kimliğimizin bir parçası, kendimizi ifade ermenin ve düşünme biçimimizin bir dışavurumudur. Eğer siz uluslara başka bir dili empoze ederseniz aynı zamanda onun zihniyetini de değiştirmeye başlarsınız. Böylelikle o ulusun mensupları istese de istemese de sizin gibi düşünmeye başlar. Ulusal kimlik ve dirençlerin parçalanması için öncelikle konuştuğu dili yok etmelisiniz. Bu yüzden YDD’cilerin uzak hedefleri arasında bu konu da vardır.

TEK KÜLTÜR:

Bugün dünyada pek çok ulus, bir kültürel kaos içine girmiş­tir. Daha ziyade ABD’nin belirlediği kültür ve yaşama tarzı her topluma şu veya bu ölçüde sinmiştir. Yeme-içme kültürümüzden gün­delik alışkanlıklarımıza, aile hayatımıza vb varıncaya kadar her şey adeta kopyalanma suretiyle var oluş tarzımıza hükmetmektedir. Böy­lelikle ister istemez her ulus ‘başkaları’ gibi yaşamaya özendirilmekte ya da zorlanmaktadır. Dahası bu kalıplara uymayan her kültür YDD’ciler tarafından ‘geri’ ve ‘ilkel olarak tanımlanmaktadır. İleri­de planladıkları global dünya iktidarlarını gerçekleştirirlerse dünya ça­pında yaygın, stabilize edilmiş ‘tek kültürle yaşayacağız demektir. Bu kültürün temel öğeleri şimdiden belli olmuştur: Çıkarcılık, başkasının hakkını gözetmeme, maddi değerlerin yüceltilmesi, yoz bir bireyciliğin pompalanması… Aslında bunun adı, ‘kültürsüzleştirilme’dir. Öyle görünüyor ki yeni bir tür modem cehalet kapımızı çalmaktadır. Uluslararası medya ise bu sürecin en önemli ayağını oluşturmaktadır.

TEK ORDU:

Böylesi global bir devlet için global bir ordu gerekecektir. An­cak ortada savaşılacak rakip devletler kalmayacağı için bu kez sözkonusu ordu, (Eğer uzaylı düşmanlarla karşılaşılmazsa!) halen kala­bilmiş yerel kıpırdanışlara, mevcut yapıya karşı öfke duyan her ulus­tan isyancı ve muhalif harekete karşı kullanılacaktır. Veya son kalan ve durumun farkına varan devletlerin ordularına yönelik bir işlev gö­recektir. Bunun altyapısı NATO örgütlenmesi olarak zaten 50′li yıl­larda atılmıştır. O dönem komünizme (‘kızıl kuvvetler’e) karşı örgüt­lenen NATO, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra şimdi de İs­lam’a (‘yeşil kuvvetler’e) ve ulusal direnç gösteren devletlere karşı sa­vaş ordusuna dönüşecektir. Bu ordunun tek işlevi, tam bir baskı ay­gıtı olmasıdır. Belki polis-ordu karışımı bir güce doğru evrimleşecek ve olağanüstü teknik imkânlarla donatılmış bu ordu, muhalif unsurları yok etmenin kolluk kuvvetlerinedönülecektir. Dünyayı yönetmek için global bir ordu-polis gücü gerekecektir, ve tüm dünya halkları bu yeni konsept doğrultusunda ‘potansiyel düşman kabul edileceklerdir.

TEK PARA:

I900′lü yıllardan itibaren mevcut yapı, dünyayı küresel bir ekonomiye geçirmek için olağanüstü gayret göstermektedir. Adına ‘emperyalizm’ denen şey, aslında tümüyle mevcut derin organizasyo­nun bilinçli bir çabasından başka bir şey değildir. Ancak geçen süre içinde görmüşlerdir ki bu süreci tamamlayabilmeleri için sadece eko­nomik entegrasyon ve çabalar yetmemektedir. Bu anlamda gelenek­sel, ekonomik bazlı emperyalizm teorileri yeni durumu kavramaya ve açıklamaya yetmemektedir.
Asıl sorun siyasidir ve en büyük handikapları; ulusal pazarlar, koru­macı gümrük duvarları, yasalar, sermayenin serbest dolaşımının önünde engel yaratabilecek her türlü uygulama, alışkanlık ve tabii ki ulusal para sistemi ve ulusal merkez bankalarıdır. Gene kendi dene­timlerinde oluşturdukları IMF ve DünyaBankası gibi kuruluşlar da ulusal ekonomileri çökertmede bir yere kadar yetmektedir. Bu yüzden asıl hedef, ülkeleri önce belli birlikler sonra da federasyonlar çatısı al­tında toplayıp, ekonomik idareyi de dünya çapında tek elden yönet­mektir. Söz konusu olanı gerçekleştirebilmek için de dünyadaki bütün para arzı ve denetimini tek elden yönetmeye ihtiyaç vardır. Ancak bu sayede kesin olarak dünya ekonomisini tam olarak denetimleri altına alabileceklerini bilmektedirler. Bu nedenle uzak olmayan bir gelecekte dünyayı tek para ve tek merkez bankasına geçmeye zorlayacaklardır. (Avrupa Topluluğu çoktan Euro’ya geçü bile.) Böylelikle hem ulusal ekonomileri yok etme operasyonunun son halkası da tamamlanacak hem de bugüne kadar egemenlik simgesi olan ulusal paralar tarihe ka­rışacaktır. Böylelikle dünya çapında nereye ne kadar para arz edecek­lerini, nerede ekonomik kriz yaratabileceklerini tam olarak kontrol al­tına alabileceklerdir. Bütün bunlar ise bir avuç bankerin denetiminde olacaktır. (Bugün bile Amerikan federal rezerv sistemi birkaç banke­rin elindedir. ABD hükümetinin fiilen para basma yetkisi yoktur. Söz konusu yetki, birkaç bankerlik kuruluşuna devredilmiştir. Aynı şekil­de dünyadaki para akışına bugün de birkaç ‘uluslararası banker yön vermektedir.) Tek para birimi aynı zamanda kendi hâkimiyetlerinin bir simgesi de olacaktır. İhtimal ki bu paranın da üzerinde ‘ulu göz ve ‘piramit’ gibi asıl ideolojilerini simgeleyen birtakım ezoterik sembol­ler olacaktır.

TEK HUKUK:

Böylesi bir yapı, dünya çapında geçerli tek hukuk yaratma­dan hedefine ulaşamaz- Onun için yasama ve yürütme yetkisini al­ma hedefinin yanı sıra ‘evrensel hukuk normları’ adı altında yargı yetkisini de eline almaya çalışacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın çok özel koşullarından doğan ‘Nümberg Mahkemeleri’nden bu yana gi­derek gelişen süreç, bütün ulusları bağlayacak uluslarüstü bir ‘dünya mahkemesi ne kalmıştır. Ayrıca yine kurallarını kendilerinin belirle­yeceği ve dünya üzerinde yaşayan herkesi bağlayıcı yasalar gündeme gelecektir. Böylelikle kendileriyle çelişen liderleri ve ‘istenmeyen’, ‘te­rörist’, ‘savaş suçlusu gibi kişileri, (Örnekse: Mahkemenin hiçbir hukuki altyapısıolmadığı halde Miloşeviç, yargılanmakta ya da Saddam Hüseyin, Üsame bin Ladin gibi isimler gıyaben ‘yargısız infaza kurban gitmektedirler.) mahkeme huzurunda yargılayıp cezalandıra­bileceklerdir.
Böylesi ‘global bir idarenin hedefi, tüm dünyada dizginleri ek almak olduğuna göre yargı yetkisini sürecin dışında tutamazlar. O yüzden bunu, önce ‘insan hakları’nın evrenselliği üzerine oturtulmuş bir söyleme yedirip ardından yine ‘global tehdit’ değerlendirmeleri çerçeve­sinde bu ‘hakları’ budayarak sonunda zamana yayılmış olarak evren­sel diktatörlüğün tüm üstyapısını tamamlayacaklardır.
TEK TARİH:
Tüm devletler zaten kendi resmi tarihlerini yazıyorlar. Mev­cut tarih üzerinde işlerine geldiği gibi oynama yapabiliyorlar; kahra­manlar korkak, korkaklar kahraman, hainler vatansever, vatansever­ler hain olabiliyor! Ancak global yönetim, tüm dünyanın tarihini ye­niden yazacaktır. Çünkü böylesi bir yönetimin insan hafızasını da ye­niden düzenlemesi gerekiyor. Tarihte kendilerinin aleyhine olabilecek tüm verileri ayıklanacaklardır. Bu, yeni bir uydurma tarih yazımı ola­caktır. Üstelik artık bağımsız araştırma ve araştırmacı imkanları da kalmayacağı için(Birçok bilgi ancak arşivlerde ve özel izinle ‘güveni­lir’ kişilerce girilebilir bilgiler statüsünde olacaktır.)marjinal düzeyde bile kalsa alternatif tarih yazımı imkânı kalmayacaktır. Dünyanın ta­rihi; sıfırdan efsanelere, mitolojilere (Atlantis gibi) göre tümüyle ye­niden kurgulanacaktır. Bu tarihte seçkinler ön plana alınırken ‘Spartaküs’lere, isyanlara, ulusunu savunmuş önderlere, vb yer olmaya­caktır. Olsa bile onlar, sadece ayrıntıya girmedenkötülenmek için anılacaktır. Gerçekte olanları hatırlayan son kuşak da kaybolduğu an artık yazılanlara itiraz edebilecek kimse kalmayacaktır.
Sonuçta ortaya tümüyle sanal, uydurma bir tarih yazımı çıkacaktır. Böylelikle insanlık, tarihe dönüp baktığında bütün olan bitenlere kar­şı koyabileceği hiçbir dayanak, hiçbir esin kaynağı ve moral neden bu­lamayacaktır. Onların istediği de budur.

TEK DİN:

Yeni global düzen, yeni bir inanç sistemi gerektirmektedir. Bu­nun için var olan dinlerin yerine yeni bir din ikame edilmeye çalışıla­caktır. [9]Bu dinin ana bileşenleri; teolojik olarak Eski ve Yeni Ahit’in bir ‘sentezi’ne dayandırılmakla birlikte, pagan esintiler de taşıyacak­tır. Bu din, tıpkı ortaçağdaki reform çabası ve ardından doğan Pro­testanlığın kapitalizme ideolojik zemin yaratması gibi ‘Yeni Dünya Düzenine inanç planında destek sağlayacak şekilde formatlanacaktır. Şurası muhakkak ki eğer geniş kitlelerin inanç biçimleri, yasama alış­kanlıkları ve ‘zihniyet’leri bir sistemle uyuşmuyorsa o sistemin ku­rumlaşması mümkün değildir. (Örneğin inancınız faizi onaylamıyor­sa kapitalizmi geliştiremezsiniz.) Bu nedenle yeni inanış; adı ne olursa olsun ‘ Alan Çağ İnanışı’, ‘Kova Çağı Bilgeliği’, ‘Evrensel Kardeş­lik Dini’, ‘Moonculuk’ vb gibi sonuçta bu projeyi gerçekleştirmek is­teyen güçlerin dünya projeleriyle uyumlu olacaktır.

DERİN DÜNYACILAR;

bütün bu bileşenler yani ‘Yeni Dünya Düzeninin sacayakları oluşmadan nihai amaçlarına varamazlar. Bunu kendileri de biliyorlar ve ellerindeki tüm imkânı seferber edip, sürece bu yönde yükleniyorlar. Dünya artık kritik bir dönemeçte görünüyor. Ya bu gü­cün sinsi planlarına teslim olup yeryüzünün özgür halkları ve birey­leri olarak gönül ve akıl rızamızla insanlık ailesinin bir unsuru olma­ya devam edeceğiz ya da kendi irademiz dışında, ruhi ve fiziki olarak teslim alınmış, eski dünyanın köleleri gibi bir durumuna düşeceğiz.

ÖZEL BİR YORUM

Burada tamamen şahsi bir kanaatimi hatta yaşadığım bir çelişki­yi belirtmek durumundayım, itiraf etmeliyim ki YDDcilerin ‘ev­rensel kardeşlik’ gibi birçok söylemi, benim gibi sol gelenekten ge­len aydınlara çekici gelmektedir. (Zaten pek çok sol kökenli aydı­nın bugün kraldan fazla kralcı bir biçimde bu globalist söyleme ka­pılması bu yüzdendir. Adı geçen kesim söz konusu yapının evrenselci söyleminin cazibesine kapılarak onların değirmenine ideolojik planda su taşıyıp duruyor.)
Peki, nedir bu ‘cazip’ gelen şeyler?
Öncelikle şunu belirteyim: Aydınlar ve özellikle de sol aydınlar, edindikleri kültür gereği, hümanist ve enternasyonalistirler. Dolayısıyla ‘evrensel’ söylemler kulağa hoş gelmektedir. Konu evrenselcilik olunca vazgeçemeyecekleri şey yoktur! Bunu son derece iyi ni­yetle, ‘hümanist’ duygularla yapsalar da bugünkü konjonktürde ne­lerle çakıştıklarının farkında bile değillerdir. Madalyonun diğer yü­zü ‘milliyetçilik’ten hoşlanılmamasıdır. Kabul etmek gerekir ki bu konuda hassasiyet çoğu kez haklı ve yerindedir. Çünkü dünya tari­hinde fanatik ‘milliyetçi’ yaklaşımların kör düşmanlıklara, savaşla­ra, manasız kinlere, önyargılara meydan verdiği aşikârdır. Ancak bugün “Aman milliyetçi olmayalım” fobisiyle bütün ‘anti-emperyalist’ duyarlılıklar neredeyse tümüyle terk edilmiştir. Her tür eleme mekanizması adeta iptal olmuştur. Burada istenen, YDD karşısında­ki bütün ulusal reflekslerin köre itilmesidir.
Tam bu nokrada kişisel olarak hiçbir ulusa, ırka karşı önyargımın ve düşmanlığımın olmadığını belirtmek durumundayım. Her birini insanlık ailesinin eşit ve renklendirici unsurları olarak görüyorum.[10] Gündelik bakışımı şovenist yaklaşımlar belirlemiyor. O manada kendimi ‘evrenselci’ görüşlere yakın bulabilirim. Ancak bunu safiyane bir şekilde, kendi ait olduğum ulusun, ülkemin çıkarlarına aykırı olarak da yorumlayamam. Anti-emperyalist duyarlılıklarımı terk edemem. Oysa bizden tam bir gözbağcılıkla istenen budur.
Aynı şekilde ‘demokrasi’ konusunda idealist beklentileri olan bi­ri de değilim. Demokrasinin de bir ‘güç oyunu’olduğunun, demok­rasinin ve özgürlüğün güçle sınırlı olduğunun bilincindeyim. Kısa­ca demokrasiye bir kutsiyet atfetmiyorum. Dahası, demokrasinin ‘zaaflı’ bir rejim olduğunu söyleyebilirim. Demokrasinin de tıpkı kendinden önceki rejimler gibi tarihin belirli bir aşamasının ürünü olduğunun farkındayım. Yerleşip, kurumlaşabildiği gibi, bir gün or­tadan kalkabileceğini de söyleyebilirim. Aksini düşünmek demok­rasiyi mutlakiyetçi ve tanrısal bir rejim olarak görmek olur ki bu da kavramın kendisiyle çelişir. Ancak demokratik hak ve özgürlükle­rin de korunması, geliştirilmesi ve tarihsel olarak savunulması gere­ken bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu noktadan atılacak her geri adımın bugün‘derin dünyacılar’ın programıyla çakışacağını görebi­liyorum. Yoksa ‘demokrasi oyunu’na kimlerin, hangi amaçlarla yön verdiğini, demokrasinin de kendi içinde aşındığını ve başlangıç ide­allerinin hiçbirini gerçekleştiremediğini ben de görüyorum.
Hemen buna paralel bir diğer yaklaşım ise soyut bir ‘halk’ feti­şizmine sahip olmayışımdır. “Halk ne yaparsa, doğru yapar; halk ne­yi seçerse doğru seçer” gibi ancak saflara özgü olabilecek bir görü­şüm de yok. Bu tip bir yaklaşım, ancak halkın sırtını sıvazlayıp, pohpohlayıp ondan oy koparmak isteyen politika bezirganlarına öz­gü bir yaklaşım olabilir. İsteyen buna tav olabilir! Kaldı ki bugünkü demokrasilerde bile ‘halk iradesi’ denen şey aslında tam bir safsata­dan, bir oyundan ibarettir. Tam ve özgür seçimlerin garanti olduğu ülkelerde bile (!) seçme-seçilme mekanizmalarının ardında hangi güçlerin var olduğunu artık çocuklar bile biliyor. Gerçek kararlar, perde gerisinde bir avuç oligarşik mali-sermaye ve onların emrinde­ki bürokrasi tarafından yönlendiriliyor. YDD’ciler, şimdi aynı şeyi, ülkeler bazından dünya bazına taşımak istiyorlar.
Ayrıca seçkinlere de karşı değilim. Hatta seçkinlere, seçkinci eğilimlere bir sempatim olduğunu bile söyleyebilirim. Dünyayı an­cak lider karakterli, sürüden kopmuş, kendi ruhunu ve kanını orta­ya koyabilen, uzak görüşlü insanların bir yerlere getirebileceğini bi­liyorum. Sıradan insanın; aptal önyargılar içinde boğulan, her tür telkine açık, düşünme ve yargılama yetilerinin sınırlı bir varlık ol­duğu da ayrı bir gerçektir. Kendimi sıradandan ayrı hissediyorum. Hatta daha da ileri gidersem aristokrasinin, tarihin yarattığı en onurlu, en kültürlü sınıf olduğunu bile söyleyebilirim.Dünyayı ancak ‘sıradan’dan ayrılanların bir yerlere taşıyabileceğini biliyorum. Fa­kat bütün bunların; bir‘üstünlük’, ‘ayrıcalık’ hele de ‘öteki’leri yok etme gerekçesi olduğunu söyleyemem. Oysa derin dünyacılar bütün bunları, bırakın bir bireysel ruh hali olmayı, bir komplonun gerek­çesi haline getiriyorlar. ‘Seçkin’ olmanın kendilerine her şeyi yap­ma hakkını otomatik olarak verdiğine inanıyorlar.
Pek ‘dindar’ biri de sayılmam. “Allah’ın sevgili kulları” katego­risine girdiğimi ise hiç söyleyemem. Diğer hareketlerimin faturasını da ancak ‘hesap günü’ verebileceğimi düşünüyorum. Ve bu, sadece beni ilgilendiriyor. Ancak tarih boyunca dinlerin sebep olduğu sa­vaşların, yıkımların insanlığa nelere mal olduğunu biliyorum. Din­lerin ortalama vecibelerini yerine getirmenin insanı ‘kâmil’ yapma­ya yetmediğini de görüyorum; aksi olsaydı bu kadar ibadet yeri do­lu bir ortamda herkesin ‘melek’ gibi dolaşması gerekirdi! Oysa ne­redeyse tam tersi gerçekleşiyor. Bu anlamda şu veya bu din adına özel kaygılar taşımıyorum. Ama din kurumuna, kimin, hangi amaç­larla yon vereceği hepimizi doğrudan ilgilendiriyor. Dinin gelecek­te alacağı şekil bu anlamda bizim var oluşumuza ilişkin bir sorun olarak karşımızda duruyor. Tam bu noktada ‘derin dünya’nın dinsel hazırlıklarından kuşku duymamız için pek çok neden olduğunu gö­rüyorum.
Dahası mistik, ezoterik, hermetik geleneğin tümüyle yadsınamayacağına inanıyorum. Bu geleneğin insanın evriminde son derece önemli ruhsal katkıları olmuştur. Aynı geleneğin bir uzantısı olan simya gibi alanların bilimin gelişmesine katkısı görmezden geline­mez. Aynı uğraşıya gönül veren kadrolar, çağlar boyunca insanlığın felsefi ve kültürel gelişimine imza atmışlardır. Ancak bu Öylesine bir durumdur ki hermetik-ezoterik oluşumları olumlu da kullanabilirdi­niz olumsuz da. İnsanlığın yararına da kullanabilirdiniz aleyhine de. Bence YDD’ciler, bu damarı bir dünya komplosunun basamağı ha­line getirerek insanlığın binlerce yıllık geleneğini insanlık aleyhine kullanıyorlar. Onlar gizemli kültlerinin zırhı altında, küresel hırsla­rının savaşını veriyorlar…
İşte bütün bunlardan dolayı hem ‘derin dünyacılar’ı daha iyi an­ladığımı sanıyorum hem de onların planladıkları şeye karşı uyanık olunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü insanlığın yarattığı bütün seçkin birikimleri, imkânları negatif yönde kullanıyorlar. Bu yüzden onların projelerinin bu köhnemiş dünyacı yeni bir soluk getireme­yeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Zaten 1Eylül’den bu yana ‘de­rin dünya’ kaynaklı ‘küresel kontr-gerilla’nın yaptıkları da bunu is­patlıyor…(sh:275-298)
Kaynak:
Atilla AKAR, Derin Dünya Devleti [Kitap]. - İstanbul : Timaş, 2003.

[1] Armagedon, Tel Aviv’in 55 mil kuzeyindeki bir bölgedir. ‘Mediggo’ diye geçer, inanışa göre ‘Son Savaş’ burada olacaktır. İlginçtir; bu kavram, Müs­lüman ülkelerde yaşayan insanlara uzak bir kavram olsa da Yahudi-Hıristi­yan kültürü içindeki ülkelere hiç yabancı değildir. Hatta kilit bir kavram niteliğindedir. Bugün başta ABD olmak üzere birçok tarikat, Armegedon’un gerçekleşmesi beklentisi içindedir. Hatta daha da ötesi bu kehane­tin gerçekleşmesini hızlandırmak için bazı çılgınca eylemleri göze alan ta­rikatlar bile vardır. ABD’de Protestan-Evanjelikler bu inanışta başı çek­mektedirler. Onlara göre “Tanrının kıyameti gerçekleştirmesine yardımcı olmak” gerekmektedir! Onlar Tevrat ve İncil’de geçen bazı kehanetleri gerçekleştirmek için çaba sarf etmektedirler. Daha ayrıntılı bilgi için bakı­nız:‘Tanrıyı Kıyamete Zorlamak’. Grace Halles; Kim Yayınları, Çev: Mus­tafa Acar-Hüsnü özmen; Ank., 2002.
Belki de bu konudaki en dikkat çekici iddialardan birisi, Amerika’nın 2004′teki başkan adaylarından Lyndon LaRouche tarafından yakın zaman­larda dile getirildi. 11 Eylül’ün hemen ertesinde “11 Eylül’ün içeriden ya­pıldığını söyleyen LaRouche, şimdilerde de olayın arkasında ‘Hıristiyan Siyonistler’in (Kastettiği doğrudan Yahudiler olmayıp, Hıristiyanlığın Armagedoncu yorumuna sahip kesimler olduğunu belirtelim.) olduğunu söy­lemekteydi: “Bugünlerde ‘Hıristiyan Siyonistler’ diye anılan ekip para­doksal olarak ırkçı bir gelenekten, atuv-Semmk biı duruştan ve faşist bir temelden beslenen konfederasyon geleneğinin içinde bir damardır… Bu ABD’ye özgü Kabbal organizasyonun iktidara oynayan parti ile Adalet Ba­kanlığı, Hazine Bakanlığı ve Beyaz Saray’la ciddi bağlan vardır. Bu gizli gücün kendisini vakfettiği ana dava, dünyayı küresel olarak özgür ulusların, kendi kaderlerini belirlediği bir düzenden Roma İmparatorluğunun taklidi kendi icadı bir modem parodiye çevirmektir. Bu modern parodi ise ulus devlet sonrası sürecini oluşturacak devletlerin küçük parçalara bölünmesi ve adeta Romalı lejyonlar gibi dünyanın uluslararası bir askeri güç tarafın­dan yönetilmesidir. Ruhsatlan ise İngilizce-konuşan finansör oligarşiler tarafından Venedik tarzında – tıpkı Venedik’in emperyal deniz gücünün MS. 800′den siyasi gücünün safdışı kaldığı 17′nci yüzyılın sonlarına kadar tüm dünyayı sürüklediği gibi – verilmektedir. Bu meseleye ‘Hıristiyan Siyonistler’ noktasından başlamak lazım. Bu ‘Hıristiyan Siyonistler’ İngil­tere’nin ”Britanya lsraelitleri’ mezhebindendir, temelde Ariel Şaron ve Netanyahu’nun fanatik taraftarlarıdır. Bu grubun bugüne kadar ABD tarihinde anlatılamaz derecede zehirli ve yobaz bir anti-Semitizm hikâyesi vardır. Bu tehlikeli dinci fanatikler ‘Armagedon savaşı’nın nihai olarak ‘Hıristiyan Siyonistlere’ vaat edilmiş topraklan hediye edeceğine inanmak­tadırlar”. Lyndon Larouche; ’11 Eylül Amerikan hükümet darbesidir.’ Söy­leşi: Taha Özkan. Çeviri: A. Altan Ünaltay. http://www.yarin.org
Aynı şekilde İsrail ve dünyanın dört bir yanındaki bazı fanatik Yahudiler de buna inanmaktadır. Onlara göre de Armagedon Savaşı, lsrailoğulları’na vaat edilen ‘Dünya Krallığı’ için yapılan son savaş olacaktır. İstailoğulları bu savaştan zaferle çıkacaklardır. Daha da ilginci kimi yorumculara göre bu son savaş biz Türklerle yapılacaktır. Mine G. Kırıkkanat, bir yazısında bu ilginç psikolojiyi şöyle anlatıyor:
“Taksi şoförümüz, halim selim, aklı başında bir adama benziyordu. Arkadaşım indikten sonra sordu: ‘Hangi dili konuşuyor­dunuz?’ Türkçe yanıtını alınca:
‘Ah’ dedi.
‘Dünyanın sonunu hazırlayan millettensiniz!’
Dünyada deli çok. İçimden sessiz bir lahavle çektim. Laf ol­sun torba dolsun diye otomatik bir:
‘Öyle mi?’ hayreti ünledim.
‘Nasıl hazırlıyormuşuz dünyanın sonunu. ‘ Adam tatlı bir masal anlatıyormuşçasına:
Türkiye içten içe çürüyecek ve parçalanma tehlikesiyle kar­şılaşacak. Ordularımız, Ortadoğu’da savaşmak zorunda kalacak. Tüm dünya orduları ARMAGEDON’da toplanacak ve başlayan büyük savaş dünyanın sonu olacak!
Daniel’in kehanetinden haberiniz yok mu?
Dolayısıyla bu inanış sadece birkaç kaçığın varsayımı değil yaygın bir inanıştır.
27 Eylül 2002, Radikal, Mine G- Kırıkkanat; “Daniel’in Kehaneti”
[2] Örneğin bugün Dünya Sağlık Ögütü’nün (WHO) raporlarına göre özellik­le Afrika kıtasının güneyindeki bazı ülkelerde AİDS hastalığının nüfusa oranı yüzde 25′i bulmuştur. Böyle giderse Önümüzdeki 25 yıl içinde kıtanın nüfusu yarı yarıya azalacaktır.
[3] Zaten daha şimdiden ‘derin dünya’nın çokuluslu şirketleri, 3. Dünya Ül­kelerinin topraklarını ve denizlerini atık deposu olarak kullanmaktadır.
[4] Avrupa Birliği projesi, bu güçlerin bir eseridir. Uzun vadede dünyayı 3 fed­eral bölgeye bölmeyi planlamaktadırlar. Böylelikle tüm dünyada tek elden bir yönetimin organları mümkün hale gelecektir
[5] Şu anda bile bazı ülkeleri ‘terörizm’ ya da ‘kimyasal silah bulundurma’ bahanesiyle işgal hazırlığı içinde bulunmaktalar; bombalama ve liderlerine Suikast hazırlığı içindedirler. Irak, bunun en son örneğidir.
[6] Hatta bilimkurgu bir fantezi gibi gelebilir ama ileride oluşturacakları Mars kolonisine bu tip ‘suçlu’ ve ‘uyumsuzlar’ı gönderecekleri söylenmektedir.
[7] Muhakkak ki Marksizm içinde bunları farklı yorumlayan akımlar olmuştur, vardır. (Leninizm, Stalinizm gibi) Ama Marksizmin saf ilkeleri açısından yaklaştığımızda durum budur.
[8] Muhtemelen bu yeni dinin esasları, Eski ve Yeni Ahit’in bir karışımı olacak­tır.
[9] Daha şimdiden ‘reform’, ‘dinler arası diyalog’, ‘dinlerin özüne dönme’, ‘din­lerin aşkın birliği’ vb gibi çeşitli adlarla bu çaba başlamış görünüyor. Sözüm ona dinler arasında var olan anlaşmazlıkları gidermek, dinler arasın­da barış ve hoşgörü havasını hâkim kılmak adı altında söz konusu arayışa daha şimdiden zemin yaratılmaktadır- Öyle görünüyor ki alttan alta körük­lenen bu çaban m sonucu süreç içinde daha itikadi noktalara çekilecektir. Burada söz konusu olan, kadim dinlerin önyargı, bağnazlık, cehalet dolu yaklaşımlarının temizlenmesi değildir. Dinlere karşı böylesi bir yeniden ele alış, içine sızmış yanlışların ayıklanması yararlı bile olabilirdi. Ancak bura­da kastedilen, YDD’ye yeni bir din giydirilmesi çabasıdır.
[10] Bu durum, ulusal kültürler içindeki gayri medeni, kaba, vahşete varan, bas­kıcı geleneklere, kesimlere tepki duymamı, onlardan hoşlanmama gerek­çemi değiştirmiyor. Aynı şekilde evrensel kültürün hoş, yaratıcı, estetik ve insanlığı geliştirici öğelerine saygı duymaktan vazgeçirmiyor.

Hiç yorum yok: