Birinci Meşrûtiyet (1876) ile İkinci Meşrûtiyetin ilânı (1908) arasındaki süre, yaklaşık 32 senedir.
Bu uzun süre zarfında, dahilde ve hariçte pekçok hadiseler yaşandı. Bu hadiselerin mühim bir kısmına daha evvelki bölümlerde temas ettik.
Şimdi de, bilhassa Balkan coğrafyasında II. Meşrûtiyet öncesine kadar yaşanan diğer bazı gelişmelere kısaca değinmeye çalışalım.
Yunanistan'la savaş ve barış
İstanbul'dan önce Rumeli coğrafyasında büyük fetihler yapan Osmanlı, bugünkü Yunanistan'ın sahip olduğu toprakların da mühim bir kısmını kendi hakimiyeti altına almış durumdaydı.
Fetihten sonra (1453) ise, Mora Yarımadası dahil olmak üzere Yunanistan'ın tamamına yakın kısmı kademeli bir şekilde Osmanlı Devleti bünyesine dahil oldu.
Bilâhare, küçük adaların yanı sıra Girit, Rodos ve Kıbrıs gibi stratejik öneme sahip büyük adalar da, tamamıyla Osmanlı yönetimi altına girdi.
Yaklaşık dört yüz sene müddetle Osmanlı idaresi altında yaşayan Yunanlılar, özellikle 1800'lü yılların başından itibaren isyan ve ihtilâl hareketleriyle seslerini yükseltme sürecine girdiler.
Osmanlı ordusu ile Yunanlı isyancılar arasında zaman zaman çok kanlı çatışmalar yaşandı.
1821'den sonra, araya yabancı devletlerin de girmesiyle, Yunanistan'ın Osmanlı'dan kopması kaçınılmaz bir hale geldi.
Bu mukaddes kopma süreci ise, on yıldan fazla bir zaman aldı.
Nihayet, Mayıs 1832'de Londra'da varılan antlaşma neticesinde, Mora Yarımadası ile bazı Ege Adalarını da içine alan coğrafyada bağımsız bir "Yunan Krallığı"nın kurulması kabul edildi.
Osmanlı'nın kabule mecbur olduğu bu ağır antlaşmaya göre, Yunan Krallığı, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın koruması altında bulundurulacak.
İsyanların yerini cephe savaşları aldı
Avrupa devletlerinin desteğiyle Osmanlı'dan ayrılan ve bağımsızlığına kavuşan Yunan Krallığı, kazandıklarıyla yetinmeyerek yeni taleplerde bulundu.
93 Harbinden sonra (1878), yine Avrupalı dostları sayesinde yeni bazı haklar kazandı.
Ancak, bununla da iktifa etmeyerek, Yanya Eyaleti ve Girit adası gibi yerlerde Osmanlı idaresi altında yaşayan Rumları ve sair Hıristiyanları kışkırtmaya ve açıktan desteklemeye başladı.
İşte, Nisan 1897'deki Osmanlı–Yunan Savaşı bu sebepten patlak verdi.
Sultan II. Abdülhamid, Avrupa devletlerinin müdahale ve yardımda bulunma manevralarına fırsat vermeden, adeta yıldırım hızıyla harekete geçti.
Padişahın emriyle 17 Nisan'da "yıldırım harbi"ni başlatan Ethem Paşa, Yunan kuvvetlerini bozguna uğrattı.
Yaklaşık bir ay kadar devam eden bu tarihteki Osmanlı–Yunan Harbi, Osmanlı'nın kesin galibiyeti ile neticelendi.
Bu savaş esnasında, özellikle Teselya Bölgesinde yeni bazı mevziler kazanıldı. Zafer üstüne zafer kazanan Osmanlı kuvvetlerinin Atina'ya kadar gitmeleri mümkün iken, araya Rusya girdi ve savaşın sona erdirilmesini istedi.
İşi daha ileri safhaya götürmek istemeyen Sultan Abdülhamid de, Rus hükûmetinden gelen ateşkes çağrısını kabul ederek, barış yolunu açmış oldu.
Nihayet, 20 Mayıs 1897 tarihinde, Osmanlı ve Yunan kuvvetleri arasında bir mütareke imzalandı.
Devamında ise, 20 Eylül 1897'de imzalanan İstanbul Antlaşması ile iki ülke arasında barış sağlanmış oldu.
Ne var ki, Balkan coğrafyasında ve Rumeli topraklarında nihaî bir huzur ve barış yine de sağlanamadı. Özellikle Makedonya'da isyan, kargaşa, zıtlaşma ve yer yer katliama varan kanlı çatışmalar, aralıksız şekilde devam edip gitti.
Makedonya'da isyan ve ihtilâl hareketleri
Yunan Sulhundan sonra, bu kez Rumeli'nin Makedonya bölgesi kaynamaya başladı.
Makedonya'da Osmanlı'nın üç vilayeti vardı. 15 Sancağı bulunan ve "Vilayat–i Selâse" diye de tabir edilen bu vilayetler şunlardı: Selanik, Manastır ve merkezi Üsküp olan Kosova.
1900 yılının başlarında, Makedonya'nın nüfusu dört milyon civarındaydı. Adeta bir "milletler mozayiği" görüntüsü veren bu nüfusun yarısı Müslüman, yarısı da Hırsitiyan vatandaşlardan müteşekkil idi.
Müslümanların ağırlıklı nüfusunu Türkler, geri kalan kısmını da Arnavutlar teşkil ediyordu.
Hıristiyan nüfusun başını çeken Bulgarların kurmuş olduğu gizli teşkilâtlar, mütemadiyen "Makedonya Makedonyalılarındır" fikrini yayarak, bölge halkını Osmanlı'ya karşı kıştırtmaktaydı. Gerçekte ise, bu bölgeyi Bulgarlaştırma siyaseti güdülüyordu.
1902'den önceki on yıllık zaman zarfında, bölgede büyük çaplı hadiseler vuku bulmadı. Huzursuzluk, daha ziyade ufak çetelerin marifetiyle köy baskınları şeklinde görünüyordu.
Bulgar çeteciler, sadece Müslüman Türkelere değil, fırsat buldukça Sırp ve Yunan kökenli vatandaşları da taciz ediyorlardı.
Nihaî maksatları ise, geniş çaplı bir huzursuzluk çıkararak, büyük devletlerin bölgeye müdahalesine zemin hazırlamaktı.
Bu maksada yönelik ilk büyük isyan hareketi, 21 Eylül 1902'de vuku buldu. Osmanlı kuvvetleri, bu büyük kargaşayı ancak bir aylık sürede yatıştırmaya muvaffak olabildi.
İkinci büyük kanlı kargaşa ise, 2 Ağustos 1903'te başladı.
Bu ikinci Makedon isyanı bir öncekinden çok daha büyük olduğu içindir ki, hadisenin bastırılarak sükûnetin yeniden sağlanması en az üç aylık bir zamanda mümkün olabildi.
Yabancı devletlerin müdahalesi
Makedonya'daki hadiselerin giderek büyümesi ve çatışmalarda çok kan dökülmesi sebebiyle, Avrupa devletlerinin de meseleye müdahil olmasını netice verdi.
Yabancı devletler ile Osmanlı Devleti arasında "Makedonya Islâhatı" çerçevesinde, 25 Kasım'da bir mutabakat sağlandı.
Buna göre, bölgede (Vilâyât–ı Selâse'de) huzur ve sükûnu temin etmekle vazifeli bir Osmanlı paşası (Hüseyin Hilmi Paşa) ile birlikte ayrıca yabancılardan müteşekkil bir nevi "müfettişler heyeti" de vazife yapacak ve onların reyleri de muteber sayılacak. Onlardan habersiz iş yapılmayacak.
Söz konusu müfettiş ve görevliler heyetinin içinde Rusya (Başkonsolos), Avusturya (Başkonsolos), İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya'yı temsil eden şahsiyetler bulunmaktaydı.
Bunların arasında politik olarak Osmanlı'ya en yakın çizgide bulunan devlet Almanya idi. Diğerlerinin hemen tamamı Bulgar çetecileri koruyup kollamaya çalışıyordu.
Esasında, bu önemli sebepten dolayıdır ki, Balkan ve Rumeli'de bir türlü huzur ve barış sağlanamadı. Neticede, peşpeşe yaşanan Balkan Savaşlarıyla (1912–13) bölgenin neredeyse tamamı Osmanlı'nın elinden çıkmış oldu.
I. ve II. Meşrûtiyet arası dönemde dış gaileler (2)
Sultan II. Abdülhamid, ülkeyi monarşik mutlakiyet sistemiyle idare etmesine mukabil, şahsî kabiliyet ve meziyetleri itibariyle dünyanın ender diplomatlarından biri olduğunu da kabul ve teslim etmek gerekir.
Gerek Haçlı dünyasının en riskli bölgesi olan Balkanlar'da ve gerekse sömürgeci heveslerin alabildiğine kabardığı Ortadoğu coğrafyasında takip ettiği denge politikası, onun nasıl bir "siyasî dehâ" sahibi olduğunu gözler önüne seriyor.
Ne aciptir ki, Sultan II. Abdülhamid döneminin de dahil olduğu son yüz yıllık Osmanlı tarihinde en çok baş ağrıtan gailelerin başında dehşetli "İngiliz siyaseti" gelmektedir.
İşte, bu bölümdeki asıl konumuz olan "Akabe Meselesi" de bu gailelerden sadece birini teşkil ediyor.
İngiliz siyasetinin ana hedefleri
Koca Hindistan'ı sömürgeleştiren İngiltere, bu büyük sömürge ülkeye giden yolu da güvenli kılmak ve kendi kontrolü altında tutmak istiyordu.
Bunun için de, en önemli stratejik bölgeler olarak gördüğü Basra'ya açılan Kuveyt ile Kızıldeniz'e açılan Akabe şehirlerini öncelikli hedefleri arasında tutuyordu.
Bu maksatla, önce bölgede tutunmaya ve giderek etkisini artırmaya çalışan Fransa ile amansız bir rekabete tutuştu.
Kızıştıkça kızışan bu rekabet, Fransa'nın aleyhine neticelendi. İngiliz kuvvetleri Mısır ve çevresine yığıldıkça, Fransız kuvvetleri bölgeden çekilmek zorunda kaldı.
Osmanlı'ya sûreten bağlı, fakat özerk bir hükümet gibi çalışan Mısır Hidivliği de, Fransa yerine zamanla İngiltere ile yakın münasebetler içine girdi.
1805'ten itibaren yaklaşık seksen yıl müddetle Mısır'a hükmeden Mehmet Ali Paşa Hanedanı, 1882'lere gelindiğinde ülke yönetiminde zayıflamış durumdaydı.
1869'da açılan ve dünyanın gözdesi olan Süveyş Kanalı'nın zaafa düşmüş bir hükümetin elinde olması ise, İngiltere'nin hevesini alabildiğine kamçılıyordu.
İşte, bölgede adeta tetikte bekleyen İngiliz kuvvetleri, müthiş bir zamanlama stratejisiyle Mısır Hidivliğine yanaştı. İlk başlarda, yardımcı dost ve ihtiyat kuvveti görüntüsü verdi.
İngilizler, bu hareketleriyle birkaç maksadı birden hasıl etmek istiyordu.
1) Araları bir derece soğuk durumda olan Mısır ile Osmanlı'nın yakınlaşmasını önlemek. Özellikle Mısır'ı Osmanlı'ya hiç ihtiyaç duymayan bir ülke konumuna sokmak.
2) Mısır yönetimini kendi koruması altına almak, dolayısıyla da yardımına muhtaç bir vaziyette tutmak.
3) Mısır'ı etkisi altına aldıktan sonra, Hindistan'a uzanan deniz ve kara yolunun stratejik noktalarını (Basra'da Kuveyt, Ürdün'de Akabe gibi) kontrolü altında tutmaya çalışmak.
4) Hicaz Demiryolu'nun inşasında Alman mühendis ve firmalarının tercih edilmesini hazmedemeyen İngiltere, bu hattın faaliyete geçmesini menfaatine aykırı bulduğu için, bölgede Osmanlı'nın tesir gücünü kırmaya yönelik politikaları devreye sokmak.
(NOT: İngiltere, bu hedef–i maksadından hiçbir zaman vazgeçmedi. Birinci Dünya Savaşındaki ve hatta şimdiki Ortadoğu politikaları, bu "ezelî" maksadının birer tezahürü mahiyetindedir.)
Kışkırtma faaliyetleri
İngiltere (Büyük Britanya) Ortadoğu coğrafyasında, özellikle Suudîlerin yoğun olarak yaşadığı Necid bölgesinde, tâ 1700'lü yılların ilk çeyreğinden itibaren casusluk faaliyetlerinde bulunmaya başladı. Nitekim, tâ o tarihlerde zuhur eden "Vehhabilik" hareketinin arkasında İngilizlerin desteği vardı.
Zaman içinde Vahhabilerle haşır–neşir vaziyete gelen İngilizler, Arapların bu kesimini bir kaç defa Osmanlı idaresine karşı ayaklandırmaya muvaffak oldu.
İngilizlerin Araplara olan bu yakınlığı samimi bir dostluğun değil, bölgedeki Osmanlı hakimiyetinden duyulan rahatsızlığın bir ifadesiydi.
Sömürgeci İngiliz anlayışına göre, "Büyük Britanya'nın huzur ve refahı için, Osmanlı'nın, özellikle İslâm dünyasının huzursuz olup sıkıntılar içinde sancılanması gerekiyor"du. (Mr. Hampher'in Hatıraları.)
İngilter, bu maksadına vasıl olmak için, çeşitli kanalları kullanarak sayısız ajanını bölgede vazifelendiriyordu.
Bunun farkında olan Sultan II. Abdülhamid de, kendi siyasî dehasıyla buna karşı tedbirler alıyordu.
İşte, 1906 senesine gelindiğinde, bu iki zıt siyaset, bölge genelinde karşı karşıya gelirken, Kızıldeniz'in kuzey doğu ucundaki Akabe'de ise alenen çatışma noktasına kadar ileri gitti.
Akabe'de diplomatik zafer
İngilizler, Vahhabilerin dışında kalan diğer Arap kabilelerini de Osmanlı'ya karşı kışkırtarak, onları isyana teşvik etti. Yaşanan kargaşadan da istifade ile, Akabe'nin işgali tasarlanıyordu.
İngiliz kuvvetleri, bu işte başarılı olursa şayet, Mısır yönetimiyle de anlaşarak bölgede tutunacak ve daha ileri adımlar atmaya yöneleceklerdi.
İngilizlerin devletler arası hukuka dayanmayan bu tarz girişimlerinin farkına varan Sultan Abdülhamid, derhal harekete geçti ve Mısır'la bir dizi diplomatik anlaşmalar yaparak İngiliz işgalinin önünü kesmeye çalıştı.
Padişah, ilk olarak Rüştü Paşayı "Bölgede Osmanlı hukukunu muhafaza ve müdafaa" etmekle vazifelendirdi.
Emrindeki mühim bir kuvvetle bölgeye giden Rüştü Paşa, 15 Şubat 1906'da Akabe'yi işgal etti.
Bu durumdan rahatsız olan İngiltere, bir notayla Babıâli'yi protesto etti ve hemen Akabe Körfezine bir savaş gemisi gönderdi.
Ardında, İngiltere 3 Mayıs 1906 tarihli şu ültimatomu verdi: "Akabe Körfezini on gün içinde boşaltın!"
Sultan Abdülhamid, bu ültimatoma karşı İngiltere'nin Mısır üzerindeki hak ve hakimiyet gösterisinin hukuka uygun olmadığını, dolayısıyla yeni sınırın yalnızca İstanbul ve Kahire hükümetlerinin emrinde olan subaylarından müteşekkil bir komisyon tarafından tesbit edileceğini duyurdu.
Bu karma komisyon, toplam sekiz maddelik bir protokol hazırladı ve hükümetlerin tasdikiyle de bunu tatbik sahasına koydu.
Buna göre, Sina Yarımadasının bazı kısımları ile Akabe'nin tamamı Osmanlı tarafında kaldı.
Akabe'de diplomatik yönden de hezimete uğrayan İngiltere, bu duruma hayli içerlendi ve maksadına vasıl olmak için yeni fırsatlar kollamaya koyuldu.
Nitekim, Osmanlı'nın bölgede zor duruma düştüğü Birinci Dünya Savaşı esnasında, İngiltere'nin ilk işi Akabe şehrini ve limanını topa tutmak (3 Kasım 1914) ve burayı işgal etmek olmuştur.
Manastır'dan yükselen hürriyet sadâsı
II. Meşrûtiyet haftasının kronolojisi
20 Temmuz 1908: Kolağası (binbaşı) Resneli Niyazi Bey, Manastır'da Hürriyeti ilân ettiğini duyurdu.
23 Temmuz: Enver ve Niyazi Beylerin başını çektiği Jön Türkler, Manastır'da Meşrûtiyeti ilân etti.
24 Temmuz: Sultan II. Abdülhamid, bir fermanla II. Meşrûtiyeti resmen ilân etti.
26 Temmuz: Bediüzzaman Said Nursî, önce İstanbul Sultanahmet Meydanında, ardından Selanik Hürriyet Meydanında hürriyet ve meşrûtiyete dair ilmî/fikrî mahiyette bir "Nutuk" irad etti.
Nâzenin Meşrûtiyet uğrunda...
Bugün adına "demokrasi" dediğimiz meşrûtiyetin ikinci kez ilân edilmesinin üzerinden bir asırdan fazla bir zaman dilimi geçti.
Türkiye'de, esasında yaklaşık 150 yıldır hürriyet ve demokrasi mücadelesi veriliyor: 1965'te Genç Osmanlılar Cemiyetinin (Jön Türkler/Fr: Jeunes Turcs) kurulmasıyla meydana çıkan bu mücadele, 1876 yılı sonlarında ilk meyvesini vermeye başladı.
Henüz yeni tahta çıkmış olan Sultan II. Abdülhamit, 23 Aralıkta Kànun–i Esâsiyi (Anayasa) kabul ile meşrûtiyet sistemini ilân etmiş oldu. Ardından, Mebûsan ile Âyân Meclisleri kuruldu ve böylece meşrûtî yönetime geçilmiş oldu.
Ne var ki, bu demokrasi bayramının ömrü çok kısa sürdü. Osmanlı–Rus harbi (1878) dağdağası içinde Meclis feshedildi, anayasa askıya alındı; böylelikle meşrûtiyetin birinci faslı kapanmış oldu.
Sultan II. Abdülhamid, 30 yıl müddetle meşrûtiyetin önünde setler oluşturup engeller koymakla meşgul olurken, Ahrar denilen Osmanlı hürriyetçileri ise, bugünkü anlamıyla demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermeye devam etti.
Bu uğurda yıllar yılı büyük gayretler sarf edildi, çok ağır bedeller de ödendi. Ancak, yine de hürriyet ve meşrûtiyet, hakiki veçhesiyle bir türlü avdet etmiyordu.
Asker ve sivil kesimden birçok Osmanlı aydını meşrûtiyet mücadelesi vermeye kararlılıkla devam etti. Lâkin, ortada çok büyük bir eksiklik vardı. Şöyle ki: Medrese cenahından, yani ulemâ canibinden hemen hiç destek yoktu. Meşrûtiyetin Kur'ân'a uygun, İslâmla barışık bir sistem olduğunu izah edecek âlimler meydanda görünmüyordu. Yani, bu cihette ürkütücü olduğu kadar, pek düşündürücü bir boşluk vardı.
İşte, o büyük boşluğu 1907 yılı sonlarında Osmanlı devlet merkezine, yani Dersaadet'e gelen Bediüzzaman Said Nursî doldurmaya gayret etti.
İstanbul'a gelir gelmez hükümete maarif konusunda bir dilekçe veren genç Said, ayrıca Şekerci Handa kendisine tahsis edilen ofisi bir cihette "meclis–i efkâr"a çevirerek, ulemâ ve hükemâya meydan okuyarak, gerek ilmî ve gerekse siyasî meselelerde fikir ve hatta inisiyatif sahibi olduğunu kamuoyuna ilân etti.
Bediüzzaman, bununla da yetinmeyerek, İstanbul'un en gözde camilerinde vaazlar verip hitabelerde bulunarak, hürriyet hakikatini ve meşrûtiyetin faziletini kitlelere mal etmeye çalıştı. Tutuklanıp hapse atılmasına rağmen, o bu dâvâsından asla vazgeçmedi. Hapiste mahkûm iken dahi, hükmetmeye devam ediyordu.
Her büyük dâvâ bir bedel gerektiriyordu; Üstad Bediüzzaman da bedel ödüyor ve hayatı pahasına bu bedeli ödemeye hazır olduğunu bilfiil ispat ediyordu.
Jön Türklere mensup Niyazi ve Enver Bey gibi gözüpek subaylar, Bediüzzaman'ın bu kararlı hizmetinden de cesaret alarak, 1908 Temmuz'unda Sultan Abdülhamid'in mutlakiyet rejimine karşı direnişe geçtiler.
Rumeli'de yıllardır Balkan çeteleri ile Makedon komitacılarına karşı yiğitçe mücadele veren Kolağası Niyazi Bey Manastır'da, Binbaşı Enver Bey de Selanik'te askerleriyle birlikte dağa çıkarak, Sultan Abdülhamid'i meşrûtiyet idaresini yeniden ilân etmeye zorladılar.
Padişah, ilk başta meselenin ciddiyetinin farkında değildi. Bunu basit bir isyan hareketi zannederek, asker kuvvetiyle bastırmayı düşündü. Hatta Birinci Ferik (Korgeneral) Şemsi Paşayı teftiş ve gözdağı vermek maksadıyla Manastır'a gönderdi. Ancak, umduğu neticeyi alamadığı gibi, durum daha da aleyhine döndü.
Bu arada, 20 Temmuz'da toplanan Arnavutluk kurultayı, meşrûtiyetin derhal ilân edilmesini istedi; aksi halde, İstanbul'a doğru yürüyüşe geçeceklerini bildirdi.
Sultan Abdülhamid, durumun fevkalâde ciddî olduğunu görüp durakladı, hatta geri adım atmak zorunda kaldı.
Meselenin olgunlaştığına ve dâvâlarının nisbeten taban bulduğuna kanaat getiren Enver ve Niyazi Beyler, arayı hiç soğutmayarak 23 Temmuz günü Selanik ve Manastır'dan hürriyeti ilân ettiklerini İstanbul'a bildirdiler.
Artık, hadiselerin fıtrî seyrine razı olmaktan başka çaresi kalmayan Sultan Abdülhamid, hemen ertesi gün, yani 24 Temmuz 1908'de resmî bir fermanla meşrûtiyetin yeniden tesis edileceğini ilân etti.
Bunun adı "Hürriyet Bayramı"dır
Meşrûtiyet askıya alınmıştı
Doğrusunu söylemek gerekirse, Temmuz 1908'de ilân edilen şey, meşrûtiyetten ziyade hürriyettir. Zira, Meşrûtiyet, tâ 1876'dan beri vardı ve sadece askıya alınmış durumdaydı.
Dolayısıyla, 23 Temmuz günü Manastır'da ilân edilen şeyin adı "hürriyet" idi ve Niyazi ile Enver Beyler de "kahraman–ı hürriyet" sıfatıyla alkışlanıyorlardı.
Üstelik, bu tarih resmî cihetten de "Hürriyet Bayramı" günü olarak kabul edildi.
Öyle ki, tâ 1935 yılına kadar bile her 23 Temmuz günü "Hürriyet Bayramı" şeklinde kutlanmaya devam etti.
1908'de hürriyetin ilânını müteakip, Kànun–i Esâsi (Anayasa) tekrar yürürlüğe kondu; ardından, Mebûsan ile Âyân Meclisleri yeniden teşkil edilerek, meşrûtiyetin ikinci faslına geçilmiş oldu.
Bu faslın ömrü de, nice teessüfler olsun ki diğeri gibi pek kısa sürdü. Daha birinci senesini doldurmayan yeni meşrûtiyet, yine "meşrûtiyet adına" adeta hançerlenerek katledildi.
Tetikçi olarak kullanılanlar, Selanik Ordusu da denilen bozguncu Hareket Ordusunun içindeki canilerdi.
Azmettirici asıl katil ise, Jön Türklerin ve İttihatçıların içine sızıp sinsice faaliyet yürüten gayr–ı Türk, gayr–ı müslim komitacı ruhlu heriflerdi.
Hariçten de kuvvet alan bu şer ittifakı, hürriyet ve meşrûtiyeti bu millete çok gördüler. Serpilip boy vermesinden de ürktüler. Yegâne çare olarak bu sistemi boğazlayarak katletmeyi bildiler ve onu yaptılar.
Böylelikle, Mutlakıyet devrinin hafif istibdadı, meşrûtiyette yerini tam hürriyet yerine daha şedit bir istibdada terk etti.
Cumhuriyet devrinde "mutlak istibdat"a dönüşen rejim, ancak 1950'de bir derece nefes alabildi.
Neyse ki, çıkmayan candan ümit kesilmez. 1908'de ancak 10 ay hürriyet havası teneffüs eden meşrûtiyet, 1950'de ise 10 yıllık bir hürriyet devresi yaşandı.
Yaklaşık yüz elli yıldır düşe kalka giden Türkiye'nin demokrasi mücadelesi, ümit ediyoruz ki, önümüzdeki dönemde daha parlak bir sûrette şahlanarak istikbâle müteveccih olarak yoluna devam edip gidecek.
Büyük dâvâlar büyük bedel ister
Hürriyet ve Meşrûtiyetin Enver ve Niyazi Beyler tarafından ilânı, Rumî tarihle 10 Temmuz, Milâdî'ye göre ise 23 Temmuz gününe tekabül ediyor.
O zamanlar Rumî tarih revaçta olduğundan, Hürriyet ve Meşrûtiyet'in ilânından her bahis açıldığında, genellikle bu hadiseden "10 Temmuz hareket–i mesûdânesi" diye söz edilirdi.
Bu mes'ud hareketin tahakkuk etmesi, hiç de kolay olmadı.
Diğer İttihatçı komitacıların niyeti bir tarafa, o tarihte inisiyatifi elde tutan Niyazi ve Enver Beylerin maksadı, tamamıyla hürriyet ortamını vücuda getirmek ve meşrûtiyetin ilânını sağlamaktan ibarettir.
Zahirde Padişah'a isyan ediyorlar gibi görünmekle beraber, işin aslı bundan ibaret değildir. Nitekim, 24 Temmuz'da Meşrûtiyetin yeniden ilân edilmesiyle birlikte, bu kahraman şahsiyetler Sultan Abdülhamid'e muhalefeti bırakmış ve onun emri altına girmişlerdir.
Eğer asıl maksatları Sultan'ı devirmek olsaydı, hareketleri başka türlü olurdu. (Padişahın devrilmesiyle neticelenen 1909 Nisan'ındaki Hareket Ordusunun inisiyatifi bu gibi subayların elinde değildi. Komuta kademesinde çoğu dönme olan Selanikli subaylar vardı.)
Sultan Abdülhamid, Manastır'daki Niyazi Beyin hürriyet teşebbüsünü akim bırakmak için Şemsi Paşayı görevlendirmiş ve onun başarısından emin görünüyordu.
Şemsi Paşa, istibdat idaresine bütün sadakatiyle bağlı bir komutandı.
Ne var ki, işler onların düşündüğü ve planladığı gibi gitmedi. Şemsi Paşa, Manastır'da Mülazım Atıf isimli genç bir fedai tarafından vurularak öldürülünce, bütün planlar akim kaldı.
Sultan Abdülhamid, daha fazla kan dökülmemesi için Enver ve Niyazi Beylerin istediği doğrultuda harekete kendini mecbur hissetti.
Böylelikle, bir devir sona erdi ve Osmanlı tarihinde yeni bir devir başladı.
Bu yeni devrin, şüphesiz günümüze de yansıyan mühim tesirleri vardır.
* * *
Hürriyet ve meşrûtiyetin 1908 Temmuz'unda ilânı, her ne kadar fazla kan dökülmeden gerçekleşmesi mümkün oldu ise de, bu muzafferiyetin sağlanması hiç de kolay olmadı.
Bu uğurda uzun yıllara dayanan şânlı bir mücadele süreci var. Namık Kemâl, 1888'de vefat etmiş olmasına rağmen, hemen bütün ömrü bu yolda vermiş olduğu gayretli hizmetlerle geçti.
Dolayısıyla, bu büyük dâvânın fikrî/siyasî arka planında Namık Kemâl ve arkadaşlarının geldiğini unutmamak gerek.
1900'lü yılların ilk başlarında ise, hürriye ve meşrûtiyet hareketini askeriyede Enver ve Niyazi Beyler, içtimaî sahada Mizancı Murad ve Prens Sabahaddin Beyler ile ilmî cenahta Bediüzzaman Said Nursî'nin lâyıkıyla temsil ettiğini görmekteyiz.
Bu arada, Üstad Bediüzzaman'ın 33 yıldır uğrunda mücadele verilen Meşrûtiyet'in ilânından sadece 6–7 ay kadar evvel İstanbul'a geldiğini ve gelir gelmez ilminden, isminden, fikirlerinden söz ettirdiğini özellikle hatırlatmak isteriz.
* * *
Bütün bunlara ilâveten, Üstad Bediüzzaman'ın Hürriyet ve Meşrutiyet'in ilânından hemen sonra meydanlara çıkıp bu meyanda nutuk irad eden ilk şahsiyet olduğu hususu tarihin kayıtlarında mevcuttur.
Hem, onun "Hürriyete hitap" isimli nutku öylesine benimsendi ki, Enver ve Niyazi Bey gibi kahramanlar, onu derhal Selanik'e dâvet ederek, aynı nutku oradaki Hürriyet Meydanında tekrarlamasını istediler.
Neticede, kendisi de bu dâvete icabet ederek oraya gitti ve hizmetini ifâ eyledi.
Bilâhare, hayırlı her işte olduğu gibi, hürriyet ve meşrûtiyetin önüne de bazı muzır mâniler çıktı. İstibdat daha da şiddetlendi. Vesâire...
Ne var ki, bu menfiliklerin hiçbiri meşrûtiyetin ruhundan, özünden kaynaklanmadığı gibi, görülen zarar ve zulümler ise asıl meşrûtiyet düşmanları tarafından kast–ı mahsusla işlendi. Ta ki, meşrûtiyet gelişmesin, kanlı boğuşmalar içinde silinip gitsin...
Bu mühim noktanın da altını çizmekte fayda var.
Hürriyet güneşi bir mûcize gibi doğdu
Ekseriyetini Arap ülkelerinin teşkil ettiği İslâm dünyasının bugünkü elim ve sancılı halini temâşa edince, elimizdeki–kusurlu da olsa–hürriyet ve demokrasi nimetinin kıymetini çok daha iyi anlıyoruz.
Görüldüğü gibi, istibdattan hürriyete, diktatörlükten demokratik nizama geçmek hiç de kolay olmuyor.
Kapalı rejimden açık rejime, keyfilikten adâlete, kayırmacılıktan hukukî şeffaflığa, şahıs hakimiyetinden kànun hakimiyetine, özetle vahşilikten insanî olana geçme, geçebilme dâvâsıdır bu.
Bu dâvâ çok ağır bedeller istiyor.
Bu nimetlere büyük külfetler mukabilinde sahip olunabiliyor.
Batı dünyası, demokrasiye geçişte büyük külfetler çekti, çok ağır faturalar ödedi. Kendi aralarındaki "Yüzyıllar Savaşı" ile iki Büyük Dünya Savaşı, temel insanî hak ve hürriyetler uğruna ödemiş oldukları bedellerin bâriz birer göstergesidir. (Mesafe aldılar. Ancak, halen de hayvanî yaşayıştan kurtulup tam insanî olana vâsıl olmuş değiller.)
Öte yandan, hürriyet ve demokrasi yolunda şiddetli sancılarla kıvranan Arap dünyasının şimdiki hal–i pürmelâli gözler önünde: İşte, kimi iç savaşın, kimi de bölünmenin eşiğine gelmiş durumda.
Hürriyet–meşrûtiyet şimendiferini karşılamada, ona güvenli yollar inşa etmede çok geç kaldılar, çoook…
Bugün on binlerce mâsum kanının heder edilmesi, bu yüzden... Libya'nın, Mısır'ın, Suriye'nin alacakaranlıktan bir türlü kurtulamaması, öncelikle bu sebepten...
Şüphesiz, yaşanan sancılı gelişmelerin derûnunda daha başka sebep, gerekçe ve bahaneler de var. Lâkin, Türkiye'de vaktiyle bu uğurda atmış bulunan üç büyük adımın (1876, 1908, 1946) bugün itibariyle bize kazandırdığı avantajlara bakıldığında, Arap âlemini sarsan kanlı boğuşmaların en mühim sebebinin, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde çok, ama çok geç kalmış oldukları hususu âyân–beyân görülmüş olur.
Oysa, Türkiye, bütün Arap ülkeleri de dahil olmak üzere, dünya üzerinde ve insanlık tarihinde eşi–benzeri görülmedik üç aşamalı büyük istibdat devresini yaşadı.
1) Mutlakiyette hafif istibdat: 1908'e kadar.
2) Meşrûtiyette şiddetli istibdat: 1918'e kadar.
3) Cumhuriyette mutlak istibdat: 1946'ya kadar.
En ağırı, en şiddetlisi de, bilhassa 27 sene süren bu 3'üncüsü olan "eşedd–i zulüm ve istibdat" devresidir: Birinci devrede "hürriyet divanelik"le yâd olunurdu. İkinci devrede "hayata adâvet" edilirdi.
Üçüncü devrede ise, bilumum insan temel hak ve hürriyetleri ihlâl edildiği gibi, devlet kuvvetiyle hayat hakkı da, din–iman hakkı da ayaklar altına alınıp çiğnendi.
Üstelik, tamamıyla keyfî, küfrî ve cebrî metotlarla…
Bütün bu muzır mânilere rağmen, Türkiye, sâir İslâm ülkelerine nazaran demokraside daha ileri seviyede bir yerlere geldiyse, bunu yola daha erken çıkmasına ve bu uğurda yıllarca süren çileli bir hayatı tâlim etmesine borçludur.
Gelinen seviyeye ve kazanılan nimetlere bakıldığında ise, ödenen bedellerin yine de az ve ucuz düştüğü görülecektir.
Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle "…Bahasına yüz sene verseydik, yine ucuzdu. Zira hürriyet, milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyetin cevher–i nuranîsi tecellîye başladı." (Münâzarat, s. 64)
Bediüzzaman, burada 1908 Temmuz'un da ilân edilen hürriyet ve meşrûtiyet nimetinin ehemmiyetini nazara veriyor.
Aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi, Bediüzzaman'nın bu meselede ne derece haklı olduğunu ayrıca tebârüz ettiriyor.
Hürriyet uyanışa, dirilişe sebeptir
Said Nursî, meşrûtiyetle (1908) eş zamanlı olarak ilân edilen hürriyete hakkıyla sahip çıkmış, var gücüyle alkışlamış ve bunun harikulâde bir terekkiyata sebebiyet vereceğini haykırarak müjdelemiştir.
İşte, onun "ilân–ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selanik'te Hürriyet Meydanında tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun bir sûreti:
"Ey hürriyet–i şer'î!
"Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedevîyi tabakàt–ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun.
"Sen olmasaydın, ben ve úmum millet zindan–ı esarette kalacaktık. Seni ömr–ü ebedî ile tebşîr ediyorum.
"Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki, "Ölümden sonra dirìliş var" hakîkatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor.
"Yeni hükûmet–i meşrûtamız mu'cize gibi doğdu. Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene (1878–1908) Ramazan–ı sükûtun sevabıdır ki; azapsız, cennet–i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmıştır."
Bu uzun nutkun sonunda, elimizden kaçmaması için, hürriyetin yanlış tefsir edilmemesi ve ona hakkıyla sahip çıkılmasını isteyen Bediüzzaman, bütün vatan evlâtlarına şu ihtarda bulunuyor: "Ey ebna–i vatan! Hürriyeti sû–i tefsir etmeyiniz; ta elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. Zira, hürriyet, müraat–ı ahkâm ve adab–ı Şeriat ve ahlak–ı hasene ile tahakkuk eder ve neşv ü nema bulur." (Tarihçe–i Hayat, S. 47)
Avrupa'dan gelen cereyanlar
O tarihlerde olduğu gibi, bugün de çıkıp hürriyetin, meşrûtiyetin ilânına muhalefet edenler var. Bu muhalif kesimin mütemadiyen kullanıp durduğu iki argüman var.
Birincisi: Bu değişim, Avrupa'nın tesiri, hatta dayatmasıyla yaşandı.
İkincisi: Sultan Abdülhamid'in devrilmesine ve mağlubiyetle neticelenen savaşlara sebebiyet verdi.
Hemen belirtelim ki, ikinci maddede ifade edilen fikriyat, mantığa da, tarihin gerçeğine de uymaz.
Zira, meşrutiyetle hiç alâkası olmayan daha evvelki devirlerde de padişahların tahttan indirildiği, hatta katledildiği defalarca vuku bulmuştur. Kezâ, saltanat değişikliği olmadığı halde, yine de mağlubiyeti netice veren savaşlar vaki olmuştur: Çeşme Bozgunu, Nizip Bozgunu, 93 Harbi gibi…
Meşrûtiyete (demokrasiye) muhalefet edenlerin diğer itirazına gelince…
Üstad Bediüzzaman, "Sünûhat" isimli eserinde (s. 64), "Avrupa'dan bize gelenler" meselesine dair gayet mâkul ve mukni şöyle bir tasnifte bulunur: "Avrupa'dan gelen cereyan, ya menfî veya müsbettir."
Bu tasnifin altında yapmış olduğu geniş izahatta ise, müsbet ve menfi cereyanın nasıl anlaşılacağı ve bunlara karşı nasıl bir tavır kullanılması gerektiği hususunu dikkat nazarlarına verir.
Buradaki analizden özetle şu mânâları istihraç etmek mümkün: Avrupa'dan gelen her şey, hemen red edilmez ve ona karşı gelinmez. Zira, bunların bazısı müsbet, hatta vaktiyle onların pazarına gitmiş kendi öz malımız olabilir. O halde, şuna bakılmalı: Meydana gelen/getirilmek istenen harekât, öncelikle kimin hesabına geçiyor. Dahilin mi, yoksa haricin mi? Keza, dahilde bize fayda sağlayacak bir karşılığı var mı, yok mu?
Meseleye bu nokta–i nazardan bakıldığında, Avrupa'dan bize gelmiş gibi görünen hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet gibi hareketlerin, hakikatte (nefsü'l–emirde zararlı olduğunu söylemek, abeslikten öte bir hamakat, en azından bir muhakeme noksanlığı olsa gerektir.
Yazımızı, hürriyet ve meşrûtiyet hakikatine Üstad Bediüzzaman'la aynı paralelde baktığını tesbit ettiğimiz Namık Kemâl'in meşhûr "Rüyâ" makalesindeki gafilleri ikaz edici birkaç cümlesiyle noktalayalım.
Batı'dan gelen her şeye muhalefet eden dahildeki muhakemesizleri uyandırmak için, tâ 130 yıl öncesinden şöyle nidâ edip sesleniyor, Namık Kemâl:
"Ey gaflet uykusuna yatanlar!
"Mârifet güneşi Mağrib'ten doğdu. Medeniyet–i kadîmenin sabah–ı kıyâmeti yetişip geliyor... Sânî–i Kudret, âsâr–ı rahmetini temâşâ için nazar vermiş. Siz, o hakîkat güneşini setr ediyorsunuz .
"Maarif, bütün esrâr–ı tabiatı fâş ediyor.
"Hâlâ mı uyuyacaksınız? Rûz–i Mahşer'de mi uyanacaksınız?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder