5 Şubat 2013 Salı

Anayasa yolculuğumuzun işaret taşları-Mazide askerin iktidar oyunu-AVNİ ÖZGÜREL

Anayasa yolculuğumuzun işaret taşları


Anayasa sayılan Sened-i İttifak'la başladığımız iki asırlık anayasa yolculuğumuz bir dizi dönemeç ve darbe koridorunu geride bıraktı. 3. Selim'in katliyle sonlanan isyanın ardından tahta çıkan 2. Mahmud, mutlak iradesinin yanında başka aktörleri görünce Sened-i İttifak belgesini yakmıştı... 

12 Eylül askeri darbesinin ardından danışma meclisini askerler dolduruyordu.

Doğruyu söylemek gerekirse kanlı bir hadiseyle girdik hukuk devleti kulvarına. Perde yenileşme hareketinin öncüsü sayılan 3. Selim’in Kabakçı Mustafa adlı isyancının liderliğinde ayaklanan yeniçeri tarafından katledilmesiyle açıldı. Bu cinayet sonrasında Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın sarayı basıp idareye el koyduğu tablonun ürünü Sened-i İttifak. Günümüz hukuk anlayışıyla değil dönemin batı hukuk tekniği açısından bakıldığında kanun demek mümkün değildi bu belgeye. Ama geçmişte örneği bulunan ferman, senet, hüccet türü bir şey de değildi. İlk kez, padişah tuğrasının yanında Osmanlı bürokrasisinin, Anadolu ve Rumeli ayanından kişilerin mührü yer alıyordu taahhütnamede.


Bürokrasinin ‘vükela-i devlet’, ayanın ‘taşra memalik hanedanları’, askerin ‘ocaklar’ diye anıldığı metin, 1961 anayasasının dibacesi, askeri müdahalelere gerekçe olan açıklamalara benzer üslupta kaleme alınmış “Osmanlı devlet düzeninin bozulduğu, devlet otoritesinin sarsıldığı ve bu durumun taraflarca tesbit edilmesi üzerine devletin kuvvetlenmesi maksadıyla yapılan toplantılar sonunda üzerinde ittifak edilerek aktolunduğu” cümlesiyle başlıyordu.

Senedin ana çerçevesi padişahın devletin temeli olduğu, belgede imzası bulunanların saltanatı her türlü saldırıya karşı birlikte korumayı, bundan böyle sadece devlet askeri olarak kabul edilecek ordu mensuplarının itirazlarını elbirliğiyle defetmeyi ve sadrazamdan gelecek her emri padişahtan gelmiş saymayı taahhüt etmeleri üzerine kurulmuştu. İlk bakışta padişaha teminat vermiş görünüyordu ayan ama çözümlendiğinde ayanın sadrazamı padişaha kefil konumuna taşıdığı ortaya çıkıyordu. 2. Mahmud’u sinirlendiren ve metnin orjinalini yakıp yok etmeye sevkeden buydu.
Adım adım hukuk devleti

Türkiye batılı manada bir hukuk devleti olma yoluna 1839 senesi Temmuz ayının ilk günü Tanzimat’la girdi. Fransız devriminden ilhamla şekillenen Gülhane Hattı Hümayunu’yla devlet ilk kez Osmanlılık temelinde vatandaşlık kavramını benimsiyordu.

Devletin gerileme dönemi içinde olduğunun ancak yapılacak düzenlemelerle bu durumdan hızla kurtulunacağının müjdelendiği metinde din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin tüm Osmanlı ahalisinin can, mal ve ırz-ü namusunun devlet güvencesinde olduğu, herkesten emlak ve kudretine göre vergi alınacağı, askerlik hizmetinin azami beş sene müddetle sınırlanacağı, yargı karraı olmaksızın kimsenin mahkum edilmeyeceği, özel mülkiyete sınır getirilmeyeceği, vükelanın serbestçe söz söylemesinin sınırlanamayacağı, çıkarılacak yeni kanunlarla rüşvetin önleneceği gibi hususlar yer almaktaydı..

Bundan 16 yıl sonra yayınlanan Islahat Fermanı ise Osmanlı toplumsal teşkilatlanmasının temelini teşkil eden inanç farklılaşmasına dayalı millet sisteminin terk edilerek Osmanlı ulusunu inşa arzusunu yansıtıyordu.

Sonunda 23 Aralık 1876’da üçü Hıristiyan 20 ulema ve üst düzey devlet görevlilerinden oluşan danışma kurulunun Fransız ve Prusya anayasa metinlerinden yola çıkarak hazırladıkları Kanun-i Esasi 2. Abdülhamid’e meclisi fesih ve sürgün cezası verme yetkisi tanıyan eklerle kabul ve ilan edildi..
1961’den 1982’ye...
Cumhuriyet yolunda ve sonrasında devletin hukuk omurgası olan, rejimin niteliğini ortaya koyan düzenlemeler dışında vatandaş hak ve özgürlükleri çerçevesinde fazla bir değişikliğe uğramayan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu 1961’de yürürlükten kalktı. Hukukçular heyeti tarafından hazırlanan 1961 anayasası 27 Mayıs darbesiyle iktidarı ele geçiren cuntanın ‘ya kabul edersiniz, ya kabul edersiniz’ diyerek halka dayattığı, bireysel hak ve özgürlükler alanını genişletiyormuş görünmesinin yanında siyaset alanında iktidar erkini asker ve yargı vesayeti altına alan bir yapı öngörüyordu.

12 Eylül darbesinden sonra 1982 anayasasıyla daha güçlendirilen vesayet anlayışı, şimdi kaldırılmak istenen‘Geçici 15. Madde’yle hukuk devleti anlayışını adalet kavramı dışına taşırmakta beis görmedi. İşin ilginç yanı, darbecileri ve cuntanın emriyle hareket eden dönemin yönetim kadrolarını ve bürokratları yargı denetimi dışında bırakan düzenleme önerisi, koşullar normalleştiğinde siyasete atılıp bakanlık görevi üstlenen İmren Aykut’tan gelmiş, cunta adına anayasayı hazırlayan komisyonun başkanlığını yapan Prof. Orhan Aldıkaçtı onun teklifini teşekkürle benimsemişti.

Mazide askerin iktidar oyunu

Ordunun iktidarı elinde bulunduranlarla çekişmesinin mazimizde onlarca örneği var. Yeniçerilerin padişahı belirleyecek bir güce eriştiği dönemlerde ulemayla işbirliği dikkat çekiyordu. Aslında asırlar öncesinde yaşananlar yakın dönemde yaşanan darbe ve girişimlerinden çok farklı değildi

Ordunun iktidar günü elinde bulunduranlarla çekişmesi 
bugünün işi değil. Orta Asya’dan Anadolu’ya; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e varolagelmiş bir durum. Yeniçerinin gerek kuruluş gerekse yok ediliş sebebi iktidarın kendini koruma kaygısı. Komitacılık, ihtilalcilik, cunta 20. yüzyılın dile kattığı sözcükler. Öncesinde ‘cemiyetçilik’ vardı.
Türk tarihinin Orta Asya asırlarının yansıdığı sayfalara bakıldığında istisnasız komutanlıkla hükümdarlığın tek kişide birleştiği görülür. Hanın uzun süre makul zorunluluk dışında bir sebeple otağda, sarayda tahtında oturup saltanat sürdüğü, orduya oğulları dahil itimat ettiği kişilerin komuta ettiği görülmez. Bunun sebebi hanların savaşa meraklı olmaları değildir kuşkusuz. Yabgu sıfatı üzerinde olan lider askerin iktidar erkini kendisine komuta eden kişinin şahsında görme eğiliminde olduğunun bilincindedir; komuta eden hükmeder! Bunun anlamı ordunun siyasi otoriteyi belirlemede birinci derece söz sahibi olduğudur. Nitekim Mete Han’dan Celaleddin Harzemşah’a Türk tarihinin büyük hükümdarlarının neredeyse tamamı tahtı babalarından doğal yolla tevarüs ve gösterişli merasimle değil silah zoruyla ele geçirmişlerdir. Esasen bizde saray kültürünün batıya yaklaşıldığında ortaya çıktığı, saltanat kavramının önce İran coğrafyasında ardından Abbasi görgüsüyle anlam kazandığı söylenebilir.

Neden Yeniçeri?
Yapılan araştırmalar Osmanlı devletinin imparatorluğa dönüştüğü süreçte bir ‘gaziler aristokrasisi’nin oluştuğunu gösteriyor. Beylik döneminde itaat düzeyi yüksek askerlerin padişaha kayıtsız şartsız bağlı olduğu, ancak sonraki dönemde fethedilen toprakların koruma ve idarelerine bırakıldığı tırmar sahibi komutanların ‘kul’ vasfını kaybettiği biliniyor. Yeniçeriliğin Orhan Gazi döneminde başlayan bu sıkıntılar sonucu doğduğu da. Genç yaştaki Hıristiyan çocuklarının devşirilmesiyle oluşturulan Yeniçeri’nin merkezde her an padişahın elinin altında olduğunu, ailelerinden koparılıp yetiştirilen bu askerlerin kendilerini sadece hükümdara, Osmanoğulları ailesine bağlı hissettiklerini unutmamak lazım. Söz konusu askerlerin yerli bir güç olmamaları dolayısıyla Anadolu ve Rumeli’deki Türk asıllı gazileri etkileyip isyana sevketmeleri ya da onların isyanına katılmalarından endişe etmek yersizdi. Merkezin gücünü en üst düzeyde tutmanın aracı olan Yeniçeri’nin bu nedenle sadece Osmanlı coğrafyasında değil dışında da çağın en etkili savaşçı birliği olmasını temin için donanımlı hale gelmesi, hükümdarlar nezdinde iktidarlarına yönelik tehdit olarak görülmedi. 
Ancak iyi örgütlenmiş bu merkez kuvvetiyle Türk asıllı tımarlı sipahiler ve uç beyleri arasında çekişme hiç eksik olmadı. Hatta zamanla çekişme iktidar mücadelesine dönüştü. Örneğin Yıldırım Beyazıd sonrası yaşanan çözülmenin neticesini devşirme-kapıkulu aristokrasisi belirledi. Uç beyleri tarafından desteklenen şehzade Süleyman’ın karşısında kapıkulu-devşirme kökenli sipahi Beyazid Paşa ve ulemadan Çandarlı Ali Paşa’nın desteklediği Çelebi Mehmed galip geldi. Yeniçeri’nin iktidarı belirlemede rol sahibi olduğu ilk hadiseydi bu. Gerisi geldi elbette. Fatih sonrası iki şehzade Cem ve Beyazid arasında çıkan taht kavgasına bu açıdan bakıldığında, iktidar savaşını kazananın Türk asıllı tımarlı sipahiler değil yeniçeri-devşirme aristokrasisi olduğu söylenebilir. İç savaş denilebilecek mücadeleden sonra 2. Beyazıd rakipsiz olarak Osmanlı tahtına otururken kendisinden ‘kul cinsinden olmayanları iktidara getirmeyeceğine’ dair söz vermesini isteyen Yeniçeri kimin padişah olacağını belirleyecek güce erişmişti. O kadarla da kalmadı ‘Ocak’ meşru padişah tahttayken ve veliahdlık için farklı bir tercih içindeyken, Yeniçeri ondan desteğini çekip şehzade Yavuz Selim’i tahta çıkardı.

Yeniçeri-ulema işbirliği
Aslında asırlar öncesinde tanık olduğumuz tablolar yakın dönemde yaşadığımız hadiselerden çok farklı değil. 1960, 1971, 1980 ve sonrasında askerle üniversite, yargı, aydınlar arasında gözlenen dayanışma 16. yüzyıldan sonra belirgin hale gelen bir gelişme. Yavuz’un 1517’de Mısır’ı fethedip hilafet mührünü ele almasından sonra Osmanlı İmparatorluğu merkezinde Yeniçeri yanında etkin bir sınıf olarak ulemanın da prestiji arttı. Ve o tarihten itibaren Yeniçeri’yle ittifak eden merkezi bürokrasinin bu kanadı pek çok isyanda rol oynadı. Daha ötesi Yeniçeri’nin ulemanın desteğini almadığı isyanda sonuç elde edilmediği görüldü...
17. yüzyılda 1. Ahmed’in ölümünden sonra altı padişah bu ittifak sonucu 
tahttan indirildi. 
3. Selim Osmanlı-Rus savaşı sırasında acil ihtiyaç olduğu için Yeniçeri’yi takviye ama-cıyla orduya Türk ahaliden asker yazımını öngören ferman yayınladığında ayaklanan ‘Ocak’ fermanın geri alınması yanında Yeniçeri Ağası’nın sadaret makamına tayinini isteyecek kadar cüretkârdı.
Ancak bu süreçte Kanuni döneminde baş gösteren kokuşma 2. Selim’in saltanatında padişahın ‘Yeniçerilerin isterlerse çocuklarını asker yazdırabilmelerine’ izin veren fermanıyla mevcudu çığ gibi artan ocak imparatorluğun başına dert olma yoluna girdi. Devlete ve padişaha 
sadakatin tamamen yitirildiği süreç 19. yüzyılda kanlı bir şekilde sonlandı.

Teamüle uygun tayin ve terfi
Orduda ‘teamül’ kavramı 3. Selim döneminde ortaya çıkmadı, yazılı olmayan bir kural halinde Türk tarihinin her döneminde olduğu gibi Osmanlı 
Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren büyük çapta uygulanageliyordu. Ancak 3. Selim’in saltanat döneminde 
tayin ve terfilerin kıdem esasına göre yapılması yazılı kural haline geldi. 
Reform yapmak için yırtınan hükümdar makam ve mevkilerin parayla alınır satılır olmasını yasaklayıp oluşturmak istediği batılı manadaki modern askeri kuvveti ulemaya sempatik göstermek için ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ gibi sıfatlar icat etse de, gelenekçi ulema-Yeniçeri ittifakı duvarını aşamadı. Padişahı ‘Önemli bir hadise değil, rahatınızı bozmayın’ diye kandıran Sadrazam vekili Musa Paşa’nın, Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi’yle işbirliği ve Yeniçeri kışlasını kontrol eden Kabakçı Mustafa’yı öne sürmesiyle hem Nizam-ı Cedid projesi son buldu hem de başta padişah olmak üzere reform yanlısı olup padişahı bu yolda teşvik eden saray bürokrasisi katledildi. 
Sonrası malum. Zorlukla gelinen Tanzimat, Islahat süreci, itirazlar, 
darbeler sarmalında ilerleyen 
modernleşme çabaları ve gecikmenin önümüze getirdiği mukadder akıbet!...

Hiç yorum yok: