Bir medeniyet ölçüsü olarak tuvalet kağıdı
Türk basınının en eski kalemlerinden birinin yıllar önce kendine özgü üslubuyla, 'neden medenileşemediğimiz'i açıkladığı yazısını okurken içine düştüğüm hayret durumunu hala hatırlarım. İleri yaşına rağmen basının büyük gazetelerinde çalakalem yazmaya devam eden yazarın 'çetin' polemikleriyle uğraşmayı göze alamadıklarından mıdır nedir, en muhalifleri bile bu yazıya bir cevap olsun yazmamışlardı, ya da ben görmemiştim.
Türk aydınının medeniyet tasavvurunu faş eden bu yazı özetle şunu savunmaktaydı: tuvalet kağıdı kullanmak bir çağdaşlaşma, medenileşme gereğidir. Bir ülkenin tuvalet kagıdı tüketim miktarı o ülkenin medenilik durumunun göstergesidir. Bab-ı alinin büyük polemik üstadı batılılaşma sevdamızla 'medenileşme' durumumuzu aynı kefeye koyarak tuvalette su kullanmaya devam ettiğimiz sürece medeni toplumlar seviyesine çıkamayacağımızı savunuyor; medeniyet anlayışını da tuvalet kagıdına indirgiyordu. Türk aydınlarının batının düşüncesinden, tefekküründen çok biçimsel yönüyle, gardropuyla ilgilendiği çok tekrarlanan bir husustur. Ancak bu "çetin" polemikçinin işi tuvalet kağıdına kadar indirme cesaretindeki seviye düşüklüğü de az bulunur bir örnekti.
Kendine ait ne varsa hepsinden iğrenen garbzede bir aydın örneği olması bir yana, içinden çıktığı toplumu da bu kadar aşağılamasına rağmen hala itibar görüyor olması tuhaf bir durum. Muhteşem bir medeniyeti yaşamış, inşa etmiş ve o medeniyete çok şey katmış bir toplumu 'antropolojik bir vaka' düzeyine indirgeyip tuvalet dersi vermesi batılılaşma maceramızın nerelerde takılıp kaldığına iyi bir örnekti.
Tuvalet kağıdı kullanmayı medeniyetin turnusol kağıdı gören yaşlı polemikçi basınımıza kendi soyadından iki isim daha kattı. İşlek kalemleri bir yana turnusol kagıtları pek değişmedi.
Yeni nesil olması nedeniyle belli komplekslerden, kalıplardan kurtulmuş olmaları beklenen bu kalemlerden birinin sel felaketi üzerine yazdığı yazıyı okurken babasının yıllar önce medeniyet göstergesi olarak tuvalet kağıdına övgü yazısını hatırladım.
Selden ölenler üzerine yazdığı yazıda haklı olarak bunca yıldır sürdürülen aymazlığa, tedbirsizliğe, sorumsuzluğa karşı çok güzel bir eleştiri yapmış. Sonuçta başımıza gelen felaket temelde bir ahlak sorunu. Aç gözlülüğün, rantçılığın, çarpık şehirleşmenin önümüze koyduğu acı fatura. Üstelik bu felaketle ilk kez karşılaşmıyoruz. 14 yıl önce de taşan dereden ders alınmadığı gibi bundan sonra da gerekli ders alınacağından da emin değiliz.
Toplumu eleştirip, yöneticileri uyarırken temel kalkış noktası Türk aydınlanmacılarına özgü pozitvist bir yorum dikkat çekiyor. İnsanlığın yaratıldığından beri doğayla başa çıkmaya çalıştığı tezinden başlayıp uygarlığın temelini bu kavgaya bağlayan beylik ifadelerle devam etmiş. Öyle ya. uygarlık, doğanın şiddetine mağlup olmamayı öğrenmek demek olduğuna göre demek ki yeterince ezememişiz doğayı.
Doğayı boğuşup alt edilmesi gereken vahşi bir güç olarak algılayan medeniyet tasavvurunun dünyayı ne hale getirdiğini görmemek için bunca sel felaketi yaşamak da yetmiyormuş.
Evreni, tabiatı ilahi bir harmoni olarak görüp onunla uyum içinde bir dünya kurmak yerine, bir düşmanı yok etmek istercesine her türlü dengesini bozma pahasına tabiata meydan okuyan modern dünyanın geldiği sonuç bu değil mi? Adeta emanete ihanet eden insanoğlunun ödemek zorunda kaldığı bir bedel değil mi yaşananlar.
Sorun mikro düzlemde alınacak tedbirlerle sınırlı değil. Adım adım gelmekte olan küresel dengesizliğe neden olan insanın kendine, evrene bakışı, medeniyet anlayışında yatıyor.Makro düzlemde kainata nasıl yaklaştığımız, tabiatla kurulan ilişkinin mahiyeti ve bunu kaçınılmaz sonuçlarıyla alakalıdır.
Bir yanda tabiata savaş açarak onu yenmeye and içmiş, kazanmayı, çıkarı kutsamış modern insanın kurduğu bir medeniyet diğer tarafta makro ölçekte dengesi alt üst olan çevrenin, tabiatın, kozmosun bize geri dönen sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bu aç gözlülükle beton yığını şehirler inşa ediyor, daha çok kazanmak hırsıyla geleceğimizi tüketiyoruz. Batı uygarlığı bugün geldiği noktada bu aç gözlülüğü, kazanma hırsını daha incelikli yöntemlerle yapıyor. Vahşi kapitalizmden ders alsa da tüketim ve kazanma hırsını terk etmeyen ve daha da sistematik hale getiren ve bedelini de gelişmemiş ülkelere fatura etmeye kalkan küresel bencillik söz konusu. Tüketim çılgınlığı alabildiğine tahrik edilirken yüzeysel bir çevrecilik bunu önlemeye yetmiyor.
İnsanın kendine, tabiata, evrene karşı bakışını yeniden düşünmeden, ilahi olanla sağlıklı bir ilişki kurmadan, aşkın olan gerçekle temas etmeden bu dengeyi kurması imkansız.
Medeniyeti tuvalet kağıdında aramaya devam eder, maddi azgınlıkları önceleyen şehirler kurmayı sürdürürsek, sel sularına kapılmamız kaçınılmaz olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder