“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık.
Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.
Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurat, 13)
Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.
Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.
Allah bilendir, haberdardır.” (Hucurat, 13)
*****
Genç Kız : Vietnam Savaşı’nı neden durdurmuyorsunuz ?
Nixon : Kaç yaşındasın sen?
Genç Kız : On dokuz… Evet neden? Gücünüz mü yok?
Nixon : Hayır gücüm var. Kullanıyorum da. Ben de bitirmek istiyorum ayrıca…
Genç Kız : Sistem mi engelliyor gücünüzü kullanmanızı?
Nixon : Sistemi A evet… Sistem var tabii. Onu anlamaya, kontrol etmeye, onunla birlikte olmaya çalışıyorum…
Genç Kız : Sistemden vahşi bir hayvandan söz eder gibi konuşuyorsunuz…
-Nixon filminden.Oliver Stone. (1995)ABD Başkanı Richard Nixon’ın radikal bir öğrenciyle konuşma sahnesi-
“Politikada hiçbir şey tesadüfi değildir. Bir şey vuku buluyorsa, o hadisenin, bu şekilde zuhur edeceğinin önceden planlandığına emin olabilirsiniz.”
-F D. Rosewelt / Eski ABD Başkanı-
Aslında birçok ‘aydın’ın durumu da ‘sıradan insanlar’dan pek farklı değildir. Onlar kendilerini ‘herhangi biri’gibi hissetmezler fakat öyledirler. Onlar her konuda mangalda kül bırakmazlar fakat ‘Küresel Dünya Hükümeti Komplosu’ndan söz ettiğinizde irkilerek bir “Yok canım, o kadar da olmaz!” çekerler. Kafaları basmadığından değil, sadece öyle düşünmeye alıştıkları ya da bazı durumlarda öyle düşünmek işlerine çok daha uygun geldiği için. Daha da komiği, onlar fevkalade ‘Globalist’tirler; her konuda ‘global düşünürler’ ama “global komplo” söz konusu olduğunda nedense ufukları bir anda daralmaktadır!
Oysa ulusal hükümetler, henüz tam tasfiye olmasalar bile gidişatın o yönde olduğuna dair kuvvetli belirtiler var. Durum öyle gösteriyor ki ‘bir güç odağı’, adım adım dünyada merkezi iktidarın organlarını oluşturmaktadır. DAHASI, KİMİ YORUMLARA GÖRE 1000 YILDIR, KİMİ YORUMLARA GÖRE DE GEÇEN YÜZYILIN BAŞINDAN İTİBAREN BELLİ BİR YAPININ BU YÖNDE ADIM ADIM UYGULAYA GELDİĞİ BİR PLANLA KARŞI KARŞIYAYIZ. Dünyada estirilen ‘küreselleşme rüzgârı’na baktığımızda bunun sadece sürecin getirdiği ekonomik-teknolojik bir zorlama olmayıp, aslında belli mihrakların siyasal tercihinin bir ürünü olduğunu görmek mümkündür. Emperyalizm geçen yüzyılın başlarında sistemin ekonomik altyapısını hazırlarken günümüzde ise ‘globalizm’ makyajıyla siyasi üstyapısını tamamlamaya çalışmaktadır.
Çoğu aydın için küreselleşme, tarihin kaçınılmaz bit evresi, sürecin doğal bir sonucu olarak algılanmaktadır. Onlara göre küreselleşme; ekonominin sınırları aştığı, iletişimin küresel çapta yaygınlaştığı bir dünyanın gitmekte olduğu yöndür. Bu anlamda, onlar için küreselleşme; arkasında hiçbir siyasi tercihin olmadığı, tamamen kendiliğinden, ekonomik bir olaydır. Onların göremediği, söz konusu sürecin bir irade tarafından zorlanması, planlı ve adım adım güncelleştirilmesidir. Böyle düşünenlere göre sürece karşı koyanlar adeta ilkel bir ulusçuluk duygusuyla hareket etmekte, modası geçmiş ulus devletleri savunmaktadırlar. Oysa bu düşüncedekiler, ne olduğunu bile bilmedikleri içi boş bir evrenselcilik çığırtkanlığı yapıyorlar ancak veremedikleri bir cevap vardır:
Peki bütün bunlar güzel de küreselleşmenin arkasındaki siyasi irade nedir?
Dünya tarihinde bugüne kadar arkasında bir ‘irade’nin olmadığı en küçük olaya dahi rastlayamayacağımıza göre buradaki irade kimdir?
İş buraya gelince kıvırtmalar, kaçak güreşmeler başlamaktadır. Çünkü bu soruyu sormak bile cevabı kendi içinde taşıyacaktır.
Daha da açık konuşursak; insanlık, başlangıçta çok çekirdek halde olan ama giderek tüm dünyayı saran organize bir elitler grubunun komplosuyla karşı karşıyadır. Tüm dünya hükümetleri ve ulusları, kendilerine karşı tertiplenmiş son derece hesaplı, uzun vadeye yayılmış bir darbe girişiminin tehdidi altındadır. Kendisini legal kabuklar altında gizleyen finansal-siyasi-teknolojik-askeri elitlerden oluşan bir çekirdek yapı, tüm dünyayı hedeflediği bir ‘birlik’ çatısı altına sürüklemeye devam etmektedir. Dünyanın tüm devletlerinin, yasal hükümet ve yapılarının, örgütlenilmesi düşünüldüğünde bir tür ‘Küresel Susurluk Çetesi’ olgusuyla karşı karşıya bulunduklarını sezeriz.
Peki, bu çekirdek yapının ‘küresel darbe girişiminin ardında kim ya da hangi güçler var?
Yoksa bütün bunlar bizim ‘paranoyak’ zihinlerimizin yarattığı vehimler mi?
Olayların ve olguların gelişimine baktığımızda bunun ‘vehim’ ürünü değil tam tersine çok ciddi, somut işaretleri olan bir durum olduğunu görebiliriz. Söz konusu çekirdek güç; uzun süredir kendi kadrolaşmasını yaygınlaştırıp, ulusla-rüştü bir irade oluşturarak ‘milli hükümetler’e nüfuz ediyor, onların hâkimiyetlerini felç ederek, teslim almaya veya kendilerine katılmaya zorluyor. Üstelik bunu, milyonlarca insanın fiziki, ekonomik, kültürel yıkımı üzerine kuruyor. Kendilerini ‘dünyanın seçilmiş efendileri’ sayan ‘gizli doktrin’ sahibi, ellerinde büyük bir mali güç bulunan kesimler, dünyanın geleceğinde ‘küresel imparatorluk’larının bayrağının dalgalandığını daha şimdiden görüyorlar!
Bazıları olaya bizim gibi bakanları küçümseyip, dudak büküyor. En ilgilisi bile “İlginç bir fantezi ama o kadar”da kalıyor. Bunları şu şekilde sınıflamak mümkün: Birinci sırayı; konuya karşı bilgisiz ve ilgisiz ama siyaset teorilerini gelişigüzel bilen, kalıplaşmış yaklaşımları tekrarlayıp duranlar oluşturuyor.
Onlar, tarihte ve politikada komploların yeri olduğunu kabul etseler bile, bu derece büyük ve küresel bir komplonun olabileceğine akılları basmıyor. Onlar bu konudaki yetersizliklerini, kafalarının basmamasını hayli basmakalıp bir sözle ifade etmeye bayılıyorlar:
Komplo teorilerine pek itibar etmem.“Bu konuda doğru düzgün fikrim yok” deme cesaretine sahip olmadıkları için komplo yorumlarını küçümseyerek kendi cahilliklerini örtmektedirler.
İkinci grubu ise ‘derin dünyanın ideolojik ajanları’ diyebileceğimiz, azınlık ama etkili bir aydınlar grubu oluşturuyor. Bunlar çıkarları ya da bağları gereği ‘anti-komplocu’ düşüncelerin bayraktarlığını üstlenmiş bulunuyorlar. Bunların bir kısmı, küresel düzeyde derin dünya devletinin uzantısı ‘think-tank’ kuruluşu üyelerinden ya da işbirlikçi aydın kadrolardan oluşuyor. Onlar, kurulan tezgâhı unutturabilmek için neredeyse “komplo”sözcüğünü bile sözlüklerden silmek istiyorlar.
Bu gruplardan başka bir de üçüncü grup var. Bu gruptakiler, ortada tuhaf bir durumun olduğunu sezdikleri halde alıştıkları düşünce kalıplarını kırmakta zorlanıyorlar. Bu gruptakilerin açmazı, teorik-ideolojik değil, sadece yerleşik yargılarıyla hesaplaşma cesaretinden yoksunluktur. Olaylar karşısında bir tür tutucu kimlik sergilemektedirler. Konuya böyle yaklaşanların en büyük korkusu, çevrelerince “komplocu düşünmekle” suçlanma ihtimalidir. Sürüye uyarak sürü dışında kalmanın tehlikelerinden kurtulmaktadırlar!
Bazıları da söz konusu küresel derin devlet faaliyetlerini normal sivil lobi faaliyetleri gibi görmektedir. Onlara göre bu örgütlenmeler gizli yapılar değil, sadece kapalı kapılar ardında dünyanın gidişatı üzerine fikir üreten ‘önemli kimseler’dir. Bunların oluşturdukları örgütler ise son derece normaldir. Bunlar olup bitenlere kesinlikle siyasi bir faaliyet gözüyle bakamıyorlar. Yine onlara göre bazı ‘yetkili ve etkili kişiler’ bir araya gelmiş, kapalı kapılar ardında sadece normal sorunları konuşuyorlar. Başka bir art niyet aramak ise ‘komplo fobisi’ üretmek oluyor. Bu gibilere karşı ABD’li muhalif aydın Michael Parenti‘nin verdiği nefis cevabı hatırlatmakla yetineceğim:
“Komplo fobisinden yakınanlar, ‘Gerçekten birtakım insanların bir odaya kapanıp gizli planlar yaptığını mı düşünüyorsunuz’ demeye pek meraklıdırlar. Bazı nedenlerle görünüm, komplo iddiasında olanları iddialarından vazgeçirecek kadar saçma farz edilebilir. İyi ama iktidar sahipleri de başka nerede bir araya gelir ki?
Park kanepelerinde ya da atlıkarıncılarda mı?
Hayır! Onlar da odalarda buluşur.
Şirket yönetim kurulu odalarında, Pentagon komuta odalarında, Bohemian Grova’da, en iyi restoranların, eğlence-dinlence merkezlerinin, otellerin, malikânelerin seçkin yemek salonlarında, Beyaz Saray’ın, NASA’nın, CIA’nm konferans salonlarında-
Ve evet… Adını ‘planlama’, strateji oluşturma’ koysalar da komplo kurarlar, entrikalar hazırlarlar. Bunu da kamuoyunun bilmemesi için her türlü çabayı göstererek büyük bir gizlilik içinde yaparlar. Hiç kimse, siyaset-şirket elitleri ve onların kiralık uzmanları gibi baş başa verip ustaca plan yapamaz.”
Komploların hayal ürünü olmayıp çoktandır görmemezlikten geldiğimiz bir gerçeklik olduğunun ipuçlarını sergilemeye çalışmalıyız. Böyle düşünmemiz için yeterince kanıtın ortada olduğunu söylüyoruz. Tarihe dönüp baktığımızda somut emarelerin yeterince ortaya serili olduğunu biliyoruz. Aslında dünya olaylarına baktığımızda ‘küresel çete’nin işlediği suçların parmak izleri her yerde mevcut ama bunu bolca teorik-entelektüel laf arasında görmezden geliyor, bir anlamda onların değirmenine su taşıyoruz.
Komplocu yapıyı görebilmek günümüzde daha da artan bir önem arz ediyor. ‘Kıyamet Komplosu’ adlı daha önceki çalışmamda bu yapıların 11 Eylül olayı ile bağını yeterince ortaya koyduğumu zannediyorum. 11 Eylül, sadece dünya için değil bu tarz örgütlenmeler için de hayati bir kavşak noktası olmuştur. 11 Eylül’le birlikte söz konusu yapının faaliyetine daha da hız verdiğini söyleyebiliriz. 11 Eylül, sadece dünya için değil komplocu yapı için de bir ‘milat’ olmuştur. 11 Eylül, planlarını gerçekleştirebilmek için artık iyice sabırsızlaştıklarının, bu uğurda gözlerinin iyice döndüğünün bir göstergesidir. Aynı yapının bir eseri olan 11 Eylül, aynı zamanda komploların bundan sonra şiddet ve çapının artarak süreceğinin de bir ifadesidir. Nitekim gelişmeler bunu doğrulamaktadır.
Türk okuyucusunun ‘Derin Dünya Devletinden halen bihaber ya da içi doldurulmamış şekilde haberdar olduğunu biliyoruz. Bu anlamda söz konusu çalışma, türünün belki ilk değil ama derli toplu bir bilgi kaynağı da olacaktır. Gerçi Türkiye’de son dönemde bu konudaki yayınlarda olağanüstü bir patlama yaşanmakta, Türk okuru da Batı’da çoktan tartışma gündemine gelmiş ‘küresel komplo’dan ve onun organizasyonlarından haberdar olmaktadır.
Türk okuru da artık bu gibi yapıların somut ifadesi olan oluşumları daha yakından tanıma imkânına kavuşacak.‘Küresel Olimpos un Tanrılar Meclisi’nde kimlerin oturduğu, çok sözü edilen ‘Yeni Dünya Düzeni’nin kimlerin ürünü olduğu, küreselleşmenin arkasındaki güç odakları, Amerikan 1 dolarının üzerinde simgelenen pramit ve gözün gerçekte ne anlama geldiği daha net ortaya çıkacaktır. Bütün bu yapıları yerli yerine oturtmadan bugün dünyayı kimlerin, nerelere sürüklemek istediği anlaşılamaz. Bu tip yapıların sadece kökenlerini, inanışlarını, üyelerini anlatmıyor; aynı zamanda bu güçlerin hedeflerinin ne olduğunu da tartışma alanına getiriyor. Ortada ‘Para Tanrısı’na tapan, ‘Güç Oyununun Sezarları’ vardı. Stratejileri ise ‘KAOSTAN DÜZEN’ yaratmaktı. Bunlar, ‘Yeni Dünya Düzeni’ hedefi altında ‘Çağların Küresel Führeri’ni yaratmak için harekete geçmişlerdi. Nihai hedefleri arasında demokrasinin -ki, onu da kendileri yaratmıştı-sonu vardı. Süreç, tüm halkların, konsantre ‘seçkinler oligarşisi’ne tabi olduğu, bir tür ‘küresel tiranlık’ ya da ‘küresel post-modern faşizm’ olarak tanımlayabileceğimiz bir yapıya doğru evrilmekteydi. Global kuşatma tehdidinin asıl ekseni buydu!
Bu yapıların en tepe noktasında bulunan kişilerin sadece siyasi/ekonomik değil, aynı zamanda kültürel, ırkçı, dinihedefler vardır. Bu yüzden onları doymak bilmez ‘sömürücüler’ ya da sadece ekonomik güç peşinde koşan tipikkapitalist-emperyalistler olarak gören yaklaşımlar fena halde yanılmaktadır. Öyle görünüyor ki onlar, bütün bunların ötesinde ve daha fazla bir şey istemektedirler. Ekonomik güçleri bile nihai amaçlarını gerçekleştirme yolunda sadece bir araçtır. Yoksa bütün dünyanın zenginliklerini ellerine geçirseler bile hayatın bir sonu olduğunu ve‘kefenin cebi olmadığını’ onlar da biliyorlar. Eğer olay bu kadarla sınırlı kalsaydı devasa malikânelerinde tatlı bir hayat sürmeyi tercih ederlerdi. Bu yüzden onların ‘idealleri’ bütün rakamlardan, kâr-zarar eğrilerinden daha ötede görünüyor. Bu kesimler ‘İlahi bir plan’ın muhafızları, ‘seçilmiş vazifelileri’ olduklarına inanıyorlar.
Kendilerini, dünyaya çekidüzen verecek ve bir tür ‘yeni çağ’ı yaratacak misyonerler olarak görüyorlar. Bu yüzden bütün varlıklarını bu ideale adamış ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazır hissediyorlar. Aynı nedenle bu İnsanlara sadece ekonomik ya da siyasi güce susamış bir avuç dev kapitalist olarak bakılamaz. Bu kişileri ‘hiçbir ideali olmayan çılgınlar’ olarak görmek; onları tanımamak, böylesi bir oluşuma niçin destek verdiklerini anlamamıza yarayacak ruhsal motivasyonu bilmemek demektir. Onlar, kendilerini, belki ancak eski pagan kültürlerde bulabileceğimiz ‘İyinin ve kötünün ötesinde’ bir yerde görüyorlar. Onlara göre sadece yapılması gerekenler ve görevler var. Buna kalben inandıklarından hiç kuşkum yok ve bütün sorun da burada başlıyor zaten!
AYNI NEDENLE SADECE EMEĞİMİZİ, MALLARIMIZI, SAHİP OLDUĞUMUZ KAYNAKLARI DEĞİL, DAHA ÜRKÜTÜCÜ BİR ŞEY İSTİYORLAR:
RUHUMUZU!
Yoksa ‘seçkin’ olmak, kendini ‘aptaldan, ‘sıradan’dan ayıran bir bakış pekâlâ bana da cazip gelebilirdi ama onlar bunu, kutsal kitaplardaki ‘Lucifer’e (Şeytanın diğer adı) atfedilen bir şekilde kavrıyorlar. Yine teolojik kavramlardan hareket edersek ‘Işık ve karanlığın savaşı’nda karanlık tarafa düşüyorlar. Onlar, klasik aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş modern dünyanın ‘Karanlıklar Prensi’dirler. Onlar, kendi yeni-aristokrasilerine bir global tiranlık yaratmak İçin uğraşan bir şebekenin, güç histerisine kapılmış ‘Modern Sezarları’dır.
Bu yüzden, dünyadaki derin yapıların tarihinden başlamak gerekir. Bu anlamda bütün ezoterizm türlerinin aslında siyasal örgütlenmeler olduğunu ortaya koyduk. Tarihin hiçbir döneminde siyasetten bağımsız bir ezoterizm olmamıştır; siyasetle hep iç içe ve kendi dönemlerinin ‘partileri gibi davranmışlardır. Bu yapıların‘Templiyerler’den -hatta daha Öncesinden- başlayarak günümüze uzanan bağlantılarını, ideolojik arka planlarını ve hâkim ritüellerini bulmak lazımdır.
Bu yüzden ezoterik-hermetik yapıları inceleyince, anlaşılacaktır ki insanoğlu, aslında binlerce yıldır bir gizli örgütler savaşının tam ortasında kalmıştır. DÜNYADA BİNLERCE YILDIR SÖZ SAHİBİ OLMAYA ÇALIŞAN ÖRGÜTLER VAR. Ancak o günlerde dar bölgesel ya da en fazla kıtasal coğrafyalara sıkışan komplo çabası, bugün kendine küresel bir zemin yaratmıştır. Bugün artık komplolar ve bu yöndeki siyasi oluşumlar çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir:
DÜNYA HÂKİMİYETİ!
….
Bilim üzerine birçok tarif yapılabilir. Ama bence en kısa ve en doğru tarifi ‘olguların ötesinde yatanı görebilmek’şeklinde olanıdır. O yüzden asıl dürtünün hep bu ‘görünenin ötesini görebilmek’ duygusu olduğunu söyleyebilirim. Ancak burada hemen bir parantez açıp şunu belirtmeliyim: Eğer 11 Eylül olayları olmasaydı, kişisel olarak bu konuya hiç bu kadar derinlemesine eğilmeyecek, belki de haberdar bile olmayacaktım. Gündemimde çok başka konular vardı. ‘Derin dünya komplosu’na ilişkin bir şeyler sezmiş olsam bile, perde arkasında nelerin dönmüş olabileceğine dair çok fazla fikir sahibi değildim. Bu anlamda, 11 Eylül bendeki ‘jetonu düşürdü’ ve araştırmaya başladım. Bu sonuçlara, bir yıllık hızlı okuma sonucu ulaştım. Aynı nedenle bu çalışmaya ilk kitabın bir devamı olarak da bakılabilir. Hiç şüphesiz milyonlarca insan, görünenle yetinmenin rahatlığı ve güveni içinde yaşayabilir. Ben hiçbir zaman böyle biri olmadım ve olamam da. O halde dünyanın geldiği noktada “GÖRÜNENİN ÖTESİNDE NE VAR” sorusunu sormam ve bu soruya bir cevap bulmam gerekiyordu. Elinizdeki kitap sayesinde cevapların bir kısmını bulduğumu zannediyorum. Buna rağmen kitapta bilim yaptığımı iddia edecek değilim. Hatta alışageldiğimiz ‘pozitif bilim’ kalıplarının dışında birçok yorum, yargı ve sübjektif gözlemin bulunduğunu da söylemek durumundayım ama adına ‘gerçek’ dediğimiz şey, bir o kadar bizim ‘bakma biçimimizle ilgili bir şey değil mi zaten?
Ben kendi baktığım noktadan bunları görüyorum. Dahası hepimiz bize dayatılmış bir bakma biçiminin yanılsamalarını şu veya bu biçimde yaşıyoruz. Bunun zor olduğunu bilmekle birlikte, herkesin kendi ‘bakma biçimini’ geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde tek tek her birey, yönlendirmeli, sanal, çarpıtmak bakma biçimlerinin ağına takılmış olacaktır. Dünyadaki ajansların, yayın organlarının, kısaca medyanın da önemli ölçüde bu ağın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Bu eksende asıl savaş ne kıtalar arası balistik füzelerle ne dev uçak gemileriyle ne modern tanklarla ne de diğer askeri araçlarla yürüyor. Asıl savaş; beyinlerimizin teslim alınması, beyinlerimizin her gün yeniden belirli bir görme biçimine uygun olarak yeniden kurgulanması esnasında veriliyor.
Tam bu noktada, hemen herkes, soyut bir ‘sistem’ kavramı tutturmuş gidiyor. Elbette bir ‘sistem’ var ve onu her gün iliklerimize kadar hissediyoruz ama sistemin arkasında kimler var, onun kurumlan, işleyiş sürecindeki yapıları nasıl?
Nedense bu sorunun cevabı biraz havada kalıyor gibi. Oysa her sistem gibi bu sistemin de arkasında belirli güçler var ve bunlar ete-kemiğe büründürülmeye muhtaç görünüyorlar. Bu anlamda sistemin de sistemi var. Önemli olan, görünen ‘sistem’in arkasında hangi görünmeyen ‘sistem’in var olduğu sorusudur. Elinizdeki kitap, bu soruya verilmiş kısmi bir cevaptır sadece…(sh:13-22)
* * *
Atilla AKAR Ekim 2002
atillaakar@yahoo.com
atillaakar@yahoo.com
ONBİRİNCİ BÖLÜM
KÜRESEL KOMPLONUN NİHAİ HEDEFİ NEDİR? (BİR ÖNGÖRÜ – ANALİZ DENEMESİ)
NİÇİN GLOBAL KOMPLO?
Bunca zamandır insanlığa çektirilen acılar, katlanılan zorluklar, milyonlarca ölü, yıkılan yuvalar, insanı çatlatırcasına süren sabır, harcanamayacak kadar paraya sahip olma açgözlülüğü, kendini herkesten üstün görme kibri, ölçüsüz bir güç hırsı, bu uğurda gizli kapaklı süren hayatlar ve saklanan kimlikler niçindir?
Neden bir avuç insan, tüm dünyayı ele geçirmek için yüzyıllardır süren bir planı, kuşaktan kuşağa aktarmaktadır?
Tüm dünyayı ele geçirmeye çalışan bir komplo neye dayanarak tertiplenmektedir? Hepimiz adım adım nereye sürüklenmek isteniyoruz?
Küresel komplocuların ‘gizli gündemi’ nelerden oluşuyor?
Bu soruların cevabına geçmeden önce bir konuyu hatırlatmakta yarar var: Komplolar her zaman vardılar ve insanlık tarihi kadar eskidirler. İlkel kabilelerden tutun, ilkçağların basit site devletlerine ve günümüzün daha karmaşık devlet yapılarına kadar komplolar, hep politik iktidarın bir parçası ve yöntemi olmuştur. Aynı şekilde komplolar, ülkeler arası savaşlarda da etkin bir yöntem olarak kullanılmıştır. Devletler bu amaçla özel birimler kurarak özel elemanlar istihdam etmişlerdir. Böylelikle kendi içlerinde veya dışa karşı darbeler, suikastlar tertiplemişler, muhtelif askeri, siyasi, ekonomik ve psikolojik entrikaları, operasyonları gündeme getirmişlerdir. Bu anlamda tarih, özellikle de siyasi tarih aynı zamanda komplolar tarihidir. Kimileri yok saymaya çalışsa da adına tarih dediğimiz şey aynı zamanda irili ufaklı bir dizi komplonun yan ürünüdür.
Ne var ki günümüz komplolarını ve komplocularını klasik benzerlerinden ayıran çok temel bir özellik vardır: Artık komplolar bir ülke ya da devletle sınırlı olmayıp küresel satrancın bir parçasıdır. Kendilerine ABD gibi ülkeleri bir tür‘merkez üs’ ya da ‘koza ülke’ olarak seçseler bile gerçekte oraya karşı da bir aidiyet hisleri yoktur ve kelimenin tam anlamıyla ABD’yi de kullanmaktadırlar. Son tahlilde ABD’yi de tasfiye etmeyi planladıklarım söyleyebiliriz. ABD, onlar için şu an sadece bir karargâh, bir uçak gemisi gibidir. Global komplo hızarı harekete geçmiştir ve dişlileri arasına aldığı her ülkeyi yıkıma uğratarak ilerlemektedir.
Düne kadar bölgesel ya da en fazla kıtasal coğrafyalara sıkışan komplo çabası, bugün kendine küresel bir zemin yaratmıştır. Bunu onlara sağlayan, dünyanın geldiği aşamadır. Artık dünyamız ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde küçülmüştür. Aynı şekilde geçen yüzyılın başından beri ekonomik faaliyetler ve şirketler, çokuluslu bir aşamaya gelmişlerdir. Ayrıca birçok alanda yine aynı güçlerin denetlediği uluslararası örgütler doğmuştur. Bütün bunlar, global komplo için maddi altyapı oluşturmaktadır. Bu yüzden günümüzde komplolar ve komplocular çok daha büyük bir amacı hedeflemektedir: Dünya hâkimiyeti! Aynı nedenle dünya komplocuları kendilerini hedeflerine hiç bu kadar yakın hissetmemişlerdir. Amaçlarını realize edebilmek için az bir mesafe kaldığını onlar da bilmektedir.
Nitekim söz konusu ‘derin yapı’, bu amaçla dünya çapında örgütlenmiş, uluslarüstü bir tavır sergilemektedir. Kendi nihai hedeflerine uygun ekonomik, sosyal, siyasi, dinsel ve kültürel altyapıları oluşturmaktadır. Bunu yavaş yavaş, gizli ve planlı bir şekilde gündeme getirmektedirler. Bir ‘dünya partisi’ şeklinde örgütlenmişlerdir ve siyasi bir programları vardır.
Peki o halde bu programın karakteristik özellikleri nedir?
DEMOKRASİ KARŞITLIĞI
Söz konusu yapı, demokrasinin ömrünü doldurduğuna, artık insan toplumlarının demokrasiyle yönetilemeyeceğine inanmaktadır. İşin garibi tarihsel bir kategori olan demokrasiyi de yine kendileri geliştirmişler, bir dönem savunmuşlar ve şimdi işlerine gelmediği noktada onu reddetmektedirler. Onlara göre toplumlar demokrasiyle yönetilmenin erdemine kavuşamamıştır. Bir tür neoPlatoncu yönetim arzulamaktadırlar.Sıradan insan, demokrasinin gerektirdiği katılım özelliklerinden yoksundur. Cahildir ve doğru düzgün karar veremez. Kitleler, dünyanın sorunlarının çözülmesine ayak bağı olmakta ve yaptıkları yanlış tercihlerle insanlığın ilerlemesinin önünü tıkamaktadırlar. Demokrasi, ancak sınırlı sayıda eğitimli insan arasında uygulanabilir. Bunun için insanlık, kaderini, yeni bir seçkinler sınıfının ellerine terk etmelidir. Demokrasi, yozlaşmış ve ömrünü doldurmuştur. Zaaflı bir rejimdir. Dünyanın gelişmesine ayak bağı olmaktadır. Bu nedenle insanlığın geleceğinde yeri olmamalıdır. Onun yerine bir grup ‘bilge adam’ın (Bir tür Nietzsche’ari ‘Üst insan’) karar vericiliğinde yeni bir sistem oluşturulmalıdır. Üstelik bu sistem artık ‘global ölçekte’ tasarlanmalıdır. Tabii ki bu yeni rejime yön verecek olanlar da uzun süredir kendini buna hazırlayan dünya elitleridir. O dünya elitleri ki bir‘Mesih/Kral’ın öncülüğünde yeni bir ‘küresel kraliyet’ projesini hayata geçirmek istemektedir.
SEÇKİNCİLİK
Birinci anlayışa bağlı olarak ‘derin dünya komplosu’nun mimarları en katı manada elitisttir. Onlara göre yönetim ancak elitlerin elinde olursa başarılı bir sonuç alınabilir. Eski aristokrasinin yıkımı üzerine kurulmuş yenidünyaya bu kez kendilerinden oluşacak ‘yeni bir aristokrasi’ önermektedirler. Bu aristokrasinin üyeleri; dev sanayi ve mali şirketlerinin üst düzey yöneticilerinden, askeri ve istihbarat örgütünün ileri gelenlerinden oluşacaktır. Tabii en tepede, kontrol noktasında bir avuç ‘seçilmiş’ ailenin fertlerinin bulunması kaydıyla! Bu ailelerin bir kısmı zaten ortaklıklar, karşılıklı kız alıp-vermeler ve ırki-dini bağlarla birbirine bağlıdır. Bunlar eliyle yeni bir tür‘kandaşlık aristokrasisi’ yaratılmıştır. Aynı zamanda bütün ‘derin dünya’ yapılarının başlatıcısı organizatörü olma konumundadırlar. Onlar kendilerini ‘saklı seçilmişler’ olarak görmekte ve dünyanın kaderini ellerinde tuttuklarına inanmaktadırlar. Bunun tanrısal bir lütufla kendilerine verilmiş ‘ilahi bir görev’ olduğu vehmine kapılmaktadırlar.
Ancak sözü geçen elitizm, tıpkı diğer konularda olduğu gibi ‘global’ bir elitizm türüdür. Bu elitler belli ülkelerin pasaportunu taşısalar da aslında ‘uluslarüstü’ bir yapıdadırlar. Onlar, dünün derebeyleri gibi sınırlı bir alanda hâkimiyetle yetinmemektedirler. Kendilerine tüm dünyayı hedef olarak seçmişlerdir. Diğer dünya elitleriyle işbirliği ve ortak organizasyonlar içindedirler. Uzun vadeli hedefleri arasında tüm dünyanın elitler eliyle tek merkezden yönetildiği yeni bir global siyasi düzen vardır. Bu elitler son derece gizli global örgütlerin üyeleri olup, birbirleriyle özel bir iletişim ağına da sahiptirler. Özellikle son yüzyıl içinde gösterdikleri çabalarla dünya çapında önemli mevziler elde etmişlerdir.
ÇAĞLARIN YENİ SEZAR’I!
Hiç şüphesiz, tasarlanan böyle bir ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bir de ‘lider’e ihtiyacı olacaktır. O ‘lider’ veya onun soy zincirinden birileri, şu anda güvenlik içinde bir yerlerde bekletilmektedir. ‘Vakti geldiğinde’ piyasaya ‘dünyanın kurtarıcısı’ olarak sürülecektir. Bu lider, bir tür ‘çağların yeni Sezar’ı veya ‘Mesih Deccal’ı olarak gündeme getirilecektir. Muhtemelen yaratılan bir dünya kaosu sonrası insanlığa ‘kurtarıcı’ olarak sunulacaktır. TASARIMIN MANEVİ ALTYAPISI ESKİ MİTOLOJİLERE, ESKİ DİNİ METİNLERE VE BAZI EZOTERİK ŞİFRELEME SİSTEMLERİNE DAYANDIRILMAKTADIR.
‘Yeni Mesih Projesi’, alabildiğine seküler ama bir o kadar da dinsel olacaktır. Dünyevi ve ruhani otoriteyi şahsında birleştiren yeni ‘global kral’ olarak işlev görecektir. Bu sistemde diğer bütün halklar birer ‘köle’ ve ‘parya’ düzeyine inecek, yenidünya çarkının dişlileri olarak sınırlanacaklardır.
POST-MODERN FAŞİZM!
Söz konusu ‘GLOBAL FÜHRER’in insanlığa önereceği sistem bir tür ‘post-modern faşizm’ olacaktır. Dünkü faşizm türleri sadece belli bir ırkı ya da milleti üstün, diğerlerini aşağı görürken onların yeni post-modern faşizmlerinde kendi kastlarına mensup olmayan tüm insanlar milliyetlerine bakılmaksızın otomatik olarak ‘aşağı ırk’ statüsüne gireceklerdir.
Tüm dünyanın tek elden, merkezi olarak yönetilmesinin planlandığı bu sistemde belki göstermelik bir parlamento da bulunabilir. Eski Roma Parlamentosu gibi buraya sadece asiller/seçkinler üye olabilir ve bir ‘Sezar’ın mahiyetinde faaliyet icra edebilir. Böylesi bir durumda dünyanın ‘başkenti’ de değişecektir. Artık ne ruhani merkez Roma kalacak ne de dünyevi merkezler New York. Londra, Paris, (İstanbul) ve Tokyo. Projenin asli hedefine uygunolarak ruhani ve dünyevi Otoriteyi bünyesinde birleştirmiş olarak dünyanın başkenti, Kudüs‘e taşınacaktır. (İstanbul’danda bahsedenler var) (Tabii bunun için yeni bir dinler savaşı ve yeni soykırımlar yapılması gerekecektir.) Öyle görünüyor ki kutsal metinlerde Armagedon’ diye geçen savaş yaşanmadan ‘kötülüğün örgütleyicileri’amaçlarını başaramayacaklardır.[1] Buna ciddi olarak inanan ve kehanetleri hızlandırmak için elinden geleni yapmaya hazır bir zümre mevcuttur.
GLOBAL TOPLUM MÜHENDİSLERİ
‘Yeni Dünya Düzeni’, onu yaratacak toplum mühendislerine ihtiyaç duyacaktır. Bunlar dünyadaki tüm üretimi, nüfus artışını, sağlık politikalarını, çevre kaynaklarını tek elden global bir planlamayla halletmeyi tasarlamaktadırlar. Bu ise şu anlama gelmektedir:
Kimin üretimden ne kadar pay alacağına, kimin sağlık hizmetinden yararlanacağına, bir başka deyişle kimin ölüp kimin kalacağına,[2] kimin doğal kaynaklardan ne kadar yararlanıp yararlanmayacağına, kimin çevresinin ne kadar kirlenip kirlenmeyeceğine,[3] kimin cahil kalıp kalmayacağına vb ‘dünyanın iyiliğini isteyen’ globalist elitler karar verecektir.
Onlar insanlığı çoktan sınıfamışlardır bile. Darwin’in ‘doğal ayıklanma’sını insan topluluklarına uygulayıp tembel, kafası çalışmayan, üretmeyen, ‘uygarlaşmamış’ ulusları, uzun vadede yeryüzünden silmeyi planlamaktadırlar. Ne var ki bunu klasik faşizmde olduğu gibi insanları bir seferde gaz odalarına, toplama kamplarına tıkarak ya da kitle imhası ve katliam yoluyla değil, sürece yayarak ‘daha uygun ve insancıl’ yöntemlerle yapacaklardır! Onlar ‘dünyanın ihtiyaçları’nı (Siz kendi ihtiyaçlarını anlayın!) şimdiden milyonlarca dolarlık araştırma bütçeleri ve vakıfları aracılığıyla saptamışlardır bile. Hatta bazı ırkları muhtelif tıbbi yöntemler ya da nüfus planlamasıyla tedricen yok etmeyi veya iyice azınlığa düşürmeyi bile planlayabilirler. Küresel ölçekte bazı kısırlaştırma projeleri uygulayabilirler. Global bir jenosit (soykırım) yaşanabilir. Zaten hali hazırdaki dünya kaynaklarının mevcut dünya nüfusuna yetmeyeceğini düşünmektedirler. Onların idealindeki dünyanın nüfusu 1.5-2 milyar sınırında dondurulmalıdır.
Ama ‘global düzenleyiciler’in asıl rolleri, siyasette hissedilecektir. Oluşturdukları ve oluşturacakları yeni global kurumlar vasıtasıyla önce ulus devlet yapılarını kıracaklar, sonra sözümona ‘gönüllü katılım’ masalıyla ulusal iradeleri daha üst ‘uluslarüstü iradelere devrettirip kontrolü adım adım ele geçireceklerdir.[4] Aynı zamanda yarattıkları işbirlikçi yerel kadrolarla oluşturacakları yeni siyasi zeminlerde iradesi kalmamış ‘ulusal’ yönetimlerin başına kendi ‘memurlarını atayacaklar ve olası tepkileri de ‘İnsanlığın arkaik çağlarından kalan geri, ilkel, milliyetçi, şoven tepkiler’ olarak bastıracaklardır. Bu yapıya direniş gösteren her kişi, grup ya da muhalefeti, muhtelif komplolarla suikastlarla yok edecekler veya akıl almaz yöntemlerle sindireceklerdir.[5]
Aynı zamanda süreç içinde hukuku uluslararası hale getirip, uluslarüstü mahkemeler kurarak kendi işlerine gelmeyen yönetim, kişi ve muhalifleri çeşitli gerekçelerle yargılayacaklar ve cezalara çarptıracaklardır. Daha şimdiden bunun tartışmaları yapılmaktadır.[6] Muhalifler, sisteme uygunluk göstermeyenler, ‘anarşistler’, radikaller, teknolojinin getirdiği modern imkânlardan yararlanıp izlemeye alınacak, deri altlarına yerleştirilecek ‘chip’lerle sürekli takip edilecek, geliştirilmiş kamera sistemleriyle gözetim altında olacaklar ve dünya, bir ‘global hapishane’ye dönecektir. Gidişatın bu yönde olduğunu fütürologlar da söylemektedir. Böylelikle dünya, George Onvell’ın “1984”tahayyülünden çok daha vahim bir dünya haline gelecektir.
TERSİNDEN KOMÜNİST ÜTOPYA!
Aslında ‘yeni dünya düzeni’ komplocularını komünist ütopyacılara benzetebiliriz. ‘Yeni dünya düzenciler’in birçok amacı, Karl Marks’ın komünist fikirleriyle uyuşuyor gibidir. Örneğin, YDD’ciler de sınırların kalktığı bir dünya istemektedirler, komünistler de. YDD’ciler de komünistler de ulusal devletlere karşıdır. YDD’ciler de insanların ulusal kimliklerini terk ettiği bir dünya tasarlamaktadırlar komünistler de. Bu anlamda her ikisi de ‘enternasyonalist’tir. Her iki akım da ‘insanlığın evrensel kardeşliğinden bahsetmektedir. YDD’ciler de komünistler de var olan dinsel inanışları dışlamaktadırlar. Bu akımların gelecek tasarımında mevcut dinlere yer yoktur.
Ne var ki bu benzerlikler zahiri ve aldatıcıdır. Komünist ütopyanın nihai amacı içinde sınırların kalktığı bir dünya istediği doğrudur ancak buna paralel olarak bu dünya ‘devletsiz ve sınıfsız’ olacaktır. Komünistlerin gelecek tasarımı herkesin dünya nimetlerinden ‘ihtiyacına göre’ yararlandığı bir tasarımdır. Komünistler ulusal devletlere son kertede karşıdırlar. Onlar devleti tarihsel sürecin bir aşaması olarak görürler. Sonuçta hepsi ‘burjuvazinin devleti’ ve belli bir sınıfın proletarya üzerindeki yönetsel aygıtıdırlar. Aynı şekilde milliyetçilikten hoşlanmazlar; bunu insanlığı ve sınıf dayanışmasını zaafa uğratan bir unsur olarak görürler. Onlara göre milliyetçilik burjuvazinin ideolojisidir. Ayrıca dinden hoşlanmazlar, çünkü ‘halkın afyonu’dur ve insanları dünya gerçeklerinden uzaklaştıran bir uyuşturucu işlevi görür. Kabaca komünizmin bu konulardaki ilkesel yaklaşımları budur.[7]
Oysa YDD’ciler sınırların ortadan kalkmasından; daha devasa, daha global bir devlet yapısını anlamaktadırlar, insanlığın bugüne kadar görmediği ‘uluslarüstü’ bit devlet olacaktır bu. Tüm devlet yetkilerinin dünya çapında merkezi bir organizasyona (hükümete) bağlanacağı bir yapıdır söz konusu olan. Dolayısıyla komünistlerin tersine, bekledikleri, ‘devletsiz bir dünya’ değil, tam tersine olağanüstü, global ölçekte, ‘tek dünya devleti’dir; bu devlete yön veren güçler de dünyada 500 kadar büyük şirketin başkanı, bir avuç ‘saklı seçilmiş’ ve derin yapıların diğer sadık adamları olacaktır. Hepsini toplasanız dünya çapında 10.000 kişiyi geçmezler. Karşılarında ise milyarlar vardır. İnanılmaz ölçekte, global, konsantre bir elitler hükümetidir bu.
Oysa Marksistler devlet istemedikleri gibi, eğer böylesi bir organizasyon olacaksa bile bunun çalışan sınıfların lehine olmasını öngörür. Hemen beraberinde komünistlerin ulusal devletlere karşı çıkma gerekçeleri ile YDD’cilerin karşı çıkma gerekçeleri aynı değildir. Komünistler devlete, ‘sınıf diktatörlüğü’nün bir aracı olarak gördükleri için karşı çıkarlar. Oysa YDD’cilerin karşı oluşu, ulusal devletlerin projelerine engel olduğu içindir. Dolayısıyla onlarınki ulusal devletleri tasfiye etme ve kendi projelerine bağlama hareketidir. Marksistlerin böyle bir hedefi en azından teorik planda yoktur. YDD’cilerin ‘ulus’, ‘ulusçuluk’ gibi kavramlara karşı çıkması, ulusların asimile olmasını isteme gerekçeleri de komünistlerden farklıdır. Karşılarında hiçbir ulusal direnç odağı’istememektedirler. Ulusal kimlikleri yok ederek yerine kendi kozmopolit kimliklerini yerleştireceklerdir. Oysa komünistler, milliyetçiliği, halkları birbirine düşüren ve proletaryanın sınıf bilincini zayıflatan bir faktör olarak görürler. Komünistler dine temelden karşıyken YDD’ciler var olan dinlere karşıdırlar. YDD’ciler, biraz eski mitolojilerden biraz da Eski ve Yeni Ahit’in yeniden yorumlanmasına dayalı ‘evrensel bir insanlık dini’ önermektedirler. Dine karşı oluşları dine yönelik ciddi bir eleştiriden çok, tıpkı ulusal kimlik olayında olduğu gibi mevcut dinlerin yerine yeni bir‘din’ ikame etme projesindendir.[8]
Sonuç olarak YDD projesi tersinden bir komünist ütopyadır. YDD’cilerin hedefi; komünistlerin aksine sınıfsal ve ulusal eşitsizlikIerin kalkması değil bu eşitsizliklerin daha da pekişmesi ve meşruiyet kazanması yönündedir. Dünya çapında hiper-komplocu bir sınıfın, dünyasal iktidar peşindeki global devletinin projesidir. Söz konusu yapı dünya tarihinde şu ana kadar görülmedik bir yapı olduğu için kimilerine ‘hayal ürünü’ bir komplo teorisi gibi gelebilir. Ama dünyadaki gelişmeleri basitçe takip edenler, bu yönde ciddi arzu gösteren bir kesimin bulunduğunu göreceklerdir.Komünist ütopyanın tersine ‘sınıfsız bir dünya’ değil, tam tersine konsantre global bir sınıfın tüm dünya üzerindeki hâkimiyeti hedeflenmiştir. ‘Tek dünya devleti’ ise bunun baskı aracından başka bir şey değildir.
TEMEL HEDEF: TEKLEŞTİRME VE ASİMİLASYON
Mevcut komplocu yapının temel hedefi, “tek devlet, tek bayrak, tek millet”tir. Buna alt başlıklar olarak ‘Tek dil, tek kültür, tek ordu, tek para, tek hukuk, tek tarih, tek din’i de ekleyebiliriz. Sürecin adım adım bu yönde zorlandığı açıktır.
Tek devlet ten kasıt tüm dünya çapında merkezi bir hükümettir. Yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin dünya çapında tek elde toplandığı bu global yapıyla dünya, merkezi olarak yönetilecektir. Bu merkezi yapının verdiği tüm kararlar dünya çapında bağlayıcı olacaktır. Global seçkinler böylelikle hiçbir ulusal direniş odağıyla karşılaşmadan dünya çapında at oynatabileceklerdir.
Ulusal devletler ve ulusal iradeler ortadan kalkacağı için ulusal bayraklar da olmayacaktır. Onların gerine muhtemelen üzerinde kökeni ezoterik-okült örgütlere dayanan simgeler olan bir bayrak dünyanın resmi bayrağı olarak kabul edilecektir. Bu bayrak ‘gizli kardeşliğin’ simgelerini barındıracaktır. Zaten Birleşmiş Milletler’i de gelecekte hükümetlerin yerini alacak bir dünya parlamentosu şeklinde tasarlamışlardı ama şimdi o da nihai amaca göre reorganize edilecektir.
Böylesi bir dünyada uluslar da yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Ulus ve ulusçuluk gibi kavramlar da küçümsenen, insanlığın geçmiş çağlarına ait birer anı düzeyine indirgenecektir. Ulusların asimilasyonuna hız verilecek, hele de kendi kültür ve yönetimleri olmasına asla izin verilmeyecektir. Tüm dünya ‘evrensel kardeşlik’ adı alanda yekpare hale getirilecektir.
Bütün bu sürecin kaçınılmaz alt başlıkları ise şunlar olacaktır:
TEK DİL:
Dil, sadece konuşma ve anlaşma aracımız değildir. Aynı zamanda kendi orijinal kimliğimizin bir parçası, kendimizi ifade ermenin ve düşünme biçimimizin bir dışavurumudur. Eğer siz uluslara başka bir dili empoze ederseniz aynı zamanda onun zihniyetini de değiştirmeye başlarsınız. Böylelikle o ulusun mensupları istese de istemese de sizin gibi düşünmeye başlar. Ulusal kimlik ve dirençlerin parçalanması için öncelikle konuştuğu dili yok etmelisiniz. Bu yüzden YDD’cilerin uzak hedefleri arasında bu konu da vardır.
TEK KÜLTÜR:
Bugün dünyada pek çok ulus, bir kültürel kaos içine girmiştir. Daha ziyade ABD’nin belirlediği kültür ve yaşama tarzı her topluma şu veya bu ölçüde sinmiştir. Yeme-içme kültürümüzden gündelik alışkanlıklarımıza, aile hayatımıza vb varıncaya kadar her şey adeta kopyalanma suretiyle var oluş tarzımıza hükmetmektedir. Böylelikle ister istemez her ulus ‘başkaları’ gibi yaşamaya özendirilmekte ya da zorlanmaktadır. Dahası bu kalıplara uymayan her kültür YDD’ciler tarafından ‘geri’ ve ‘ilkel olarak tanımlanmaktadır. İleride planladıkları global dünya iktidarlarını gerçekleştirirlerse dünya çapında yaygın, stabilize edilmiş ‘tek kültürle yaşayacağız demektir. Bu kültürün temel öğeleri şimdiden belli olmuştur: Çıkarcılık, başkasının hakkını gözetmeme, maddi değerlerin yüceltilmesi, yoz bir bireyciliğin pompalanması… Aslında bunun adı, ‘kültürsüzleştirilme’dir. Öyle görünüyor ki yeni bir tür modem cehalet kapımızı çalmaktadır. Uluslararası medya ise bu sürecin en önemli ayağını oluşturmaktadır.
TEK ORDU:
Böylesi global bir devlet için global bir ordu gerekecektir. Ancak ortada savaşılacak rakip devletler kalmayacağı için bu kez sözkonusu ordu, (Eğer uzaylı düşmanlarla karşılaşılmazsa!) halen kalabilmiş yerel kıpırdanışlara, mevcut yapıya karşı öfke duyan her ulustan isyancı ve muhalif harekete karşı kullanılacaktır. Veya son kalan ve durumun farkına varan devletlerin ordularına yönelik bir işlev görecektir. Bunun altyapısı NATO örgütlenmesi olarak zaten 50′li yıllarda atılmıştır. O dönem komünizme (‘kızıl kuvvetler’e) karşı örgütlenen NATO, Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra şimdi de İslam’a (‘yeşil kuvvetler’e) ve ulusal direnç gösteren devletlere karşı savaş ordusuna dönüşecektir. Bu ordunun tek işlevi, tam bir baskı aygıtı olmasıdır. Belki polis-ordu karışımı bir güce doğru evrimleşecek ve olağanüstü teknik imkânlarla donatılmış bu ordu, muhalif unsurları yok etmenin kolluk kuvvetlerinedönülecektir. Dünyayı yönetmek için global bir ordu-polis gücü gerekecektir, ve tüm dünya halkları bu yeni konsept doğrultusunda ‘potansiyel düşman kabul edileceklerdir.
TEK PARA:
I900′lü yıllardan itibaren mevcut yapı, dünyayı küresel bir ekonomiye geçirmek için olağanüstü gayret göstermektedir. Adına ‘emperyalizm’ denen şey, aslında tümüyle mevcut derin organizasyonun bilinçli bir çabasından başka bir şey değildir. Ancak geçen süre içinde görmüşlerdir ki bu süreci tamamlayabilmeleri için sadece ekonomik entegrasyon ve çabalar yetmemektedir. Bu anlamda geleneksel, ekonomik bazlı emperyalizm teorileri yeni durumu kavramaya ve açıklamaya yetmemektedir.
Asıl sorun siyasidir ve en büyük handikapları; ulusal pazarlar, korumacı gümrük duvarları, yasalar, sermayenin serbest dolaşımının önünde engel yaratabilecek her türlü uygulama, alışkanlık ve tabii ki ulusal para sistemi ve ulusal merkez bankalarıdır. Gene kendi denetimlerinde oluşturdukları IMF ve DünyaBankası gibi kuruluşlar da ulusal ekonomileri çökertmede bir yere kadar yetmektedir. Bu yüzden asıl hedef, ülkeleri önce belli birlikler sonra da federasyonlar çatısı altında toplayıp, ekonomik idareyi de dünya çapında tek elden yönetmektir. Söz konusu olanı gerçekleştirebilmek için de dünyadaki bütün para arzı ve denetimini tek elden yönetmeye ihtiyaç vardır. Ancak bu sayede kesin olarak dünya ekonomisini tam olarak denetimleri altına alabileceklerini bilmektedirler. Bu nedenle uzak olmayan bir gelecekte dünyayı tek para ve tek merkez bankasına geçmeye zorlayacaklardır. (Avrupa Topluluğu çoktan Euro’ya geçü bile.) Böylelikle hem ulusal ekonomileri yok etme operasyonunun son halkası da tamamlanacak hem de bugüne kadar egemenlik simgesi olan ulusal paralar tarihe karışacaktır. Böylelikle dünya çapında nereye ne kadar para arz edeceklerini, nerede ekonomik kriz yaratabileceklerini tam olarak kontrol altına alabileceklerdir. Bütün bunlar ise bir avuç bankerin denetiminde olacaktır. (Bugün bile Amerikan federal rezerv sistemi birkaç bankerin elindedir. ABD hükümetinin fiilen para basma yetkisi yoktur. Söz konusu yetki, birkaç bankerlik kuruluşuna devredilmiştir. Aynı şekilde dünyadaki para akışına bugün de birkaç ‘uluslararası banker yön vermektedir.) Tek para birimi aynı zamanda kendi hâkimiyetlerinin bir simgesi de olacaktır. İhtimal ki bu paranın da üzerinde ‘ulu göz ve ‘piramit’ gibi asıl ideolojilerini simgeleyen birtakım ezoterik semboller olacaktır.
TEK HUKUK:
Böylesi bir yapı, dünya çapında geçerli tek hukuk yaratmadan hedefine ulaşamaz- Onun için yasama ve yürütme yetkisini alma hedefinin yanı sıra ‘evrensel hukuk normları’ adı altında yargı yetkisini de eline almaya çalışacaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın çok özel koşullarından doğan ‘Nümberg Mahkemeleri’nden bu yana giderek gelişen süreç, bütün ulusları bağlayacak uluslarüstü bir ‘dünya mahkemesi ne kalmıştır. Ayrıca yine kurallarını kendilerinin belirleyeceği ve dünya üzerinde yaşayan herkesi bağlayıcı yasalar gündeme gelecektir. Böylelikle kendileriyle çelişen liderleri ve ‘istenmeyen’, ‘terörist’, ‘savaş suçlusu gibi kişileri, (Örnekse: Mahkemenin hiçbir hukuki altyapısıolmadığı halde Miloşeviç, yargılanmakta ya da Saddam Hüseyin, Üsame bin Ladin gibi isimler gıyaben ‘yargısız infaza kurban gitmektedirler.) mahkeme huzurunda yargılayıp cezalandırabileceklerdir.
Böylesi ‘global bir idarenin hedefi, tüm dünyada dizginleri ek almak olduğuna göre yargı yetkisini sürecin dışında tutamazlar. O yüzden bunu, önce ‘insan hakları’nın evrenselliği üzerine oturtulmuş bir söyleme yedirip ardından yine ‘global tehdit’ değerlendirmeleri çerçevesinde bu ‘hakları’ budayarak sonunda zamana yayılmış olarak evrensel diktatörlüğün tüm üstyapısını tamamlayacaklardır.
TEK TARİH:
Tüm devletler zaten kendi resmi tarihlerini yazıyorlar. Mevcut tarih üzerinde işlerine geldiği gibi oynama yapabiliyorlar; kahramanlar korkak, korkaklar kahraman, hainler vatansever, vatanseverler hain olabiliyor! Ancak global yönetim, tüm dünyanın tarihini yeniden yazacaktır. Çünkü böylesi bir yönetimin insan hafızasını da yeniden düzenlemesi gerekiyor. Tarihte kendilerinin aleyhine olabilecek tüm verileri ayıklanacaklardır. Bu, yeni bir uydurma tarih yazımı olacaktır. Üstelik artık bağımsız araştırma ve araştırmacı imkanları da kalmayacağı için(Birçok bilgi ancak arşivlerde ve özel izinle ‘güvenilir’ kişilerce girilebilir bilgiler statüsünde olacaktır.)marjinal düzeyde bile kalsa alternatif tarih yazımı imkânı kalmayacaktır. Dünyanın tarihi; sıfırdan efsanelere, mitolojilere (Atlantis gibi) göre tümüyle yeniden kurgulanacaktır. Bu tarihte seçkinler ön plana alınırken ‘Spartaküs’lere, isyanlara, ulusunu savunmuş önderlere, vb yer olmayacaktır. Olsa bile onlar, sadece ayrıntıya girmeden, kötülenmek için anılacaktır. Gerçekte olanları hatırlayan son kuşak da kaybolduğu an artık yazılanlara itiraz edebilecek kimse kalmayacaktır.
Sonuçta ortaya tümüyle sanal, uydurma bir tarih yazımı çıkacaktır. Böylelikle insanlık, tarihe dönüp baktığında bütün olan bitenlere karşı koyabileceği hiçbir dayanak, hiçbir esin kaynağı ve moral neden bulamayacaktır. Onların istediği de budur.
TEK DİN:
Yeni global düzen, yeni bir inanç sistemi gerektirmektedir. Bunun için var olan dinlerin yerine yeni bir din ikame edilmeye çalışılacaktır. [9]Bu dinin ana bileşenleri; teolojik olarak Eski ve Yeni Ahit’in bir ‘sentezi’ne dayandırılmakla birlikte, pagan esintiler de taşıyacaktır. Bu din, tıpkı ortaçağdaki reform çabası ve ardından doğan Protestanlığın kapitalizme ideolojik zemin yaratması gibi ‘Yeni Dünya Düzenine inanç planında destek sağlayacak şekilde formatlanacaktır. Şurası muhakkak ki eğer geniş kitlelerin inanç biçimleri, yasama alışkanlıkları ve ‘zihniyet’leri bir sistemle uyuşmuyorsa o sistemin kurumlaşması mümkün değildir. (Örneğin inancınız faizi onaylamıyorsa kapitalizmi geliştiremezsiniz.) Bu nedenle yeni inanış; adı ne olursa olsun ‘ Alan Çağ İnanışı’, ‘Kova Çağı Bilgeliği’, ‘Evrensel Kardeşlik Dini’, ‘Moonculuk’ vb gibi sonuçta bu projeyi gerçekleştirmek isteyen güçlerin dünya projeleriyle uyumlu olacaktır.
DERİN DÜNYACILAR;
bütün bu bileşenler yani ‘Yeni Dünya Düzeninin sacayakları oluşmadan nihai amaçlarına varamazlar. Bunu kendileri de biliyorlar ve ellerindeki tüm imkânı seferber edip, sürece bu yönde yükleniyorlar. Dünya artık kritik bir dönemeçte görünüyor. Ya bu gücün sinsi planlarına teslim olup yeryüzünün özgür halkları ve bireyleri olarak gönül ve akıl rızamızla insanlık ailesinin bir unsuru olmaya devam edeceğiz ya da kendi irademiz dışında, ruhi ve fiziki olarak teslim alınmış, eski dünyanın köleleri gibi bir durumuna düşeceğiz.
ÖZEL BİR YORUM
Burada tamamen şahsi bir kanaatimi hatta yaşadığım bir çelişkiyi belirtmek durumundayım, itiraf etmeliyim ki YDDcilerin ‘evrensel kardeşlik’ gibi birçok söylemi, benim gibi sol gelenekten gelen aydınlara çekici gelmektedir. (Zaten pek çok sol kökenli aydının bugün kraldan fazla kralcı bir biçimde bu globalist söyleme kapılması bu yüzdendir. Adı geçen kesim söz konusu yapının evrenselci söyleminin cazibesine kapılarak onların değirmenine ideolojik planda su taşıyıp duruyor.)
Peki, nedir bu ‘cazip’ gelen şeyler?
Öncelikle şunu belirteyim: Aydınlar ve özellikle de sol aydınlar, edindikleri kültür gereği, hümanist ve enternasyonalistirler. Dolayısıyla ‘evrensel’ söylemler kulağa hoş gelmektedir. Konu evrenselcilik olunca vazgeçemeyecekleri şey yoktur! Bunu son derece iyi niyetle, ‘hümanist’ duygularla yapsalar da bugünkü konjonktürde nelerle çakıştıklarının farkında bile değillerdir. Madalyonun diğer yüzü ‘milliyetçilik’ten hoşlanılmamasıdır. Kabul etmek gerekir ki bu konuda hassasiyet çoğu kez haklı ve yerindedir. Çünkü dünya tarihinde fanatik ‘milliyetçi’ yaklaşımların kör düşmanlıklara, savaşlara, manasız kinlere, önyargılara meydan verdiği aşikârdır. Ancak bugün “Aman milliyetçi olmayalım” fobisiyle bütün ‘anti-emperyalist’ duyarlılıklar neredeyse tümüyle terk edilmiştir. Her tür eleme mekanizması adeta iptal olmuştur. Burada istenen, YDD karşısındaki bütün ulusal reflekslerin köre itilmesidir.
Tam bu nokrada kişisel olarak hiçbir ulusa, ırka karşı önyargımın ve düşmanlığımın olmadığını belirtmek durumundayım. Her birini insanlık ailesinin eşit ve renklendirici unsurları olarak görüyorum.[10] Gündelik bakışımı şovenist yaklaşımlar belirlemiyor. O manada kendimi ‘evrenselci’ görüşlere yakın bulabilirim. Ancak bunu safiyane bir şekilde, kendi ait olduğum ulusun, ülkemin çıkarlarına aykırı olarak da yorumlayamam. Anti-emperyalist duyarlılıklarımı terk edemem. Oysa bizden tam bir gözbağcılıkla istenen budur.
Aynı şekilde ‘demokrasi’ konusunda idealist beklentileri olan biri de değilim. Demokrasinin de bir ‘güç oyunu’olduğunun, demokrasinin ve özgürlüğün güçle sınırlı olduğunun bilincindeyim. Kısaca demokrasiye bir kutsiyet atfetmiyorum. Dahası, demokrasinin ‘zaaflı’ bir rejim olduğunu söyleyebilirim. Demokrasinin de tıpkı kendinden önceki rejimler gibi tarihin belirli bir aşamasının ürünü olduğunun farkındayım. Yerleşip, kurumlaşabildiği gibi, bir gün ortadan kalkabileceğini de söyleyebilirim. Aksini düşünmek demokrasiyi mutlakiyetçi ve tanrısal bir rejim olarak görmek olur ki bu da kavramın kendisiyle çelişir. Ancak demokratik hak ve özgürlüklerin de korunması, geliştirilmesi ve tarihsel olarak savunulması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu noktadan atılacak her geri adımın bugün‘derin dünyacılar’ın programıyla çakışacağını görebiliyorum. Yoksa ‘demokrasi oyunu’na kimlerin, hangi amaçlarla yön verdiğini, demokrasinin de kendi içinde aşındığını ve başlangıç ideallerinin hiçbirini gerçekleştiremediğini ben de görüyorum.
Hemen buna paralel bir diğer yaklaşım ise soyut bir ‘halk’ fetişizmine sahip olmayışımdır. “Halk ne yaparsa, doğru yapar; halk neyi seçerse doğru seçer” gibi ancak saflara özgü olabilecek bir görüşüm de yok. Bu tip bir yaklaşım, ancak halkın sırtını sıvazlayıp, pohpohlayıp ondan oy koparmak isteyen politika bezirganlarına özgü bir yaklaşım olabilir. İsteyen buna tav olabilir! Kaldı ki bugünkü demokrasilerde bile ‘halk iradesi’ denen şey aslında tam bir safsatadan, bir oyundan ibarettir. Tam ve özgür seçimlerin garanti olduğu ülkelerde bile (!) seçme-seçilme mekanizmalarının ardında hangi güçlerin var olduğunu artık çocuklar bile biliyor. Gerçek kararlar, perde gerisinde bir avuç oligarşik mali-sermaye ve onların emrindeki bürokrasi tarafından yönlendiriliyor. YDD’ciler, şimdi aynı şeyi, ülkeler bazından dünya bazına taşımak istiyorlar.
Ayrıca seçkinlere de karşı değilim. Hatta seçkinlere, seçkinci eğilimlere bir sempatim olduğunu bile söyleyebilirim. Dünyayı ancak lider karakterli, sürüden kopmuş, kendi ruhunu ve kanını ortaya koyabilen, uzak görüşlü insanların bir yerlere getirebileceğini biliyorum. Sıradan insanın; aptal önyargılar içinde boğulan, her tür telkine açık, düşünme ve yargılama yetilerinin sınırlı bir varlık olduğu da ayrı bir gerçektir. Kendimi sıradandan ayrı hissediyorum. Hatta daha da ileri gidersem aristokrasinin, tarihin yarattığı en onurlu, en kültürlü sınıf olduğunu bile söyleyebilirim.Dünyayı ancak ‘sıradan’dan ayrılanların bir yerlere taşıyabileceğini biliyorum. Fakat bütün bunların; bir‘üstünlük’, ‘ayrıcalık’ hele de ‘öteki’leri yok etme gerekçesi olduğunu söyleyemem. Oysa derin dünyacılar bütün bunları, bırakın bir bireysel ruh hali olmayı, bir komplonun gerekçesi haline getiriyorlar. ‘Seçkin’ olmanın kendilerine her şeyi yapma hakkını otomatik olarak verdiğine inanıyorlar.
Pek ‘dindar’ biri de sayılmam. “Allah’ın sevgili kulları” kategorisine girdiğimi ise hiç söyleyemem. Diğer hareketlerimin faturasını da ancak ‘hesap günü’ verebileceğimi düşünüyorum. Ve bu, sadece beni ilgilendiriyor. Ancak tarih boyunca dinlerin sebep olduğu savaşların, yıkımların insanlığa nelere mal olduğunu biliyorum. Dinlerin ortalama vecibelerini yerine getirmenin insanı ‘kâmil’ yapmaya yetmediğini de görüyorum; aksi olsaydı bu kadar ibadet yeri dolu bir ortamda herkesin ‘melek’ gibi dolaşması gerekirdi! Oysa neredeyse tam tersi gerçekleşiyor. Bu anlamda şu veya bu din adına özel kaygılar taşımıyorum. Ama din kurumuna, kimin, hangi amaçlarla yon vereceği hepimizi doğrudan ilgilendiriyor. Dinin gelecekte alacağı şekil bu anlamda bizim var oluşumuza ilişkin bir sorun olarak karşımızda duruyor. Tam bu noktada ‘derin dünya’nın dinsel hazırlıklarından kuşku duymamız için pek çok neden olduğunu görüyorum.
Dahası mistik, ezoterik, hermetik geleneğin tümüyle yadsınamayacağına inanıyorum. Bu geleneğin insanın evriminde son derece önemli ruhsal katkıları olmuştur. Aynı geleneğin bir uzantısı olan simya gibi alanların bilimin gelişmesine katkısı görmezden gelinemez. Aynı uğraşıya gönül veren kadrolar, çağlar boyunca insanlığın felsefi ve kültürel gelişimine imza atmışlardır. Ancak bu Öylesine bir durumdur ki hermetik-ezoterik oluşumları olumlu da kullanabilirdiniz olumsuz da. İnsanlığın yararına da kullanabilirdiniz aleyhine de. Bence YDD’ciler, bu damarı bir dünya komplosunun basamağı haline getirerek insanlığın binlerce yıllık geleneğini insanlık aleyhine kullanıyorlar. Onlar gizemli kültlerinin zırhı altında, küresel hırslarının savaşını veriyorlar…
İşte bütün bunlardan dolayı hem ‘derin dünyacılar’ı daha iyi anladığımı sanıyorum hem de onların planladıkları şeye karşı uyanık olunması gerektiğine inanıyorum. Çünkü insanlığın yarattığı bütün seçkin birikimleri, imkânları negatif yönde kullanıyorlar. Bu yüzden onların projelerinin bu köhnemiş dünyacı yeni bir soluk getiremeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Zaten 11 Eylül’den bu yana ‘derin dünya’ kaynaklı ‘küresel kontr-gerilla’nın yaptıkları da bunu ispatlıyor…(sh:275-298)
Kaynak:
Atilla AKAR, Derin Dünya Devleti [Kitap]. - İstanbul : Timaş, 2003.
[1] Armagedon, Tel Aviv’in 55 mil kuzeyindeki bir bölgedir. ‘Mediggo’ diye geçer, inanışa göre ‘Son Savaş’ burada olacaktır. İlginçtir; bu kavram, Müslüman ülkelerde yaşayan insanlara uzak bir kavram olsa da Yahudi-Hıristiyan kültürü içindeki ülkelere hiç yabancı değildir. Hatta kilit bir kavram niteliğindedir. Bugün başta ABD olmak üzere birçok tarikat, Armegedon’un gerçekleşmesi beklentisi içindedir. Hatta daha da ötesi bu kehanetin gerçekleşmesini hızlandırmak için bazı çılgınca eylemleri göze alan tarikatlar bile vardır. ABD’de Protestan-Evanjelikler bu inanışta başı çekmektedirler. Onlara göre “Tanrının kıyameti gerçekleştirmesine yardımcı olmak” gerekmektedir! Onlar Tevrat ve İncil’de geçen bazı kehanetleri gerçekleştirmek için çaba sarf etmektedirler. Daha ayrıntılı bilgi için bakınız:‘Tanrıyı Kıyamete Zorlamak’. Grace Halles; Kim Yayınları, Çev: Mustafa Acar-Hüsnü özmen; Ank., 2002.
Belki de bu konudaki en dikkat çekici iddialardan birisi, Amerika’nın 2004′teki başkan adaylarından Lyndon LaRouche tarafından yakın zamanlarda dile getirildi. 11 Eylül’ün hemen ertesinde “11 Eylül’ün içeriden yapıldığını söyleyen LaRouche, şimdilerde de olayın arkasında ‘Hıristiyan Siyonistler’in (Kastettiği doğrudan Yahudiler olmayıp, Hıristiyanlığın Armagedoncu yorumuna sahip kesimler olduğunu belirtelim.) olduğunu söylemekteydi: “Bugünlerde ‘Hıristiyan Siyonistler’ diye anılan ekip paradoksal olarak ırkçı bir gelenekten, atuv-Semmk biı duruştan ve faşist bir temelden beslenen konfederasyon geleneğinin içinde bir damardır… Bu ABD’ye özgü Kabbal organizasyonun iktidara oynayan parti ile Adalet Bakanlığı, Hazine Bakanlığı ve Beyaz Saray’la ciddi bağlan vardır. Bu gizli gücün kendisini vakfettiği ana dava, dünyayı küresel olarak özgür ulusların, kendi kaderlerini belirlediği bir düzenden Roma İmparatorluğunun taklidi kendi icadı bir modem parodiye çevirmektir. Bu modern parodi ise ulus devlet sonrası sürecini oluşturacak devletlerin küçük parçalara bölünmesi ve adeta Romalı lejyonlar gibi dünyanın uluslararası bir askeri güç tarafından yönetilmesidir. Ruhsatlan ise İngilizce-konuşan finansör oligarşiler tarafından Venedik tarzında – tıpkı Venedik’in emperyal deniz gücünün MS. 800′den siyasi gücünün safdışı kaldığı 17′nci yüzyılın sonlarına kadar tüm dünyayı sürüklediği gibi – verilmektedir. Bu meseleye ‘Hıristiyan Siyonistler’ noktasından başlamak lazım. Bu ‘Hıristiyan Siyonistler’ İngiltere’nin ”Britanya lsraelitleri’ mezhebindendir, temelde Ariel Şaron ve Netanyahu’nun fanatik taraftarlarıdır. Bu grubun bugüne kadar ABD tarihinde anlatılamaz derecede zehirli ve yobaz bir anti-Semitizm hikâyesi vardır. Bu tehlikeli dinci fanatikler ‘Armagedon savaşı’nın nihai olarak ‘Hıristiyan Siyonistlere’ vaat edilmiş topraklan hediye edeceğine inanmaktadırlar”. Lyndon Larouche; ’11 Eylül Amerikan hükümet darbesidir.’ Söyleşi: Taha Özkan. Çeviri: A. Altan Ünaltay. http://www.yarin.org
Aynı şekilde İsrail ve dünyanın dört bir yanındaki bazı fanatik Yahudiler de buna inanmaktadır. Onlara göre de Armagedon Savaşı, lsrailoğulları’na vaat edilen ‘Dünya Krallığı’ için yapılan son savaş olacaktır. İstailoğulları bu savaştan zaferle çıkacaklardır. Daha da ilginci kimi yorumculara göre bu son savaş biz Türklerle yapılacaktır. Mine G. Kırıkkanat, bir yazısında bu ilginç psikolojiyi şöyle anlatıyor:
“Taksi şoförümüz, halim selim, aklı başında bir adama benziyordu. Arkadaşım indikten sonra sordu: ‘Hangi dili konuşuyordunuz?’ Türkçe yanıtını alınca:
‘Ah’ dedi.
‘Dünyanın sonunu hazırlayan millettensiniz!’
Dünyada deli çok. İçimden sessiz bir lahavle çektim. Laf olsun torba dolsun diye otomatik bir:
‘Öyle mi?’ hayreti ünledim.
‘Nasıl hazırlıyormuşuz dünyanın sonunu. ‘ Adam tatlı bir masal anlatıyormuşçasına:
Türkiye içten içe çürüyecek ve parçalanma tehlikesiyle karşılaşacak. Ordularımız, Ortadoğu’da savaşmak zorunda kalacak. Tüm dünya orduları ARMAGEDON’da toplanacak ve başlayan büyük savaş dünyanın sonu olacak!
Daniel’in kehanetinden haberiniz yok mu?
Dolayısıyla bu inanış sadece birkaç kaçığın varsayımı değil yaygın bir inanıştır.
27 Eylül 2002, Radikal, Mine G- Kırıkkanat; “Daniel’in Kehaneti”
[2] Örneğin bugün Dünya Sağlık Ögütü’nün (WHO) raporlarına göre özellikle Afrika kıtasının güneyindeki bazı ülkelerde AİDS hastalığının nüfusa oranı yüzde 25′i bulmuştur. Böyle giderse Önümüzdeki 25 yıl içinde kıtanın nüfusu yarı yarıya azalacaktır.
[3] Zaten daha şimdiden ‘derin dünya’nın çokuluslu şirketleri, 3. Dünya Ülkelerinin topraklarını ve denizlerini atık deposu olarak kullanmaktadır.
[4] Avrupa Birliği projesi, bu güçlerin bir eseridir. Uzun vadede dünyayı 3 federal bölgeye bölmeyi planlamaktadırlar. Böylelikle tüm dünyada tek elden bir yönetimin organları mümkün hale gelecektir
[5] Şu anda bile bazı ülkeleri ‘terörizm’ ya da ‘kimyasal silah bulundurma’ bahanesiyle işgal hazırlığı içinde bulunmaktalar; bombalama ve liderlerine Suikast hazırlığı içindedirler. Irak, bunun en son örneğidir.
[6] Hatta bilimkurgu bir fantezi gibi gelebilir ama ileride oluşturacakları Mars kolonisine bu tip ‘suçlu’ ve ‘uyumsuzlar’ı gönderecekleri söylenmektedir.
[7] Muhakkak ki Marksizm içinde bunları farklı yorumlayan akımlar olmuştur, vardır. (Leninizm, Stalinizm gibi) Ama Marksizmin saf ilkeleri açısından yaklaştığımızda durum budur.
[8] Muhtemelen bu yeni dinin esasları, Eski ve Yeni Ahit’in bir karışımı olacaktır.
[9] Daha şimdiden ‘reform’, ‘dinler arası diyalog’, ‘dinlerin özüne dönme’, ‘dinlerin aşkın birliği’ vb gibi çeşitli adlarla bu çaba başlamış görünüyor. Sözüm ona dinler arasında var olan anlaşmazlıkları gidermek, dinler arasında barış ve hoşgörü havasını hâkim kılmak adı altında söz konusu arayışa daha şimdiden zemin yaratılmaktadır- Öyle görünüyor ki alttan alta körüklenen bu çaban m sonucu süreç içinde daha itikadi noktalara çekilecektir. Burada söz konusu olan, kadim dinlerin önyargı, bağnazlık, cehalet dolu yaklaşımlarının temizlenmesi değildir. Dinlere karşı böylesi bir yeniden ele alış, içine sızmış yanlışların ayıklanması yararlı bile olabilirdi. Ancak burada kastedilen, YDD’ye yeni bir din giydirilmesi çabasıdır.
[10] Bu durum, ulusal kültürler içindeki gayri medeni, kaba, vahşete varan, baskıcı geleneklere, kesimlere tepki duymamı, onlardan hoşlanmama gerekçemi değiştirmiyor. Aynı şekilde evrensel kültürün hoş, yaratıcı, estetik ve insanlığı geliştirici öğelerine saygı duymaktan vazgeçirmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder