Zannımca iki Mevlânâ vardır. Şems’ten önceki bilgin ve Şems’ten sonraki şeyh.
Şems gelmeden evvel Mevlânâ saygın bir kişidir ama aklını önceleyen bir kimliğin sahibidir. Şems’ten sonra gönlünün peşine takılıp gider. Onun bu tutumu halkın, bilgin olmasına alıştıkları Mevlânâ’daki değişikliğe bir karşı tavır oluşturmalarıyla sonuçlanır. Dolayısıyla Konya sokaklarını bir akıl ve gönül çatışması sarar. Halk, benimsedikleri bilgin Mevlânâ’dan sorularına cevap, dertlerine çare, yoksulluklarına teselli istemektedir. Oysa gönül adamı Mevlânâ madde eksenli hayata akılcı çözümler üretmek yerine mana iklimlerinde kanat çırpan bir Anka’ya dönmüştür. Halk için yadırgatıcı bir gelişmedir bu ve belli çevrelerden itirazlar başlar. Şems’in müdanasız, tekellüfsüz ve riyadan perdesiz kişiliği de bu itirazların yüksek sesle yapılması için yeterli sebeptir. Söylediklerine göre bir gün ne idüğü belirsiz, siyahlara bürünmüş uzun saçlı bir adam gelmiş, ellerindeki Mevlânâ’yı alıp değiştirivermiştir. Konya, akıl adamı Mevlânâ’nın gönül adamı olmasını kaldıramamış, kutuplaşmalar başlamıştır. Üstelik Moğol istilasının, kuraklıkların, üst üste yaşanan şiddetli kışların ve bozulan insan ilişkilerinin, düşmanlıkların, kinlerin harmanladığı, yoksullukların pençesinde kıvranan ve bu yüzden birkaç kuruş için ölen veya öldüren bir Konya’dır burası. Şems ve Şems’ten sonraki Mevlânâ, iki gönüldaş, böyle bir ortamın mide açlıklarını bırakıp yerine gönül açlıklarını doyurmayı önemsemişlerdir. Yazık ki Konya’daki bozulan düzenin insanları, çözümsüz binbir dertlerinden bıkmışken, bir de bu iki zarif adamın tavırlarını dert edinmişlerdir. İçlerinden hakikati görenler, akıllarının emrettiği maddeyi ve zenginliği elde edemediklerine üzülmeyi bırakıp Mevlânâ’nın vaazlarına ve sohbetlerine koşarak gönüllerini zenginleştirme yoluna gittiler. Bir tür teselli… İşin ilginci, bu teselliyi arayanların sayısı her gün çığ gibi büyüyor, onun vaaz ettiği camiler dolup taşıyor, sohbet ettiği meclislerde iğne atılsa yere düşmüyordu. Çarşıda, pazarda, sokakta, sarayda artık onun sevgi, dostluk, gülümseme, hoşgörü gibi erdemleri anlattığı insanın manasını önceleyen anlayışı vardır. Üstelik buna dil, din, ırk, soy veya sosyal statü ayrımlarını karıştırmıyor, “Ne olursan ol” veya “Kim olursan ol yine gel!” diyordu. O kadar ki düşman Moğollar bile kapısına geliyor, kendilerini onun cazibe alanından uzakta tutamıyorlardı.
On üçüncü yüzyıl Konya’sındaki sancılar günümüz dünyası için de geçerlidir ve sanki insanlık aynı madde ile mana çatışmasını kabuk değiştirmiş olarak yeniden yaşamaktadır: Akıl, moda, sermaye ve lüks bir yanda; gönül, sevgi, gelenek ve yardımlaşma diğer yanda. “Tut, çek, kavra, al, götür” gibi fiiller dillerde, “sev, paylaş, gülümse, elini uzat, dostluk kur” gibi kelimeler lugatların açılmayan sayfalarında. Durmadan maddeyi talep eden ve sahiplenenler (açgözlülük) ile maddeye ulaşamayan veya ulaştırılmayanlar (yoksulluk) arasında üreyen materyalizm bakterileri, dünyayı tedavisi olmayan obezite ile tedavisi önemsenmeyen açlık ölümlerinin pençesine atmış durumda. Sadece bedenler değil, ruhlar da hasta artık. Madde o derece yüksek bir değer ifade etmeye başladı ki mana (gönül, ruh, iman, duygu vb. soyut kavramlar bütünü) unutuldu. Sonuçta insanlık, sevgisiz ve aşksız bir kalabalığa dönüştü. Oysa mana değeri taşıyan her duygu, her inanış, her tavır, her bakış ancak sevgi ve aşk ile hayat bulur. Mevlânâ’nın aşkı bu derece önemsemesinin ve maddeden kaynaklanan açlıkların (açgözlülüklerin) karşısına mana doygunluklarını koymasının altında yatan sebep bizce budur. O halde Mevlânâ’yı yalnızca Şeb-i Arus (Şeb-i Aruz değil) törenlerinde bir Fatiha ile anmak yetmez; belki kitaplarını okuyarak gidişatımızı gözden geçirmek, onun rehberliğiyle hayatımızın manaya açılan kapılarından girmek gerekir. Çünkü o, eserleriyle, sözleriyle gelip bize tekrar rehber olabilir, bize aşkı yeniden tanıtabilir, yaşatabilir. Değil mi ki bir şiirinde, “A gönül, satrancı öyle oyna ki, yedi yüz yıl sonra mat diyebilesin!” buyurmuştu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder