Biz, ordu milletiz; ordumuzun zaferinden dağ başındaki çobanımız mutluluk, yenilgisinden üzüntü duyar. Bir askerî birliğin yürüyüşü şehir halkını heyecanlandırır. Fakat ordunun politikaya karışmasından dolayı bizim kadar acı çeken bir başka millet daha var mıdır bilmiyorum.
Yüz yıl önce bugünlerde Balkan Savaşı başlamıştı. Abdülhamid Han gerek Rusya’nın, gerekse Avrupa’nın bize karşı bir Balkan ittifakı tezgahlayacağını seziyordu. Bunun için dikkatini Balkanlar’dan ayırmıyor, bu cephede güçlü askerî birlikler tutuyordu.
Abdülhamid Han tahttan indirildi; yönetimi ordu ele aldı. Sonraki sivil iktidarlar da silahların gölgesinde icraat yapabiliyorlardı. Bu sırada önemli devletlerin arasında bloklaşma göze çarpıyordu; İtalya arzu ettiği safta yerini alamamıştı. Akdeniz’deki hakimiyetini güçlendirirse, stratejik değerinin yükseleceğine, kafasındaki yeri kapabileceğine inanıyordu. Karşısındaki Libya’yı ele geçirirse, Akdeniz’e tam bir zincir
gerecekti. Kolay bir zafer elde edeceğinden de hiç kuşkusu yoktu. Büyük bir kuvvetle Libya’ya çıkarma yaptı; burada Osmanlı’nın 3500 civarında askeri vardı. Bunları takviye etmek için Osmanlı’nın genç subayları buraya geldiler, Mısır’daki Müslüman zenginler para yardımında bulundular; Şeyh Sunusi Hazretleri her türlü desteği verdi. İtalyanlar sahile mıhlanıp kaldılar.
Karadağ Kralı, İtalyan Kralı’nın kayınpederi idi. İtalyanların uğradığı rezilliği gözlerden silmek için, yıllardan beri derinden hazırlıkları sürdürülen Balkan ittifakını, Karadağ Kralı’nın fişeklemesiyle Rus Çarı aktüel hale getirdi. Çar’ın “Yıllardan beri silah altındaki askerlere yazıktır; Balkan Savaşı’nın çıkmayacağına dair garanti veriyorum.” sözü üzerine hükümetimiz 120 tabur askerimizi terhis etti. Halbuki bu sırada Balkan devletlerinin bizden alacakları toprakların bölüşülmesinde aralarında anlaşmazlık çıkarsa, yüksek hakem olmayı Çar kabul etmişti. Yapılan terhise rağmen Balkanlar’da 720 bin kişilik ordumuz vardı. Karadağ’ın savaş ilan etmesiyle Balkan Harbi başladı. Avrupa’nın büyük devletleri galip geleceğimizi düşünerek; “Kim nereyi alırsa alsın, herkes eski sınırlarına çekilecek” diye bir deklarasyon yayınladılar. Balkanlı devletler 540 bin kişilik ordu çıkarabilmişlerdi. Fakat ordumuzu particilik içten içe kemirmişti; kimisi de “Partim başta değil” bahanesiyle rüşvet alabilmenin peşinde koşuyordu. Selanik’te Tahsin Paşa, bir kurşun atmadan 70.000 kişilik ordumuzu teslim etti. Yunanlılar Selanik’e girince karargahımızda iki paşamızı birbirleriyle particilik kavgası yaparken teslim aldılar. Hasılı ordumuz feci şekilde yenildi; 24 günde Manastır’dan Büyükçekmece Gölü’nün yakınındaki Muratlı Tepelerine çekildi. Avrupa devletleri de yayınladıkları deklarasyonu unuttular. Bulgarlar İstanbul’a girmenin hazırlığını yaparken Alman Kayzeri “Konstantinapolis medeni Bulgarlara yakışır” mealinde beyanatlar veriyordu. Hükümetimiz de başkentimizin burnunun dibindeki Enez-Midye hattını sınır kabul ediyor, İstanbul’u kurtarmak için Edirne dahil bütün Trakya’dan vazgeçiyordu.
Milli Savunma Bakanımız; “Burası elden gidiyor” feryadıyla Libya’daki genç subayları buraya çağırdı. Her şeyiyle destek veren Şeyh Sunusi Hazretleri’ni yüzüstü bırakmayı yanlış bulduklarından bir gece Enver ve Eşref Beyler ziyaretine gittiler. Durumu anlattıklarında o mübarek insan ağlayarak şu cevabı verdi: “Gidin evlatlarım; İstanbul bizim kalbimiz, Libya kolumuz, bacağımızdır. Kolu, bacağı kaybedersek yine yaşarız; fakat kalp giderse yok oluruz.” Onlar buraya gelip topladıkları gönüllüleri Taksim ve Metris kışlalarında eğiterek İkinci Balkan Savaşı’nı başlattılar. Bugünkü sınırlara ulaşmamız onların kanı, teriyle mümkün olabilmiştir. Ruhları şad olsun.
Sivil otoritesinin ordusunu kontrol altına alması, İngiltere’nin güneş batmayan imparatorluk haline gelmesinde çok etkili olmuştur. Maalesef bu konuda biz başarılı olamayınca kayıplarımız birbirini kovaladı. Birisi son dönemdeki darbelerin de kalkınmamıza verdiği sekteyi rakamlarla ortaya koyan çalışma yapsa, ciddi bir boşluğu doldurmuş olur.
Abdülhamid Han tahttan indirildi; yönetimi ordu ele aldı. Sonraki sivil iktidarlar da silahların gölgesinde icraat yapabiliyorlardı. Bu sırada önemli devletlerin arasında bloklaşma göze çarpıyordu; İtalya arzu ettiği safta yerini alamamıştı. Akdeniz’deki hakimiyetini güçlendirirse, stratejik değerinin yükseleceğine, kafasındaki yeri kapabileceğine inanıyordu. Karşısındaki Libya’yı ele geçirirse, Akdeniz’e tam bir zincir
gerecekti. Kolay bir zafer elde edeceğinden de hiç kuşkusu yoktu. Büyük bir kuvvetle Libya’ya çıkarma yaptı; burada Osmanlı’nın 3500 civarında askeri vardı. Bunları takviye etmek için Osmanlı’nın genç subayları buraya geldiler, Mısır’daki Müslüman zenginler para yardımında bulundular; Şeyh Sunusi Hazretleri her türlü desteği verdi. İtalyanlar sahile mıhlanıp kaldılar.
Karadağ Kralı, İtalyan Kralı’nın kayınpederi idi. İtalyanların uğradığı rezilliği gözlerden silmek için, yıllardan beri derinden hazırlıkları sürdürülen Balkan ittifakını, Karadağ Kralı’nın fişeklemesiyle Rus Çarı aktüel hale getirdi. Çar’ın “Yıllardan beri silah altındaki askerlere yazıktır; Balkan Savaşı’nın çıkmayacağına dair garanti veriyorum.” sözü üzerine hükümetimiz 120 tabur askerimizi terhis etti. Halbuki bu sırada Balkan devletlerinin bizden alacakları toprakların bölüşülmesinde aralarında anlaşmazlık çıkarsa, yüksek hakem olmayı Çar kabul etmişti. Yapılan terhise rağmen Balkanlar’da 720 bin kişilik ordumuz vardı. Karadağ’ın savaş ilan etmesiyle Balkan Harbi başladı. Avrupa’nın büyük devletleri galip geleceğimizi düşünerek; “Kim nereyi alırsa alsın, herkes eski sınırlarına çekilecek” diye bir deklarasyon yayınladılar. Balkanlı devletler 540 bin kişilik ordu çıkarabilmişlerdi. Fakat ordumuzu particilik içten içe kemirmişti; kimisi de “Partim başta değil” bahanesiyle rüşvet alabilmenin peşinde koşuyordu. Selanik’te Tahsin Paşa, bir kurşun atmadan 70.000 kişilik ordumuzu teslim etti. Yunanlılar Selanik’e girince karargahımızda iki paşamızı birbirleriyle particilik kavgası yaparken teslim aldılar. Hasılı ordumuz feci şekilde yenildi; 24 günde Manastır’dan Büyükçekmece Gölü’nün yakınındaki Muratlı Tepelerine çekildi. Avrupa devletleri de yayınladıkları deklarasyonu unuttular. Bulgarlar İstanbul’a girmenin hazırlığını yaparken Alman Kayzeri “Konstantinapolis medeni Bulgarlara yakışır” mealinde beyanatlar veriyordu. Hükümetimiz de başkentimizin burnunun dibindeki Enez-Midye hattını sınır kabul ediyor, İstanbul’u kurtarmak için Edirne dahil bütün Trakya’dan vazgeçiyordu.
Milli Savunma Bakanımız; “Burası elden gidiyor” feryadıyla Libya’daki genç subayları buraya çağırdı. Her şeyiyle destek veren Şeyh Sunusi Hazretleri’ni yüzüstü bırakmayı yanlış bulduklarından bir gece Enver ve Eşref Beyler ziyaretine gittiler. Durumu anlattıklarında o mübarek insan ağlayarak şu cevabı verdi: “Gidin evlatlarım; İstanbul bizim kalbimiz, Libya kolumuz, bacağımızdır. Kolu, bacağı kaybedersek yine yaşarız; fakat kalp giderse yok oluruz.” Onlar buraya gelip topladıkları gönüllüleri Taksim ve Metris kışlalarında eğiterek İkinci Balkan Savaşı’nı başlattılar. Bugünkü sınırlara ulaşmamız onların kanı, teriyle mümkün olabilmiştir. Ruhları şad olsun.
Sivil otoritesinin ordusunu kontrol altına alması, İngiltere’nin güneş batmayan imparatorluk haline gelmesinde çok etkili olmuştur. Maalesef bu konuda biz başarılı olamayınca kayıplarımız birbirini kovaladı. Birisi son dönemdeki darbelerin de kalkınmamıza verdiği sekteyi rakamlarla ortaya koyan çalışma yapsa, ciddi bir boşluğu doldurmuş olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder