Başlıkta normalde bir soru cümlesi var ama ünlem işaretiyle bitirdim. Zira ifadenin sahipleri soru sormaktan ziyade yasak koymaya çalışıyor.
Öncelikle şunu kayıtlara geçirmek lazım; her can kıymetli, her ölüm önemli. İntihar ettiği ileri sürülen manken Aslı Baş soruşturması medyanın yakın ilgisi sayesinde cinayet soruşturmasına dönüşmedi mi? Zengin bir işadamının iki oğlu şüpheli sıfatıyla cezaevine konuldu. Bir cumhurbaşkanının ölümü sadece insan hayatının kıymeti ile de ölçülemez. Halk açısından hayati önemi haiz sebep ve sonuçları olabilir. Birileri ‘şehir efsanesi’ dese de kamuoyu, rahmetli Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünde olağandışılıklar görüyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla hazırlanan Devlet Denetleme Kurulu raporu söz konusu kaygılara hak verir nitelikteydi. Görevli cumhuriyet savcısı da kuvvetli şüphe ile soruşturmayı sürdürüyor. Normal insanlar hele de gazeteciler bu tür durumlarda şüphenin peşine düşer ve sorgulayıcı davranır. Gazeteciler ve savcılar benzer işleri yapar, kamu adına şüphelerin üzerine gider, hükmü bağımsız yargıçlar verir. Açık şüphenin izini sürmeyen gazetecilerin meslekleriyle ilişkisini gözden geçirmesinde fayda var. Ayrıca Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde en riskli zaman diliminde görev yapıp zekice adımlarla halkın gönlünde yer etmiş bir siyasetçiye vefa borcumuz var.
Zehirlenmesinden ne çıkarınız var diye bir soru olabilir mi? Zehirlenmiş ve örtülürse büyük zarar ihtimali bulunuyor. Cumhurbaşkanını zehirleyen ve bugün bile örtbas edilebilen bir güç varsa; vatandaşa ne yapmaz! Bugün bile demem boşuna değil. Uzun soluklu güçlü bir sivil iktidar ve devlet içindeki hukuk dışı yapılanmalara hesap sorma süreci içindeyiz diye seviniyoruz. Hatta bir miktar rehavet içindeyiz. Özal gerçekten zehirlenmemiş ve başka yollarla da öldürülmemişse rahat nefes alabiliriz. Aksi halde kimse ‘kedidir kedi’ deyip uyumaya devam etmemizi beklemesin. Vatandaşın bütün şüpheleri giderilmeli. Her hafta spor programlarında seyrettiğimiz basit bir ‘top çizgiyi geçti mi’ tartışması değil, bu. Ülkenin en yetkili makamını hedef alan suikast ihtimalini konuşuyoruz.
Ondan sonra dağ başında bir insanın aldığından daha yavaş ve ihmal zincirleriyle malul bir sağlık hizmetiyle ölüme götürülüşünü konuşacağız. Ankara’nın göbeğinde devletin başının ölüme mecbur bırakıldığı izlenimi veren süreci sorgulayacağız. 1988’de uğradığı suikast girişimini masaya yatıracağız. Tetikçi Kartal Demirağ’ı ‘af çıkarmadığı için başbakanı öldürmeye kalkan öfkeli mahkûm’ olarak anlatan masala inanmayacağız. Zaten açık cezaevinde yatan, suçu yaralama olduğu için kısa sürede salıverilecek bir mahkûmun kaçtıktan beş ay sonra başbakanı öldürmeye çalışması size inandırıcı geliyor mu? Şimdiden söyleyeyim, bu şehir efsanesinin de takipçisi olacak, sonuna kadar gideceğiz. Albay Kazım Çillioğlu’nun intihar ettiği; Eşref Bitlis’in pilotun veritgoya düşmesi sonucu öldüğü, şehit silahsız 33 erin Bingöl’de basit bir tesadüf sonucu bulunduğu tezlerine de inanmıyoruz.
1993’ün ‘adı konulmamış darbe’ olduğuna ve Özal ölmeden başarıya ulaşmayacağına dair düşüncem iyice pekişiyor. Kamuoyu kanaati de bu yönde. Özal’ın zehirlenmediği yönündeki Adli Tıp raporu ölüm sebebini de belirsizleştirdi. Orta Asya gezisinin yorgunluğu üzerine yaptığı spora kalbinin dayanamadığı iddiası da çürüyor. Savcılık, her iddiayı sonuna kadar soruşturup tatmin edici açıklamalar bulmak zorunda. Aksi halde hiç kimse kendini güvende hissetmeyecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder