20 Ocak 2013 Pazar

Elvedâ Osmanlı -M.Latif Salihoğlu

Elvedâ Osmanlı (1)
Genel seçim kararı 

Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlarda, genel seçimlerin yapılması, Meclis'in yenilenmesi ve ülkede yaşanan yeni gelişmeyer karşısında kurulacak yeni Mebûsân Meclisinin duruma vaziyet ederek yeni kararlar alması isteniyordu.
Bu isteğe hükümet tarafından rıza getirildi ve Padişahın da tasdikiyle 30 Eylül'de (1919) genel seçimlere gitme kararı alındı.
Son Osmanlı mebus (milletvekili) seçimleri 7 Kasım günü başladı. Seçimlerin tamamlanması yaklaşık iki ay kadar bir zaman aldı.
Bu arada, tâ 1911'de kurulan Hürriyet ve İtilâf Fırkasının lideri Miralay Sadık Bey (1860–1943), 7 Kasım günü başlayacak olan mebus seçimlerine parti olarak katılmayacaklarını 28 Ekim'de Sadâret (Başbakanlık) makamına şu yazılı metinle bildirdi: "Anadolu'daki Kuva–yı Milliye hareketi İttihatçılıkla alâkalı olduğundan, onun yanında değil, karşısındayız. Bu sebeple, yapılacak milletvekili seçimlerine iştirak etmeyi düşünmüyoruz."
Bilindiği gibi, o esnada İstanbul İtilaf devletlerinin işgali altındaydı. İtilaf Fırkası da onlara yakın duruyordu. Bu sebeple özellikle Anadolu'dan büyük tepki alıyordu. Anadolu'dan mebus çıkarma şansları hemen hiç yoktu.
İdeal mânâda bir seçim yapılamadı
Neticede, hem Osmanlı Devletinin hem de  Meşrûtiyet döneminin son genel seçimleri Kasım–Aralık  aylarında yapılmış oldu.
Ne var ki, milletvekillerinin neredeyse tamamına yakın kısmı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerinin göstermiş olduğu adaylar arasından seçildi.
Birinci Dünya Savaşının mağlûbiyeti sebebiyle, yedi düvelin Türkiye'ye karşı başlatmış olduğu dehşetli işgal ve istilâ şartları altında, ideal mânâda bir seçimin yapılmasını imkânsız kılıyordu. Bu sebeple, mebusların hemen tamamı, kendini vatan müdafaasına adamış olan Millî Cemiyetlerin uygun gördüğü adaylar arasından seçilmiş oldu.
1920 yılı başlarında İstanbul'da toplanan milletvekilleri, aynı zamanda son Osmanlı Meclis–i Mebûsânı olarak tarihe geçti.
(Hem son, hem ilk: Kanlı işgalin yaşandığı 16 Mart'tan itibaren İstanbul'u terk ile çoğu Anadolu'ya geçen bu mebuslar, aynı zamanda Ankara'daki ilk Millet Meclisini teşkil etmiş oldular.
Yeni seçilen mebusların İstanbul'daki takdire şâyân icraatlarından biri, Erzurum ve Sivas Kongresinde geliştirilip kararlaştırılan Misâk–ı Millî'yi bir kapalı oturumda "Ahd–ı Millî Beyannâmesi" adıyla kabul etmesidir. (28 Ocak 1920)
"Millî Yemin" anlamına gelen Meclis'in bu Beyannâmesi, 17 Şubat günü basın yoluyla bütün dünyaya  ilân edildi.
"Misâk–ı Millî", Birinci Büyük Harbin sonunu işaretleyen Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918) belirlenen sınırlar içinde yaşayan "Osmanlı İslâm çoğunluğu"nun bir ve bölünmez bütünlüğünün kabul edilmesi anlamını taşıyor.
Bu sınırlara Edirne ve Kırklareli'ye kadar olan Trakya Bölgesi ile Anadolu coğrafyasının tamamı dahildir.
Öte yandan, Kıbrıs, Ege'deki on iki ada ile Kerkük ve Musul'un statüsü, uluslar arası hukukla da bağlantısı sebebiyle, daha ilk günden itibaren muğlak kalmıştır.
Bu muğlaklık, Lozan'daki görüşmeler esnasında, maalesef Türkiye'nin aleyhine olacak bir yönlendirmeye tabi tutulmuştur.

Dünyaya duyuru: Önce hürriyet ve istiklâl

28 Ocak 1920'de Mecliste kabul edilen Misâk–ı Millî'nin dünyaya duyurulması esnasında, Edirne Milletvekili Mehmet Şeref Beyin şu meâldeki takriri (önergesi) Meclis'te oybirliğiyle kabul edildi:
"Ahd–ı Millî'nin dünya parlamentolarına ve memleket matbuatıyla cihan matbuatına tebliğ edilmesini ve tercihan müzakeresini teklif ederim... Milletimiz bizlere kendilerini temsil şerefini vererek buraya gönderdiği zaman, ilk vazife olarak, hayat hakkını ve haysiyetini tebellür ettiren en mâsum haklarını teminat altına alan, mazisinin parlak günlerini istikbâl içinde düşünmek hakkı olduğunu gösteren ve bunun için icab ederse bütün millet fertleri olarak ölmeyi göze alan şu Ahd–ı Millî'yi ilân etmemizi istedi… Biz, maddî–manevî varlığımızın bize temin ettiği hakk–ı hayatı istiyoruz. Başka bir şey istemiyoruz. Şimdi okuyacağım, peymân–ı millîdir. Milletin yeminidir. Milletimiz, ya bu yeminin şartlarını yerine getirecek, yahut da bu yolda tarihin huzurunda şerefle silinip gidecektir. Fakat, asla esir olmayacaktır, efendiler!"
(Daha geniş bilgi için bkz: Nejat Kaymaz, "Misak–ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar", VIII. Türk Tarih Kongresi, Ankara, 1977.)
İstanbul'dan Anadolu'ya
İşgal kuvvetlerinin ağır baskısı altında toplanan son Osmanlı Meclis–i Mebûsanı, İstanbul'da ancak iki ay kadar çalışabildi.
12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplanan ve çalışmalarına başlayan Meclis, işgal kuvvetlerinin ağır baskısı altında faaliyetlerini güçlükle yürütebiliyordu.
Buna rağmen, yine de gizli oturumlar yaparak ve hatta bazı kararları yazılı hale getiremeden 16 Mart 1920'ye kadar çalışmalarına devam etti.
Bu tarihten sonra ise, Meclis ve hükümet binası dahil İstanbul'un tamamı kanlı bir baskınla birlikte fiilen işgal edildi. İşgal konseyine danışmadan ve bilgi vermeden hiçbir kurum ve kuruluş serbestçe çalışamaz bir hale geldi.
Bir taraftan da tevkifler başladı. İngilizlere şikâyet edilen veya bir şekilde akkında ihbar bulunanlar yakalanıp Malta'ya sürgün edildi.
Yakasını işgalcilerden kurtarabilen mebuslar ise, Anadolu'ya geçerek Ankara'da toplandı. 20 Nisan 1920'de burada yeni bir Meclis kuruldu. Aynı seçilmiş mebuslar tarafından kurulan bu meclis, derhal Bakanlar Kurulunu belirledi. Böylelikle, İstanbul ve Ankara'da olmak üzere iki ayrı hükümet kurulmuş oldu: Padişaha bağlı İstanbul hükümeti ve milletin iradesine dayalı Anadolu hükümeti.
Ankara merkezli yeni Meclis, İstanbul'daki Meclis–i Mebusan'ın almış olduğu Misâk–ı Millî kararını aynen kabul ettiğini dünyaya bir kez daha duyurmuş oldu.

Elvedâ Osmanlı (2)
Mücadele alabildiğine kızışıyor 

Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) sonra Türkiye (Anadolu ve Rumeli) toprakları üzerinde otorite sağlamak neredeyse imkânsız hale geldi.
Ortalık adeta kaosa döndü.
Her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
Gerek İstanbul ve gerekse taşrada "gücü yeten yetene" bir hal aldı.
İşte, tam da bu ortamda belli başlı üç cereyan ortaya çıktı ve toplum üzerinde hakimiyetini tesis etmeye yöneldi.
Bunları şu şekilde sıralamak mümkün:
1) Mütareke (ateşkes) şartlarını bahane ederek, İstanbul ve diğer vilâyetleri işgal ve istilâya yönelen Avrupalı (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) kuvvetler.
2) Hayatını vatan ve milleti müdafaa etmeye adayan Millî Mücadele kuvvetleri.
3) Otorite boşluğundan istifade ile mazlûm halkı haraca kesen, yer yer Millî Kuvvetlerle de çatışmaya giren sergerde çeteler. (Bunların bir kısmı İstanbul hükûmeti lehindeymiş gibi tavırlar sergiliyor.)
* * *
Bu kargaşa halinin peşi sıra yaşanan aşağıdaki gelişmelerle birlikte, Türkiye coğrafyası daha da gerilerek büssütün karmakarışık bir vaziyet aldı...
26 Aralık 1919: Şeyh Eşref Hadisesi
Bayburt–Trabzon arasındaki bölgede 1919 yılı sonlarında vuku bulan "Şeyh Eşref Ayaklanması", iki ay kadar süren bir kanlı çatışmanın ardından, nihayet 26 Aralık günü kat'i şekilde sona ermiş oldu.
Başlangıçta 400 kadar silâhlı müridiyle küçük çaptaki askerî birliklerle çatışan ve kısmî üstünlük sağlayan Şeyh Eşref'ih üzerine bilâhare kalabalık topçu birliklerin gönderilmesiyle işi bitirilmiş ve sükûnet kısmen de sağlanmış olunur.
Şeyh'e isabet eden bir şarapnel parçası onun ölümüne yol açarken, müritlerinin de mücadele ve karşı koyma iradesini berhava etmiş olur. (Not: Şeyhin tutuklanıp idam edildiğine dair rivâyetler de var.)
* * *
Bu fecî hadisenin asıl mahiyeti ve çıkış sebebi hakkında ise, muhtelif rivâyetler var. Bir rivâyete göre, bu tamamıyla irticaî bir vak'adan ibaret olup, en sıkıntılı bir zamanda halkın ve ordunun başına açılmış kanlı bir gailedir.
Bir diğer rivâyete göre ise, bu kanlı hadisenin mahiyeti ve çıkış noktası şudur: Bayburt civarındaki Hart kasabası kırsalında kendince irşat hizmetinde bulunan ve aynı yerde bir Namazgâh inşa ederek müritleriyle toplantılar yaparak hayatını idame ettiren Şeyh Eşref ismindeki şahsın aynı Namazgâhına gece vakti avanesi ve birkaç aşüfte ile birlikte gelip âlem yapan Nahiye Jandarma Başçavuşu, bu hallerine şahit olan ve itiraz eden şeyhin müritleriyle kavgaya tutuşur. Kan dökülür ve hadise halka halka büyüyerek iş çığrından çıkar.
Bizim tesbit ve kanaatimizin de bu ikinci rivâyet doğrultusunda olduğunu hemen ifade edelim.
Ayrıca, buna emsâl olacak daha başka vak'alar da var. Meselâ, 1913'te Bitlis'te vuku bulan ve neticesiz kalan "Şeyh Selim Hadisesi", 1925'te vuku bulan "Şeyh Said Hadisesi" ve 1936'da yaşanan "Sason İsyanı" gibi kanlı dahilî olayların çıkış noktaları arasında büyük benzerlik ve paralellikler var.
Hepsinde de, dine ve ahlâka aykırı hal ve davranışların olduğu muhakkaktır.
Meselâ, Sason bölgesinde kanlı hadisenin yaşandığı köylere bizzat gittik ve araştırarak öğrendik ki, kanlı olaylar zinciri, aşiret ağasının evine giden jandarma yüzbaşısının bir kadına sarkıntılık yapmasıyla başlamış.
Bu arada şunu da hemen ifade edelim ki, devlete kuvvetle karşı gelmenin, orduyla çatışmanın ve asker kanı dökmenin doğru bulunacak ve tasvip edilecek hiçbir yönü yoktur.
Ne var ki, halkın örfünü ve toplumun psiko–sosyal durumu nazara alındığında, baştakilerin gayr–ı ahlâkî hal ve tavırlarının büyük aksülâmel meydana getirdiğini veya getirebileceğini de nazardan uzak tutmamak gerekir.
Netice–i kelâm: İki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.
.............................
NOT: Daha geniş bilgi için, Kâzım Karabekir'e ait "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitabın ilgili bölümlerine müracaat edilebilir.
16 Mart 1920: Dönüm noktası
İstanbul Şehzadebaşı Karakolu'na gece vakti yapılan kanlı baskınla askerlerimiz şehit edilirken, o gün Meclis, hükûmet ve devlet bürokrasisi bütünüyle işgal kuvvetlerinin denetim ve kuşatması altına girdi.
Kaçabilenler, Anadolu'nun yolunu tuttu. Kaçamayıp işgale muhalefet edenler ise, bir bir tutuklanıp cezalandırılmaya başlandı. Yakalanan elebaşların çoğu İngiliz denetimindeki Malta Adasına sürgün edildi. (Geniş bilgi, ileriki bölümlerde.)
11 Nisan 1920: Geçersiz fetvâ
Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından Anadolu'daki Harekât–ı Millîye aleyhine bir fetvâ yayınlandı.
İngilizlerin baskısıyla Halife Sultan Vahdeddin'in ve Sadrâzam Ferit Paşanın da onayını alan bu fetvâ, "Fetvâ–yı Şerîfe" başlığıyla 11 Nisan 1920 tarihli "Takvim–i Vekayi" ile "Peyâm–ı Sabah" isimli gazetelerde neşredildi.
Bu fetva metninde, Anadolu ve Rumeli'deki Millî Mücadele taraftarları, Halifeye karşı gelen ve kendi başına hareket eden "fenâ kimseler" olarak tarif ediliyordu.
Ayrıca, Halifenin buyruğu olmaksızın bu kimselerin vergi yahut asker toplamasının da şeriata aykırı olduğu nazara veriliyordu.
İstanbul merkezli bu tarz fikirlerin broşür ve gazeteler yoluyla etrafa duyurulması ve yayılması neticesinde, Anadolu'daki iç isyanlar ve çete savaşları daha da kızıştı.
10 Ağustos 1920: Sevr fâciası
Fransa'da Sevr Antlaşması imzalandı.
Paris yakınlarındaki Sevr banliyösünde imzalanan anlaşmaya, Osmanlı hükûmeti delegasyonu ile işgalci devletlerin temsilcileri katıldı.
Osmanlı heyetinin başında ise, "damat"lıktan başka Osmanlılıkla ve hatta İslâmlıkla ciddî bir alâkası bulunmayan, üstelik hem kukla, hem de Frenkmeşrep bir şahıs olan Sadrâzam Ferit Paşa vardı.
O tarihte fizikî ve hukukî olarak da yürürlüğe konulamayan Sevr Antlaşmasına göre, bugünkü Türkiye toprakları paramparça ediliyordu.
Müslüman Türklere sadece Orta Anadolu'da az bir toprak veriliyor, geri kalan kısımlar işgal güçleri arasında parsel parsel taksim ediliyordu.
Bu arada, Ermenilere Doğu Anadolu Bölgesi peşkeş edilirken, Kürt nüfusu ise kaale bile alınmıyordu.

Elvedâ Osmanlı (3)
Sevr'in intikamı Lozan'da alındı 

1920'de Osmanlı'ya dayatılan Sevr plânı tutmadı; Anadolu'da canlanan Millî Hareketin dirayetiyle bu plân suya düşürüldü.
Ne var ki, aynı Sevr plânı, üç sene sonra çok daha dehşetli bir sûrette Lozan'da perde altında tamamlanarak tatbik sahasına konuldu.
Türkiye, madden değil; ancak, mânen paramparça edildi. Gizli ve kamufleli olan Lozan ejderhası, mukaddes değerlerimizin esasına, erkânına ilişti; bin yıllık İslâm medeniyetini yıktı ve milyonlarca insanımızın ebedî hayatını mahvetti.
Kâzım Karabekir, Günlükler'inde yeni Türkiye'de dinî ve mânevî hayatın ortadan kaldırılması yönündeki çabaların arka plânından uzun uzadıya söz ediyor ve bu tahripkâr plânın tatbik sahasına konulacağına dair sözlerin Lozan'da verildiğine kesin kanaat getiriyor.
Bediüzzaman Hazretleri de, Birinci Şuâ'da tefsir ettiği âyetlerin 28.'si olan Tevbe Sûresi 32. âyetin asrımıza bakan işarî ve remzî mânâsına bakarak özetle şu yorumlarda bulunuyor:
*  Avrupa zâlimleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, 1324'te (1908) müthiş bir sûikast plânı yaptılar. Onlara karşı Türkiye hamiyetperverleri de, aynı tarihte hürriyeti ilân etmeleriyle o plânı akîm bırakmaya çalıştılar.
* Aynı zalimler, maatteessüf, altı–yedi sene sonra (1914), yine aynı sûikast niyetiyle Harb–i Umumî ile netice almaya çalıştılar.
* Harb–i Umumî neticesinde (1918) ve Sevr Muahedesinde (1920) Kur'ân'ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek için yine plânlar yaptılar. Bu plânlarını akîm bırakmak için, bu defa Türk milliyetperverleri yeni hükûmet kurup Cumhuriyeti ilân etmekle mukabeleye çalıştılar.
* Bütün bu herc û merc içinde Kur'ân'ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Risâle–i Nur Müellifi de Rumî 24'te (1908) ve Resâili'n–Nur'un mukaddematı 34'te (1918) ve Resâili'n–Nur'un nuranî cüzleri (Âyetü'l–Kübrâ gibi) ve fedakâr şakirtleri 54'te (1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.
* Şimdi İslâmlar içinde nur–u Kur'ân'a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir. (Şuâlar, s. 619)
* * *
Bütün bu bilgilerden anlıyor ve kanaat getiriyoruz ki, Sevr'in fazlası katmerli bir şekilde Lozan'da karara bağlanmış ve yeni Türkiye bozuk Avrupa'nın muzahrafat çöplüğü haline döndürülmeye çalışılmıştır.
Evet, zalimler Sevr'in rövanşını Lozan'da aldı. Tıpkı, 1915'te geçemedikleri Çanakkale Boğazını 1918'de ellerini kollarını sallayarak geçmeleri gibi. Tıpkı, işgal yıllarında (1918–22) statüsüne dokunamadıkları Ayasofya'yı 1934'ten sonra mâbed olmaktan çıkartıp içinde çalım yapa yapa dolaşmaları gibi.
Ek Bilgiler
* Şeyhülislâmın Millî Mücadele aleyhindeki fetvâsının geçersiz olduğunu beyan eden Dârül–Hikmet âzası Bediüzzaman Hazretleri, mukabil bir fetvâ neşrederek Harekât–ı Milliyeye destek vermiştir. (Bkz: Tulûat isimli eser)
* Aynı şekilde, Hutûvât–ı Sitte isimli eserini gizlice tabettiren Bediüzzaman, işgalcilere karşı âlimleri, medrese talebelerini ve halkı şuurlandırmaya çalışmıştır.
* Gariptir, Dürrizâde Abdullah Efendi ile Damat Ferit Paşa, aynı sene (1923) içinde gurbet elde öldüler. (Birincisi Hicaz, diğeri Fransa'da.)
* 1920 yılı sonlarında Dürrizâde'nin yerine geçen Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi de, ne yazık ki yine işgalci İngilizlere yakın durdu, hatta İngiliz Muhipleri Cemiyetine dahil oldu. Bir süre mebusluk da yapan M. Sabri Efendi, 1954'te Mısır'da vefât etti.
Paris'te Konferans
Kürt-Ermeni ittifakına itiraz
Osmanlı eski Hariciye Nazırlarından (Dışişleri Bakanı) Kürt Said Paşanın oğlu ve aynı zamanda Osmanlı hükümetinin Stockholm büyükelçiliği yapmış olan Kürt Şerif Paşa, Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris'te Kürt–Ermeni işbirliği yolunda ortak bir muhtıra yayınlar. (Ocak 1920)
Bu muhtırada, Kürtlerle Ermenilerin kardeş oldukları, her iki milletin de Türk'ler tarafından zulme uğradıkları belirtilerek, dolayısıyla Avrupa Devletlerinin desteğiyle Anadolu'nun doğusunda bağımsız birer Kürdistan ve Ermenistan devletlerinin kurulması talebi açıkça dile getirilir.
Ancak, haklı dayanaktan yoksun bu Ermeni–Kürt ittifakına karşı en büyük tepkiyi öncelikle Kürt âlimleriyle diğer ileri gelen şahsiyetler gösterdi. Bunlar arasında en dikkate değer tepkilerden biri de Bediüzzaman Said Nursî'den geldi.
Bediüzzaman, İkdam gazetesinden sonra, 4 Mart 1336 (1920) tarihli Sebilürreşad gazetesinde de konuyla ilgili çok tesirli bir makale neşreder. Şimdi, Bediüzzaman'ı Şerif Paşa'nın KTC'deki yandaşlarıyla birlikte hareket ettiğini iddia edenlere susturucu bir cevap mahiyetinde o yazıdan bazı pasajları birlikte okuyalım:
"Bogos Nubar ile Şerif Paşa arasında akledilen mukaveleye (antlaşmaya) en müskit ve beliğ cevap, Vilayat–ı Şarkıye'de Kürd aşairi, rüesası tarafından çekilen telgraflardır.
"Kürtler, camia–yı İslâmiye'den ayrılmağa asla tahammül edemezler. Bunun aksini iddia edenler, mutlaka makasıd–ı mahsusa tahtında hareket eden ve Kürtlük namına söz söylemeye selahiyattar olmayan beş–on kişiden ibarettir.
"Ermeniler, Şarki Anadolu'da dâvâyı temellüke (toprak edinme dâvâsı) muvaffak olamayacaklarını anladılar. Maksatlarına, Kürtler namına hareket ettiğini iddia eden Şerif Paşa'yı alet etmeyi muvafık (uygun) buldular… İşte bu gaye ile o mahut beyanname müştereken imzalandı ve konferansa takdim olundu.
"Ermenilerin maksadı, Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride (gayelerine ulaştıkları takdirde) Kürtleri bir millet–i tabia (uydu) haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürt taraftar değildir.
Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense, ölümü tercih ederler. Eğer, Kürtlerin serbestiyet–i inkişafını düşünmek lâzımsa, bunu Bogos Nubar' la Şerif Paşa değil, Devlet–i Aliye düşünür."

Elvedâ Osmanlı (4)
Amasya Protokolü... 

Birçok kimse tarafından "Amasya Tamimi" ile "Amasya Protokolü" birbirine karıştırılıyor. Zihinler, haliyle çatallaşıyor.
Bu sebeple, öncelikle aynı yerde ve aynı sene içinde yaşanan bu iki ayrı vakıa arasındaki bazı farklı noktaları kısaca nazara vermekte fayda var.
* "Amasya Protokolü" ya da "Amasya Mülâkatı" ismiyle yâd edilen anlaşma,, 22 Ekim 1919'da imzalandı. Amasya Tamimi ise, bu tarihten tam tamına dört ay önce (22 Haziran) imzalanmıştı.
* Amasya Protokolü, Kuvâ–yı Milliye (Heyet–i Temsiliye) mensupları ile İstanbul hükûmetinin temsilcileri arasında yapıldı. Amasya Tamimi ise, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat, M. Kemal, K. Karabekir, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal Paşadan müteşekkil Kuvâ–yı Milliye temsilcilerinin kendi aralarında varmış olduğu mutabakat şartlarını ihtiva ediyor.
* Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra taraflarca imzalanan Amasya Protokolü, İstanbul hükûmetinin Kuvâ–yı Milliye Hareketini muhatap aldığını gösteriyor. Amasya Tamimi günlerinde ise, İstanbul hükûmeti henüz Anadolu'daki Millî Hareketi kabul etmiş değildi. Hatta, bu harekete tam cephe almış durumdaydı.
* Bu anlaşmayla, İstanbul Hükûmeti ile Millî Mücadele harekâtı arasında aşağıdaki hususlarda kısmî de olsa bir mutabakat sağlandı: Milletvekili seçiminin serbest ve müdahalesiz yapılması, vatanın bütünlüğü ve istiklâlinin muhafazası, gayr–ı müslimlere ülkenin siyasî ve sosyal dengesini bozacak imtiyazlar verilmemesi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Teşkilâtının İstanbul hükûmeti tarafından hukukî bir kurul olarak tanınması, İtilâf Devletleri ile yapılacak görüşmelerde Heyet–i Temsiliye'den de temsilci bulundurulması, Meclis–i Mebusanın İstanbul dışında (Bursa'da. Ancak, bunda mutabık kalınamadı) daha güvenli bir merkezde toplanmasının sağlanması.
* İki heyet arasında yapılan görüşmelerde, gizli tutulmak kaydıyla daha başka maddeler de görüşülerek karara bağlandı.
* Amasya Protokolü, Ankara ve İstanbul merkezli hükûmetler arasındaki buzları eritmeye yetmedi. Yetmezdi de. Zira, İstanbul hükümeti işgal kuvvetlerinin tesiri altında hareket ediyordu.
Sadrâzam sirkülasyonu
İstanbul'da işgal, Anadolu'da ise istiklâl hareketinin hız ve kuvvet kazandığı bu dönemde, çok sık aralıklarla hükûmet değişikliği yaşandı.
Öyle ki, hükûmeti kurmakla vazifelendirilen bir Sadrâzam, daha makamına rahatça oturup alışamadan, ya istifa, ya da azil sonucu, o makamı terk edip gidiyor, yerine bir başkası geliyor. İşte, Amasya Protokolü öncesi ve sonrasında da, böylesi bir Sadrâzam sirkülasyonu yaşanıyor.
"İngilizlerin adamı" gözüyle bakılan Dâmat Ferid Paşa, 30 Eylül (1919) günü Sadrâzamlık makamından istifa edince, yerine Ali Rıza Paşa tâyin edildi.
Amasya Protokolü de işte bu esnada yapıldı. Ali Rıza Paşa, Bahriye Nâzırı Salih Paşayı protokol için Amasya'ya gönderdi.
M. Kemal, Rauf Orbay ve Bekir Sami Beyin de hazır bulunduğu Amasya'da iki–üç gün süren çalışmalar neticesinde, mevcut kànunlar ve günün şartları nazar–ı itibara alınarak, Meclis–i Mebusan'ın yine İstanbul'da toplanmasına karar verilmiş oldu.
İç isyanlar
Bozkır İsyanları
Konya ve çevresinde 27 Eylül 1919'da "Birinci Bozkır İsyanı" patlak verdi.
Millî Mücadelenin ilk yıllarında, Konya vilayet merkezi ile çevresinde üç–dört defa kanlı isyan hadisesi yaşandı.
27 Eylül'de başlayıp 4 Ekim'de sona eren Birinci Bozkır İsyanı ile 20 Ekim–4 Kasım tarihleri arasındaki İkinci Bozkır İsyanı, Bozkırlı Zeynelabidin isimli şahıs tarafından organize edildi.
Bu şahıs, Konya Valisi Cemal Beyden cesaret alıyordu; İstanbul hükümetinin atadığı Cemal Bey ise, İngiliz işgal kuvvetlerine dayanarak Millî Kuvvetlere karşı tavır takınıyordu.
İsyan hareketinin büyümesi, harekete karşı koyanların öldürülmesi ve Beyşehir'den gönderilen süvari kuvvetlerinin de esir edilmesi üzerine harekete geçen Ankara'daki Heyet–i Temsiliye, isyanı bastırmak üzere Albay Re'fet (Bele) Beyi vazifelendirdi.
Müdafaa–i Hukuk Cemiyetini teşkil etmek üzere Konya'ya gelen, halkı ve askerî kuvvetleri organize eden Re'fet Bey, isyancıların gözünü korkuttu.
Bu arada, Vali Cemal Bey şehri terk ederek İstanbul'a kaçmış, onun yerine Hoca Vehbi Efendi vekâlet etmekteydi.
Millî Kuvvetler karşısında geri çekilen ve bir müddet sükûnet içinde kalan isyancılar, 20 Ekim'de tekrar harekete geçtiler. Ancak, yine muvaffak olamayıp mağlûp düştüler.
Adana'ya kadar âsileri takip eden Yarbay Arif Bey, onları tesirsiz hale getirmeye muvaffak oldu.
Ve, bir yıl sonra
Konya'da bir yıl kadar sonra yeni bir isyan daha vuku buldu.
Bu kez Delibaş Mehmet isimli şahsın başını çektiği bu isyanı, yine Miralay Re'fet Beyin komutasındaki Millî Kuvvetler bastırdı.
1920 Kasım ayı sonlarına kadar devam eden bu son ayaklanmada, Demirci Mehmed Efe ile Yarbay Osman Beyin de pek mühim hizmetleri oldu.
Kısa Kısa AKTÜALİTE
ZEHİRLENİYORUZErgene Nehri resmen ve alenen zehir saçıyor. Gidenler, görenler dehşete kapılıyor.
Trakya'daki fabrikalardan sızan zehirli, öldürücü kimyevî atıkların had safhada karıştığı bu nehir suyu ile sebze, meyve bahçeleri ile çeltik, buğday ve sâir hububat tarlaları sulanıyor... O zehirli maddeler, bu sûretle insan bedenine geçiyor. Yani, sağlığımız çok ciddî bir tehditle karşı karşıya.
SEL FÂCİASIOrta Karadeniz'i vuran sel fâciası, yaşanan hata ve ihmaller zincirinin açık bir göstergesidir. Betonarme ve çarpık yapılaşma sebebiyle, toprak suya kanamıyor, su fıtrî mecrasını kaybederek başka derelere akıyor; dere yatakları da daraltılmış olduğundan, fâcia kaçınılmaz oluyor. Vatandaş TOKİ'ye güveniyordu. Sel suları Samsun'daki TOKİ binalarını basıp can kaybı yaşanınca, ortalığı şaşkınlık ve çaresizlik kapladı.
AZİZLİK Günün sorusu şu: Aziz Yıldırım, kimin azizliğine uğradı?
YAKIN TARİH YALANLARIYakın tarihle ilgili araştırmalar esnasında bizi hayrette bırakan hususların başında, itina ile uydurulmuş ve bu milletin ekseriyetine doksan yıldır ustalıkla yutturulmuş olan "fâhiş yalanlar" geliyor.
Bunları yakînen fark edince, aklıma gayr–ı ihtiyarî şu iki soru çengeli takılıveriyor:
1) Bu kadar çok yalan nasıl uydurulabilmiş?
2) Bu kadar çok yalan–yanlış, nasıl bir araya getirilebilmiş?

Elvedâ Osmanlı (5)
Londra'da alınan işgal kararı 

Londra'da 10 Mart 1920'de toplanan İtilâf Devletlerinin (anlaşmalı galip devletlerin) dışişleri bakanları, İstanbul'un resmen işgal edilmesi ve Kuvâ–yı Millîye öncülerinin tutuklanması kararını imzaladı.
Bu işgal ve tutuklama işinin başını İngiltere çekiyordu. Fransa, İtalya ve Yunanistan, Büyük Britanya'nın emir ve komutasında hareket etmeyi kabulleniyordu.
Söz konusu toplantıda dikkat çeken bir başka nokta, Birinci Dünya Savaşında tarafsız kalan Yunanistan'ın da zirveye katılmasıydı. Yunanistan Başbakanı Venizelos, toplantıda İstanbul'un yanı sıra Anadolu topraklarının da işgal edilmesi gerektiğini savunuyordu.
Maksatta anlaşmaya varan işgal güçleri, aldıkları kararı aynı gün İstanbul'daki İtilâf Devletleri Temsilcilerine bildirdiler.
Londra'nın kararını görüşmek üzere toplanan İstanbul'daki işgal güçlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya) temsilcileri, aynı doğrultuda yeni kararlara imza attılar.
Bu dehşetli kararların özeti şudur:
1) İstanbul, yarın yani 16 Mart 1920 günü sabahın erken saatlerinden itibaren fiilen işgal edilecek.
2) Müttefik askerî makamları tarafından, işgalin gerektirdiği bütün tedbirler alınacak.
3) Harbiye ve Bahriye Nezaretlerini işgali ile her türlü haberleşmeleri kontrol altına alınacak.
4) Posta, telgraf ve telefon hizmetleri kontrol altına alınacak.
5) Hükümet ve Meclisin bütün faaliyeti kontrolümüz altında tutulacak.
6) Osmanlı polisi de sıkı kontrol altında tutulacak ve kamu düzeninin gerektirdiği bütün emir ve talimat, sadece komiserliğimize bağlı askerî makamlar tarafından verilebilecek.
Tatbikat başlıyor
Yukarıdaki kararlar, tam bir gizlilik içinde alındı. Ertesi sabah da, derhal uygulamaya geçildi.
İlk iş olarak bir karakolumuza kanlı baskın yapıldı. 16 Mart (1920) sabahı erken saatte Şehzadebaşı'ndaki Mızıka karakoluna baskın düzenleyen işgal kuvvetleri, burada altı askerimizi şehit ettikten ve 16'sını da yaraladıktan sonra, İstanbul'un tamamını işgal altına aldı.
Bu arada, yine 15 Mart günü işgalciler tarafından alınan bir kararla, 150 kadar asker–sivil Osmanlı aydını hakkında tevkif kararı çıkartıldı.
18 Mart günü son toplantısını yapan son Osmanlı Meclis–i Mebusanı, işgal müddetince çalışmasına ara verme kararı aldı. Aynı anda harekete geçen işgal güçleri bazı mebusları da tevkif ederek sürgün edilecekler listesine dahil etti. Bunların arasında Rauf Orbay, Kara Vasıf, Esat Işık Paşa gibi isimler de yer alıyordu.
Sürgün kararı çıkartılanlar, gemiyle 21 Mart 1920 günü Malta adasına götürüldüler.
* * *
İstanbul'daki bu alenî işgal hareketinden hükümet, Meclis, basın–yayın, haberleşme gibi, ülkenin kalbi ve can damarı hükmündeki bütün kurum ve kuruluşlar da nasibini aldı.
İşgal kuvvetlerine yakalanmadan kaçmayı başaran mebusların çoğu Ankara'nın yolunu tuttu.
İstanbul hükûmeti, çok zalimane yöntemlerle sürdürülen işgal hareketine karşı sessiz–suskun kalmayı tercih ederken, Anadolu'da (Ankara) kurulan Millî Meclis ise, yapılan işgale var gücüyle karşı koyma kararlılığını gösterdi.
İşgalin gerekçesi
Osmanlı askerini silâhlardan arındırarak hükümet merkezi olan İstanbul'u işgale niyetlenen ecnebi komiserliği, maksadına kavuşmak için bahaneler arıyordu.
Nihayet, aradıkları bir bahane ortaya çıktı. Kilikya (Çukurova: Adana–Tarsus) bölgesinden İstanbul'a ulaştırılan bir uydurma habere göre, Müslümanlar oradaki Ermenileri öldürüyorlarmış.
Yüksek Komiserlik, hadiseyi tahkik etme gereğini dahi görmeden, gelen uydurma habere itibar etti ve İstanbul'un fiilî işgaline karar verdi.
Oysa, gerçek durum bunun tam tersine idi. Kilikya bölgesindeki Fransız askerlerinden kuvvet ve cesaret alan Ermeni çetecileri pür silâh harekete geçmiş, silâhsız Müslüman ahaliyi kırıp öldürmeye koyulmuştu.
Nitekim, aynı gün, yani Londra'da işgal plânının yapıldığı 15 Mart 1920 günü, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı tarafından Fransa Yüksek Komiserliğine yazılan yazıda, Kilikya Bölgesinde caniyane faaliyet gösteren Ermeni militanlarına karşı tedbir alınması isteniyordu.
İşte, söz konusu yazının bir sûreti:
Bâb–ı Âlî Hariciye Nezâreti
Fransa Yüksek Komiserine
Mevzu: Adana bölgesindeki Ermenilerin faaliyetleri.

Sayın Yüksek Komiser,
Faaliyetlerinin civar bölgelere yayılması hususunda kaygılanılması gerektiğini kendilerine bildiririm. Nezâretim (Bakanlığım), Adana bölgesindeki Ermenilerin faaliyetleri hakkında Fransa Yüksek Komiserliğinin dikkatini birkaç kez çekme fırsatını bulmuştur. Son günlerde Osmanlı Hükümetine ulaşan bilgiler, bu korkuları doğrulamaktadır.
İçlerinde çok sayıda Ermeni jandarmasının da bulunduğu yüzlerce kişiden oluşan Adana bölgesindeki Ermeni çeteleri, çok yakın bir geçmişte Haçin kazasına bağlı Mağara nahiyesine bir baskın düzenlemişlerdir. Buradaki Müslümanların evlerini soymuş, kendilerini döverek yaralamışlardır. Ayrıca, arama yapmak ve silâhları teslim etmek bahanesiyle her Türk köylüsünden 20–30'ar lira almışlardır.
Ayrıca, bir kısmı Haçin'deki eski Jandarma Komutanı Kirkor Efendi tarafından komuta edilen bu çeteler Haçin'de kurmuş oldukları Millî Harp Divânı tarafından yargılamak bahanesiyle, çok sayıda köylüyü götürmüşlerdir. (...)
Ermenilerin ellerine düşen bilumum Müslüman jandarmalar, silâhsızlandırılmış ve aynı şekilde bilinmeyen bir akıbete doğru götürülmüşlerdir. Kozan ve Feke'deki gibi Haçin'deki diğer köyler de esirgenmemiştir. Camilerinde hapsedilmiş olan birçok yerdeki halk, canlı canlı yakılarak veya başka şekillerde öldürülmüşlerdir.
Niğde kazasının güney ve güney doğusundaki bölgeler dahil Karaisalı'ya kadar olan bölgedeki halk, tarif edilemez bir ümitsizlik halindedir. Buralarda da halkın Ermeni çetelerinin benzer saldırıları karşısında, canları ve mallarını korumak için güçle karşılık verme zorunluluğunda göreceklerini bilmek gerekir.
Ermeni ve Müslüman unsurlar arasında kanlı çarpışmalara eğer çare bulunamıyorsa, bu durumun kaçınılmaz bir şekilde neticeleneceği tehlikeler üzerinde ısrar etmeme gerek yoktur.
Bu sebeple netice olarak, bir kez daha sayın ekselanslarınızdan bu dayanılmaz durumu kesin bir şekilde sona erdirmek maksadıyla tedbir alınmasını sağlamanızı, vilâyet toprakları üzerinde Ermeni çeteleri kurulmasının engellenmesini, cezalandırma işlemlerinde bulunmak üzere Adana'daki Fransız askerî yetkililerine resmî talimatları iletmenizi ve yukarıda sözü edilen olaylara karışan canileri cezalandırmanızı talep ediyorum.
Sayın yüksek komiser, en içten saygılarımın kabulü dileğiyle...
Sefa, 15 Mart 1920
* * *
Tam bir eziklik içinde yazıldığı için insanın içini burkan bu dilekçe, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde muhafaza edilen "Başbakanlık Osmanlı Arşivleri" belgeleri arasında bulunmaktadır. (Bkz: BOA. HR. SYS. 2556–2/53)
Burada açıkça anlaşılıyor ki, İstanbul'daki hükümet gizlice yapılan işgal planlarından habersizdir. Ki, hâlâ daha onlardan bir medet bekliyor.
İstanbul'dan ümidini kesen mebuslar, fert fert ve gruplar halinde Anadolu'ya geçti. İstanbul'un işgalini protesto eden Ankara'daki Heyet–i Temsiliye, toplanacak olan milletvekillerinden müteşekkil bir Meclis'in kurulmasına karar verdi.
Son Osmanlı Meclisinin mebusları, 23 Nisan 1920 günü Ankara'da yeni bir Millet Meclisini teşkil etti.

Elvedâ Osmanlı (6)
Kahramanlık tabloları 

1920 yılı başlarına gelindiğinde, Anadolu ve Trakya'da eş zamanlı olarak hem işgal, hem isyan, hem kahramanca direniş hareketleri yaşanıyordu.
İşte, o şânlı direniş hareketlerinden birkaç tablo.
Maraş'ta kahramanca direniş
Maraş'ta işgalci Fransız kuvvetlerine karşı, 20 Ocak 1920'de bütün halktan destek gören şiddetli ve kararlı bir direniş mücadelesi başladı.
Maraş sancağında (kaza ile vilayet arası), mücadele meşâlesi daha evvel de yakılmıştı. Ancak, halkı büsbütün çileden çıkartan ve topyekûn bir mücadelenin fitilini ateşlemeye sebep olan yeni bir gelişme yaşandı.
Bölgedeki işgal kuvvetleri komutanı, bir gün önce Maraş Mutasarrıfına (sancak yöneticisi) bir tebliğ göndererek, bundan böyle Maraş'ta guvarnör olarak bir Fransız binbaşının görev alacağını ve şehrin birinci derecedeki sorumlusunun da o komutan olacağını bildirdi.
Bu tebliği duyan halk, birden galeyana gelir. Fransız boyunduruğu altında yaşamak istemeyen Maraşlılar, "Ya ölüm, ya istiklâl" diyerek dillere destan olacak bir mücadeleye girişti.
Maraş'ın hemen her tarafında şiddetli çarpışmalar yaşandı. Eli silâh tutan hemen her vatandaş işgalcilere karşı koymayı, bir vatan ve nâmus borcu saydı.
Bu şanlı direniş karşısında daha fazla dayanamayan ve günden güne geri çekilmeye başlayan Fransızlar, nihayet 12 Şubat 1920'de işgale son vererek Maraş'ı bütünüyle terk ettiler.
* * *
Maraş'ın işgali yaklaşık bir sene kadar devam etti.
Şehir, 22 Şubat 1919'da önce İngilizlerin işgaline uğradı.
Ancak, İngiliz kuvvetleri içinde sömürge ülkelerden getirtilen Müslüman askerler de bulunduğundan dolayı, bölge halkına fazla baskı yapılamadı, dolayısıyla işgalde muvaffak olunamadı.
İngilizler, bölgedeki kuvvetlerini Musul'a doğru kaydırmayı tercih edip gittiler.
30 Ekim 1919'da ise, bu kez Fransız birlikleri gelerek Maraş'ı işgale kalkıştılar.
Civar köy ve şehirlerdeki Ermeni çetecilerden de kuvvet alan ve müşterek hareket eden Fransızlar, Müslüman ahaliye karşı zalimâne baskılar uygulamaya giriştiler.
Bu durum, halkın hamiyet duygusunu kamçıladı. Sütçü İmam (1878–1922) isimli kahraman, 31 Ekim günü düşmana ilk kurşunu sıkarak, büyük bir cesaretlilik örneği sergiledi.
Bir Cuma günü, kale burcundaki ayyıldızlı bayrağın indirilerek yerine işgal bayrağının dikilmesi hadisesi karşısında, imam efendi tarafından Cuma namazının kılınamayacağının açıklanmasıyla galeyana gelen halk, camiden çıktığı gibi doğruca kaleye hücum etti.
Oradan işgalcilerin bayrağını indiren kahramanlar, yerine tekrar ayyıldızlı bayrağı diktiler.
Böylelikle, artık hiçbir şekilde bastırılamayan ve zafere kadar devam edecek olan çetin bir direniş hareketi başlatılmış oldu.
Lüleburgaz Kongresi 
(31 Mart–2 Nisan 1920)

Merkezi Edirne'de bulunan Trakya–Paşaeli Müdafaa–yı Hukuk Cemiyetine (kuruluşu 2 Aralık 1918) bağlı 77 delegenin iştirak ettiği Lüleburgaz Kongresi 31 Mart'ta başladı.
Kongrenin aciliyet ve ehemmiyetinin bir sebebi, 16 Mart'ta İstanbul'un fiilen işgal edilmesiydi.
2 Nisan'a kadar devam eden ve ecnebilerin Trakya Bölgesi hakkındaki hesaplarını altüst eden bu kongrede, ayrıca mutlak sûrette uyulması gereken bir dizi kararlar alındı.
I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşanın da iştirak etmiş olduğu Kongrenin bitiminde alınan hayatî kararları şu şekilde özetlemek mümkün:
"Trakya, Türk ve Müslüman ahali ile iskân edilmiş olup ırkî, tarihî, siyasî ve iktisadî sebeplere ve bütün devletlerce kabul edilmiş olan milliyet ve adâlet esaslarına göre Türkiye'nin hakimiyetinde kalmalıdır. Bu temel hak ve hukuka yönelik vâki olacak her türlü işgal ve ihtilâl harekâtına karşı mukavemet gösterilecek ve müdafaa yapılacaktır... Ayrıca, Trakya mebusları ile kolordu komutanı, bu heyetin tabiî âzasıdır. Fevkalâde hallerde, bu heyet yeniden kongre toplama selâhiyet ve kudretine sahiptir."
* * *
Trakya Bölgesi, Mondros Mütarekesinden (30 Ekim 1918) sonra birkaç kez işgale uğramış, sırasıyla Fransız ve Yunan kuvvetleri arasında el değiştirmiş ve nihayet hamiyetperverlerin gayrete gelmesiyle bilumum ecnebi taarruz ve tahakkümünden kurtulabilmiştir.
Düşman askerinin bu bölgeden tamamen çekilmesi, 22 Ekim 1922 tarihine kadar devam etmiştir.
Edirne'de Büyük Trakya Kongresi
(9–13 Mayıs 1920)

Edirne'de yapılan Büyük Trakya Kongresi, dört gün süren çalışmalarını tamamlayarak 13 Mayıs (1920) günü dağıldı.
Bu kongrenin asıl maksadı, gayesi ve hedefi şudur: Doğu Trakya Bölgesini Yunan işgalinden kurtarmak ve her ne pahasına olursa olsun bu mücadeleyi sonuna kadar devam ettirmek.
Trakya'nın muhtelif merkezlerinden gelerek Edirne'de toplanan delegeler, ayrıca Ankara'da kurulan Millet Meclisi ve hükümetle birlikte hareket etme kararında birleşti.
Trakya Bölgesinde, daha evvel de "işgale karşı direniş" ve "kurtuluşa kadar mücadele" azmini ateşlendiren faaliyetler sergilenmişti.
Bunların arasında, tâ 1918 yılı Aralık ayı başlarında kurulan Trakya–Paşaeli Heyet–i Osmaniye (ismi sonradan Trakya–Paşaeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti oldu) ile 13 Mart–7 Nisan (1920) tarihleri arasında yapılan Lüleburgaz Kongresi, önemli birer kilometre taşıdır.
Bu kongreden sonra, İngilizler'den kuvvet alan Yunanlıların saldırıları daha da şiddetlendi.
Cafer Tayyar Paşa kumandasındaki Trakya Ordusu çembere alındı. Anadolu'dan yardım alamayan ordu, bir süre sonra perişaniyet içinde dağılıp eridi.
Çatışmalar esnasında Tayyar Paşa esir düşerken, kurtulabilen askerlerin bir kısmı da can havliyle kaçarak Anadolu'ya sığındı.
Düzenli ordunun dağılmasından sonra, Trakya'nın savunması Edirne Kongresi kararları çerçevesinde hareket eden sivillere, milis kuvvetlerine kaldı. Onlar da, iki sene müddetle hiç yılmadan kararlılıkla mücadele etti.
Yunan kuvvetlerinin Anadolu'da kesin yenilgiye uğramasından sonra, sıra Trakya'ya gelmişti. İşgalciler, 1922 yılı Ekim ayından itibaren Doğu Trakya'yı boşaltmaya başladı.

Elvedâ Osmanlı (7)
Yeni Türkiye'nin yeni Meclisi 

Fiilî işgal sebebiyle İstanbul'u terk edip Anadolu'ya geçen ve peyderpey Ankara'da toplanan milletvekillerinin ardından, Millî Mücadele saflarına katılmak isteyen Osmanlı subayları da Nisan ayı (1920) başlarından itibaren İstanbul'dan ayrılarak Anadolu'ya geçmeye ve Ankara'da toplanmaya başladılar.
Gerekli hazırlık çalışmalarının ardından, Ankara merkezli olarak yeni bir "Meclis–i Millî"nin teşkil edilmesine karar verildi.
Yeni Meclis'in resmî açılışı (küşâdı) için, önce 21 Nisan günü düşünüldü. Ardından, iki günlük tehir ile 23 Nisan Cuma gününde karar kılındı.
Hacı Bayram Camiinde kılınan namazdan, okunan Hatm–i Şerif ve Buhari–i Şeriflerin ardından, toplu duâlar ve kesilen kurbanlar eşliğinde Millet Meclisinin açılışı yapıldı.
Yeni Meclis'te, sarıklı, fesli, kalpaklı olarak iki yüzün üzerinde üye/âzâ vardı.
İstanbul'daki Meclis–i Mebusanın bütün üyeleri, aynı zamanda Millet Meclis'inin tabiî üyesiydi. Bunlara ilâveten yüzden fazla devlet memuru (bürokrat), elliden fazla asker ve yine elliden fazla din adamı (imam) Millet Meclisinin üyesi olarak kabul edildi. (Yekûn sayı, zaman içinde üç yüzü geçti.)
Millet Meclisi, Cuma günü öğleden sonra toplandı ve ilk oturuma geçti. Prensip gereği, yeni kurulan Meclisin ilk oturumuna en yaşlı üye sıfatıyla Sinop mebusu Şerif Bey başkanlık yaptı. (M. Kemal, 24 Nisan günü Meclis Başkanlığına seçildi.)
75 yaşındaki Şerif Bey, ilk güne ait Zabıt Ceridesindeki kayıtlara göre oturumda yapmış olduğu konuşmasında şunları söyledi:
Huzzâr–i Kiram!İstanbul'un muvakkat kaydıyla kuva–yı ecnebiye tarafından işgal olunduğu ve bütün esasatıyla (müesseseleriyle) makam–ı Hilâfet ve merkez–i hükümetin istiklâli ibtal edildiği mâlumunuzdur.
Bu vaziyete serfürû etmek, milletimizin teklif olunan ecnebi esaretini kabul etmesi demekti. Ancak istiklâl–i tam ile yaşamak azm–i kat'isinde olan, mine'l–ezel hür ve ser–âzad milletimiz, esaret vaziyetini kemal–i şiddet ve kat'iyetle reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak Meclis–i Âlinizi vücuda getirmiştir.
Bu Meclis–i Âlinin reis–i sinni (en yaşlısı) sıfatıyla ve tevkif–i İlahî ile milletimizin dahilî ve haricî istiklâl–i tam dahilinde mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek, Büyük Millet Meclisi'ni küşad eyliyorum (açıyorum.)
Metbu–i akdesimiz olan bütün Müslümanların Halifesi ve Osmanlıların Padişahı Sultan Mehemmed Han–ı Sâdis Hazretlerinin kuyud–i ecnebiyeden tahsiline (Sultan Vahdeddin'in ecnebi baskısından kurtarılmasına) ve ebedî pâyitaht–ı saltanat–ı seniyye olan İstanbulumuz ile, işgal altında ve envâ–i mezâlim ve fecâyi' içinde maddeten ve mânen bilâ–insaf imha edilmekte bulunan bilcümle vilâyat–ı mazlumemizin istihlâsına (vatanımızın kurtulmasına) muvaffakıyet ihsan buyurmasını Cenâb–ı Allah'tan niyaz eylerim. (Alkışlar)
Birinci Meclis'te dinî atmosfer
1920–23 yılları arasında İstanbul ve Ankara'da görev yapan milletvekilleri, ekseriyetle dindar olup vatanperver kimselerdi. Yani, din, vatan ve millet yolundaki hizmetlerde ciddî bir gayretle çalışıyorlardı.
Dinî hassasiyet ise, had safhadaydı. Öyle ki, yeni Meclis'in ilk gündem maddelerinden biri "Men–i Müskirat Kànunu" tekli idi.
Daha beşinci gün olan 28 Nisan'da taslak halinde Meclis gündemine gelen söz konusu kànunun 14 Eylül 1920'de kabul edilmesiyle, sarhoşluk veren maddelerin kullanılması yurt genelinde yasaklanmış oldu.
Ne var ki, Meclis'teki ilk ve en büyük ihtilâf da, işte tam bu esnada ve bu sebeple ortaya çıktı.
Meclis, neredeyse ortadan ikiye bölündü. Birinci grubun başını M. Kemal, ikinci grubun başını ise Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu.
Şimdi, bu mühim meselenin arka plânına ve gelişme seyrine biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Yeşilaycı Anadolu Hükûmeti
Millî Mücadelenin merkezi olarak Ankara'da teşkil olunan Millet Meclisinin ilk gündem maddelerinden birinin "men–i müskirat" meselesi olduğunu Z.C., Devre I, Cilt I, s. 114'teki bilgilerden öğreniyoruz.
Burada yer alan bilgilere göre, 28 Nisan (1920) günü Meclis'e sunulan kànun teklifi ile Mîsak–ı Millî sınırları içinde alkol ve sair sarhoşluk veren maddelerin üretilmesi, satılması ve alenen kullanılmasının kànunen yasaklanması isteniyor.
Bu meseleyi daha ilk kuruluş günlerinde Meclis'in gündemine getiren kişi, Trabzon mebusu Ali Şükrü Beydir.
Alkol yasağı teklifine karşı çıkan ve bu sebeple Ali Şükrü Beyle ciddi tartışmalar içine giren kişi ise, M. Kemal oldu.
Böylelikle, Meclis kendi içinde ikiye bölünme sancıları yaşamaya başladı.
Ancak, bu bölünme hali, savaşın bitimine kadar gizli ve perde altında kaldı.
İstiklâl Harbi biter bitmez, bölünme sancısı yeniden şiddetlendi ve patlama noktasına geldi.
Millî iradenin kalbi hançerlendi
Yeşilay'ın kurulduğu tarihte (5 Mart 1920) İstanbul'da bulunan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, bu hayırlı kuruluşa büyük destek verir.
Ali Şükrü Bey, 16 Mart'taki kanlı işgalin ardından Ankara'ya gider ve burada yeni teşkil olunan Mecliste de bu desteğini aynen sürdürür.
Nitekim, gider gitmez içki ve işret gibi haramların ülke genelinde yasaklanması yönünde bir kànun teklifi hazırlar ve bu teklifini Meclis'in müzakeresine sunar.
İşte bu kànun teklifi (Men–i Müskirat Kànunu), yapılan uzun görüşmelerin, tartışmaların ardından, nihayet 14 Eylül 1920 tarihinde kabul edilir. Bilâhare 22 no'lu kànun maddesi olarak uygulamaya sokulur.
İstanbul hükümetinin etkisiz kaldığı böylesine mühim bir konuda, Ankara'da henüz teşkil olunan Anadolu hükûmetinin (I. Meclis) müsbet tesiri pek büyük olur.
Bu da gösteriyor ki, millî iradenin temsil yeri artık İstanbul değil, Anadolu'dur.
* * *
Aynı tarihlerde telif edilen Tulûât isimli eserinde, Bediüzzaman Said Nursî, bu kànun çerçevesinde gelişen hadiselerden şöyle bahseder: "Câ–yı dikkattir ki: Merkez–i Hilâfet ulemâsı ve Dârül–Hikmeti ve Zabıta–i Ahlâkıye ile, fuhş, işret, kumar gibi kebâiri izâle değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükümetinin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebâirler men' edildi." (İçtimaî Reçeteler, s. 193.)
* * *
Dindar ve demokrat bir şahsiyet olan Ali Şükrü Bey, 27 Mart 1923'e bir sûikast neticesi Çankaya muhafız komutanı Topal Osman'a öldürtüldü.
Adeta, ondan içkiyi yasaklatmasının intikamı alındı.
Nitekim bir sene sonra, yani 9 Nisan 1924 tarihinde içki yasağı yürürlükten kaldırılmış oldu.
İçki tüketimi, o tarihten itibaren serbest bırakılmanın da ötesinde, üretilmesi, pazarlanması ve içilmesi adeta hep teşvik edile geldi.
O günden bugüne hasıl olan maddî ve mânevî zararın hesabını yapabilmek dahi kàbil görünmüyor.

Elvedâ Osmanlı (8)
İlk Meclisin ilk Bakanlar Kurulu 

Ankara'da 23 Nisan (1920) günü kurulan Millet Meclisi, 9–10 günlük bir çalışmanın ardından ilk Bakanlar Kurulunu da teşkil etti. Bu heyetten önce aynı vazifeyi 15 kişilik "Heyet–i Temsiliye" görmekteydi.
2 Mayıs'ta toplanan Meclis, o zamanki ismi "İcra Vekilleri Heyeti" olan kabine üyelerinin nasıl seçileceğine dair usûl ve esasları belirledi, gerekli kànunları çıkarttı.
İcra Vekilleri Heyeti ilk etapta 11 bakanlık şeklinde ihdas edildi.
3 Mayıs günü, kabinenin 9 üyesi, ertesi gün de 2 üyenin (Maliye ve Maarif Vekilleri) seçimle tesbiti yapıldı.
M. Kemal'in başkanlığında 5 Mayıs'ta ilk toplantısını yapan İcra Vekilleri Heyetinde bulunan isimlerin kısa künyeleri şöyledir:
Reis, M. Kemal: Meclis Reisi olmanın yanında, ayrıca Cumhuriyet'in ilânına kadar (29 Ekim 1920) İcra Vekilleri Heyeti Reisliği makamında bulundu. 1881 Selanik doğumlu. Ölümü: 1938 İstanbul.
1) Mustafa Fehmi (Gerçeker) Efendi: Umûr–u Şer'iye ve Evkaf Vekili. 1868 Karacabey doğumlu. Ölümü: 1950
Resmî protokolde, M. Kemal'den sonra gelen 2. adamdır. 1950'ye kadar mükerreren Bursa mebusu olarak Meclis'e girdi.
2) Fevzi (Çakmak) Paşa: Müdafaa–i Milliye (Millî Savunma) Vekili. 1876 İstanbul doğumlu. 1950'de İstanbul'da öldü.
1922'den 1944'te kadar Genel Kurmay Başkanlığı yaptı. 22 sene müddetle M. Kemal ile İsmet Paşaya hiç karşı gelmemek üzere, her türlü emir ve talimatlarını aynen yerine getirmeye çalıştı.
3) Bekir Sami Bey: Hariciye Vekili. Amasya mebusu. 1865 Kafkasya (Osetya) doğumlu. 1933'te öldü.
Sivas ve Amasya'da yaşayan Çerkesler üzerinde nüfuz sahibi bir şahsiyet idi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları arasında yer aldığı için, 1926'da İzmir Sûikastı bahanesi ile İstiklâl Mahkemesinde yargılandı. Siyasetten soğudu ve sessizce bir köşeye çekildi.
4) Behiç (Koryürek) Bey: Maliye Vekili. 1886 İstanbul doğumlu; ölümü 1943.
Aynı makama, kısa süre sonra 150'likler listesini hazırlamakla şöhret kazanan müzmin Türkçü Ahmet Ferit Tek getirildi. Ancak, o da bir yıl sonra ayrıldı ve İcra Vekilleri Heyetinin Paris temsilciliğine atandı. Bilâhare Lozan görüşmelerine katıldı.
5) İsmail Fazıl Paşa: Nafia (Bayındırlık) Vekili, Yozgat mebusu.
Ali Fuat Cebesoy'un babası. Sağlık problemleri sebebiyle kısa süre sonra ayrıldı. Yerine Ömer Lütfi Bey geldi. 1921'de vefat etti. Oğlu Ali Fuat, 1924'ten itibaren M. Kemal ile yollarını ayırdı ve TCF'nin kurucuları arasında yer aldı. Bu da onun hem şahsî, hem, siyasî, hem d askerî hayatının alt üst olmasına sebebiyet verdi.
6) Dr. Adnan Adıvar: Sıhhiye ve Muavenet–i İçtimaiye Vekili (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı.) İstanbul mebusu. 1881'de Gelibolu'da doğdu, Temmuz 1955'te İstanbul'da öldü.
Meşhûr romancı Halide Edib'in kocasıdır. O da, aynen Karabekir, Bekir Sami ve diğer TCF üyeleri gibi 1926'da İstiklâl Mahkemesinde idam talebiyle yargılandı. Onun makamına da kısa süre sonra Dr. Refik Saydam getirildi.
7) Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey: İktisat Vekili. Sinop mebusu. 1878 Boyabat doğumlu, ölüm tarihi 1969.
Hariciye Vekili Bekir Sami Bey ile birlikte murahhas (delege) olarak 1920'de Moskova'ya gitti. Bir yıl sonra bu defa, Heyet–i Murahhas Reisi sıfatıyla Moskova'ya giderek Ali Fuat Paşa ve Dr. Rıza Nur ile birlikte Büyük Millet Meclisi hükümeti adına 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşmasını imzaladı. 30 Mart 1920'de Adliye Vekili, 15 Mayıs 1921'de ise Hariciye Vekili seçildi. 2 Ekim 1922'de vekillik görevinden istifa etti; 1923'de Londra Temsilciliğine tayin olundu.
8) Celaleddin Arif Bey: Adliye Vekili. 1875 Erzurum doğumlu; 1930 Paris'te vefat etti.
Erzurumlu Mehmet Arif Bey'in oğludur Fransa’da hukuk ve siyasal bilgileri tahsil etti. 1901’den 1908’e kadar Kahire’de avukatlık yaptı. 1908’de İstanbul’a dönerek Hukuk ve Mülkiye mekteplerinde Anayasa Hukuku dersleri okuttu. Osmanlı Ahrar Fırkasına yakın durdu. 1914–1920 yılları arasında kuruculuğunda bulunduğu İstanbul Barosu Başkanlığı vazifesini deruhte etti. M. Kemal ile uyum sağlayamadığı için, ne Adliye Bakanlığı ne de bir başka makamda rahat bir çalışma yapamadı. Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldı.
9) Cami (Baykurt) Bey: Dahiliye Vekili,  Aydın mebusu. Doğum 1877 ve ölüm  (1949) yeri İstanbul.
Yaklaşık iki ay kadar İçişleri Bakanlığı yapabildi. M. Kemal'e ters düştüğü için, bu makamdan ayrılmak durumunda kaldı. Yerine Hakkı Behiç Bey getirildi. Zamanında İslâmî sosyalizme yakın görüşleriyle tanındığı rivâyet ediliyor. 1908'de yüzbaşı iken, bulunduğu Fizan'dan mebus seçilerek İstanbul'a geldiği biliniyor.
10) Dr. Rıza Nur: Maarif Vekili. 878 Sinop doğumlu, ölüm tarihi 1942.
İlk Millî Eğitim Bakanı olarak, Ziya Gökalp'e Türkçülük çalışması hususunda bazı görevler verdi. Moskova Antlaşması ve Lozan Konferansı müzakerelerine katıldı. M. Kemal, İsmet Paşa ve onlara yakın adamlarla hiç anlaşamadı. Gitgide zıtlaştı. Bu yüzden uzun süreli bakanlık yapamadı. Yerine, bir başka Türkçü Hamdullah Suphi Tanrıöver getirildi. Onun yurt dışına kaçtıktan sonra kaleme almış olduğu Hatıralarım isimli kitaplarında, hayret uyandıran, dudak uçuklatan bazı mahrem bilgiler yer alıyor.
11) İsmet (İnönü) Bey: Erkân–ı Harbiye–i Umumiye Vekili (Genel Kurmay Başkanı.) Edirne mebusu. 1884 İzmir doğumlu, 1973'ün son haftasında öldü.
Savaşın bitiminde Hariciye Vekilliğine getirildi. Lozan'a giden heyetin başkanı oldu. Lozan'da, Türk heyetini dışlayarak Yahudi Haham Haim Naum'la işbirliği yaptı. 1925–37 yılları arasında 12 yıl müddetle başbakanlık yaptı. Din dışı bir politika izledi. Binlerce vatandaşın idam edilmesinde, on binlercesinin katliâma uğramasında en tesirli rolleri üstlendi. 1937'den sonra M. Kemal ile araları açıldı. Bir daha hiç görşmeyerek bu dünyadan küs ayrıldılar.
* * *
Kuruluşundan itibaren, gerek bakanlık sayısı ve gerekse bakanların görevleri sıklıkla değişikliğe uğradı.
Bunun en mühim sebebi, M. Kemal ile İsmet Paşanın kendi aralarında kapalı devre görüşüp anlaşarak, kendi tercihlerine göre adam seçme cihetine gitmeleridir.

Elvedâ Osmanlı (9)
Şark Cephesinde zafer var 

Kâzım Karabekir komutasındaki Millî Kuvvetlerimiz, 28 Eylül (1920) itibariyle Şark'ta Ermeni çetelerine karşı büyük bir taarruz harekâtını başlattı.
Kars ve çevresi başta olmak üzere, Şark Vilâyetlerinde birçok yerleşim merkezini ellerinde bulunduran Ermeni çeteciler (Taşnak, Hınçak...), işgal müddetince sayısız Müslümanın kanını akıtarak hemen her yerde katliâm yaptılar.
Millî Mücadelenin başladığı günlerde, Rusya'nın desteğini kaybeden bu çeteler, korku ve panik içinde etrafı yakıp yıkma ve mâsum (sivil) Müslümanların kanını dökme işini daha da hızlandırdılar.
Gaddarlığın son raddesine çıktığı günlerde harekete geçen Millî Kuvvetlerimiz, silâhlı Ermeni birliklerini Şarkî Anadolu topraklarını terk ile kaçmaya mecbur bıraktı.
Çatak, Sarıkamış, Kağızman ve daha birçok şehri Eylül ayının son haftasında terk eden Ermeni fedâileri, haftalar süren bir takip ve taarruz neticesinde, Ermenistan'ın iç bölgelerine kadar çekilmeye mecbur edildi.
Millî Kuvvetlerimizin Şark Cephesindeki bu ilerleyişi, Gümrü Antlaşmasının yapıldığı 2 Aralık gününe kadar devam etti.
Karabekir mi, İsmet mi?
Şark Cephesinde ordumuzun kazandığı zaferlerle büyük şöhret kazanan Kâzım Karabekir Paşayı bekleyen bir sonraki görev, Garp Cephesi Kumandanlığıydı.
Ancak, durum beklendiği gibi olmadı. Geçmişinde hiçbir başarıya imza atamayan Albay İsmet, Karabekir Paşadan kat kat üstün tutularak, sırasıyla Genel Kurmay Başkanı, Garp Cephesi Kumandanı, Hariciye Vekili, Lozan Heyeti Başkanı ve son olarak da 12 yıl müddetle Başvekil (1925–37) yapıldı.
Karabekir ise, önce mebus yapılarak askeriyeden uzaklaştırıldı.
Rütbesiz bir sivilden farkı kalmadı. Son bir çırpınışla siyasî parti (TCF) kurarak bir muhalefet cephesinin teşkiline çalıştı; ancak bunda da muvaffak olamadı. 1924–39 yılları arasındaki hayatı, türlü çile, baskı ve sıkıntılar içinde geçti.
Rusya'nın silâh ve para yardımı
İlk partisi 8 Eylül'de (1920) Erzurum'da teslim alınan Rus savaş yardımının ikinci bölümü olan bir milyon adet altın ruble, 9 Ekim'de Trabzon'dan Erzurum'a nakledildi.
Birinci Dünya Savaşında Türkiye'nin karşısındaki cephede yer alan ve Osmanlı'ya en ağır zayiatı verdiren Rusya, İngiltere'ye olan muhalefetinden dolayı, İstiklâl Harbi süresince Türkiye'ye yardım etti.
Diplomatik yoldan sağlanan bu yardımlar için en büyük emek sarf edenlerin başında ise–garip bir rastlantı eseri olarak–22 yıl sonra yine aynı gün vefât eden (8 Eylül 1942) Sinop mebusu Dr. Rıza Nur gelir.
Rıza Nur, o tarihte (Eylül 1920) Moskova'ya gitmiş ve devlet başkanı J. Stalin'le bizzat görüşmüştü.
Hatıralarında Enver Paşa ile de görüştüğünü belirten Rıza Nur, İngiltere'nin Anadolu'yu işgal eylemlerinden Stalin'in çok rahatsız ve çok da tedirgin olduğunu ifade ediyor.
Bu sebeple, Türkiye'ye her türlü yardımın yapılmasına taraftar olmuş.
Dengeler nasıl değişti?
Birinci Dünya Savaşının baş aktörlerinden biri İngiltere ise, diğeri ise hiç şüphesiz Rusya idi.
Ancak Rusya, 1917 Ekim'inde kendi içinde patlak veren Bolşevik Devrimi sebebiyle, elini savaştan çekmek durumunda kaldı. Özellikle savaşın son bir–iki yılında Osmanlı ile çatışmama ve hatta ateşkes kararı alma cihetini tercih etti.
İngiltere ise, Rusya'nın Osmanlı ile savaşmayı bırakmasını bir türlü hazmedemiyordu. Sonunda, bu iki düşman blok karşı karşıya geldi.
İngilizler, diğer Avrupa topluluklarını saflarına çekerek, İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu'yu işgale yöneldi. Sevr Antlaşmasıyla Osmanlı topraklarını parsellemeye başladı. Ancak, Anadolu'da gelişen Millî Kuvvetler bu istilâya razı olmayarak, şiddetle karşı koydu.
İşte, tam da bu safhada Rusya devreye girdi ve Türkiye'ye her türlü yardımda bulunacağı sinyallerini verdi.
Yardımlar, gerek para ve gerekse silâh olarak kademeli şekilde Moskova'dan Anadolu'ya sevk edildi.
Bu yardımlar, Yunan istilâsı ve İngiliz işgali karşısında, Millî Kuvvetler için büyük bir dayanma gücünü sağladı.
Silâh ve mühimmat gibi, memur maaşları ve sair harcamalar dahi, uzun müddet Rusya'dan gelen altınlarla karşılandı.
Mecliste gizli görüşme
Millet Meclisinde 17 Ekim 1920'de yapılan gizli oturumda, Rusya ile yapılan dostluk ve yardım antlaşması ile ilgili mesele görüşüldü.
Daha önceden Rusya'ya giden ve Ankara Hükümeti adına resmî temaslarda bulunan heyetin başkanı olan Yusuf Kemal Bey, Meclis Kürsüsünden yaptığı uzun konuşmasında, Sovyet Rusya hükümetinin Türkiye'ye altın (para), silâh ve mühimmat yardımında bulunacağına söz verdiğini ifade etti.
* * *
Rusya'nın söz verdiği yardımların gelmesiyle birlikte, Eskişehir'i çevreleyip Ankara sınırına kadar dayanan Yunan kuvvetlerine karşı şiddetli bir mukavemet ve taarruz harekâtı başlatılarak, mütecavizlere karşı esaslı bir adım atıldı.
Oysa, bu tarihten çok kısa bir süre evvel Ankara hükümeti yetkilileri büyük bir yeis ve karamsarlık havası içindeydi.
İşte, o günlerin (Eylül 1920) genel havasını yansıtan Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa ile Batı Cephesi Komutanı Ali Fuat Cebesoy arasındaki telgraflaşmadan küçük bir misâl.
İsmet Paşa: "Meclis'i ve hükûmet merkezini Sivas'a nakletmeye karar verdik. Düşmana terk edilen arazideki ulaştırma araçları geri bölgelere taşınsın ve şimendifer hatları tahrip edilsin."
Ali Fuat Paşadan İsmet Paşaya: "Ankara'yı terk etme kararı, ancak Eskişehir'i terketme kararından sonra alınabilir."
Ali Fuat Paşanın sözlerine kulak asmayan İsmet Paşa ve arkadaşları, daha sonra Sivas yerine Kayseri'yi hükümet merkezine dönüştürmeye karar verdiler ve bir kısım evrakı da Ankara'dan Kayseri'ye naklettiler.
Rusya'nın para ve silâh yardımı sayesinde, hem memurlarla askerlerin maaşı ödendi, hem de istilâcı kuvvetlere karşı konulabildi.
Bu yardımlar, Türkiye ile Rusya'yı daha da yakınlaştırdı ve Moskova'ya giden Türk heyeti (Yusuf Kemal, Rıza Nur, Ali Fuat), 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşmasını imzaladı.

Elvedâ Osmanlı (10)
Sakallı Nureddin Paşa 

İstiklâl Harbinin "Sakallı Nureddin Paşa"sı 9 Aralık 1920'de Orta Anadolu Merkez Kumandanlığına atandı.
Onun Merkez Komutanlığına atandığı bu dönem, gerek iç çatışmalar ve gerekse dış taarruzlar itibariyle, Anadolu halkının yaşamış olduğu en kritik günlerdi.
Aynı günlerde, Seyyar Kuvvetler Kumandanı Çerkez Ethem, M. Kemal ve M. İsmet Paşalar tarafından gözden çıkarılmış ve tamamiyle devre dışı edilmeye çalışılıyordu.
Sonunda, Albay İsmet Beye bağlanmak (ve aslında bitirilmek) istenen Ethem Bey, maiyetiyle birlikte ittirile ittirile Yunanistan üzerinden kaçmaya mecbur edildi. (22 Ocak 1921)
Ethem Beyin çekilmeye başladığı 1920 yılı Aralık ayında, bu kez iç isyanlar cümlesinden olarak Demirci Efe Kıyamı (ayaklanması) başgösterdi.
Anadolu'nun iç kısımlarında ortaya çıkan yeni isyanları bastırmak ve hariçten gelen tehlikeleri bertaraf etmek için, dirayeti ve kahramanlığı tescil edilmiş bir kumandana ihtiyaç hasıl oldu.
İşte, tam bu noktada bütün gözler, bütün dikkatler Nureddin Paşa üzerinde toplandı.
İstiklâl Harbine en ön safta iştirak eden kumandanlar arasında tek sakallı olduğu için, ona "Sakallı Nureddin Paşa" ismi verildi.
İki farklı mazereti, cinayet sayıldı
Nureddin Paşayı sakalı dışında onu diğer Millî Mücadele dönemi silâh arkadaşlarından ayıran iki önemli hususiyeti daha vardı.
Bu özelliklerinden biri, tek parti CHP'li olmak istemeyip, seçimlerde bağımsız aday olmasıydı.
Paşanın diğer özelliği ise, "Şapka inkılâbı"na şiddetle muhalefet etmesiydi.
Şimdi, bu hadiselerin detayına bakalım:
BİR: Nureddin Paşa, 1923'te yapılan genel seçimlerde Bursa'dan bağımsız aday oldu, ancak seçilmeye muvaffak olamadı.
Bir sene sonra ise, tekrar bir "ara seçim" yapıldı ve Nureddin Paşa da bunu fırsat bilerek tekrar CHP'ye karşı Bursa'dan bağımsız aday oldu.
Sandıklar açıldığında ise, Nureddin Paşanın ezici bir çoğunlukla seçimi kazandığı ortaya çıktı. (Bu da muhaliflerini ürküttü.)
Mazbatasını alıp Meclis'e girdi. Tek başına adeta bir muhalefet görevini üstlenmeye başladı. Onun muhalefet ettiği meselelerden biri de, "şapka ve kılık–kıyafet kânunuydu.
İKİ: Mareşal Fevzi Paşanın hiçbir inisiyatif kullanmadan Şapka Kànunu lehinde kesin tavır almasına mukabil, en az onun kadar kahramanlık nişanesi bulunan Nureddin Paşa ise, vargücüyle şapkanın aleyhinde bir vaziyet takındı.
Mebusların büyük bir ekseriyetle şapka kànununa taraf olmaya zorlanması yüzünden desteksiz kalan Nureddin Paşa, o günden sonra siyasetten soğudu ve tıpkı Karabekir Paşa gibi bir kenara çekilmeye mecbur oldu.
Vaktiyle Balkanlar'da, Bağdat'ta, Yemen'de, Konya'da, Dumlupınar'da ve bilhassa İzmir Savaşlarında büyük kahramanlıklar gösteren Nureddin Paşa, siyaseten ters düştüğü eski silâh arkadaşlarının zorlamasıyla, hem Paşalıktan istifa, hem de Meclis'teki görevinden ayrılarak, kendi halinde yaşamaya âdeta mahkûm edildi.
Vefat tarihi olan 1932 yılına kadar da, siyasete dönmeyerek aynı istikamet üzere yaşadı.
Paşanın kısa biyografisi
Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan Nureddin Paşa, 1873'te Bursa'da doğdu. 1893'de Harbiyeyi bitirdi. 9. Piyade Alayı komutanı olarak Balkan Savaşına katıldı.
Birinci Dünya Savaşında Irak Cephesi komutanıydı. Bağdat'ta, bilâhare Yemen'de büyük yararlılıklar gösterdi.
İzmir ve Aydın valiliklerinin yanı sıra, 17. ve 25. Kolordu Komutanlığı vazifelerinde de bulundu. Üstün başarı sağladı.
Millet Meclisi ile İstanbul Hükümetini uzlaştırmaya çalıştı. Başarılı olamayınca, Kurtuluş Savaşına katılmak üzere 1920'de Anadolu'ya geçti. Yunan cephesinin güneyinde, Konya çevresinde komutan oldu.
1920 yılı sonlarına doğru Orta Anadolu Merkez Ordusuna komutan sıfatıyla atandı. 1922'de 1. Ordu komutanlığına atandı ve bu görevle Büyük Taarruza katıldı. Zaferden sonra korgeneralliğe yükseldi ve İzmit'e tayin edildi.
I. Ordu'nun lağvedilmesi üzerine, 1924'te Yüksek Askerî Şûra üyeliğine atandıysa da, Bursa milletvekili seçilmesiyle üyelikten çekildi. 1925'ten sonra, askerlikten de, ardından siyasetten de istifa etti. Vefat tarihi 1932.
Diplomasi
Moskova Antlaşması ve ötesi...  
 
Düşmanın düşmanı dost oluyor
Ankara hükümeti ile Sovyet Rusya hükümeti arasında yapılan Moskova Antlaşması 16 Mart 1921'de imzalandı.
Türk heyetini Ali Fuat Paşa, Dr. Rıza Nur ile Yusuf Kemal Bey temsil ediyordu. Rus heyetinin başında ise Dışişleri Komiseri Çiçerin vardı. (Çiçerin'in yardımcılarından biri Türk asıllı bir diplomattı.)
Bu tarihten evvel de iki ülke arasında birtakım temaslar kuruldu; ancak, istenen ve umulan netice bir türlü sağlanamadı.
Rusya, İstiklâl Harbinin en sıkıntılı günlerinde, yani Ankara hükümetinin en sıkışık olduğu dönemde, anlaşmaya yanaşmıyordu. Kafkas Bölgesindeki bazı şehirlerin Ermenilere verilmesini şart koşuyordu.
Bunun üzerine harekete geçen Karabekir Paşa, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır'ı Ermeni Taşnaklardan temizleyerek, onları Gümrü'ye kadar geriletti.
Burada 3 Aralık 1920'de imzalanan antlaşma ile, sınır tesbiti yapıldı.
Gümrü Antlaşması ile sağlanan bu muzafferiyetten sonra, Moskova nezdinde Rusya ile yeniden temaslar kuruldu.
Batum'un Gürcistan'a (dolayısıyla SSCB'ye) terk edilmesi karşılığında, 16 Mart 1921'de yeni bir antlaşma sağlandı.
Buna göre, Rus hükümeti Ankara hükümetine silâh ve para yardımında bulunacak.
Yardımlar, Kurtuluş Savaşının sonlarına kadar kademeli şekilde parti parti gelmeye devam etti.

Elvedâ Osmanlı (11)
Dâmat Ferid kuklasının gidişi 

İki buçuk ay önce 5. kez Sadrâzamlık makamına getirtilen Damat Ferid Paşa, 17 Ekim 1920'de istifasını vererek hükümetten tamamıyla çekildiğini ilân etti.
Sultan Abdülmecid'in kızlarından Mediha Hanımla evlendiği için "Dâmat" ünvanını alan Ferid Paşa, 1853 İstanbul doğumludur. Tahsilini tamamladıktan sonra, Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçiliklerinde hariciyeci olarak çalıştı.
1908'de Ayan Meclisine seçilen Ferit Paşa, 4.3.1919'da ise ilk kez Sadrazamlık makamına tayin edildi.
Toplam 1 yıl, 1 ay, 1 hafta, 1 gün sadrazamlık yapan Damat Ferid Paşa, bu süre zarfında tam 5 kez istifa edip yeniden sadrazam oldu. (NOT: Arada, toplam yedi ay süren Ali Rıza Paşa ile Salih Hulûsî Paşanın sadrazamlığı var. Ayrıca, Tevfik Paşadan sadrazamlığı devralan Ferid Paşa, bu makamı son olarak yine Tevfik Paşaya devretti. Tevfik Paşa da Osmanlı Devletinin son sadrazamı oldu.)
Ferid Paşanın sadrazamlık dönemi, Osmanlı Devletinin ve bilhassa Türkiye coğrafyasının en buhranlı günleri olarak tarihe geçti. Bu müddet zarfında yaşanan ve tarihte derin izler bırakan bazı hadiseleri, kısaca şu maddeler halinde sıralayabiliriz:
ª Geniş Osmanlı mülkünü payimal ettikten sonra, Anadolu topraklarını da istilâcı İtilâf devletleri arasında taksim eden meşhûr ve mahut "Sevr Antlaşması", Damat Ferid Hükümeti tarafından imzalandı. (Padişah imzalamadı.)
ª Boğazlıyan Kaymakamı M. Kemal Bey, Bayezid Meydanında darağacında sallandırılarak, işgalciler memnun ve Ermeniler mesrur edildi.
ª Anadolu'daki Millî Kuvvetlerin karşısında savaşmak ve onları tepelemek için, Anzavur Paşa kumandasında "Kuvâ–yı İnzibatiye" teşkilâtı kuruldu.
ª Sevr Antlaşması gereği, Kars'tan İzmir'e, Maraş'tan Bursa'ya, İzmit'ten Adana'ya kadar Anadolu'nun hemen bütün bölgelerinde işgal ve istilâ hareketleri başladı.
ª İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek ve Millî Harekete katılmak isteyen 70 kadar aydın kişi, önce Bekirağa Bölüğünde mevkuf tutuldu. Ardından da, bir şekilde kaçırılacağı korkusuyla, İngilizlerin isteğiyle topluca Malta adasına sürgüne yollandı.
ª Mütareke (ateşkes güvenliği) için İstanbul'a gelen İngiliz öncülüğündeki İtilâf kuvvetleri, kan dökmek sûretiyle İstanbul'u fiilen işgal etti.
ª 22 Eylül 1922'de firar ederek Fransa'nın Nis (Nice) şehrine giden Damat Ferid, 1923'te burada vefat etti.
M. Âkif'in moral konuşmaları
Büyük şâir Mehmet Âkif, halka moral verici konuşmalarda bulunmak üzere, Ankara'daki Meclis'in kararıyla 19 Ekim 1920'de Kastamonu'ya gönderildi.
Kastamonu'ya gelen Âkif, başta Nasrullah Camii olmak üzere, muhtelif camilerde Millî Mücadelenin ehemmiyetine dair vaazlarda bulundu. Aynı vaazlarında, Sevr'in kabul edilemeyeceğini ve gerekirse İtilâf devletlerine karşı Moskova hükümetiyle anlaşma yapılabileceği tezini savundu.
Bir buçuk ay boyunca Kastamonu'da kalan ve arada bir sâhil kasabası olan İnebolu'ya da gidip gelen Âkif, bilhassa bu yöre halkının moral gücünü yüksek tutmaya çalıştı.
Millî Mücadelenin kazanılması için, İnebolu–Kastamonu hattı hayatî bir öneme sahipti. Başta İstanbul olmak üzere, muhtelif noktalardan Anadolu'ya yapılan silâh ve mühimmat sevkiyatı, o günlerde en çok bu güzergâh üzerinden yapılıyordu.
Bu sebeple de Kastamonu, son derece stratejik bir ehemmiyete sahipti.
M. Âkif–Eşref Edib buluşması
İstanbul fiilen işgal edildikten sonra, burada serbest neşriyat hizmeti alabildiğine zorlaştı.
Bu sebeple, sahip olduğu Sebilürreşad gazetesinin matbaa malzemesini toplayan Eşref Edip, kayınbiraderinin hakimlik yapmış olduğu Kastamonu'ya hicret etti.
Neşriyat hizmetini burada sürdürürken de, vesveseli valinin hışmına uğradı. Eşref Edib'i Ankara'ya şikâyet etti ve onu Sinop'a sürgün ettirdi.
Bu gelişmeden haberdar olan M. Âkif ise, derhal harekete geçerek eski dostu ve fikir arkadaşı olan Eşref Edib'in tekrar Kastamonu'ya iade edilmesini sağladı. Hemen ardından, kendisi de aynı şehre gelerek burada birlikte çalışmaya başladılar.
O tarihteki Sebilürreşad mecmuasının birkaç nüshası Kastamonu'da basıldı. Bu nüshalarda, Millî Mücadelenin ehemmiyetini vurgulayan yazılar ve bilhassa M. Âkif'in Nasrullah Camiinde yaptığı konuşmalar yer alıyordu. (Bu vaazlar, aynı günlerde Anadolu'da çıkan pekçok mahalli gazete ve mecmuada da neşredilerek halka dağıtılır.)
Ankara hükümetinin takdirini kazanan buradaki faaliyetler sebebiyle, iki dost şahsiyet Ankara'ya dâvet edildiler.
İkisi de dâvete icabet ederek gittiler; ancak, zamanla (özellikle 1923'ten sonra) Ankara hükümeti ile uzlaşamayarak safdışı edildiler.
M. Âkif, Kahire'ye hicret edip giderken, İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Eşref Edip ise, Elazığ'da içinde her türlü haşeratın cirit attığı bir hapishaneye mahkûm olarak gönderildi.
Diplomasi
Şark Cephesinde Gümrü Zaferi
Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir öncülüğündeki Ankara Hükümeti ile Ermenistan'daki Taşnak Hükümeti arasında 3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmanın imzalanmasıyla birlikte, İstiklâl Harbinin Doğu Cephesindeki savaş bitti, sulh ve sükûn devresi başladı.
Ankara Hükümeti adına yapılan bu "ilk antlaşma", aynı zamanda hem askerî, hem de diplomasi yönünden kazanılmış olan bir "ilk zafer"dir.
Önemli hususlar Gümrü Antlaşmasıyla elde edilen başarının en önemli maddeleri şunlar:
1) Ermeni hükümeti, Ankara hükümetinin reddettiği Sevr Antlaşmasını reddetmeyi kabul etti.
2) Ermeni hükümeti, Anadolu'nun hiçbir vilâyetinde, Ermenilerin Müslümanlardan sayıca fazla olduğu iddiasından vazgeçtiğini deklare etti.
3) Kars sancağı ile Ermenilerin elinde bulunan Tuzluca kazasının Türkiye topraklarına dahil edilmesi resmiyet kazandı.
Ara notu: Gümrü Antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra, Ermenistan hükümeti değişti. Taşnak hükümeti tarihe karıştı, onun yerine Sovyet Kızıl Ordu denetimindeki Ermenistan hükümeti kuruldu.
Karabekir ve sahte kahramanlar Gümrü Antlaşmasıyla birlikte, Ankara hükümetinin başlatmış olduğu İstiklâl Mücadelesi hareketi, harikulâde bir şevk, heyecan ve kuvvet kazandı.
Zira, henüz çok yeni olan bu hükümetin, böylesi bir başarıya imza atacağını Türkiye ve dünya kamuoyu pek ihtimal vermiyordu.
Fakat, takdir ve hayranlık hissi uyandıran bu hareketin başında, Karabekir Paşa gibi işin ehli olan bir kumandan bulunuyordu.
Bu büyük muzafferiyette onun ve silâh arkadaşlarının sarsılmaz inancı ve dirayeti vardı.
* * *
Ama, ne yazık ki, bu ilk zaferin muzaffer kumandanı olan Karabekir Paşa, ileriki yıllarda bir avuç yerli sahte kahraman tarafından harcandığı için, yeni nesiller tarafından yeterince tanınamaz bir hale getirilecek.
Onun, aslında Garp Cephesi Komutanı yapılması gerekiyordu. Zira, Şark Cephesini üstün bir başarıyla halletmiş ve Ankara'ya dönmüştü. Büyük bir tecrübe ve birikim sahibi olmuştu.
O büyük tecrübeden istifade edilmesi için, şimdi sıra Yunan istilâsının yaşandığı Garp Cephesine gelmişti. Karabekir Paşa, cidden bu iş için biçilmiş kaftan gibiydi.
Ama hayır; onu pek âşina olduğu askerlik mesleğinde istihdam etmek ve dolayısıyla Batı Cephesine göndermek yerine, ne yazık ki Meclis'te oturan bir mebus yapıldı.
Bir süre sonra ise, önce üniforması çıkartıldı, askerlikle irtibatı kesildi. İş göremez, politika yapamaz bir sivil kimliğe döndürüldü. Muhalefet cephesini kurunca da, tümüyle gözden çıkarıldı.

Hiç yorum yok: