21 Ocak 2013 Pazartesi

İslâm dünyasındaki ayrışmaların kökenine dair-Ali Şiası, Safevi Şiası ve ötesi...Taha Kılınç


İslâm dünyasındaki ayrışmaların kökenine dair
İslâm toplumlarında, yaşanan her türlü sorunun kaynağını bünye dışında arama, böylece sorumluluklardan ve özeleştiri külfetinden kaçma eğilimi çok yaygındır. Bu sadece günümüze ait bir aksaklık değildir. İslâm'ın ilk dönemlerinden beri, 'kahraman' ilân edilen isimlerle 'düşman' ilân edilen şahsiyetler hakkında kıyasıya bir fikri tartışma da devam etmektedir. 

Özellikle birtakım İslâmcıların yoğun şekilde kullandığı bu bakış açısına göre "İslâm'ın ilk dönemlerinde herkes kardeşti. Sonradan bazı fitneciler kardeşlerin arasını bozdu, onlar da bazen istemeden de olsa savaşmak durumunda kaldılar." Aynı bakış, ilk dönem Müslümanları arasındaki kanlı savaşları izah ederken de zorlanmaz: "Herkes haklıydı. İçtihat ettiler, yanıldılar. Ama içtihat ederken yanılanın da sevap kazanacağı kuralı uyarınca hepsi de bol bol sevap kazandılar." 

Bugün Ortadoğu başta olmak üzere İslâm dünyasındaki milletler ve ülkeler arasındaki derin ayrışmaların izlerini ilk dönemin ihtilaflarında bulabiliriz. Çünkü her şey ilk günkü gibi devam ediyor ve -Suriye meselesinde olduğu gibi- birçok sıcak sorun, sırf yüzyıllar öncesinden sürüklenip getirilen gerginlikler nedeniyle halledilemiyor. 

Bu zor ve çetrefilli meseleyi konuşmaya, "İslâm'ın ilk döneminde herkes kardeş miydi?" sorusunu sorarak başlayalım. 

İslâm'ın ilk döneminde, yani Son Peygamber'in sağlığında ve onun yetiştirdiği ilk neslin sözünün geçtiği zamanlarda elbette bazı ciddi sorunlar vardı. Hiçbir zaman, herkesin farklılıklarını bir kenara atıp gerçek anlamda kardeş olduğu bir dönem yaşanmadı. Sorunların varlığını inkârdan çok, Hz. Peygamber'in karizmatik şahsiyetinin bu sorunların yüzeye çıkmasını engellediğini söylemek daha gerçekçi olur. 

Elimizde bulunan bütün objektif kaynaklar, daha sonra Şia akımını oluşturacak bir ayrışmanın daha ilk dönemlerden itibaren var olduğunu söylüyor. Ali ve Ali'yi destekleyen bir grup, daha Hz. Peygamber'in sağlığında onun yerine kimin geçeceği konusunda kulislere başlamışlardı. Hatta İslâm'ın Kur'ân'dan sonra en güvenilir kaynağı olarak kabul edilen hadis koleksiyonu Buhari'de nakledilen bir rivayete göre, Abbas, Ali'ye halifeliği kime bırakacağını Hz. Peygamber'e sormasını istemiş; Ali ise "Bizden başkasını işaret ederse insanlar artık bize bu işi asla bırakmaz. Sormayacağım!" demişti. 

Kaynaklar, Ali'nin kendisini yönetime hep 'ehil' gördüğünü, hatta Ebubekir ve Ömer gibi kendisinden önce iktidara gelen ilk iki halifenin, kendi hakkını gasp ettiklerini düşündüğünü bildiren rivayetlere de yer veriyor. Yani, ilk iki halifenin "gaspçı" olduklarına dair Şia yorumlarının, bizzat Ali'den kaynaklanan bir temeli var. 

Ali'nin çocuklarından Hasan'ın kendiliğinden rakip aday Muaviye lehine iktidardan çekilmesi ve sonrasında Muaviye'nin oğlu Yezid döneminde Hasan'ın kardeşi Hüseyin'in Kerbela'da başına gelenler, sadece İslâm tarihinin değil, insanlık tarihinin de en trajik sahnelerindendir. 

Yaşanan acıların tekrarlanmaması ve günümüzde İslâm dünyasının asgari müşterek bir noktada buluşabilmesi adına, tüm bu kaos dönemleri yeni bir gözle, adil ve eleştirel bir yaklaşımla yeniden ele alınmalıdır. Örneğin, İslâm dünyasının tarihçileri, din bilginleri ve entelektüelleri şu soruları cevaplamakla mükelleftirler:

İlk dönem Müslümanlarının arasında yaşanan ve on binlerce cana mal olan iç savaşlar önlenebilir miydi? Yoksa bütün bunlar, geleneksel anlayışın dayattığı gibi "Allah'ın yazdığı birer kader" miydi? 

Ali'nin kendisini halifelik için ehil görmesinin dini dayanakları var mıydı, yoksa Ali sadece kayınpederinin siyasi mirasının peşine mi düşmüştü? Ali'nin iddiası dini dayanağa sahip idi ise, birçok Müslüman neden onu yalnız bıraktı? Yok, dini dayanaktan yoksun ise, Ali neden böyle bir tavır içine girdi?

Özellikle Ali ile Aişe ve Ali ile Muaviye arasındaki savaşların çıkış nedeni ne idi? Bu savaşlarda birçok ismin 'tarafsız' kalması ne anlama geliyordu? Hz. Peygamber'in bizzat yetiştirdiği birçok ismin, bu savaşlarda her iki tarafı birden yalnız bırakması, savaşların meşruiyeti noktasında ikna olmamaları olabilir miydi? 

Hüseyin, ağabeyi Hasan'ın "Kardeşim bu işten vazgeç! Görünüyor ki, Allah bizim ailemizde peygamberlikle halifeliği bir araya getirmeyecek" şeklindeki öğüdünü neden dinlemedi? Hüseyin, siyasal bir harekete girişirken gerçekten haklı idi ise, neden Müslümanların çoğu yanında olmadı? 

Bu ve benzer soruların cevapları, maalesef İslâm tarihi kaynaklarının çok çok azında yer alıyor. Muteber addedilen birçok tarihsel metinde, örneğin Ali ile Muaviye arasında yaşanan Sıffin Savaşı'nın şuna benzer cümlelerle anlatıldığını görebilirsiniz: "Ali haklı idi, Muaviye de haksız değildi!" O zaman şu soruyu sormak da doğal bir hak haline geliyor: "Peki, binlerce insan neden öldü?" 

Kimseye hakaret etmeden, ayrıca siyasi meseleleri dini kılıflara sokarak yanlışları 'dokunulmaz' hale de getirmeksizin, bütün bu soruları soğukkanlılıkla cevaplayabildiğimiz oranda, bölgemizdeki güncel ayrışmaları da anlamaya yaklaşabileceğiz. 

Özetle, Ortadoğu'nun bugünlerini anlayabilmek, aslında İslâm tarihini de çok çok iyi bilmeyi, okumayı, araştırmayı gerektiriyor. Ve elbette, bunu yaparken de herhangi bir siyasal kampa 'amigo' yazılmadan, sadece ve sadece gerçeklerin peşine düşmeyi… 

Ali Şiası, Safevi Şiası ve ötesi...
İslâm dünyasındaki birçok güncel siyasi ve sosyal mesele, kolaylıkla farklı dinsel referansların yarıştırıldığı bir itikat kavgasına dönüşebiliyor. Suriye, bunun hâlen yaşadığımız çarpıcı bir örneği. İran'ın Beşşar Esed rejimine kol kanat germesinin Sünni dünyada yarattığı kızgınlık ve hayal kırıklığı yüzünden, Suriye konulu tartışmalarda, gün geçtikçe dozu daha da artan bir şekilde 'eski defterler'in karıştırılmaya başlandığını görmek şaşırtıcı değil. 

Yakından izlemiyorsanız belki farkında olmayabilirsiniz, ancak özellikle 'dini hassasiyet sahibi' olduğu iddiasındaki çevrelerde, Suriye meselesi adeta bir Sıffin Savaşı tadında tartışılıyor. 'İmam Ali' ile rakibi Muaviye arasında yaşanan Sıffin Savaşı'nın sonunda, nasıl Kur'ân sayfaları mızrakların ucuna takıldıysa, bugün de aynı yöntemin kullanıldığına şahit olmak mümkün. Ve de gülümsetici. 

Suriye rejimini İran çerçevesinden bakarak savunanlar açısından, muhaliflerin, vakt-i zamanında 'İmam Ali'ye savaş açan 'azgınlar'dan hiçbir farkı yok. Nasıl o zaman Muaviye ve yandaşları 'Şeytan'ın yolunda' ise, bugün de "Siyonizm'in ve emperyalizmin uşaklığını yapan muhalifler" aynı yolun yolcusu... 

Suriye'de rejimin değişmesini ve Nusayri yönetimin devrilmesini isteyen karşıt cephedekilerin çoğu ise (az sayıda insaflıyı istisna tutalım elbette), içlerinde Şii mezhebine karşı ne kadar kin varsa hepsini boşaltıyor. Öyle ki, düne kadar İslâm dünyasının herhangi bir noktasında can verenler için sesi çıkmayan bazı isimler, söz konusu İran olunca birden bire 'mazlumların dostu ve hamisi' kesiliverdi. Bunlar da, İran'ı 'şer ekseninde' göstermekte George Bush ile yarışan bir performans sergiliyor. 

Bir de 'üçüncü yolcular' var. Bunların düşüncesine göre, İran aslında özünde çok iyi bir ülke, ancak son zamanlarda orada 'Ali Şiası' yerine 'Safevi Şiası' hâkim oldu; bu nedenle de Suriye'de şu anda gördüğümüz savunulamaz durum ortaya çıkıyor. 

Bu kesimin ifadesine göre, 'Ali Şiası', İslâm'ın ilk yıllarındaki kavgalarda ('fitne') duruma el koyan, adalet peşinde, haksızlığın düşmanı bir ekipti ve elbette İslâm'ı en doğru onlar yorumlamıştı. 'Safevi Şiası' ise, bugün Şiilik denildiği zaman İslâm dünyasında eleştirilen ne varsa onu Şia'ya ekleyen, sapkın, azgın bir anlayışın eseri. Dolayısıyla "Şu anki görüntü için Şia yerine Safevileri suçlamak gerekiyor. Ali Şiası olsa böyle olmazdı!" 

İlk bakışta makul gibi duran bu yorum, maalesef tarihi gerçekliklerle ve elimizdeki birçok kaynakla uyum göstermiyor. Hadiseler karşısında soğukkanlılığını yitirmeden bakmaya çalışan herkesin göreceği bir hakikattir ki, İslâm'ın ilk dönemindeki iç savaşlar sırasında, bugün Suriye'de akan kandan çok daha fazlası, yine Müslümanlar eliyle akıtılmıştı. O zamanlar Safeviler yoktu. Yine Safevilerin henüz kurulmadığı sonraki başka zamanlarda da İslâm dünyasında kanlı iç savaşlar hiç eksik olmadı. 

Mezhep kavgaları sanki 'arızi' bir şeymiş de, aslolan yüzyıllar süren kardeşlik dönemleriymiş gibi bir hava oluşturmaya çalışmak keşke problemleri çözseydi. Ama çözmüyor. Çözmediği gibi bizi hem tarihi gerçeklere karşı sadakatsizleştiriyor, hem de tarihte yaşanan karmaşaların günümüz için ibret ve örnek olmasının yolunu kapatıyor. 

İslâm'ın tarihi, bir anlamda bir iç savaşlar tarihidir de diyebiliriz. Daha Hz. Peygamber'in cenazesi kalkmadan başlayan gerginlikler, bugün bile bütün hızıyla devam ediyor. Hâlen Sünni dünyada da Şii dünyada da ateşli vaizler, tarihin derinliklerinden çekip çıkardıkları tartışmalı mevzuları, halk kitlelerinin gönüllerindeki kin ve nefret ocağına odun niyetine atıyor. Ve bunu yaparken de meselelerin 'itikadi' boyutuna mutlaka sağlam atıflarda bulunuyor. 

Hiç kimse açıktan söylemiyor; ancak pratikteki uygulama, Sünnilerin de Şiilerin de yekdiğerinin itikadını 'makbul' addetmediğini gösteriyor. Sünnilerden küçük bir örnek olmak üzere, Ehl-i Sünnet'in bütün kitaplarında geçen şu ibareyi hatırlayalım: "Hak mezhepler dört tanedir: Hanefîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik, Malikîlik." Peki Şia? Arif olan, Şia'nın nereye konulduğunu anlıyor elbette. 

Şii literatürde de durum farklı değil. Bir örnek de onlardan verelim: Şia'nın muteber bütün kaynaklarına göre, Hz. Peygamber'in kızı Fâtıma 'şehit' olmuştur. Hem de şehit eden isim çok tanıdıktır: Ömer. Ebubekir'in halife seçimine karşı çıkan Fâtıma'nın evini basan Ömer, Fâtıma'yı yumruklamış, kaburgasını kırmış, karnındaki bebeği düşürtmüştür. Ve Fâtıma, bu olaydan sonra iç kanama nedeniyle 'şehit' olmuştur. 

İslâm dünyasındaki halk katmanları arasında böylesine canlı bir nefret ve tarihsel kin varken, Suriye konusunda anlaşma sağlanamaması da şaşırtıcı değil doğrusu. Çünkü mesele, Suriye'yi çoktan aşarak, çok temel bir yöntem ve okuma sorunu haline dönüşüyor. Daha İslâm'ın ilk dönemlerindeki gerginlik ve kavgalara kadar uzanan, meşruiyetini oralarda bulan, o kavgalardan beslenen yeni kavgalar üretiyor İslâm dünyası. Ve bu hastalıktan Sünniler de Şiiler de istisna değil. Herkesin eli bu kanlı kabın içinde. 

İşte bu nedenle İslâm'ın tarihini yeniden, eleştirel bir gözle, durup düşünerek, siyasi olayları itikadi zırhların ardına gizlemeden, 'büyük' adamların siyasi adımlarını tartışırken dinden çıkıyormuş duygusuna kapılmadan, tarihsel şartlar gereği gerçekleşen savaşları yerli yerine oturarak, o dönemdeki hataları ve sevapları bütün açıklığıyla konuşabilmek için okumak gerekiyor. 

Hiç yorum yok: