5 Kasım 2012 Pazartesi

Osmanlı hanedanı neyimiz olur? - Akif Emre


Geçen hafta vefat eden Osmanlı hanedanından Şehzade Ertugrul Osman'ın cenazesi vesilesiyle tarihle kurduğumuz ilişki yeniden gündeme geldi. Osmanoğulları'na bakışımız aslında tarihle kurduğumuz (ya da kuramadığımız) patolojik ilişki biçimini bir kez daha ortaya çıkardı.
Medyada yer alan , "Osmanoğulları'na bu hayranlık da ne oluyor, bunlar da kim" anlamına gelen yorumlar, fikir kalitesi bakımından mevzu bahis etmeye bile değmeyecek kalitede. Hem tarih şuuru hem tarih bilgisi bakımından hayli perişan yazılar çıktı.
Belki modernlik bağlamında Osmanlı kültürü ve bugünkü Osmanlıyı sahiplenenlerin durumu açısından H.Bülent Kahraman'ın (28 Eylül 2009, Sabah) tam işlemediği ama değinip geçtiği husus önemliydi. "...Kimse kusura bakmasın dünyanın en büyük kültürlerden birini yaratmış Osmanlıya yakışır bir vakardan eser yoktu" diye tarif ettiği cenazedeki görüntüyü eleştiriyordu. Ve ailenin görüntüsü ile cenazeye sahip çıkan kitle arasındaki çelişkiyi vurgulayarak; vizyon ve misyon olarak çok farklı bir profil çizdiğini belirterek, ilave ediyor: Beyefendi tam bir Amerikalı işadamıydı. Aile üyelerinin de pek "sokakta algılanan" hanedan ve Osmanlı hakikatiyle ilintisi olmadığını özellikle altını çiziyor.
Kahraman2ın eleştirisindeki anahtar kavram olarak "sokaktaki algı" tanımı üzerinden çözümleme yapmanın hayli açıklayıcı olacağını düşünüyorum.
Dünyanın en büyük kültürünü yaratmış Osmanlıya yakışmayan görüntünün en azından sosyolojik analizini yapmadan önce Osmanlı hanedanına bir göz atalım. Osmanlı batılılaşmasının en radikal uygulamalarının sarayda başlamış olması, "gavur padişah" yakıştırmasını hak edecek kadar radikal uygulamalara imza atanlarla, İslam birliği idealini, hilafetin gücünü, İslamcılık siyasetini evrensel boyutlara çıkaran padişahın da aynı ailenin mensupları olduğunu unutmamak lazım. Beş parasız kendini yaban ellerde perişan halde bulan bir ailenin dünyanın dört bir tarafına savrulan mensuplarının da farklı farklı oldukları bir gerçek. Anadilini bile zor konuşacak duruma düşmüş bir ailenin her birinin Osmanlı misyonunu taşıması beklenemez. Kaldı ki, aile bu ülkeyi zarara sokacak hiç bir eylem ve sözde bulunmamaya bilinçli olarak gayret göstermesi bile Cumhuriyet seçkinleri için bir takdir vesilesi olmalıydı.
Ertuğrul Osman'ın "Amerikalı işadamı görünümü" yada diğer aile mensuplarının batılı hayat tarzına sahip olmaları bu anlamda hanedana vefa duygusuyla toplanan "sokaktakiler" açısından bir çelişki anlamına da gelmez. Aynı aileden mülteci durumunda oldukları ülkenin pasaportunu bile ömür boyu almayı reddedenlere bizzat şahit oldum.
Gelelim "sokaktakiler"le "üst kültür" arasındaki çelişkiye...Hiç kimse kusura bakmasın bundan utanması gereken varsa o da herkesten önce Cumhuriyet seçkinleri ve kendini Osmanlı medeniyeti ve üst kültürü karşısında konumlandıran aydınlardır.
Cumhuriyer seçkinleri ülkeden sadece Osmanlı hanedan mensuplarını kovmadı. Osmanlıyla ailesiyle birlikte bir medeniyeti, kültürü, hayat tarzını, entelektüel birikimi, davranış biçimleriyle insan tipini kovdu. Daha doğrusu kovduğunu sandı. En azından Osmanlının temsil ettiği ne kadar üst kültür ve entelektüel birikim ve hayat tarzı/algısı varsa topyekün görünür plandan sistematik biçimde yok etmeye, bastırmaya çalıştı.
İstanbul kültürü ortadan silinmek istendi mesela. Türkçede bile İstanbul Türkçesi değil bir tür taşralılık anlamına gelen Ankara ağzı esas alındı. Üniversite tasfiyeleriyle müderris ve entelektüeller akademik kurumlardan uzaklaştırılarak bir geleneğin sürekliliği, canlılığı öldürülmüş oldu. O "İstanbul beyefendisi" tipi mahzenlere mahküm edildi. İttihat Terakki'nin devamı olan, sonradan görme taşralı bürokratlar bir anda seçkinler zümresine dahil olduklarını düşünerek, karşısında ezildikleri İstanbul yani Osmanlı kültüründen adeta intikam alırcasına yok etmeye çalıştıkları gerçek. Sorun sadece batılılaşma, modernleşme sorunundan ibaret değildi kuşkusuz. Bir medeniyet değişimi projesine dönüştürülerek, o medeniyeti temsil ettiği varsayılan, sembolize eden her unsura "sonradan görme"lere özgü bir hoyratlık sergilendi.
Şimdilerde Osmanlı üst kültürü ile ona sahip çıkan dini hassasiyete sahip kitlelerin arasındaki çelişkinin temelinde bu ittihatçı taşralık öfkesi yatar. Dine, tarihe, bu toplumun ait olduğu kültüre dair her değere savaş açarak, kendi kendini sömürgeleştirme başarısını gösteren bir seçkinler zümresinden söz ediyoruz. Dinin şehir hayatından sürülmesi, entelektüel sınıflardan uzak tutulması buna bağlı kültürü, dolaylı olarak Osmanlı geleneğini yaşatacak seçkinlerden, aydınlardan mahrum kalması sonucunu doğurdu.
Dini savunanların köylülerden oluşması ile Osmanlı birikiminin kesintiye uğratılması arasında hiç bağlantı olmadığı söylenebilir mi?
Neden yeni yapılan camiler estetikten yoksun, neden İslam sanatı, düşüncesi rafine ürünler verememektedir hala? Eğitimi, geleceği elinden alınan bir kültüre "sokaktakiler" sahip çıkarak yeni bir şehirli kültür oluşturmaya çalışıyor. Kendi üniversitesinden, entellektüel ortamından yoksun bırakılmış bir kitlenin bir kültürü yeniden üretmeye çalışmasından doğan çelişkisinden bahsediyoruz.
"Sokaktakiler"i aşağılamak yerine "dünyanın en büyük kültürlerden birini yaratmış Osmanlı"yı "sokağa fırlatan, yok etmeye" çalışanlar kendileriyle, tarihle yüzleşseler daha iyi olacak.

Hiç yorum yok: