2 Kasım 2012 Cuma

M. Kemal ile Rum tehcirinde anlaşmazlığa düştük


Son Halife Abdülmecit ölmeden önce bir Fransız dergisine verdiği röportajda Cumhuriyet ile saltanattan feragatında bir sorun olmadığını ancak M. Kemal'in İstanbul ve Anadolu'daki Rum tehciri planları konusunda bozuştuklarını anlatıyor.

Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, son Halife Abdülmecit ile yapılmış ve 1929 yılının son günlerinde “La Tribune de Geneve” gazetesinde yayınlanmış bir röportaja Başbakanlığın dikkatini çekmişti. “Sürgündeki Hükümdarlar” başlığını taşıyan röportaj, Paul de Bochet tarafından gerçekleştirilmişti ve yazarın görüşme sırasındaki izlenimlerini de içeriyordu. Şimdi bu üslûbu hayli edebî röportaja bir göz atalım isterseniz.

Nice’in yeni mahallesinde hem Mağrip sarayından, hem de eski bir Provence evinden izler taşıyan büyük pembe bir köşk. Manzara palmiye ağaçlarının gövdeleri arasından yayvan kente kadar uzanıyor. Çok uzakta Melekler Körfezi bulutların altında ışıldamaktadır. Sürgün Halife Abdülmecit, Boğaziçi’nin üstünde batan güneşin büyüsünü ve İstanbul’un periler âlemini unutturması pek olası olmayan bu huzurlu ve güzel dekoru kendisine ikâmet mahalli seçmiştir. “Yaşamak gerekiyor” diyor sakin ve kahramanca bir tevekkül gülümsemesiyle, “Çünkü insan kaderini bilemez ve eğer bir gün belki halkımın hizmetlerime ihtiyacı olursa hazır olmak zorundayım; ama hayatın benim için bir çekiciliği kalmadı artık. Uzak bir geçmişten beri, öldürülen babamı 8 yaşımda kaybettiğimden beri, hayat bana sadece felâketleri lâyık gördü.”
Sürgünde de Emirü'l Müminin'di

Onun bahtsızlığı, aslında aylaklık ederek Avrupa’da dolaşan tahttan indirilmiş krallarınkinden ve çoğunlukla hak edilmiş kaderlerinden başka türlü bir biçimde trajiktir. Onların sadece kişisel gururlarına ve hanedan geleneklerine zarar verilmiştir. Abdülmecit’in ise dinî bir vekâletin icrasında ruhanî haysiyetine el kaldırılmıştır. Bir zamanlar kendisine minnet ve dostluk hisleriyle bağlı olan Mustafa Kemal, onu İstanbul’dan cumhuriyeti tanımasına ve tevarüs ettiği saltanat şerefinden hemen vazgeçmesine rağmen sürmüştür; ama kutsal “Emirü’l-müminin” ünvanını kaldıramamıştır. Herşeye rağmen sürgünde de İslâm’ın mistik önderi olarak kalmıştır. Günde beş defa namaz saatinde Mekke yönünde secdeye vardığında, yine Çin denizlerinden Hint Okyanusu’na ve oradan da Atlas Okyanusu kıyılarına kadar Muhammet’in dinine mensup on milyonlarca müminle bütünleştiğini hissetmektedir. İslâm ülkelerinden ve camilerinden uzak bu zoraki tecrit, kendisine hem kalbi açıdan, hem de inancı açısından ağır gelmektedir. Bütün bunlar ona taç kaybetmekten daha fazla acı veriyor.

Abdülhamit de onu hapsettirmişti

Halife, Carabacel’deki inzivasında sade ve okumaya adanmış bir yaşam sürüyor. Kendisine gerçekten de şefkatle bağlı olan Sultan Abdülhamit, aynı zamanda özgürlükçü fikirlerinden de çekindiği için onu Haliç’teki sarayına hapsettirmişti. Orada kitaplarla beraber kendisini müzik ve resme vererek yaşamıştı. Batı’ya gelmesi de eski alışkanlıklarına yeniden geri dönmesine vesile oldu. Maiyet olarak yalnızca biri Türk, biri de Fransız iki sekreteri var. Çalışmalarının yanı sıra Osmanlı’nın yıkılışını önceleyen ve hazırlayan olaylara yeni bir ışık tutacak olan hâtıralarını yazmaya koyuldu. Fakat babası Sultan Abdülaziz’in öldürülmeyip intihar ettiğine dair efsaneyi çürütmek için yayınlayacağı küçük bir bölüm dışında hiçbir şey yayınlamamakta kararlı. Geri kalanlar ancak ölümünden sonra yayınlanacak. Günlerinin büyük bölümünü, şehre hâkim ve duvarları kitaplarla yüklü, yüksek maun kitaplıklarla kaplı büyük bir oda olan çalışma odasında geçiriyor. Açık renk ahşap Amerikan tarzı bir masa buraya modern bir hava veriyor. İşte Aldülmecit beni bu odada kabul etti. Yaşına rağmen güçlü; giyiminin ise hiç de dinî olmayan yalın bir zerafeti var. Küçük düz bıyığı ve hafifçe inceltilmiş ucu köşeli sakalı kar beyazı. Gözlükler ardında yeşile çalan gri gözleri büyücek açılmış. Hem pırıl pırıl, hem de yumuşak bakışı ruhunun iyiliğini ve huzurunu ifade ediyor.

Abdülhamit olsaydı savaşa girmezdik

Daha ilk kelimeler dudaklarından dökülürken Halife siyasî beyanat veremeyeceğini açıklıyor. Ona topraklarında konukseverlik gösteren Fransız hükümetine sıkıntı vermek istemiyor. Çünkü Fransa’yı seviyor. Dünya savaşı öncesine atıfta bulunarak; “ben her zaman ittifak devletleri tarafında savaşa girilmesine karşı oldum” diyerek bana güven veriyor.

“Türkiye tarafsız kalabilirdi ve kalmalıydı. Eğer büyük bir devlet adamı olan Abdülhamit hayatta olsaydı çatışmada kesinlikle yer almazdık. Memleketi katıksız bir hırsla felâkete sürükleyen Enver Paşa ile arkadaşları Talât ve Cemal Paşa’ydı. Amaçlarını gerçekleştirebilmek için hizmetinde çalıştıktan sonra Türkiye’yi iftiralara boğan Alman generali Liman von Sanders’ten destek aldılar. Sonra Mustafa Kemal’in çabalarından yana oldum. Nitekim bize Fransa’yla ayrı bir anlaşma yapılmasını teklif eden Franklin-Bouillon’u kendisini görmek için Ankara’ya ben gönderdim. Benim onunla bozuşmam daha sonra, kendisi Anadolu ve İstanbul Rumlarını kitle halinde ülke dışına çıkarmaya giriştiği zaman gerçekleşti.”

Yapay çatışmalar birşey ifade etmez

Halife doğal olarak günümüz Türkiyesi hakkında değerlendirme yapmaktan sakınıyor. Millet Meclisi çevrelerinde sesini fazlasıyla duyuran Bolşevizm etkisinden korkan bir havası yok, çünkü ulusal karakterin sağlamlığına inanıyor. “Türk milleti sonunda kendi yolunu bulacak” diyor. “Peygamberin sözüne göre zaman en iyi öğretmendir.” Bundan sonra da İslâm’dan söz etti: “Halifenin kaba bir şekilde İstanbul’dan ülke dışına çıkarılması, Müslüman dünyasının ruhanî ve manevî birliğine halel getirmez” dedi. “Zaten bizim için kudret ve gelecek de orada yatmaktadır. Bu bakış açısıyla eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan uluslar arasında yaratılmaya çalışılan yapay çatışmalar hiçbir şey ifade etmez.”

“Bağnazlık zamanını doldurdu”

Halife, dünya savaşının zor bir sınavdan geçirdiği İslâm’ın manevî birliğinin yavaş yavaş üst düzey bir barış örgütü ve halkların barışçıl işbirliği anlamında kendisini göstermesi gerektiği kanısında. Yeniden canlandırılacak Müslüman dünyasında sürekli bir işbirliği düşünebiliyor. “Bağnazlık zamanını doldurdu” diyor. “Bu, aslında temelde kendini çok uzun süre ezilmiş uluslarda da gösteren, genç medeniyetlerin özelliği olan doğal bir yayılma olayı. Ama özgürleşme zamanı geldi. Milletler Cemiyeti’nin koşulları altında işleyen manda rejimleri, mandacı güçler ile onların ilgisine emanet edilen topluluklar arasında bir yakınlaşmaya yol açmalıdır. Aynı şekilde Büyük Britanya ile Mısır arasında da sonuç olarak karşılıklı güvene dayanan ilişkilerin gelişeceğini ümit edebiliriz.” Halife, hararetle barış istiyor: “Bolşevizm sonunda kendi kendini yola getirmek zorunda kalacak ve belki her şeye rağmen iyi bir şey çıkacak” diyor. “Fransız İhtilâli’ne bakınız… Terör geçti ve büyük özgürlükçü fikirler kaldı. Halklar, eninde sonunda şiddete karşı ayaklanıyorlar ve gerçek mizaçlarını takip ediyorlar; bu da, onları birbirlerini daha iyi tanımak için yakınlaşmaya itiyor. İslâm ve Batı arasında mutlu bir işbirliği hazırlanıyor”

Kiliseler arasında barış ütopyası

BÜTÜN hayatı sarayın karanlık entrikaları arasında geçmiş, çocukluğundan beri başının üzerinde ölümün dolanıp durduğu, savaşlara, ihtilâllere, katliamlara, suçlara tanık olmuş bu sürgün, hâlâ önce kiliseler arasında başlaması gereken barışın nihaî zaferine inanmak istiyor. “Ben henüz veliahtken” diye anlatıyor; “İstanbul Katoliklerinin Papa’ya sundukları bir heykelin açılış törenine başkanlık etmek istemiştim. Aynı Tanrı’ya hizmet etmiyor muyuz?” Roma Papalık hükümdarına saygılarını sunan heyetin başında müstakbel bir Halifenin bulunmasından daha şaşırtıcı bir gösteri düşünülebilir mi? Bu inançlı gençlik davranışından söz ederken Halife tatlı tatlı gülümsüyor. Akşam sessizce çöküyor. Yüksek pencereler arasından deniz uzakta, pembe ve siyah bir renk alıyor. Çalışma masasının köşesinde küçük gri bir cilt üzerinde son bir ışık hüzmesi daha var. Eğilerek bakıyorum; Osmanlı’nın sonu olarak planlanan ve Türk halkının Lozan’da yırttığı Sevr Antlaşması bu.

Ankara da halifenin anılarının peşinde

ANKARA’NIN da anıların peşine düştüğü anlaşılıyor; 1935 yılında Marsilya Konsolosu Başbakanlığa yazdığı bir yazıda; Halifenin “öteden beri hâtıralarını yazmaktan geri durmamış olduğu”na işaret ediyordu; eğer “Aldülmecit’’in evrakından bir parçası olsun elde edilebilse, çok önemli belgeler ele geçirilebilir, çok önemli sırlar öğrenilebilirdi.” Unutulmasın ki, sadece iki yıl önce 1933’de Kâzım Karabekir’in anıları daha matbaada ele geçirilmiş ve yakılmıştı. Anlaşılan iktidarın anılarla bir alıp veremediği vardı! İlgilenenler benim “Muhalif Sesler” kitabıma da bakabilirler. Orada epey bilgi bulunuyor.

Hiç yorum yok: