20 Aralık 2012 Perşembe

Bir dönemin panoraması -"Her müşkil halledilir" inisiyatifi -Hürriyete meftûn, istibdata muhalif -Meşrû hürriyete tam sahibiyet -Seçimden sonra darbe hazırlığı -İç yüzü öylesine karanlık bir vak'a ki... -Darbe plânları, birer ihanet belgesidir-Darbe plânları, birer ihanet belgesidir - M.Latif Salihoğlu


Bir dönemin panoraması
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (1)


Tam 30 sene süren bir kesinti devresinin ardından, 1908 yılı Temmuz'unda Meşrûtiyet yeniden ilân edildi.

Bu muvaffakiyetin sağlanmasında, şüphesiz bir çok grup ve şahsiyetin rolü vardır.

Ancak, bu safhada dikkat çeken bazı şahsiyetlerin kilit rol oynadığını da unutmamak lâzım. Meselâ, askerî cenahtan Enver ve Niyazi Beyler, ilim ve medrese ehlinden ise Bediüzzaman Hazretleri gibi tarihî şahsiyetler.

Hadiseye her nereden bakılırsa bakılsın, açıkça anlaşılıyor ki, hürriyet ve demokrasi mücadelesinde muvaffakiyetli bir noktaya gelinmesi, hiç de kolay olmadı.

Otuz yıllık süre zarfında, çok büyük sıkıntılar yaşandı, çok ağır bedeller ödendi: Hapis, sürgün, zindan, sansür, baskı, çatışma, jurnalleme, takip, tarassut, tazyik, vesaire...
Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki: Bu sıkıntıların tamamı, Sultan Abdülhamid'in şahsından kaynaklanmadığı gibi, hürriyet ve meşrûtiyet taraftarı görünenlerin de tamamı pîr û pâk kimseler değildi.
Yani, Padişahın etrafında olup meşrûtiyetten nefret eden müstebitler vardı; kezâ, sırf Osmanlıya düşmanlığı sebebiyle meşrûtiyet isteyenlerin safında yer alanlar vardı.
Dolayısıyla, taraflardan birini yüzde yüz doğru, diğerini yüzde yüz yanlış görme hatasına düşmekten kaçınmalı.
Bununla beraber, yine de doğru olan hareket tarzı, yakın gelecekte dünyaya hakim ve hükümran olması kuvvetle muhtemel görünen hürriyete, meşrûtiyete taraftar olmak ve bu nimetlerin bu vatanda kökleşmesine var gücüyle çalışmaktı.
O halde, bakalım o otuz yıllık süreçte kim neler yapmış, kim hangi istikamette yürümüş ve neticede neler, neler yaşanmış.
İşte, Sultan Abdülhamid'in sinsice ve zâlimane bir sûrette devrilmesine kadar varan çalkantılı hadiselerin seyri ve eğrisi–doğrusuyla o devrin kısacık bir panoraması...

Din adına baskı, evvelâ dine zarar verir

Birinci Meşrûtiyetin 1878'de askıya alınmasından sonra, gerek Sultan II. Abdülhamid'in şahsına ve gerekse onun uyguladığı politikalara karşı şiddetli bir muhalefet hareketi başladı. 
Bu hareketin içinde yer alan aykırı ve başıbozuk tiplerin yanı sıra, tanınmış değerli -şahsiyetler de var. Meselâ: Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmed Muhtar Paşa, Resneli Niyazi Bey, Enver Bey, Said Halim, Mustafa Sabri Efendi, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Âkif, Bediüzzaman Said Nursî gibi... 
Bu şahıslar arasında, Sultan Abdülhamid'in siyaseti ile birlikte zâtına da hücum eden, hatta çirkin hakarette bulunanlar olmuştur.
Yine bunlardan bazıları var ki, yaptığı hakaretlerden sonradan pişmanlık duymuş ve Sultan Abdülhamid'in ruhaniyetinden özür dilemiştir. Rıza Tevfik ve Mehmed Âkif gibi... 
Vaktiyle Padişah Abdülhamid'e demediğini bırakmayan şair–feylesof Rıza Tevfik, bilâhare yazdığı "tarziye/özür dileme" mahiyetindeki uzun şiirinde duyduğu derin pişmanlığı şöylece mısralara döker:

Divâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz;
Sade deli değil, edepsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına.

Müstesna şahsiyet: Bediüzzaman

Yine, Sultan Abdülhamid'e muhalif görünen meşhurlar arasında, padişahın şahsî meziyetini takdir etmekle beraber, onun takip ettiği siyaseti şiddetle tenkit eden müstesna bir şahsiyet vardır ki, o da Bediüzzaman Said Nursî'den başkası değildir. 
Evet, Sultan Abdülhamid'in şahsından söz ederken, diğer bazı kimselerin yaptığı gibi tahkir ve tezyife zerrece tenezzül etmeyen Üstad Bediüzzaman, sonradan da ne yazdıklarından dolayı bir pişmanlık hissetmiş, ne de Feylesof Rıza gibi padişahtan özür dileme gereğini duymuştur. 
Dolayısıyla, Üstad Bediüzzaman'ın uğraştığı ve muhalefet ettiği şey, Sultan Abdülhamid'in şahsı değil, belki onun uyguladığı, yahut tatbik etmek zorunda kaldığı `zayıf istibdat` siyasetiydi. 
İşte, bu konu hakkında etraflıca bir bilgiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Çoğu kimse, bu hususu bir türlü anlayamıyor, yahut anlamak istemiyor. Kezâ, toptancı bir mantıkla hareket ederek "Ya hep, ya hiç" saplantısı düşmüş, orada debelenip duranlar var.
Demek ki, bu meseleyi bir nebze de olsa vuzuha kavuşturmak gerekir.
Esasında, etraflıca araştırılması icap eden bu konunun kitap hacmini dahi aşacak boyutları var. Zira, bu meselenin hakkını verecek bir çalışma ortaya koyabilmek için, Sultan Abdülhamid'in 33 yıllık devr–i istibdadını bilmek yetmez; belki, ondan evvelki kanlı/ihtilâlli saltanat değişikliğine sebebiyet veren gelişmeleri de sebep–sonuç ilişkileriyle birlikte ortaya koymak lâzım geliyor. 
Aynı şekilde, `Küçük Kıyamet` diye ifade edilen 93 Harbini, Ali Suavi'nin ihtilâl teşebbüsü gibi kritik gelişmeleri; keza, hayli ihtiyarlamış bulunan bir devletin asırlardır birikmiş iç ve dış sıkıntılarını da hesaba katmak gerekir. 
Çünkü, mutlâkiyet rejimine şiddetle muhalefet eden Üstad Bediüzzaman, bir eserinde `Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdat` diye de bir ifade kullanıyor. 
Demek ki, görünen kusur ve yanlışlıkları padişahın şahsından ziyade, onun belki de mecbur olduğu mutlak–monarşik politikalarda görmek lâzım. 
Şimdi de Üstad Bediüzzaman'ın eleştirel bakış nazarıyla, şu mutlâkıyet rejiminde uygulanan "zayıf istibdat" politikalarını biraz irdelemeye çalışalım.

Mutlâkıyetin zararları, Meşrûtiyetin faydaları

Bazı tarihçiler, meşrûtiyet dönemindeki maddî–manevî kayıpları, Sultan Abdülhamid karşıtlığına tahvil ile hasıl olan bütün kusur ve günahı da Meşrûtiyete fatura etmeye çalışır. Oysa ki, bu tarz bir görüş ve yaklaşım, temelden yanlıştır.
Zira, dahilde ve hariçte biriken yıkıcı düşmanlık, Mutlâkıyetin susturucu ve baskıcı politikaları sayesinde geliştiği gibi, yaşanan dramatik gelişmelerin asıl sebebi ve kaynağı da Meşrûtiyetin kendisi değildir. (Bediüzzaman, "İstibdat zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adalet ve şeriattır" diyor.) 
Dahilde kurulan `Hafiye teşkilâtı` ile uygulanan sansür ve sürgün politikaları sayesinde, hem Sultan Abdülhamid'e, hem de onun şahsında mukaddes İslâm dinine karşı, zaman içinde şiddetli bir kin, öfke ve düşmanlık cereyanı meydana geldi. 
1908'de ise, bu öfke patlama noktasına geldi ve bir yıl sonra da patladı.
Patlama, sadece Sultan Abdülhamid'i devirmekle kalmadı, aynı zamanda mukaddes İslâmiyet de çirkin hücumların hedefi haline getirildi. Bediüzzaman'ın tabiriyle, "O ism–i mukaddese de hücûm edildi." (Münâzarât, s. 83.)
Şüphesiz, Sultan Abdülhamid hem kudretli bir padişah, hem de iyi niyetli bir idarecidir. Fakat, bu iyi niyet, iyi netice almaya yetmiyor. Niyet iyi olsa bile, uygulama kötü olduktan sonra, netice çoğu kez felâket oluyor. Hele hele din ve İslâmiyet adına yapılacak kötü icraatların bedeli çok ağır şekilde ödeniyor.
İşte, dikkatleri özellikle bu noktaya çeken Bediüzzaman, iyi niyetle sürdürülen yanlış politikanın altını çizdikten sonra, pusuda yatan fitnekârlığın nasıl meydan bulduğuna da şu ibretâmiz sözleriyle açıklık getiriyor: "Din, dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen tecavüzü gördünüz." (Sünûhat, s. 67.) 
Bu muktebes paragrafta geçen `menfi tarz`dan kasıt, istibdada dayalı siyasettir.
Oysa, dinin böyle bir tarz–ı siyasete ihtiyacı yoktur. Din, olduğu gibi anlatılsa, ayrıca herhangi bir kuvvete, şiddete, baskıya ihtiyaç kalmaz. 
`Otuz sene halife` diye kast edilen şahıs, hiç şüphesiz Sultan II. Abdülhamid'dir. `İstifade edildi zannı` tabiri ise, Sultan Abdülhamid'in gerçekten `iyi niyet` sahibi bir yönetici olduğunu hatırlatmakla beraber, baskıcı bir mekanizma kurduğu için, onun bu menfice siyasetinin, İslâma gelen çirkin tecavüzü değil durdurmaya, bilâkis besleyip büyütmeye yaramış olduğu hususu da, burada ayrıca nazara veriliyor. 
Hasılı, gerçekte hiç ihtiyaç olmadığı halde, İslâma hizmet adına tatbik edilen `zayıf istibdat` politikaları, ne yazık ki daha şiddetli bir istibdadın perde altında gelişip kabarmasına sebebiyet vermiştir. 
Dahildeki şiddetli istibdat ise, daha sonraları önüne geçilmez bir felâket halini almış ve birçok mukaddesatı çiğneyerek ilerleyen gaddar bir canavara dönüşmüştür.
Yani, Mutlakiyet devrindeki "hafif istibdad"ın Meşrûtiyet devrindeki "şiddetli istibdad"ı, bu dahi Cumhuriyet devrindeki "mutlak istibdad"ı tetikleyip büyümesine bir cihette sebebiyet vermiştir, denilebilir.


"Her müşkil halledilir" inisiyatifi
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (2)


Hürriyet kahramanları

Hürriyet ve meşrûtiyet için mücadele etmiş, bu uğurda büyük emek sarf etmiş çok sayıda vatan evlâdı var.
Biz bunların arasında–Bediüzzaman'dan sonra–yine büyük ölçüde yanlış tanıtılmış olan iki şahsiyeti daha sizlere takdim etmek istiyoruz: Enver ve Niyazi Beyler.
Ardından, bilhassa diplomasi, fikir ve medya sahasında zirve şahsiyetler arasında gördüğümüz Prens Sabahaddin Bey ile Mizancı Murad Beyden de ilerleyen bölümlerde söz edeceğimizi şimdiden hatırlatmış olalım.

Enver ve Niyazi Beyler
Meşrûtiyetin ilân edildiği günlerde, Osmanlı ordusu içinde öne çıkan ve yıldızı parlayan iki büyük hürriyet kahramanı vardı.
Bunlardan biri, Kolağası Resneli Niyazi Bey, diğeri ise bilâhare saraya dâmat olan Enver (Paşa) Beydir.
Meşrûtiyet devrinde basılan gazete, mecmua, afiş ve kartpostalların pek çoğunda bu iki şahsiyetin isim ve resmini bir arada görmek mümkün.
Ayrıca, gerek yazılı ve gerekse sözlü olarak seslendiren en çarpıcı slogan, yine bu iki hürriyet kahramanını öne çıkarıyordu: "Yaşasın Enver! Yaşasın Niyazi!"
Kaderin garip bir tecellisidir ki, bu her iki kahraman şahsiyet de, şehîden vefat edip gittiler.
Kolağası Niyazi Bey, Avlonya'da Arnavut asıllı koruması tarafından ihanetle vurularak (1913) şehit edildi.
Osmanlı Devletinde en yüksek komuta kademesine kadar çıkmış olan Enver Paşa ise, Ruslarla Buhara taraflarında çarpışırken şehit olup gitti.
Aynı zamanda, İttihatçılar'ın en iyi ve en temiz şahsiyetleri arasında kalmayı başarabilen bu iki isim, vefatlarından sonra öylesine karalanıp kötülendiler ki, gerçek hüviyet ve mahiyetleri adeta ters yüz edildi.
Oysa, Meşrûtiyetin, yani bugün pek çok nimetinden istifade ettiğimiz demokrasinin ilân ve tesis edilmesinde en büyük ve en samimî emek ve gayret sarf edenlerin başında bu iki şahsiyet geliyor.
Öte yandan, Balkan Savaşlarında (1912–13) en başarılı hizmetlerde Niyazi Beyin imzası görülürken, Çanakkale destanının yazılması esnasında ise, Enver Paşa en büyük âmir ve komutan mevkiindeydi.
Fakat, maalesef kasıtlı şekilde onların bu hizmetleri görmezden gelinerek, alabildiğine kötülenmeye, karalanmaya çalışıldı, çalışılıyor. Üstelik, tarihî vakıalar çarpıtılarak, ters yüz edilerek; dahası, kimi hainler kahraman yapılarak...
İttihatçıları beğenmemek, hatta onların iç politikalarından nefret etmek, yine de o cemiyette yer almış bütün fertleri kötülemeyi, karalamayı gerektirmez.
Zira, her iyi grubun içinde fenâ adamlar olduğu gibi, her fenâ grubun içinde de iyi adamlar var.
Toptancı ve tarafgir bir anlayışla gitmemek lâzım.

"Her müşkil halledilir" 
inisiyatifinin mânâsı

Hürriyete oldum olası "âşık", Meşrûtiyet'in en tesirli müdafiî,istibdadın ise en şiddetli muhalifi olan Bediüzzaman Hazretleri, Bitlis'ten İstanbul'a 1907 yılı sonlarında vasıl oldu.
İstanbul'a gelmesiyle birlikte, Dersaadet'in âfâkında âdeta bir güneş gibi doğdu. Kimi yerde bir şimşek gibi çaktı; kimi yerde ise gök gürlemesi gibi ses–sadâ verdi.
Meselâ, İstanbul'a gelir gelmez, yerleştiği Fatih Şekerci Handaki çalışma ofisinin serlevhâsına şu çarpıcı ibâreyi yazdırdı: "Burada her müşkil halledilir, her suâle cevap verilir; fakat suâl sorulmaz."
Tarihte ikinci bir misâline henüz rastlanılmayan böylesine harikulâde bir duruş ve ortalığı birden elektriklendiren böylesine cesurâne bir çıkış, esasında pek yakında başlayacak olan yeni ve bambaşka bir dönemin habercisi mahiyetinde bir "işaret fişeği" idi.
Evet, "Burada her müşkül halledilir..." diye başlayan ifade ve ibarenin tahtında yatan mânâ ve mahiyet, şüphesiz ki sanılan veya tahmin edilenden çok daha büyük ve ileri derecede boyutlar taşıyor. Meselâ:

1) Bu, bütün ilim ve fikir dünyasına karşı gayet açık ve tam cesurane bir "meydan okuma" halidir.
2) Bu, aynı zamanda "Bakın, bundan böyle yaşanacak her hadisede, muhtemel her türlü gelişme karşısında, artık ben de söz ve inisiyatif sahibiyim; bunu herkes duysun, bilsin" demektir.
3) Bu izzetli duruş, aynı zamanda hürriyetine, fikrî serbestiyetine olan düşkünlüğün bir ifadesidir. Dahası, bu "Ben hiçbir baskıyı kabul etmem; istibdadın eseri olan kayıtların altına girmem" demektir.
4) "Kim ne isterse sorsun" şeklindeki tavır ve duruş ise, aynı zamanda "Ey mağrur entelektüel! Bilin ki, her şey İstanbul'dan ibaret değildir. Şark'taki medrese ehlini unutmayın, onları sakın ha küçük görmeye çalışmayın" demektir.
5) Genç Said'in, bütün mektep ve medrese ehlinin dikkatini çeken, hatta onların çoğunu ciddî mânâda ürkütüp gözlerini korkutan bu efsânevî çıkışın "hikmet ciheti"yle istikbâle yönelik bir mesajı da (yine Üstad'ın ifadesiyle) şudur:
"Cenâb–ı Hakk'a yüz bin şükür olsun. Yetmiş–seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan–ı İlâhiye ile bir derece bildik ki: ... Risâle–i Nur en ziyade ulemânın damarlarına dokundurduğu halde, hocaların Nurlara karşı tenkitkârâne eserler yazamadıklarının sebebi, o zamanda Said'in ulemânın suallerine karşı doğru cevap vermesi, ulemanın cesaretini kırmış ki, hiçbir yerde kıskanç hocalardan, hem meşrepçe Said'e çok muhalif oldukları halde Nur Risâlelerine karşı mukabil çıkmamaları, bu halin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş. Yoksa, böyle acip bir zamanda ehl–i medresenin itirazı başlasaydı, dinsizlik taraftarları olan gizli düşmanlarımız hem Nurları, hem ulemâyı çürütmek için ehemmiyetli bir vesile yapacaklardı." (Emirdağ Lâhikası, s. 312)
Evet, gerek o zamanlar, gerekse daha sonraları Üstad Bediüzzaman'a muhalif olan, hatta şiddetli düşmanlık edenler olmuştur. Ancak, bunların hiçbiri meydana çıkıp da ilmî cihette muaraza, yahut bir eserle mukabele etme cesaretini gösterememiştir.


Hürriyete meftûn, istibdata muhalif
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (3)


Hürriyet olmadan asla

Zâhirî mânâda memleketin eğitim/maarif meselesi için hükümet merkezi İstanbul'a gelen Said Nursî'nin, "Her müşkül halledilir; kim ne isterse sorsun" tarzındaki çıkışı açıkça gösteriyor ki, onun bu gelişi sadece bir tek "mektep–medrese" meselesiyle sınırlı değildir.
Nitekim, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı ki, genç Said'in millet ve memleket mukadderatıyla ilgili çok ciddî ve aynı zamanda büyük risk taşıyan daha başka düşünce ve talepleri var.
Meselâ, bir–iki aylık süre zarfında, onun istibdadın her türlüsüne ve hükümfermâ olan monarşik mutlakıyet rejimine şiddetle karşı, buna mukabil hürriyet ve meşrûtiyet sistemine ise bütün ruh û cânıyla taraftar ve müdafaacı olduğunu, neredeyse duymayan kalmadı.
Üstelik, bu uğurda her türlü bedeli ödemeye de hazır olduğu, her halinden anlaşılıyordu.
Nitekim, öyle oldu. Tımarhaneye gönderildi, mahkemeye çıkarıldı, hapishaneye sevk edildi. Ancak, o yine de yılmadı; inandığını söylemeye, bildiklerini yazmaya ara vermeden devam etti.
Bilhassa Nutuk, Münâzarât, Hutbe–i Şâmiye ve Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserlerinde, bu meyandaki hizmetlerine, kanaat ve beyanatlarına dair pekçok mevzu–bahis var.
İşte, bunlardan birkaç misâl...

Hastalığın teşhis ve tedâvisi hakkında

Bir eserinde şunu söylüyor, Üstad Bediüzzaman: "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım); anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 87)
* * *
Yine Divân–ı Harb–i Örfî'deki "Devr–i istibdatta tımarhaneden sonra tevkifhanede iken Zabtiye Nâzırı Şefik Paşa ile muhavere" başlıklı bölümden bir ifade: "Sigara kâğıdı kadar ince ve nizâm nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân–ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkatınızla meyyit–i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm."
Görüldüğü gibi, deli/divâne muamelesini görmeye, divanelikle damgalanıp tımarhaneye gönderilmeye, hatta işkenceli hapishanede ömür tüketmeye bile razı olan Bediüzzaman Said Nursî, hürriyetini fedâ etmeye ve baskıcı rejimle mücadele etmekten geri durmaya asla razı olamıyor.
Hatta öyle ki, Sultan II. Abdülhamid'in şahsını yüksek mevkide görüp (bir nevî veli derecesinde) onu tahkir ve tezyife tenezzül etmediği halde, onun "hafif istibdat" ayarındaki siyasetini de içine alan bütün dikta yönetimleri hakkında "Her nerede rastlarsam sille vuracağım" diyecek kadar kat'î bir kararlılıkla nidâ edip konuştu: "Meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmâsına ahd û peymân ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rast gelsem sille vuracağım." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 40)
Evet, Said Nursî, bütün hayatında ve bütün kuvvetiyle daima hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet–i tamme lehinde; zulüm, tegallüb, tahakküm ve istibdadın ise aleyhinde olmuştur. (Lem'âlar, s. 174)
İşte, bu yüzden de başına gelmeyen kalmamış; netice itibariyle, en ağır bedelleri ödemeye mâruz bırakılmıştır.

Bunları özetlemek gerekirse:

1) Akla husûmet edildiği ve hürriyetin divânelikle yâd olunduğu "zayıf istibdat" rejimi (Mutlâkıyet) ona tımarhaneyi mektep eyledi...

2) Hayata adâvet edildiği ve îtidâlin, istikametin irtica ile karıştırıldığı devirde (İttihat–Terakki hükümeti), bu kez "şiddetli istibdat" ona hapishaneyi mektep eyledi...

3) Son olarak, din ve mukaddesatın temelden tahribe çalışıldığı "Tek parti rejimi"nde ise, "mutlak istibdat" ona hayatı zehir, zindan eyledi.

Ancak, bütün bu 70–80 yıllık çile ve işkenceli hayata rağmen, Said Nursî, hayatının sonuna kadar yine hürriyet ve demokrasinin tesisi için çalışmaktan asla geri durmadı. (Tarihçe–i Hayat, s. 567)

Nursî'ye göre değerler sıralaması

Said Nursî, siyasî, sosyal, hatta ilmî hayat itibariyle, hem önceliği, hem de en büyük değeri "hürriyet"e veriyor. Ne kendisine, ne de başkasına zararı dokunmayan hürriyete...
Öyle ki, bu meşrû hürriyeti "kâmil iman"a bağlıyor ve "İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar" diyerek, Asr–ı Saâdeti örnek gösteriyor. (Münâzarât, s. 59)
Öyle ya, Allah'a hakkıyla kul olan kişi, hakkıyla da hür olur; kula kulluk etmeye, insanlara boyun eğmeye asla tenezzül etmez.
Evet, en önemli ve öncelikli olan şey, hürriyettir. Hürriyetin olmadığı yerde, meşrûtiyetin yahut cumhuriyetin ne kıymeti olabilir ki...
(Sözde cumhuriyetle idare edilen 1950 öncesi Türkiye'sini, Saddam'ın Irak'ını, Kaddafi'nin Libya'sını veya baba–oğul Esad'ın Suriye'sini alın, sonra da bunları Cumhuriyetin olmadığı bazı hür, demokrat Avrupa ülkeleriyle kıyaslayın meselâ.)
* * *
Hürriyetten sonra, sırasıyla meşrûtiyet ve cumhuriyeti savunan Bediüzzaman, insanların, bilhassa Müslümanların bu ulvî nimetlere değer verip sahip çıkmasını ister. Tâ ki, elden gitmesin ve başka maksatlara âlet edilmesinler. 
İşte, Temmuz 1908'de ilân edilen Hürriyet ve Meşrûtiyet'e de bu inanç ve şuurla sahip çıkan Üstad Bediüzzaman, sıcağı sıcağına meydanlara çıkıp nutuk atan, inisiyatifi ele alarak kitleleri aydınlatmaya çalışan, kudsî kaynakları delil göstererek gazete ve mecmualarda makaleler neşreden ilim camiasının ve medrese ehlinin en parlak simâsı olarak çıkıyor karşımıza.
Şu ifade kendisine ait: "Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ–yı meşrûtiyetin münasebet–i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 22)
Camilerde, medreselerde âlimlere ve talebelere bu şekilde hitap eden Bediüzzaman, Meşrûtiyet'in ilânından hemen sonra İstanbul Ayasofya Meydanında, akabinde de Selânik Hürriyet Meydanında halka hitaben, ayrıca "Hürriyet Nutku"nu irad etti.


Meşrû hürriyete tam sahibiyet
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (4)


Meşrû hürriyeti sefahetle, lâubalilikle lekedâr etmeyin

Meşrû hürriyet hakikatini Tevhid–i  imânî ile irtibatlandıran Bediüzzaman Said Nursî, 1908 Temmuz'unda irad etmiş olduğu "Hürriyet Nutku"nda şunları söylüyor:
"Ey hürriyet–i şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile bağırıyorsun. Benim gibi bir Şarklıyı tabakât–ı gaflet (gaflet tabakaları) altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben umum millet, zindan–ı esarette kalacaktık. Seni ömr–ü ebedî ile tebşir ediyorum.
"Ey mazlûm ihvân–ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad–ı kulûb; ikincisi, muhabbet–i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa'y–i insanî; beşincisi, terk–i sefahettir.
"Sakın ey ihvan–ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laubaliliklerle (hürriyeti) tekrar öldürmeyiniz.
"Ey ebnâ–yı vatan! Hürriyeti sû–i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 73)
Evet, bu ve benzeri hitaplar, Meşrûtiyet döneminin ilk hürriyet nutku olma özelliğini taşıdığı gibi, Üstad Bediüzzaman da, bu dönemin ilk "Hürriyet hatibi" olma vasfını taşıyor.
Dolayısıyla, o, yaşadığı zamanın Bediî olduğu gibi, bize göre bihakkın "Meşrûtiyet'in Bediüzzaman'ı"dır.
* * *
Bu bölümü yukarıdaki "hürriyet, meşrûtiyet, cumhuriyet" sıralamasına uygun şekilde, yine Üstad Bediüzzaman'ın birkaç vecizesiyle noktalayalım.
"Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam."
"Hürriyet, Allah'ın bir hediyesidir; imânın bir husûsiyetidir."
"İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubûdiyeti intaç eder."
"Meşrûtiyet, hakikî adâlet ve meşveret–i şer'iye'den ibarettir. Hüsn–ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir."
"İstibdad–ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermekle, ...hâkimiyet–i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbe vuruyorlar."
"Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kànunda inhisar–ı kuvvetten ibarettir. Kuvvet kànunda olmalı."
"Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, tarihçe–i hayatım ispat eder."

"Demokratlık, meşrûtiyet mânâsında"

Zaman zaman şu tarz bir suâl ile karşılaşmaktayız: "Bütün kuvvetiyle meşrûtiyete sahip çıkan Bediüzzaman Hazretleri, acaba demokrasiden de söz etmiş midir? Bazıları Hz. Üstad'ın demokrasiden hiç söz etmediği, bu iki mefhumu birbirinden ayrı telâkki ettiği, dolayısıyla bizlerin de meşrûtiyete olduğu kadar demokrasiye sahip çıkmamızın gerekmediğini söylüyor. Bu doğru mudur?" 
Buna cevabımızın hülâsası şudur:
Üstad Bediüzzaman, eserlerinde "özgürlük" lâfını da hiç kullanmamış.
Ama bu durum, onun aynı mânâyı kuşatan "hürriyet"ten söz etmediğini göstermez. Demek ki, lâfızdan ziyade mânâya bakılmalı.
Günümüzde, hürriyetin yerine özgürlük gibi, meşrûtiyetin yerine de demokrasi tâbirini kullananlar pek çoktur.
Kaldı ki, Risâle–i Nur'da aynen "hürriyet ve meşrûtiyet" gibi "hürriyet ve demokrasi" tâbirleri de yanyana zikrediliyor.
Dahası, Bediüzzaman Said Nursî'nin "hürriyet ve demokrasi"nin tesisine bütün milletle beraber çalıştığı ve bu meyanda hasıl olan muvaffakiyetten dolayı da memnun olduğu açıkça ifade ediliyor. 
Benzer mânâdaki takdirkârâne ifadeler Risâle–i Nur'daki muhtelif bahislerde de zikredilmekle beraber, ayrıca bizzat Bediüzzaman Hazretlerinin de meşrûtiyeti "demokrat" ve "demokratlık" tâbirleriyle yâd edip tefsir buyurduklarını görmekteyiz. 
İşte, bu noktayı ispat eden pek çok delilden birkaçı.
1) Üstad Bediüzzaman'ın yine Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin sonlarında yer alan ve "Ey mebûsân!" nidâsıyla başlayan bir hitabesi var. 
Vaktiyle Volkan gazetesinde (Mart 1909) "Yaşasın şeriat–ı garrâ" başlığıyla neşrolan ve 1950'li yıllarda "Yaşasın Kur'ân'ın kànun–u esâsileri" başlığıyla son şeklini alan bu makalede, yeni yeni teşekkül etmeye başlayan demokratik cumhuriyetin meşrûtiyet mânâsında olduğu aynen şu sözlerle nazara veriliyor: "Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrûtiyet ve Kânun–u Esasî denilen adâlet ve meşveret ve kànunda cem–i kuvvet...." 
Kaynak: Bu kısım, adı geçen eserin Sözler Yayınevi ile Envar Neşriyat (2000, s. 80) baskılarında olduğu gibi Yeni Asya Neşriyat (1995, s. 69) nüshalarında da aynen yer alıyor. 
2) Hemen bütün yayınevlerinin basmış oldukları "Emirdağ Lâhikası" isimli eserin sonlarında "Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat" başlığıyla yer alan Üstad Bediüzzaman'ın o meşhûr mektubunda, "demokratlık" şeklinde telâffuz edilen demokrasi, "İslâmiyetin bir kànun–u esâsisi" ile irtibatlandırılarak şu hakikatli sözlerle nazara veriliyor: "İslâmiyetin bir kànun–u esasîsi olan, hadis–i şerifte (Seyyidü'l–kavmi, hâdimuhum) yani 'Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.' Demokratlık, hürriyet–i vicdan, İslâmiyetin bu kànun–u esasîsine dayanabilir." 
Kaynak: Age, s. 386; Yeni Asya N., 1994. 
3) 1952'de İstanbul'da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl–i vukufa cevaben verilen itiraznameden kısacık bir bölüm: "Ey adâlet–i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk–u umumiyeyi ve haysiyet–i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi'nin ...adalet–i kanun ve hürriyet–i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet–i fikir ve hürriyet–i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kànunlarıyla asla kabil–i telif değildir." 
Kaynak: Emirdağ Lâhikası, s. 365.  
4) "Tarihçe–i Hayat" isimli eserin 633. sayfasında yer alan İsa Abdülkadir'in yazısından kısa bir bölüm: "...Nur Talebeleriyle Nur Risâleleri ve onların bu büyük hizmet–i Kur'âniyeleri Demokrat hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübârek âlem–i İslâmdaki hareket–i İslâmiye bu hükûmet–i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor." 
5) Yine "Tarihçe–i Hayat" isimli eserin 567. sayfasında yer alan Avukat Mihri Helav'ın mahkemedeki müdafaasından hürriyet ve demokrasi ile ilgili bölümde aynen şu ifadeleri okumaktayız: "Filhakîka, müvekkilim (Bediüzzaman Said Nursî), bütün milletle beraber istibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husûle gelen muvaffakiyetten dolayı da memnun olmuştur." 
Netice: Üstad Bediüzzaman'ın hürriyet ve meşrûtiyet gibi, cumhuriyet ve demokrasiye de hak ve hakikat nâmına sahip çıktığına dair, yukarıda sıraladığımız delil ve ispat listesini daha da uzatmak mümkün. Ümit ederiz ki, bu muhkem deliller, aksi iddialarda bulunanları ya iknaya, ya da ilzâm etmeye kâfi gelsin.


Seçimden sonra darbe hazırlığı
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (5)


II. Meşrûtiyet dönemi seçimleri ve devamında yaşanan siyasî gelişmeler

Yerli ve yabancı kaynakların bir çoğunda Yeni Osmanlıların 1902'de Paris'te yapmış oldukları zirve toplantısından "Jön Türklerin I. Kongresi" şeklinde bahsedilmesine rağmen, toplantıya başkanlık eden Prens Sabahaddin Bey gibi zâtların nazarında bu içtimaın ismi "Ahrar–ı Osmaniye Kongresi"dir. 
Dolayısıyla, Ferruh Bey ve Mizancı Murad gibi Prens Sabahaddin Bey de bu "Ahrar–ı Osmaniye" isim ve mânâsına tâ başından beri bağlanmış ve sonuna kadar da buna sâdık kalmışlardır. 
Nitekim, İttihatçılarla yollarını ayırdıktan sonra da, bu kadro yine aynı ismi kullanmış ve hatta 14 Eylül 1908'de kurmuş oldukları partinin ismini "Ahrar–ı Osmaniye Fırkası" şeklinde ilân etmişlerdir. 
İşte bu Ahrar hareketi, Namık Kemâl'in tâbiriyle "Namert korkulardan sıyrılan ve bir heyecân–ı âteşîn kesilerek beşeriyet âleminde güneş gibi parlayan hürriyet hakikati"nin bir cihette yeniden doğuşu idi. 
1908 ve 1912 yıllarında yapılan seçimlere de aynı isimle katılan Ahrar Fırkası, İttihatçı komitacıların şiddetli baskısı dolayısıyla, ne yazık ki Meclis'te yeterli bir varlık gösteremedi. 
1912 yılı seçimlerinin hemen her yönüyle şaibeli olduğunda, tarihçilerin çoğu hemfikirdir. (1909'da Hareket Ordusunun eliyle darbe vurulan ve lider kadrosunun çoğu hapis ve idam ile cezalandırılan Ahrar Fırkasının bakiyesi, 1912 seçimlerinde Hürriyet ve İtilâf Fırkasıyla müşterek hareket etti.)
"Sopalı seçim," yahut "dayaklı seçim" diye de kayıtlara geçen ve birkaç kez tekerrür etme mecburiyeti hasıl olan bu tarihlerdeki (1912–14) seçimler, peşpeşe patlak veren İtalyan, Balkan ve Harb–i Umumî gailesinin de eklenmesiyle, esasında seçim olmaktan çıkmış, İttihatçıların bir nevi oyun arenasına dönüşmüştü.
Komitacılar, seçime katılan hemen hiçbir partiye hayat hakkı tanımadı; bu sebeple, memleket tek parti diktatoryasına mahkûm edilmiş oldu. 
1908'de yapılan ilk seçimlere dönecek olursak, bu dönemde sadece iki partinin öne çıktığını ve seçimlere iştirak ettiğini görmekteyiz: İttihad ve Terakki Fırkası ile Ahrar–ı Osmaniye Fırkası. 
Ahrarların İstanbul dışındaki bölgelerde katılma imkânını bulamadığı bu seçimi İttihatçı adaylar kazandı. (Bu arada, Ankara bölgesinden bağımsız bir aday kendi imkânlarıyla seçimi kazanarak Ahrarların safında yer aldığını hatırlatmış olalım.)
Genel seçimi İttihatçıların kazanmış olmasına rağmen, Meclis'in 17 Aralık'ta açılmasıyla birlikte, birçok mebus İttihatçılardan ayrılarak Ahrar tarafına geçti. Böylelikle Ahrar, Meclis'te ana ve yegâne muhalefet partisi vasfını kazandı. 
Hükümet ve devlet merkezi olan İstanbul'a geldikten sonra İttihatçıların komitacılık çehresiyle tanışan şahsiyetli ve kapasiteli mebusların Ahrar tarafına geçmesine paralel olarak, dönemin etkili gazeteleri de İttihatçılara cephe aldı. Dolayısıyla, bunlar Ahrar Fırkasını desteklemeye yöneldiler.
Bu gazetelerin belli başlı olanları şunlar: Mîzân, İkdam, Sabah, Serbestî, Sadâ–yı Millet ve bilâhare Servet–i Fünûn.
İttihatçılar, seçimi kazanmış olmalarına rağmen, kendi kadroları içinde doğru dürüst bir devlet adamı yoktu. Yani, bu parti iktidara hazır değildi. Üstelik, Âyan Meclisindeki üyelerin önemli kesimi Ahrar'a meyilli görünüyordu.
Fikir medyasının da desteği ve teşvikiyle, ilk meşrûtiyet hükûmetini teşkil eden kadronun çoğu Ahrar taraftarıydı.
İşte, bu beklenmedik durum karşısında adeta çılgına dönen İttihatçılar ise, en güçlü oldukları komitacılık faaliyetleriyle iş görmeye koyuldular: Başta Serbestî gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey olmak üzere, Ahrar'a destek veren diğer gazetelerin yazarları, Nisan ayı başından itibaren birer birer vurularak katledildiler.

Darbe için hazırlanan sinsî plânlar

1908 Temmuz'unda ilân edilen II. Meşrûtiyetin daha birinci senesi dolmadan, "bozuk İttihatçılar", cunta faaliyetini başlattılar bile... 
Yıl sonuna doğru yapılan genel seçimleri kazanmış olmalarına rağmen, Meclis dışında kalmış bir muhalefetin varlığına dahi tahammül edemez oldular. Muhaliflerini önce tehdit ederek yıldırmaya çalıştılar. Bunda muvaffak olamayınca, bir adım daha ileri giderek cinayetlere başladılar. 
Siyasî muhaliflerin yanı sıra fikrî muhaliflerini de susturma, hatta ortadan kaldırma eğilimi içine giren İttihatçı komitacılar, ilk cinayeti 6 Nisan 1909'da Galata Köprüsü üzerinde işlediler. İttihatçılara muhalif, Ahrar Fırkası ile İttihad–ı Muhammedî Cemiyetine dost görünen Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Efendi faili meçhûl bir cinayete kurban gidince, ortalık gerildikçe gerildi.
Merhûmun cenaze merasimi ise, kelimenin tam anlamıyla İttihatçılara karşı bir gövde gösterisine dönüştü.
Esasen, bu gelişme cuntacıların ve komitacıların istediği gibi oldu: İttihatçılara karşı kin ve öfke damarı kabardıkça kabaran dindar kesimlerin galeyanı, günden güne artarak devam etti.
Bu galeyan ve öfke seli, nihayet 13 Nisan (Rumî 31 Mart) günü son raddeye geldi ve kontrolsüz şekilde patladı.
Bir yandan sivil kitleler sokaklara dökülürken, bir yandan da İstanbul'un güvenliğinden sorumlu Avcı Taburlarında isyan hareketleri başladı.
Bu arada, söz ve yazılarıyla askerlere nasihat eden Bediüzzaman Hazretleri, sekiz taburun isyandan vazgeçmesini sağladı.
Buna rağmen, diğer taburlardaki askerler başlarındaki subayları (zabitler) kışlaya hapsederek, onlar da sokaklara döküldüler.

Provokatif eylemler

Manzara, gitgide ürkütücü, endişe verici bir vaziyet aldı: Cadde ve meydanları dolduran asker–sivil karışımı kalabalık, başsız ve kontrolsüz bir şekilde "Yaşasın Şeriat!" sloganlarıyla ortalığı inletiyordu.
Bu kalabalığın önüne çıkan bir İttihatçının, hele hele "Şeriat aleyhtarı" olarak bilinen bir şahsın canını kurtarması hiç de kolay değildi. Öyle ki, içinde mebusların dahi bulunduğu kimi şahıslar, başkası zannedilerek öldürüldü, yahut linç edildi.
Bu kanlı kargaşa hali, birkaç gün devam etti. İnsanlar, mahkemesiz ve muhakemesiz bir şekilde vuruluyor, dövülüyor, canından ediliyordu. Üstelik, kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu.
Doğrusu, bütün bu yaşananların üzerinde ciddî soru işaretleri vardı. Aklı başında olan bir dindarın, bu anarşik ortamı tasvip etmesi mümkün değildi.
Demek ki, işin içinde gizli bir tertip, bir kumpas, bir provokasyon hali vardı. Buna ise, hiç âlet olunmaması gerekiyordu.
Nitekim, Said Nursî de öyle yaptı. Kimseye lâf anlatmanın mümkün olmadığını görünce, artık nasihat etmeyi bıraktı ve hiç olmazsa kendini âlet ettirmemek için, merkezden ayrılıp Bakırköy (Mekriköy) taraflarına çekildi.
Oradan da, Anadolu'ya gitmek için trenle İzmit'e gitti. Ancak, burada gözaltına alındı ve idamla yargılanmak üzere İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edildi. (İzmit'te yaşanan gelişmelerin detayları daha sonraki bölümlerde.)
Bediüzzaman, 31 Mart günü yaşanan kargaşa hali ile alâkalı olarak, hadiseden yaklaşık bir ay kadar sonra (Mayıs 1909) çıkarılmış olduğu Divan–ı Harb–i Örfî Mahkemesinde müdafaada bulunur: "Mart'ın 31'inci günündeki dehşetli hareketi, iki–üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddit metalibi (istekleri) işittim. Anladım ki, iş fena, itaat muhtell (bozulmuş), nasihat te'sirsizdir. Yoksa her vakit gibi yine o ateşin itfasına (söndürülmesine) teşebbüs edecektim. Fakat avam çok, bizim Kürdler gâfil ve safdil... Ben de bir şöhret–i kâzibe ile görünüyordum. Üç dakikadan sonra çekildim. Mekrîköy'üne gittim. Tâ beni tanıyanlar karışmasınlar. Rast gelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre miktar dahlim olsaydı; zaten elbisem beni ilân ediyor, şöhret de beni büyük gösteriyor. Bu işte pek büyük görünecektim. Belki Ayastefanos'a (Yeşilköy) kadar tek başıma olsun mukabele ederek ispat–ı vücud edecektim. Merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olacaktı, tahkike lüzum kalmazdı."


İç yüzü öylesine karanlık bir vak'a ki...
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (6)


Bir asırdır aydınlatılamayan karanlık: 31 Mart Vak'ası 

Öncelikle, 13 Nisan 1909'da (Rumî 31 Mart 1325) patlak veren ve tarihçilerin çoğu tarafından genel kabul gören bu kanlı hadisenin gelişme seyrine kısaca bakmaya çalışalım.
Bu tarihten 8–9 ay evvel hürriyet ve meşrûtiyet ilân edilmiş, Kànun–i Esâsî denilen Anayasa yeniden yürürlüğe konulmuş, ardından seçimler yapılmış, parlamento (Meclis–i Mebûsan) kurulmuş ve "meşrûti monarşi" sistemi hemen bütün unsurlarıyla çalışmaya başlamıştı.
Bundan da, vatanını seven, milletin hayrını isteyen hemen herkes memnundu. 
Ancak, daha ziyade çetecilikle iş gören ve komitacılık sıtmasından bir türlü kurtulamayan "İttihatçıların bozuk kısmı" huzur ve barışın hâkim olduğu bu gidişattan memnun değillerdi. İstiyorlardı ki, hükümet ve bürokrasi her dediklerini yapsın, her türlü taleplerini yerine getirsin. 
Esasında, bunlar anarşist ve terörist ruhlu olduklarından, nizama, kànuna tabi olmak istemedikleri gibi, onlara sunulan hiçbir nimete kanaat dahi etmiyorlardı. Bundan dolayı da, devleti tümüyle ele geçirme emeline kapıldılar ve bu uğurda kanlı cinayetler işlemek dâhil, her türlü mel'anetin içine girmeyi marifet saydılar. 
İşte, 31 Mart Vak'asının fitilini ateşleyen sebeplerin başında da bu seri cinayetler gelir: İttihatçılara muhalif tanınmış gazetecilerden Ahmed Samim ile Hasan Fehmi Beyler, bunlardan sadece iki tanesi. İşlenen bu cinayetler, her ne kadar "faili meçhûl" örtüsüyle kamufle edilmeye çalışılmış olsa da, gerçekte bu işin ancak İttihatçı komitacılar tarafından organize edildiği hususu yaygın bir kanaat halini aldı. 
Tarih, bu kanaati henüz tekzip etmiş değil. Üstelik sonradan yaşanan ve özellikle muhalif sesleri tümüyle susturan gelişmeler ise, işlenen cinayetlerin bütün günahının İttihatçılara yüklenmesine haklılık kazandırmıştır. 
Faili meçhûl cinayetlerin artması, halkı ve sivil kesimi tedirgin ettiği gibi, İstanbul'da bulunan ve ağırlıklı kısmı Taşkışla'da kümelenen Avcı Taburlarındaki askerleri de şiddetle rahatsız etti. 
Ne yazık ki, siyaset bu dönemde askerin içine girmiş ve onları da siyasî fırkaların taraftarları haline getirmişti. Bu sebeple, tahrik edilmeleri bir hayli kolaylaşmıştı. 
Ayrıca, İttihatçı gazetelerin din ve İslâmiyet aleyhindeki yayınları da, toplum genelinde patlamaya hazır bir gerilime yol açmış durumdaydı.

Hadiseler kontrolden çıkıyor

Son olarak, 9 Nisan günü İstanbul'da başlı başına bir hadise halini alarak İttihatçılara karşı tam bir gövde gösterisine dönüşen Hasan Fehmi Beyin cenaze merasimi, zaten tahrik edilmiş olan dindar halkı ve Avcı Taburlarındaki (alaylı) askerleri büsbütün galeyana getirdi. 
İşte, bu taburların çoğu 13 Nisan günü komutanlarını (zabitleri) hapsettikten sonra kışlalarından çıkarak sokaklara döküldüler.
Bediüzzaman Said Nursî'nin tesirli nasihatleri sayesinde bu taburların bir kısmı kışlasına çekilip zabitlerine itaate yönelmişse de, geri kalanların çoğu sokağa dökülen ve tıpkı papağanlar gibi "Yaşasın şeriat! Yaşasın şeriat!" diye bağıranlara karışarak, başıboş şekilde sağa sola savrulmaya başladılar. 
Bu arada, hükümet değişikliği yapılmasına rağmen, çalkantının önüne yine de geçilemedi. O gün, kimsenin kimseye bakacak, dinleyecek yahut söz geçirecek bir durumu söz konusu değildi. 
Vahamet, kargaşa, anarşi had safhada idi. Bir millet için, başında komutanları bulunmayan binlerce silâhlı askerin sokağa dökülmesinden daha tehlikeli ne olabilir ki? Hele bu asker neferatı, serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan sivil kalabalıklara karışıp, büsbütün başıbozuk bir hale gelmişse... 
Memurların, mebusların ve pek çok mâsumun canına, kanına mal olan 31 Mart kasırgası, gün boyu hedefsiz yönlerden eserek, İstanbul'un yanı sıra, henüz emekleme safhasında olan nâzenin meşrûtiyetin de üstüne simsiyah bir perde çekti. 

Meşrûtiyeti boğmak istediler

Evet, o gün dehşet veren bir kaotik manzaraya sahne olan meşrûtiyetin İstanbul'u, tarihinde emsaline hiç rastlanılmayan bir karanlığa gömüldü. 
Hem, öyle zifirî bir karanlık ki, tam yüz yıldır bir türlü aydınlatılamadı, gitti. 
31 Mart ve onu takip eden zulümlü, karanlıklı olayların vebâlini, kimileri tutturdu Sultan II. Abdülhamid'e fatura ederken, kimileri de muhalefetteki Ahrar Fırkası ile onların müttefiki olan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin mensuplarını mesul ve mücrim ilân etti. 
Ne yazık ki, faturanın büyüğü de, bu mâsum insanlara kesildi. Kazanan ve ikbâlleri açılanlar ise, ağırlıklı olarak Balkan komitacıları, İttihatçıların mason kısmı ile Selânik dönmeleri oldu. 
Nitekim, 31 Mart kargaşasını fırsat, hatta ganimet bilerek Balkan çapulcularından asker toplayan komitacılar, merkezi Selânik'te olmak üzere adına Hareket Ordusu dedikleri "Selânik Ordusu"nu teşkil ettiler ve İstanbul'dan başlamak üzere ülkenin mukadderatına el koymak maksadıyla harekete geçtiler. 
Selanik Ordusu, on günlük bir toparlanma ve bir yandan da devam eden tren yolculuğu neticesinde, 23 Nisan günü Yeşilköy'e vardı. 
Ordunun kurmay kadrosunun tamamı Selânikli olup, yine tamamına yakın kısmı dönme olarak bilinen subaylardan müteşekkildir. Üstelik, Yeşilköye varıncaya kadar da, kadroda herhangi bir değişiklik olmadı.
Ancak, bu şekilde İstanbul'a girmeye de cesaret edemeyen Selanikliler, hiç olmazsa ordunun vitrindeki birinci komutanını değiştirmenin bir formülünü buldular: 
Selanik'ten tâ Yeşilköy'e kadar orduya komuta eden dönme Hüsnü Paşanın yerine, halis muhlis Türk diye bilinen Mahmut Şevket Paşayı getirdiler.
Tâ ki, onu gören İstanbul'daki Türk halkı ve komutanlar itiraz etmesin ve herhangi bir mukavemette bulunmasınlar.
 Planlama, tam istedikleri gibi tıkır tıkır işledi. Hatta, Ayan ve Mebusan'daki (Meclis–i Umumi–i Millî) üyelerin önemli bir kısmı Yeşilköy'e kadar gelerek, M. Şevket Paşaya bir nevi biatlarını deklare ettiler.
* * *
Bu derme–çatma Selanik Ordusunda bulunan hemen bütün neferatın bildiği/bellediği tek şey vardı: Vurmak, kırmak, öldürmek ve yağmalamak... 
Esasında, İstanbul'daki Avcı Taburlarıyla, Selanik Ordusuna karşı konulabilirdi. Ancak, bunu da Sultan Abdülhamid istemedi. "Kardeşi kardeşe kırdırtmam" dedi ve sessizce beklemeye koyuldu.
 ("Kardeşi kardeşe kırdırtmam" ifadesi, büyük ölçüde meselenin maddî ve zahirî tarafıyla ilgilidir. İşin bir de "mânevî muhavere" tarafı vardır ki, bu noktaya daha evvel değindiğimiz için burada tekrara girmiyoruz.)
Şu var ki: Söz konusu ihanet plânı, çok dehşetliydi olduğundan, son derece gizli tutuluyordu.


Darbe plânları, birer ihanet belgesidir
II. Meşrûtiyet'in ilk yılları (7)


Sıkıyönetim, sürgün, idam...

Siyasilerden de kuvvet ve cesaret alan Selanik Ordusu, 24 Nisan günü İstanbul'a girdi ve lokal bazı mukavemetleri de—kan dökmek suretiyle—aşarak şehre bütünüyle hakim oldu. 
Ardından sıkıyönetim ilân edildi. Böylelikle, hükümet gibi her iki meclisin sevk ve idaresi de bu darbeci ve kan dökücü ordunun (Hareket Ordusunun) eline geçti. 
Aynı tarihte Meclis Başkanlığı makamında bulunan İttihatçıların siyasî lideri Talat Bey, her iki meclisteki üyelerin ekseriyetine tesir ederek, Sultan Abdülhamid'i tahttan indirmenin yolunu açtı. Ne yapıp ederek, Ayan ve Mebusan Meclislerinden "hal kararı"nı çıkarttırdı. Hemen ardından, başında Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karasso'nun bulunduğu bir heyeti Padişaha göndererek bu hal kararını tebliğ ettirdi. 
Bu arada Divan–ı Harp (Sıkıyönetim Mahkemesi) kurulmuş ve Sultan Abdülhamid'in de burada yargılanması söz konusu edilmişti. Ancak, bazı mebusların buna şiddetle karşı çıkması üzerine, bu yola başvurmaktan vazgeçildi ve padişah Selanik'e sürgün olarak gönderildi. 
Böyle davranmakla, Selanik kökenli Yahudi ve dönmeler, aslında şu mesajı vermek istedi: "Ey Osmanlı'nın kudretli padişahı. Bundan böyle, makamlarımız değişmiş bulunuyor. Sen bizim yerimize git, biz de senin yerine..." 
Nitekim öyle oldu. Osmanlı padişahı Selanik'teki Alatini Köşküne hapsedilirken, Selanikliler de Osmanlı'nın harem–i ismetine yerleştiler. Bir bakıma ülkenin siyasî, askerî ve bürokratik mekanizması el değiştirmiş oldu. 
Üstad Bediüzzaman, bunu "tebeddül–ü saltanat" şeklinde tâbir ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat ve Kastamonu Lâhikası isimli eserlerde bulunan "Karadağ'ın bir meyvesi" başlıklı mektup.) 
Hareket Ordusu, Meclisi, hükümeti ve saltanat makamını etkisi altına almakla da yetinmedi; kendisine fikren veya siyaseten muhalif gördüğü yetişmiş kadroları da biçmeye yöneldi. Kurmuş olduğu sıkıyönetim mahkemesi yoluyla, Ahrar Fırkası ile İttihad–ı Muhammedî Cemiyetine mensup onlarca masumu darağaçlarında sallandırdı. Aynı kesimin şöhretli simalarından olan Bediüzzaman Hazretleri de, idam edilmekten kıl payı kurtulabildi. 
Bu gaddar mahkeme, idam ettiremediklerini ise, başka türlü cezalarla sindirmeye çalıştı ve pek çoğunu topluca Sinop Hapishanesine göndererek, muhalefeti bütünüyle susturmaya tevessül etti.

Musîbet zincirinin yakıcı halkaları

Bunca zalimlik ve birike birike Allah'ın gayretine dokunacak kadar çoğalan günahlar, elbette ki karşılıksız kalmayacak ve musîbetlerin celbine kuvvetli bir sebep teşkil edecekti.
Nitekim iki yıl sonra yani 1911'de İtalyan Harbi, 1912 ve 1913'te Birinci ve İkinci Balkan Harbiyle, hemen ardından patlayan Birinci Dünya Harbi gibi peşpeşe gelen belâ ve musîbetlere kader noktasından bakıldığında, bunlar işlenen zulümlerin ve biriken günahların bir nevi cezası yahut kefareti şeklinde görülebilir.
Resmî tarihe göre, 31 Mart Vak'ası bir irticaî ayaklanmadan ibarettir; başka da bir yönü yoktur. Oysa bu görüşe haklılık kazandıracak ölçüde, ortada güvenilir hiçbir delil ve kaynak yoktur. 
Bazı dindarların tahrik edilmiş veya oyuna getirilmiş olması, bu kanlı boğuşmanın Müslümanlar tarafından planlandığını icap ettirmez. Zira aklı başında olan hiçbir Müslüman, böyle bir ayaklanmayı planlamaz ve böylesi bir kanlı boğuşmadan bir medet ummaz. 
O halde, geriye bir tek ihtimal kalıyor: O da bir takım tertip ve tuzaklarla dindar kitleleri tuzağa düşürmek ve neticede "durumdan vazife çıkarmak." 
Evet, sosyal ve siyasî hadiselerin çoğu, sonuçtan sebebe doğru gidilerek tahlil edilebilir. Burada ise, sonuç belli, âşikâr. Durumdan vazife çıkaranlar, bozuk İttihatçılar ve onlarla işbirliği yapan karanlık odaklar.
Bu öylesine derin ve karanlık bir odaktır ki, yüz yıldır bir türlü aydınlatılamadı, gitti.

Kendi sonlarını da hazırladılar

 1908–1918 yılları arasındaki on yıllık dönemde, rejimin ismi Meşrutî Monarşi olmasına rağmen, uygulama tam anlamıyla "şiddetli istibdat" şeklinde hükümfermâ idi. 
Meşrûtiyetin mânâ ve mahiyetinden uzaklaşan İttihat–Terakki hükümetleri, bu tarihten sonra baskıcı politikaları daha da şiddetlendirerek, hem dahilde, hem de hariçte helâket ve felâket fırtınalarının kopmasına bir bakıma sebebiyet verdiler.  
1918 yılı sonlarına gelindiğinde, İttihatçılar, Osmanlı Devleti gibi kendi iktidarlarının da sonunu getirmiş oldular. 
Onların bir kısmı kaçtı gitti. İçlerinde izzet ve şeref sahibi Enver Paşa gibi şahsiyetler de vardı. Geriye kalan İttihatçı artıkları ise, Cumhuriyet hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte, yeni ve eskisinden çok daha dehşetli, hatta mutlak mânâda bir dikta rejimini tesis etmeye koyuldular.

 Tarihin hükmü: Darbe ihanettir

Bes belli ki, İstanbul'daki kargaşa halini hem kızıştıran, hem de bunu bahane ederek darbe yapan Selânik Ordusunun asıl maksadı "Meşrûtiyeti kurtarmak" falan değildi. 
Bazı subayların da bilmeyerek âlet olduğu bu darbe hareketi sonrasında, yüzlerce mâsum haksız yere zarar gördü. Kimi asıldı, kimi sürüldü, kimi de cezaevini boyladı. 
Ardından, Sultan Abdülhamid devrildi. Saltanat, zahiren yine Osmanlı'da kaldı, lâkin ipler Selaniklilerin eline geçti. 
* * * 
Türkiye'nin demokrasi tarihinde yaşanmış hemen bütün darbelerin ortak şöyle bir özelliği var: Önce darbeye zemin hazırlanır. Ortalık kaosa döndürülür. Şartlar olgunlaştırılır ve müdahale için düğmeye basılır. 
İşte, son darbe olarak tarihe geçen 12 Eylül Darbesi bu şekilde gerçekleştirildiği gibi, bugünkü konumuz olan Selânik Ordusunun (3. Ordu, Hareket Ordusu) 1909 yılı Nisan'ında yapmış olduğu kanlı ihtilâl de aynı mantık düzenbazlığı ile tahakkuk ettirildi. 
* * * 
Milletin iradesini hiçe sayarak iktidara müdahale eden darbe hareketleri, vatan ve millete karşı işlenen birer ihanet ve cinayet hükmüne geçer. Kimi bilerek, kimi de bilmeyerek bu ihanet ve cinayete iştirak eder. Fakat, netice değişmez. Olan vatana, millete, devlete olur.
Demokratik rejim içinde yapılan her bir darbenin, ülkeyi 30–40 yıl geri götürdüğüne şüphe yoktur. 
Zira, devletlerin hayatında ancak 30–40 yıl içinde sağlanabilen nizam ve intizam, bir anda yıkılıp yerlebir ediliyor. Birikimler, tecrübeler adeta sıfırlanıyor.
Dolayısıyla, her şeye yeniden ve sıfırdan başlanmak durumunda kalınıyor. 
Darbelerle hasıl olan zararın en büyüğü ise, zihinlerin sarsılması ve halkta bir zihin kargaşasının meydan almasıdır. 
Ayrıca, sevdikleri ve destek verdikleri kimselerin perişan edildiğini gören halkta, siyasete karşı bir soğukluk, bir güvensizlik hali meydana geliyor. Bu da, yerini korkuya, ümitsizliğe, karamsarlığa bırakıyor.
İşte, bütün bu maddî ve mânevî tahribata sebebiyet veren darbeler, elbette ki millete karşı tam bir ihanet hükmüne geçer. Tıpkı Hareket Ordusunun, tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül cuntalarının yaptığı gibi... 
Hareket Ordusu "Meşrûtiyet elden gidiyor" diye, diğerleri de "Anarşi var, kardeş kavgası var, ülke elden gidiyor" bahaneleriyle darbe yaptılar. Oysa, bütün bu bahane ve gerekçeleri hazırlayanlar da darbecilerin kendileridir.













Hiç yorum yok: