Tartışmaları bitirebilecek yazı dizisi, “Kemalist Cumhuriyet” gerçeği (1)
“Korku üzerine hâkimiyet bina edilemez. Toplara dayanan hâkimiyet payidar olmaz. Böyle bir hâkimiyet ya da diktatörlük ancak ihtilal zamanında geçici bir süre için lazım olur.” Mustafa Kemal, 1930 (1)
Ne yazık ki gerçeklerimizi kendi tarihimizden öğrenme şansımız bulunmamaktadır. En azından şimdilik…
Sayın Süleyman Demirel, “Halkımız gerçekleri öğrenmeye daha bir yüzyıl daha hazır değildir.” Demiş olsa da;
Birkaç yüz çadırdan bir cihan imparatorluğu kurmuş bir milletin,
“Hasta adam artık komadan çıkamaz!”, denilerek, dünyanın en güçlü devletlerinin üzerine bir kara bulut gibi çöktüğü, mirasını paylaşmaya hazırlandığı bir dönemde dahi ülke topraklarını büyük sıkıntılarına rağmen beş cephede bir milyon askerle korumaya çalışan bir milletin kendisi ile ilgili her şeyi öğrenmeye hakkının olduğunu düşünenlerdeniz.
Davası için ölmeye hazır olan, her türlü gerçeği ile yüzleşmeye de hazırdır.
* * *
İçerik tarafsız ve yorumsuz olarak verilmektedir.
Okuyanların olası soru ve görüşleri, mümkün olursa karşı iddiaları ile birlikte, dileyenleri için daha hızlı ve yer kısıtlaması olmadan kişisel web sitemizden de cevaplandırılabilecektir. (www.canmehmet.com)
Yararlandığımız önemli kaynaklar;
1) Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, 4. Baskı, Ankara, 2010
2) Modern Türkiye tarihî, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007, Carter V. Findley, I.Baskı, Ekim 2011, İstanbul
3) Türkiye’nin Yeniden doğuşu. Clair Price
4) Yükselen Hilal, Türkiye’nin Dünü, Bugünü ve Yarını, Ernest jackh
5) Doğu sorunu, Matthew Smith Anderson
6) BOZKURT, H.CC. Armstrong,
7) Tanık, Bir Arayışın Hikâyesi, Otobiyografi, John Godolphın Bennett
- Türkiye’de çağdaşlaşma, Niyazi Berkes
9) Osmanlı’dan günümüze kimlik ve ideoloji, Prof. Dr. Kemal H. Karpat
10) “Atatürk’e nasıl vize verdim, İngiliz İstihbarat Subayı Yüzbaşı Bennett Anlatıyor.” Nezih UZEL
11) Kazım Karabekir Paşa günlükleri, I-II cilt. YKB yayınları
12) Türkiye Cumhuriyeti’nde tek-parti Yönetimi’nin kurulması 1923-1931, Prof. Dr. Mete Tunçay. Tarih vakfı yurt yayınları.
13) Türkiye Cumhuriyeti tarihi, Devrimler ve tepkileri, Mahmut Gologlu, İş Bankası, Kültür yayınları,
14) İrade-i Milliye gazetesi (14 Eylül 1919 tarihinde de çıkarılan ilk gazete. İlk sayıda, gazetenin yayınlanmasından 10 gün önce toplanan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’in kongreyi açış nutku ile padişaha, sadrazama ve itilaf devletlerine çekilen ariza ve muhtıralar yer almaktadır.)
15) NUTUK,
* * *
Aşağıda işgal ve Kurtuluş Savaşına giden süreç, uluslararası yetkinliği ispatlanmış saygın -profesyonel- tarihçilerin kaleminden verilecektir.
Umarız, meraklısının kafasındaki birçok soruyu cevaplayabilecek veya cevaplanmasına giden süreç için bir kapı açmış olacaktır.
* * *
“Kemalist Cumhuriyet…”
-Hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanağı milli hâkimiyettir. Mustafa Kemal. (2)
-Devrimler milletlerin hayatında kaçınılmazdır. Despotizmle sonuçlanabilirler ancak daha önceden milletlere kapanmış olan yolları da açarlar. Milovan Djulas, ‘The New Class’, 1957. (3)
…
“1918’in sonlarında artık Avrupa’nın Hasta Adamı’nın ölmek üzere olduğu görülüyordu. Jön Türk yöneticilerinin diktatörlüğüne karşı öfke bir süredir iyice kabarmıştı. İtilaf ordularının ilerleyişi bu öfkenin artık dayanamayacağı bir anda diğer bir kuvveti ortaya çıkardı.
Temmuz’da yeni padişah, Abdülhamid’in küçük kardeşi Mehmed Vahdettin Osmanlı tahtına geçmişti.
Ekimde Jön Türk nazırları istifa etti ve Padişah, bir ateşkes sağlamak vazifesi ile Ahmed İzzet Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. (4)
Üç günlük ön görüşmelerin ardından bahriye nazın Rauf Bey’in (5) İdaresindeki Türk heyeti 29 Ekim’de Limni adasında Mondros açıklarında demirlemiş olan H.M.S. Agamemnon gemisine çıktı ve ertesi gün mütareke imzalandı.(6)
Jön Türk paşaları Talat, Enver, Cemal Alman elçiliğinin gambotuyla Karadeniz’in karşı kıyısına kaçtılar. Altmış gemilik bir İtilaf donanması Çanakkale boğazının suskun topları önünden geçerek 13 Kasım’da İstanbul limanına demir attı.
İzzet Paşa’nın sadaretteki görevi sadece yirmi beş gün sürdü. Vazifesi olan mütarekeyi sağladıktan sonra yerini eski bir sadrazam ve Londra büyükelçisi olan Ahmed Tevfik Paşa’ya bıraktı. Böylelikle İngilizlerin teveccühünün kazanılması umut ediliyordu.
Bu sırada 8 Aralık’ta İstanbul’da İtilaf kuvvetlerince bir askeri idare kuruldu. Müttefikler şehrin çeşidi mahallerini işgal etti; liman, tramvay, jandarma ve polis üzerinde sıkı bir denetim kuruldu.
8 Şubat 1919’da Fransız generali Franchet d’Esperey tıpkı yüzyıllar öncesinin Fatih Sultan Mehmed’i Rum nüfus tarafından kendisine hediye edilmiş beyaz bir atın üzerinde şehre girdi.
İmparatorluğun Arap eyaletleri çokta müttefiklerin eline geçmiş ve onlara bağımsızlık vaat edilmişti.
İtilaf kuvvetleri artık Türk vilayetlerini de tehdit etmeye başlamıştı.
-Fransız askerleri Suriye’den Çukurova ve Adana’ya doğru ilerlediler.
-İngiliz birlikleri ise Çanakkale Boğazı’nı, Samsun ve Antep’i, Anadolu demiryollarının tamamı ile birlikte diğer stratejik noktalan işgal ettiler.
-29 Nisan 1919’da İtalyanlar İtilaf kuvvetleriyle yapılmış gizli bir anlaşma ile, kendilerine tahsis edilmiş bölgeleri ele geçirmek üzere Antalya’ya çıktılar.
İstanbul’da ise yeni Sultan, ağabeyinin izinden yürümek ve gidişatı şahsen denetim akma alma eğilimindeydi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yıkılmış, liderleri yurtdışına kaçmıştı. 21 Aralık’ta Padişah, Meclis-i Mebusan’ı feshetti ve 4 Mart 1919’da kayınbiraderi Damat Ferit Paşa’yı sadrazamlığa getirdi.
Ekim 1919’dan Mart 1920’ye kadar geçen altı aylık dönem hariç, Damat Ferit Paşa Ekim 1920’ye kadar görevde kaldı. Ardından Ahmed Tevfik Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun son sadrazamı olmak üzere iki yıllık bir süre için tekrar Bab-ı Âli’ye dönerek sadrazam oldu.
Padişahın ve nazırlarının önündeki ilk görevlerden biri Jön Türkler’in son kalıntılarını da ezmekti. 26 Kasım 1918’de Enver ve Cemal Paşa hakkında Divan-ı Harp’te gıyaben dava açıldı. 1 Ocak 1919’da ordudan atıldılar, aynı ayın sonunda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eski lider ve destekçilerine karşı bir dizi tutuklama ve soruşturma başlatıldı.
Başkentteki yeni liderler arasında bile bağımsız yaşama arzusu hüsranla sonuçlanmış görünüyordu ve siyasi tartışmalar Türklerin nereye tabi olacağı sorusuna ve Amerikan mandasının mı, yoksa İngiliz mandasının mı daha faydalı olacağı tartışmasına odaklanıyordu.
Aslında pek az umut vardı. Neredeyse hiç kesintisiz sekiz yıllık bir savaştan tükenmiş olarak çıkan bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu yenik biçimde sırt üstü düşmüş, başkenti işgal altında, yöneticileri ise firardaydı.
Ülke parçalanmış, yoksullaşmış, nüfusunu kaybetmiş ve morali çöküntüye uğramıştı. Yenik ve cesaretini kaybetmiş Türk halkı galiplerin onlara zorla kabul ettireceği şeylerin hemen hepsini kabule hazır görünüyordu.
Neredeyse hepsini, ama tamamını değil; zira müttefik savaş gemilerinin koruması altında bir Yunan ordusu Mayıs 1919’da İzmir’e adım attığında, Türklerin kor halindeki öfkesi nihayet söndürülmesi mümkün olmayan bir ateşe dönüştü.
Yabancıların yerleşik olduğu uzak vilayetlerin kaybedilmesi sineye çekilebilir, hatta başkentin işgal edilmesine dahi tahammül edilebilirdi, zira işgalciler yenilmek bilmez Batı’nın büyük ve muzaffer güçleriydiler.
Askerleri er ya da geç geldikleri yere geri döneceklerdi. Ama Türk Anadolu’nun tam kalbine eskiden onlara tabi olmuş bir komşu halkın yerleştirilmesi tahammül sınırının ötesinde bir tehlike ve hakaretti.
İzmir şehri ve çevresi ciddi miktarda Rum nüfusu barındırıyordu ve zaten Şubat 1919’da Yunan Başbakanı Venizelos Paris’teki Barış Konferansı’nda İzmir üzerinde resmen hak iddia etmişti.
Aynı şekilde İtalyanlar da artık hükmü kalmamış olan St. Jean de Maurienne anlaşmasından dolayı İzmir üzerinde hak iddia ediyorlardı ve İtilaf devletleri aslen İtalyanların önünü kesmek maksadıyla Yunan ordusunun çıkması konusunda fikir birliğine varmışlardı.
15 Mayıs 1919’da İngiliz, Fransız ve Amerikan savaş gemilerinin koruduğu Yunan ordusu İzmir’de karaya çıktı; şehri ve civar bölgeleri sistemli biçim de işgal ettikten sonra iç kısımlara gitmek üzere doğu istikametinde ilerlemeye başladılar.
Yunanlılar daha başından geçici bir işgal için gelmediklerini, kalıcı olarak o topraklan almaya geldiklerini açıkça gösterdiler. Ege’nin her iki kıyısında kurulacak olan büyük Yunanistan’ın topraklan içine batı Anadolu da katılacak ve böylece ‘Büyük Fikir’ (‘Megalo İdea’) yani Yunan ve Hıristiyan Constantinople İmparatorluğu’nun eskide kalmış ihtişamı yeniden tesis edilecekti.
Bu Bizanslı “Büyük Fikir”in Osmanlı Türk devletine yönelik olarak yarattığı nihai tehdit gözü olan herkesin görebileceği kadar açık ve netti.
Yunan işgalinin Türk halkında yarattığı infial işgal edilen bütün bölgelerde hissediliyordu. Türklerin tepkisi hemen geldi ve şiddetli oldu.
İşgalci güçlerin topları altındaki İstanbul’da büyük protesto gösterileri yapıldı, gizli bir direniş hareketinin ilk adımları atıldı. 23 Mayıs’ta Sultan Ahmed Meydanı’nda büyük, kitlesel bir yürüyüş yapıldı.
Anadolu’da 28 Mayıs tarihinde Ödemiş’te ilk silahlı çatışma yaşandı.
Küçük bir grup Türk, Yunan güçlerini durdurmak için başarısızlıkla sonuçlanan bir mücadele verdi. Böylece Yunanlıların ilerleyişine koşut olarak bir gerilla savaşı alevlendi.
Türkler, işgalcilere karşı ayağa kalkmaya hazırdı, sadece önderleri bekleniyordu.
Devam edecek…
-Kuvvetle muhtemeldir; Eğer, İzmir İşgal edilmemiş olsaydı, Kurtuluş Savaşı olmayacak, başlamayacaktı….
(1-2-3) Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis
(4) İzzet Paşa için bak. İnal, Sadrazamlar, s. 1973-2028.
(5) Hüseyin Rauf Orbay 1881’de doğdu. Hamidiye zırhlısının komutanı olarak kazandığı basanlarla kahraman haline gelen bahriye subayıydı. Daha sonra milli mücadele de önemli bir rol üstlendi. İdaresindeki Türk heyeti 29 Ekim’de Limni adasında Mondros açıklarında demirlemiş olan H.M.S. Agamemnon gemisine çıktı ve ertesi gün mütareke imzalandı.
(6) Mütareke ile ilgili olarak bak. Jaschke, “Die Vorgeschichte des Waffenstillstandes von Mudros”, Or.-Rund., xviii (1936), 49-51 ve orada zikredilen kaynaklar ve WI, n.s., ii (1952), 126-8. Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi (1948), s. 23 v.d. Mütarekeden sonraki dönem için Jaschke’nin esas olarak Türk matbuat ve resmi kayıtlarına dayanan tarihsel takvimi eşi bulunmaz bir kaynaktır. Jaschke ve E. Pritsch, “Die Turkei seit WI, x dem Weltkriege; Geschichtskalender 1918-28” WI, x (1929), MSOS’de ileriki sayılarda devam etmiş olan ve bazı münferit yayınlarda zikredilmiş kaynaklarla birlikte (Jaschke’nin Kalender eserinde tarihe atıfta bulunarak zikredilmiştir) Danişmend’in (yukarda sayfa 289, not 5’te zikredilen) Osmanlı Kronolojisi de İmparatorluğun son yılları için faydalı bir kaynaktır.
“Kemalist Cumhuriyet” gerçeği, Kurtuluş savaşında Rus yardımı da yoktur. (2)
Yunan işgaline Türklerin tepkisi hemen geldi ve şiddetli oldu… Anadolu’da 28 Mayıs tarihinde Ödemiş’te ilk silahlı çatışma yaşandı… Böylece Yunanlıların ilerleyişine koşut olarak bir gerilla savaşı alevlendi…
Türkler, işgalcilere karşı ayağa kalkmaya hazırdı, sadece önderleri bekleniyordu…
Devamla…
Mustafa Kemal (1) Dip notun okunması önerilir.
“…Yunanlılar İzmir’e çıktıktan dört gün sonra, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki Samsun’a vardı.
Geride kalan Türk birliklerinin dağıtılması işlemini teftiş etmek için İstanbul’da verilmiş bir emir taşıyordu.
Bu görev yerine derhal ikili bir göreve soyundu: Bir hareket örgütlemek ve bir ordu oluşturmak.
Daha sonra Kemal Atatürk adını olacak olan Mustafa Kemal 1881’de Selanik’te, orta halli bir evde doğdu. Büyükbabası Selanik’te ilkokul öğretmenliği yapmıştı; babası da önce küçük bir memurdu, daha sonra kereste tüccarı oldu. Yedi yaşında yetim kalan Mustafa Kemal, annesi Zübeyde Hanım tarafından büyütüldü.
1893 yılında annesinin isteğine karşı çıkarak Selanik’teki askeri rüştiyeye girdi ve orada Türk âdetlerine uygun olarak öğretmeni tarafından kendisine ikinci bir isim verildi. Böylece ismi Mustafa Kemal oldu. 1895’te manastır askeri idadisine gitti, 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul’daki Harbiye’ye piyade öğrenci olarak girdi. 1902’de kurmay sınıfına ayrıldı, Ocak 1905’te kurmay yüzbaşı olarak mezun oldu.
Mustafa Kemal’in Harbiye’deki yıllan Abdülhamid’in baskısının en sert biçimde yaşandığı bir döneme denk gelmişti. Okul, gizli muhalefetin en başta gelen merkezlerinden biriydi. Tüm disiplin tedbirlerine rağmen öğrenciler Namık Kemal’i ve sürgündeki Jön Türkler’in eserlerini gizlice yatakhanelerinde okuyor ve ülkelerinin sorunları, bunları düzeltecek vasıtalar üzerine fikir alış-verişinde bulunuyorlardı.
Mustafa Kemal daha sonraları o öğrencilik yıllan hakkında şunu söylemiştir:
-“Bilindik derslere çok iyi çalışıyordum. Bunların ötesinde bende ve bazı arkadaşlarımda yeni düşünceler peyda oldu. Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğunu keşfetmeye başladık. Binlerce kişiden ibaret olan Harb Okulu öğrencilerine bu keşfimizi anlatma hevesine düştük. Mektep talebeleri arasında okunmak üzere elyazısıyla bir gazete kurduk. Sınıf içinde ufak bir teşkilatımız vardı. Ben idare heyetinde bulunuyordum. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.” (2)
Kaçınılmaz olarak çıraklık çağındaki bu örgüt üyeleri ihbar edildi ve tutuklandı. Birkaç aylık bir tutukluluk döneminin ardından Mustafa Kemal serbest bırakıldı, yan görev, yan sürgün, Şam’daki Beşinci Ordu’ya katılma emri aldı.
O zaman İlk defa aktif görevini Dürzi isyancılara karşı üstlendi. 1906’da birkaç arkadaşıyla birlikte gizli bir muhalefet grubu oluşturdu. Selanik’teki Jön Türkler’in hareketinde rol almış olması ihtimali de vardır.
1907’de binbaşı rütbesine yükseldi ve Makedonya’da bulunan Üçüncü Ordu’ya tayin edildi. Ardından gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti ile temasa geçerek onların çalışmalarında yer aldı. Ne var ki Jön Türk önderleri ile arasındaki ilişkinin çok samimi olmadığı anlaşılıyor; 1908 Devrimi’nde onun ön saflarda yer almadığını görüyoruz.
Devrim’den sonra bir süre siyasetten uzak durdu ve kendini askerlik mesleğine adadı. General Litzmann’ın takım talimi (1909) ve muharebe talimine (1910) dair yazdığı el kitaplarını tercüme ederek yayınladı7 1910 yılında Picardy’deki büyük Fransız askeri tatbikatlarına katılmak üzere ilk kez Avrupa’ya gitti.
İtalya ve Balkan Savaşları’nda birçok cephede göze çarpan işler yaptı ve ardından gelen sıkıntılı ban sürecinde askeri ataşelik göreviyle Sofya’ya gönderildi.
1915 yılı başlarında kendi acil talebi üzerine savaşa katılmak üzere Türkiye’ye geri çağırıldı. Marmara Denizi’nin Avrupa kıyısında bulunan Tekirdağ’da henüz kurulma aşamasında olan ‘adeta hayali” 19. Tümen komutanlığı verildi. Birliğiyle birlikte oradan Gelibolu yarımadasına gitti.
1915’te muazzam İngiliz saldırısına karşı başarıyla yürütülen Boğaz savunmasında yaşamsal bir rol oynadı.
Başkenti işgalden kurtaran bu zafer savaş boyunca Osmanlı ordularının kazandığı birkaç büyük başarıdan biriydi. Ayrıca bu zafer Mustafa Kemal’in yükselmesine, tanınmasına ve İstanbul’dan yüzlerce kilometre uzağa, Doğu cephesine tayin olmasına neden oldu.
Zira böylesi muzaffer bir milli kahraman İstanbul’da göze batabilirdi.
27 Şubat 1916 tarihinde general (paşa) rütbesiyle Diyarbakır’da bir komutanlık görevi üstlendi. Ruslara karşı giriştiği hızlı bir hamle sayesinde Bitlis ve Muş’u yeniden Türkiye’ye (7-8 Ağustos 1916) kazandırırken aynı zamanda yeni bir şeref elde etmiş oldu.
Suriye ve Kafkaslar’da görevini devam ettirdikten sonra 5 Temmuz 1917 tarihinde yeni kurulmuş olan Yedinci Ordu komutanlığına getirildi. Bu ordu. Alman generali Falkenhayn idaresindeki “Yıldırım Orduları Grubu” adıyla bilinen kuvvetin Suriye’deki kolunu oluşturacaktı. Falkenhayn ile arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda Mustafa Kemal istifa ederek Ekim 1917’de İstanbul’a geri döndü.
Bu olayı, Avrupa’ya yaptığı iki ziyaret izledi. Biri veliaht Mehmed Vahidettin ile birlikte çıktığı Almanya gezisi, diğeri de tedavi için çıktığı Avusturya seyahati. Temmuz 1917’de hâlâ hastalığının verdiği zayıflık sürerken İstanbul’a döndü ve 7 Ağustos’ta Filistin’de Yedinci Ordu komutanlığını tekrar üstlendi.
Altı hafta sonra 17 Ekim’de Allenby, Kudüs’ün kuzeyinde nihai bir saldırı başlattı. Böylece Suriye ve Filistin’den Türk ve Alman kuvvetleri çıkarılmış oldu. Mustafa Kemal Halep’in kuzeyinden son ve ümitsiz bir mücadele hazırlığı yaparken Mondros ateşkes antlaşmasının imzalandığı haberini aldı.
Ertesi gün 31 Ekim’de Liman von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları grup komutanlığına atandı. İki hafta sonra ise bu ordu grubu dağıtıldı, o da İstanbul’a çağırıldı. 13 Kasım günü, yani İtilaf donanmasının geldiği gün İstanbul’a vardı.
Türkiye’deki tek muzaffer general olarak taşıdığı itibara rağmen Mustafa Kemal’in de yapabileceği fazla şey yoktu.
Padişah ve arkadaşları her türlü milliyetçi ideolojiye şiddetle karşı çıkıyordu, zira onlara göre İmparatorluğun çöküşüne neden olan bütün talihsizliklerin altında bu vardı.
Bu yüzden işgalcileri olduğu kadar, kurulu düzeni de tehdit edebileceğini düşündükleri isyana dönük her halk hareketinin şevkini kırmak için tetikte bekliyorlardı.
Böylelikle Türk kuvvetlerini silahsızlandırmaya devam ettiler ve İtilaf devletlerinin ardı ardına ateşkes şartlarına aykırı hareketlerini kabul ettiler.
İzmir’deki Türk birliklerine verilen emir, Yunanlılara karşı hiçbir direniş göstermemeleri yönündeydi. Şehirde direnişe veya karşı koymaya yönelik her hareket bastırıldı.
Mustafa Kemal, 1927’de devrim hakkında yaptığı o tarihi nutkunun açılış cümleleri arasında bu durumu kendine has bir enerjiyle tasvir etmiştir:
-“…Millet ve memleketi Umumi Harb’e sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten firar etmişler. Saltanat ve Hilafet mevkiini işgal eden Vahidettin, kararsız, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceği tahayyül ettiği aşağılık bazı tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı…” (3)
Mustafa Kemal başkentin içinde bulunduğu umutsuz durumunu kavrayıp Anadolu’ya, bir takım canlanma belirtilerinin görülmeye başladığı yere geçmeye karar verdi. Aralık 1918’de “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” adı altında ilk direniş grupları kurulmuştu. Bu gruplar ilk olarak Trakya’da ve İzmir’de ortaya çıktı; ardından Manisa ve Anadolu’nun diğer yerlerindekiler geldi ve bu gruplar düşman tehdidi veya işgali altında olan bölgelerde milli direniş hareketinin modelini belirledi.(4)
Mustafa Kemal’in işgal altındaki başkentten çıkıp Anadolu’ya nasıl geçeceği sorunu ise beklenmedik biçimde kolaylıkla çözüldü.
Onun niyetlerinden habersiz olan Padişah Mustafa Kemal’i (Haziran 1919’da Üçüncü Ordu adını alacak olan) Dokuzuncu Ordu genel müfettişliğine tayin etme konusunda ikna edildi.
Bu ordunun merkezi, Anadolu’nun Karadeniz kıyısında. Samsun’daydı. Görevi, düzeni sağlamak, Müslüman-Hıristiyan çatışmasını sona erdirmek, bölgede faaliyet göstermekte olan yan askeri çeteleri silahsızlandırıp dağıtmak ve genel olarak.
Geride kalan Osmanlı birliklerinin silahsızlandırılmasına ve askerlerin terhis edilmesine nezaret etmekti. O ise bütün bunları yapmak yerine, mevcut direniş grupları arasında irtibatı sağlamak, yenilerini oluşturmak ve Türk anavatanının istilaya karşı silahlı savunusu için hazırlık yapmak üzere işe koyuldu (5)
Bu sırada Batı’da zafer kazanmış olan İtilaf devletleri nihayet Hasta Adam’ın dünyevi mallarını tasfiye etme konusundaki düzenlemeleri tamamlama aşamasına gelmişlerdi. Londra ve San Remo’da yapılan bir dizi konferansın ardından bir antlaşma hazırlandı; İtilaf devletlerinin ve Padişah’ın temsilcileri tarafından 10 Ağustos 1920’de Sevres’de imzalandı.
Sevres Antlaşması çok katıydı. Türkiye çaresizlik içinde, parçalanmış ve gölge bir devlet olarak en zengin bölgelerini ele geçiren güçlerin ve insanların insafına terk ediliyordu.
Yenilmiş olan Almanya’ya dayatılandan çok daha ağır bir antlaşmaydı ve imzalandığı gün, Türkiye’de milli bir yas günü halini aldı.
Ne var ki asla hayata geçirilemedi.
İtilaf devletleri Padişah’ın uysal hükümetine kendi şartları dayatmakla meşgulken Anadolu’da yeni bir Türk devleti doğmaktaydı. Bu hareketin başındakiler antlaşmayı ve getirdiği şartlan baştan sona reddedip onu kabul edenleri ise vatan haini olarak mahkûm ediyordu.
Samsun’a çıkmasıyla birlikte Mustafa Kemal, Anadolu’da yoğun bir çalışmaya başladı.
Milli bir ordunun kadrolarını örgütlüyor ve bir kurtuluş savaşı için zemin hazırlıyordu.
Haziran’da Amasya’da Ali Fuad Paşa, Hüseyin Rauf Orbay ve Albay Refet Bele ile gizli bir toplantı yapmış, Erzurum’da On Beşinci Kolordu’ya komuta etmekte olan General Kazım Karabekir’le temas kurmuştu.(6) Dip notun okunması önerilir.
Hemen ardından ülkedeki bir grup askeri ve sivil yetkiliye şifreli telgraf tamimleri göndererek görüşlerini ifade etti.
Bu telgrafın giriş kısmı, gelecek yıllar boyunca sürecek olan milli hareket planının ana temasını vurgular:
1. Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir.
2. Merkezi hükümet üstlendiği mesuliyetin gereğini yerine getirememektedir. Bu hal, milletimizi yokmuş gibi göstermektedir.
3. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Telgrafın devamında, milletin sahip olduğu hakları bütün dünya önünde ilan etmek üzere her türlü müdahaleden ve etkiden uzakta bir kongre toplanması talep edilir ve her bölgeden “Anadolu’nun bu amaç için en emin mahali olan” Sivas’; gizlice temsilciler gönderilmesi yönünde çağrı yapılır. (7)
Aynı esnada Kazım Karabekir Temmuz’da Erzurum’da doğu vilayetlerinden gelecek temsilcilerin toplanacağı bir buluşma için davetiyeler göndermekteydi.
Mustafa Kemal’in faaliyetlerine dair haberler İstanbul’a ulaşmıştı ve bazı çevreleri şenlendirirken bazılarını korkuya sevk etmişti. Harbiye Nazırı, Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırdı.
Bu emir göz ardı edilince Nazır, Padişah’tan görevine son veren bir irade çıkarttırdı.
Meşru Osmanlı hükümetine karşı açık bir isyan hareketinden kaçınmaya özen gösteren Mustafa Kemal istifa ederek sivil kıyafete girdi.(8)
Böylece 3 Mart 1919’da Erzurum’da kurulan Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne yönlendi. Daha sonra Erzurum’da yasal kaydını yaptırmış olan bu cemiyet, hem kanuni bir devamlılık unsuru hem de örgütlenme aracı oldu.
23 Temmuz 1919’da Cemiyet tarafından yapılan kongre, doğu vilayetlerinden gelen temsilcilerin toplanmasıyla Erzurum’da gerçekleştirildi.
İlk gün Mustafa Kemal başkanlığa seçildi. 17 Ağustos’a kadar devam eden kongreden elde edilen en büyük başarı ileride Milli Misak olarak adlandırılacak olan bildirgenin ilk taslağının hazırlanmasıydı.
Kazım Karabekir kongre sırasında Mustafa Kemal’i ve Rauf Bey’i tutuklaması ve Mustafa Kemal’in genel müfettişlik görevini üstlenmesi için İstanbul’dan emir almış, ama bu emirlere itaat etmemişti.(9)
4 Eylül’de ülkenin her tarafından gelen temsilcilerin katılımıyla çok daha önemli olan ikinci kongre Sivas’ta toplandı. Mustafa Kemal bir kez daha başkan seçildi ve toplantıdaki tartışmaları yönetti.
Kongrenin başlıca görevi Erzurum’da alınan kararların tüm ülkeye yaymak ve Erzurum’da kurulmuş örgütü bu amaca uygun olarak yeniden uyarlamaktı. “Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”, Mustafa Kemal’in başkanlığındaki kalıcı bir temsilciler heyeti ile “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti”ne dönüştürüldü.
Bu yeni oluşum gelecekteki siyasi mücadelelerin aracı olacaktı.
Sivas Kongresi’nde ifade edilen siyasi hedefler açık seçik ve bütünlüklü değildi. Temsilciler, İttihat ve Terakki Cemiyet’ini yeniden canlandırmayacaklarına dair yemin ederek işe başlamışlar ve Padişah’a dilekçe göndermişlerdi. O kadar ileriye gittiler ki siyasetle uğraşmak gerekir mi gerekmez mi diye tartışmaya başladılar. Bu konuda bir fikir birliğine varamadılar.(10)
Bazı temsilciler bu kongrede de İstanbul çevrelerinde rağbet gören Amerikan mandası fikrini ortaya attılar ama çoğunluk tarafından desteklemediler. (11) Dip notun okunması önerilir.
Bunun yerine toprak bütünlüğünün ve milli bağımsızlığın korunması istendi ve gerektiği takdirde işgalci güçlere karşı silahlı direniş öngörüldü. Böylelikle Erzurum bildirgesinin ilkeleri teyit edildi ve bu görüşlere vurgu yapıldı.
Sadrazamın ve kabinenin suçlandığı Kongre’de her fırsata Padişah’a duyulan sadakat teyit edildi. 10 Eylül’de Mustafa Kemal. Dahiliye Nazırı Adil Bey’e telgraf çekerek şunları söyledi;.
-“Milleti padişaha sıkıntılarını arz etmekten men ediyorsunuz. Alçaklar, caniler! Düşmanlarla millet aleyhinde hain bir tertip kuruyorsunuz. Milletin kudret ve iradesini takdirden aciz olduğunuza şüphe etmiyordum. Fakat vatan ve millete karşı haince ve canice hareket edeceğinize inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza toplayın… “(12)
* * *
Ve Rusların Kurtuluş savaşında yaptıkları söylenen yardım meselesinin içyüzü;
“…Rus antlaşmasının tarihçesi için bak. Jaschke, WI, n.s., v. (1957), 44 v.d. Diğer bazı Yazarlara ek olarak, Jaschke, Sovyetlerin Kemalistlere sağladıkları para ve silahlara dair Cebesoy’un önemli tanıklığını da nakleder. Çev. N.:
-Bu dönemde Türkiye’ye Sovyetler Birliği tarafından yapıldığı düşünülen para yardımının aslında Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderildiği bugün artık bilinmektedir. Sovyetler Birliği Türkiye’ye iletmek üzere emaneten aldıkları yüz milyon rublelik bu yardımın sadece yaklaşık yüzde onluk bölümünü Ankara hükümetine teslim etmiştir.
Bak. Ayfer Özçelik, Ali Fuad Cebesoy, Akçağ Yayınları, s. 254-258, 1993; Mehmet Saray, “Milli Mücadele Yıllarında Buhara Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye Yardımı ve Cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu”, Türkistan’da Yenilik Hareketlen ve İhtilaller: 1900-1924, Osman Hoca Anısına İncelemeler, Timur Kocaoğlu (hazırlayan), SOTA, Haarlem, 2001, s. 339-346; Osman Kocaoğlu, “Rus Yardımının içyüzü”, Yakın Tarihimiz, c. I, sayı 10, Mayıs, 1972. S.341” (Bernard Lewis, sahife 341,)
Devam edecek…
-Ankara Müftüsünün az bilinen bildirisi…
Kaynaklar;
Birinci bölümde açıklananların dışında;
(1) Daha sonra Kemal Atatürk adına alan Mustafa Kemal, birçok popüler biyografinin kahramanıdır, ne var ki akademik anlamda ciddi bir araştırma hâlâ yapılmış değildir. Mustafa Kemal ve Kemalist devrimler üzerine Türk ve yabancı çalışmaları kapsayan bir kaynakça M. Muzaffer Gökman tarafından hazırlanmıştır: Atatürk ve Devrimleri Tarihi Bibliyografyası, (1963; 2157 eser). İA’da bir grup yazarın hazırladığı “Atatürk” maddesi en iyi kısa yaşam öyküsüdür (bu makalenin İngilizcesi de mevcuttur, Atatürk, Ankara, 1963) Mustafa Kemal’in anılarından bir bölümü özelikle dikkat çekicidir. Bunlar arasında Jean Deny tarafından yapılmış Fransızca tercümesi için bak. “Les Souvenirs du Gazi Moustafa Kemal Pacha”, R. Et. İslam., i (1929), 117-36, 145-222, 459-63. Kurtuluş Savaşı ve izleyen mücadelelere dair genel kabul görmüş olan anlatı, Mustafa Kemal’in kendisi tarafından Ekim 1927’de altı gün süren meşhur nutkunda nakledilir. (Türkçe metnin başlığı sadece Nutuktur ve birçok defa basılmıştır. Burada Milli Eğitim Bakanlığı’nın (1950-52) yayınladığı iki ciltlik edisyona atıfta bulunulmaktadır. İngilizcesi ise A Speech Delivered by Ghazi Mustapba Kemal başlığıyla Leipzig’de 1929’da basılmıştır. (Bu baskı görünüşe göre yetkin bir çalışma olmakla birlikte, yine de tatminkar değildir.) Bu nutukta bahsedilen olaylar Mustafa Kemal’in diğer bazı konuşmaları ve Histoire de la Republique turque (1935) başlığıyla yayınlanmış resmi Türkçe yayınlarla desteklenerek Türk Devrimi ve Cumhuriyet’e dair sonradan yazılan pek çok yazıya ilham kaynağı olmuştur. Dikkate değer bir başarı olmakla beraber Mustafa Kemal’in nutku kaçınılmaz olarak yazarının güçlü kişiliğini ve dahil olduğu mücadeleleri yansıtmaktadır. Bağımsız tanıklıklar arz eden başka Türkçe kaynaklar da mevcuttur. Bu kaynaklar genel kabul görmüş anlatıların daha ayrıntılı olarak verilmesine ve ara sıra düzeltilmesine imkan sağlamaktadır. Mehmed Arifin Anadolu İnkılabı adındaki ve Anadolu’daki mücadeleyi kaleme aldığı eseri İstanbul’da 1923 yılında yayınlanmıştır. Daha sonra General Ali Fuad Cebesoy Kurtuluş Savaşı üzerine (Milli Mücadele Hatıraları, 1953) 1920-22 arasındaki Moskova büyükelçiliğine dair (Moskova Hatıraları 1955) ve dönüşünün ardından giriştiği siyasi mücadeleler üzerine (…Siyası Hatıraları, 1957-60) bir dizi önemli anı yayınlamıştır. Kazım Karabekir’in kısaltılmış olarak yayınlanan eseri İstiklal Harbimizin Esasları (1951), (1933’te yasaklanmıştı, tam metin olarak 1960’ta İstiklal Harbimiz adıyla yayınlandı) dahil olmak üzere son yıllarda Türkiye’de birçok anı ve belge yayınlandı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Vatan Yolunda, Milli Mücadele Hatıraları (1958) Kurtuluş Savaşı’nın birçok siyasi ve askeri gazisi tarafından anlatılan özyaşamöyküsel hikayeler yığını arasında gerçekten farklı yere sahip olan büyük bir edebi çalışmadır. Milli mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti üzerine elde mevcut sayısız Türkçe ve yabancı dildeki belge yığınının tam bir analitik incelemesi hâlâ ele alınmayı bekleyen bir iştir. Türk Kurtuluş Savaşı hakkındaki genel eserler arasında erken tarihli iki eser öne çıkmaktadır: Jaschke (“Der Freiheitskampf des türkischen Volkes”, WI, xiv (1932), 6-21) ve A. J. Toynbee, RIIA, Survey, 1925 ve daha yeni bir çalışma olarak Elaine D. Smith, Origins of the Kemalist Movement 1919-23 (1959). Belirli dönemler ve meseleler hakkında faydalı malumat için bak. Jaschke “Beitrage zur Geschichte des Kampfes der Türkei um ihre Unabhângigkeit”, WI, n.s. v (1957), 1-64; ]4; Dankwart A Rustow, “The Army and the Founding of the Turkish Republic” Wld. Polit. xi (1959), 513-52; Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da, 1919-21, i (1959); aynı yazar, Trakya’da Milli Mücadele (1955-6); M. Tayyib Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken (1959-65) ve Sabahattin Selek, Milli Mücadele: Anadolu ihtilali (1965). Türk yazar İrfan Orga’nın yazdığı Phoenix Ascendant (1959) Kazım Karabekir ve Rauf Bey’in rollerinin sunumunda genel kabul görmüş anlatımlardan ayrılmaktadır. Son olarak Devrim’den bu yana Türkiye’deki hadiselerin gidişatı üzerine OM, WI ve RIIA Survey’de düzenli olarak yayınlanmış olan araştırmalara atıfta bulunulabilir. Atatürk üzerine başka eserler için Aydemir, Bayur ve Lord Kinross’un kaynakçada verilen eserlerine bakılabilir.
(2) iA, i, 720.
(3) Nutuk, i. I; karş. Speech, s. 9.
(4) Bu cemiyetler için bak. Rustow, Wld Polit., xi. 541-2; Tunaya, Partiler, s. 481 v.d.; Jaschke, WI, n.s. v. 19 v.d.
(5) Kemalist hareketin –Mustafa Kemal’in Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadar İstanbul’daki faaliyetlerini kapsayan- yarı efsaneleşmiş erken tarihçesi için bak. Jaschke’nin ifadeleri, a.g.e. s. 27 v.d. ve Rustow, s. 537-8. Ayrıca bak. Jaschke, “Mustafa Kemals Sendung nach Anatolia”, F. Taeschner ve G. Jaschke, Aus der Geschichte des islamichen Orients (1949), s. 17 v.d. ve Y. H. Bayur, Atatürk: Hayatı ve Eseri, i (1963), 244 v.d. Mustafa Kemal’in kendi hatıraları için önde gelen Türk gazetecilerinden biri olan Falih Rıfkı Atay’ın kayıtlarına bak.: Atatürk’ün Bana Anlattıkları, (1955), s. 83 v.d.
(6) Karabekir anılarında (İstik. Harb., s. 17 v.d.; Esaslar, s. 35 v.d.) Nisan 1919 başlarında komuta görevini üstlenmek üzere İstanbul’dan ayrılmadan önce Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret ettiğini, Erzurum’daki kolorduyu bir tür milli direnme vasıtası olarak kullanmak ve bu şekilde bizzat Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gelip harekete geçmesi için ortam hazırlamak yönündeki niyetini ona bildirdiğini anlatır. (Karş. Gökbilgin, i. 79; Orga, s. 7374.) Hatıraları genel anlamda. Kazım Karabekir’in Anadolu hareketindeki rolünün, (unutulmamalıdır ki, aralarının açılmasından sonra kaleme alınmış) Nutuk’ta bahsedilenden daha büyük olduğunu göstermektedir.
(7) Nutuk, i. 30-31; Speech, s. 31. Documents (Die Dokumente zur Rede 1927), no 12. Amasya görüşmelerine dair Cebesoy’un daha kapsamlı açıklamaları için hatıralarına bak., i. S. 69 v.d. Ayrıca Karabekir, İstik. Harb., s. 57 v.d.; Orga, s. 77; Gökbilgin, i. 145; Smith, s. 14 v.d.; ve WI, n.s., ii (1952), s. 130.
(8) istifası hakkında bak. Unat, “Atatürk’ün Askerlikten İstifası…”, Tar Ves., n.s., i (1955), 3-8; ayrıca Rustow, s. 546; Smith, s. 16.
(9)Erzurum Kongresi için bak: Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum (1946), s. 107 v.d.; Nutuk, i. 64 v.d.; Speech, s. 57 v.d.; Esaslar, s. 66 v.d.; Gökbilgin, i. L67 v.d.; Orga, s. 78 v.d.; Smith, s. 17 v.d. Milli Misak’ın tarihçesi İçin bak. Jaschke, “Zur Geschichte des türkischen Nationalpakts”, MSOS, xxxvi/2 (1933), 101-16.
(10) Nutuk, i. 88; karş. Speech, s. 76.
(11) Cebesoy tarafından açıklanan ve Washington’daki Senato Başkanından bir araştırma heyeti gönderilmesini talep eden bir telgrafın Sivas’tan çekildiğine dair hakikata Nutukta açıkça temas edilmemiştir. Telgrafın metni daha sonra Washington’da yayınlanmıştır. Bak. Rustow, MEJ, x (1956) 325-6; Cebesoy, i. 175-6. S. 336
“Kemalist Cumhuriyet”, Mustafa Kemal şehzade Ömer Faruk Efendi’nin Milli Mücadeleye katılmasını istemez. (3)
Ertesi gün Padişah’a ordu komutanlarından bir telgraf gönderildi. Telgrafta tahta ve hanedana olan sadakatlerini tekrar teyit edip “saltanat ve hilafete sadık ve hürmet eden yeni bir hükümetin kurulması hususunda emir buyurmasını” (1) Arzu etmekteydiler. “Umumi Kongre Heyeti” imzasını taşıyan bir başka telgraf ise Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya gönderildi. Sadrazam, saltanatın şeref ve haysiyetini ayaklar altına almakla ve milletin haklarını çiğnemekle suçlanıyordu.
“Milletin padişahımızdan başka hiçbirinize güveni kalmamıştır. Bu nedenle dilekçelerini ve şikâyetlerini ancak padişahın şahsına arz etmek zorundadırlar.
Heyetiniz… Millet ile padişah arasında bir engel olmaktadır.
Bu konudaki ısrarınız bir saat daha devam ederse millet artık kendisinin her türlü hareket ve icraatında serbest olduğu kanaatine varacak ve bütün vatanın gayrimeşru heyetinizle kesin biçimde ilişkisini kesecektir. Bu son ihtarımızdır.” (2)
Bu ani tepkilerin nedeni, İstanbul hükümetinin İngilizlerin de desteğiyle, doğudaki Kürt aşiretlerini Mustafa Kemal’e karşı kışkırtma girişimiydi. Bu çabaların etkisi pek azdı ve Kemalistlerle İstanbul arasındaki ilişkinin kopuşunu hızlandırdı.
Ne var ki başlangıçta başkentle olan ilişkiler gelişme işaretleri gösteriyordu. 1 Ekim’de Damat Ferit Paşa istifa etmiş ve yerine Kemalistler’i desteklemese de onlara açık biçimde karşı çıkmayan Ali Rıza Paşa geçmişti. Onlarla açık müzakereleri başlatacak kadar ileri gidebilmiş, ardından 20-22 Ekim tarihlerinde Amasya’da Mustafa Kemal ile Bahriye Nazım Salih Paşa başkanlığında İstanbul hükümetine mensup bir grup temsilciyle görüşebilmişti.
Hükümetin Kemalistleri fiili olarak tanıması ve Kemalist hareket planında yer alan temel siyasi ilkelerin İstanbul tarafından kabulü de dahil olmak üzere bir dizi anlaşmaya varıldı. (3)
Aralık 1919’da milliyetçi bir ikna gayretinin ve baskının sonucu olarak Osmanlı Meclisi için yeni seçimler yapıldı. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da Meclis toplandı. Kemalistler ve sempatizanları çoğunluğu elde ettiler.
Rauf Bey de dahil olmak üzere Anadolu’daki milliyetçi grup içinden bazı yeni meclis üyeleri seçildi. İki hafta sonra Meclis, Erzurum ve Sivas bildirgelerine dayanarak ve toprak bütünlüğü ve milli bağımsızlık gibi temel taleplerini dile getirerek Milli Misak’ı kabul etti.
Mustafa Kemal ve “Heyet-i Temsiliye” artık Ankara’ya yerleşmişti ve İstanbul’da kendilerine yakın duran bir meclisle birlikte konumunu kuvvetlendirmiş görünüyordu.
Bir ölçüde de hükümet tarafından kabul edilmişlerdi.Başkentteki milliyetçi destekçiler daha faal hale geldiler ve Kemalistler’e sadece sözle değil İtilaf kuvvetlerinin silah depolarına saldırılar düzenleyip yağmaladıkları mühimmatı Anadolu’ya göndererek de yardım ediyorlardı.
İtilaf devletleri bu gelişmeler karşısında alarma geçtiler ve çok sert karşılık verdiler. 3 Mart’ta Ali Rıza Paşa istifaya zorlandı, yerine 8 Mart’ta Bahriye Nazırı Salih Paşa geçti.
İtilaf devletleri yüksek konseyi, İstanbul’un işgalini daha da kapsamlı hale getirme kararı aldı. 16 Mart’ta İngilizler İstanbul’un Türk mahallelerine girdiler, İtilaf devletleri komutanı General Wilson Jön Türklerin ve diğer şüpheli görülen milliyetçi sempatizanların tutuklanıp şehirden çıkarılması emrini verdi.
Toplam olarak 150 kadar kişi tutuklandı ve aralarında Rauf Bey’in de bulunduğu bir grup mebus Malta’ya sürgün edildi. Bu insanlar 1921 sonlarında. Anadolu’da milliyetçiler tarafından tutuklanıp rehine olarak tutulan İngiliz subayları karşılığında salıverildiler.
18 Mart 1920’de İstanbul’daki Osmanlı Meclisi son kez toplandı. Meclis üyelerinin bazılarının tutuklanmasını protesto eden bir karar oybirliğiyle kabul edildikten sonra meclis kendini süresiz olarak tatil etti.
Tekrar toplanmayan bu meclis 11 Nisan’da Padişah tarafından nihai olarak feshedildi.
Bunun ardından gelişmeler belli bir noktaya ulaştı. 19 Mart’ta, Meclis kendini İstanbul’da tatil ettikten bir gün sonra Mustafa Kemal Ankara’da olağanüstü bir meclis için seçim çağrısı yaptı.
Meclis Ankara’da, 27 Aralık 1919’de “Heyet-i Temsiliye”nin kurulmuş olduğu yerde toplanacaktı. Anadolu’nun tepe üzerine kurulu bu küçük şehri artık milli direnişin merkez karargâhı ve fiilen Türk bağımsızlık hareketinin başkentiydi.
23 Nisan’da temsilciler Büyük Millet Meclisi adıyla Ankara’da toplandılar. O zaman bile temsilciler “isyankar” damgası yemelerine neden olacak herhangi bir adım atma konusunda gönülsüzdüler ve çaresizce meşru devamlılığı sağlama gayretindeydiler.
Bunu yapabildikleri sürece milliyetçiler. Padişah ve Halife olan Mehmed Vahdettin’e olan bağlılıklarını herkese duyurdular ve onu düşman elinden kurtarma arzularını teyit ettiler.
Kısa zaman sonra bu durum artık imkânsızlaştı. 5 Nisan 1920’de Padişah Damat Ferit’i yeniden sadrazamlığa getirdi ve milliyetçilere karşı açıkça ve sert bir saldırıya girişti.
11 Nisan’da Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi bir fetva yayınlayarak halifenin emri doğrultusunda asilerin öldürülmesinin dini bir gereklilik olduğunu ilan etti.
Sadrazam ise “milletin sahte vekillerini” reddeden bir beyanat yayınladı, Eylül’den beri milliyetçilerle savaşmakta olan Çerkeş Anzavur’a “paşa” unvanı verildi.
18 Nisan’da milliyetçilerle mücadele etmek üzere “Kuvva-yi inzibatiye” birlikleri oluşturuldu ve 11 Mayıs’ta Mustafa Kemal’e ve diğer milliyetçi önderlere İstanbul’da Divan-ı Harb tarafından gıyaben ölüm cezası verildi.
Padişah ve hükümeti ümitsizce her türlü dinsel, siyasi ve askeri silahı Anadolu’da yükselmekte olan bu yeni güce karşı son saldırısında kullanmaya hazırlanıyordu.
Milliyetçiler de aynı şekilde cevap verdi. 3-4 Mayıs’ta Büyük Millet Meclisi bir bakanlar kurulu (Heyet-i Vekile) tayin etti.
5 Mayıs’ta Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmed Rifat Efendi, Anadolu diğer 152 müftüsünün de katıldığı bir fetva yayınlayarak, yabancı zorlamasıyla çıkarılmış bir fetvanın geçersiz olacağını ilan etti ve Müslümanları “Halifelerini esaretten kurtarmaya” çağırdı. 19 Mayıs’ta Meclis, Damat Ferit Paşa’yı vatan haini ilan etti. (4)
Ne var ki, Padişah, Sadrazam ve Şeyhülislam gibi eski ve saygın mevkilerin taşıdığı o muazzam itibarı dengelemede bu tedbirlerin etkisi sınırlı oldu. Milliyetçilere karşı birçok yerde ayaklanmalar baş gösterdi ve İstanbul’daki makamlarca teşvik ve tasdik edilen çeşitli düzensiz kuvvetler Ankara civarında bile milliyetçilere saldırmaktan geri durmadılar.
Yunanlılara, Ermenilere ve Fransızlara karşı çoktan silahlı mücadeleye girişmiş olan milliyetçiler ise bir yandan da “Hilafet Ordusu”na karşı savunma yapmak zorunda kalmışlardı.
Ancak 1920’nin sonlarında ve 1921 yılında olaylar onların lehine döndü. Sevres anlaşmasının imzalanması Türkiye’de bunu kabul eden rejime karşı çok büyük bir duygusal değişime yol açtı.
Eski müttefikler arasında gitgide artan anlaşmazlıklar Mustafa Kemal’e ayrı ayrı ve akıllıca müzakereler yaparak konumunu kuvvetlendirme imkânı sağladı.
17 Ekim 1920’de İstanbul’da itilaf devletlerinin şiddetli baskısıyla Damat Ferit Paşa son kez görevi bıraktı ve yerine Tevfik Paşa geçti.
1921 Ocak ayında Ankara’da Heyet-i Vekile, Osmanlı Harbiye Nazırlığı’ndan istifa edip Anadolu’ya geçen ve Nisan ayında milli kuvvetlere katılmış olan Fevzi Paşa’yı [Çakmak] kendilerine başkan olarak seçti.(5)
Yunanlılara karşı yürütülen mücadelenin gelişimi Ankara rejimini milli davayla özdeş hale getirdi ve Ankara’yı desteklemek yerine ona karşı hareket etmek, Türkler nazarında bir çeşit ihanet ve dinsizlik olarak görülür oldu.
Türk-Yunan savaşı, kabaca 1920, 1921 ve 1922 taarruzlarına karşılık gelen üç ayrı devreye ayrılır.
İlkinde Yunanlılarla aralarında sayıca ve malzemece umutsuz bir orantısızlık olan Türkler kötü bir yenilgi aldılar. Yunan birlikleri hem Anadolu hem de Rumeli’de ilerlemeye başladı.
1921’deki ikinci Yunan savaşında işgalciler birçok önemli kazanımlar elde ederek iyi bir başlangıç yaptılar. Ancak Türkler toparlanmayı başardılar. 10 Ocak’ta Albay İsmet komutasındaki Türk birlikleri İnönü yakınlarında bir vadide Yunanlıları durdurdu.
İkinci ve daha önemli olan muharebe ise 31 Mart- 1 Nisan’da gerçekleşti ve tuğgeneralliğe yükselen İsmet, işgalci güçleri tekrar geri püskürttü. Mustafa Kemal’in mesai arkadaşı ve halefi olan İsmet İnönü, bu muhabereden dolayı daha sonra İnönü soyadını aldı.
Temmuz’da Yunanlılar yeniden ilerlemeye geçtiler ve Türklerle Sakarya ırmağında karşı karşıya gelene kadar devam ettiler.
24 Ağustos’ta büyük bir çarpışma oldu. Bizzat Mustafa Kemal’in idaresindeki Türk kuvvetleri kesin bir zafer kazandı. Yunanlılar batıya doğru yeni bir hatta çekildiler. Muzaffer General, Büyük Millet Meclisi tarafından verilen “Gazi” unvanıyla tebrik edildi. (6)
Sakarya zaferinin etkileri dikkate değerdi. Milli mücadeleciler artık güç sahibi bir etken olarak uluslararası çapta kabul görmüştü, bazıları da Türkiye’nin gerçek hükümeti olarak tanıyordu. Sovyetler daha Mart 1921’de onlarla aradaki sınırı belirleyen ve dostane ilişkiler kuran bir antlaşma imzalamıştı. (7)
Not; Meraklıları Rusların yardımı ile ilgili olarak 7 sayılı dip notu okuyabilirler.
Ardından Fransızlar da aynısını yaptı. Ekim’de milli mücadelecilerle yeni bir Türk-Fransız antlaşması imzalandı.
Bu antlaşmayla, Türkler lehine yeni bir Suriye sınırı çiziliyordu ve bu sınır, Sevres’de belirtilmiş olandan çok daha iyiydi. Ayrıca Fransızların Çukurova bölgesini boşaltması öngörülüyordu.
İtalyanlar ise sadece Oniki Ada’yı ellerinde tutma şartını muhafaza ederek, güney Anadolu’da tuttukları bölgelerden çekildiler.
Çekilmeler ve antlaşmalar milli mücadelecilerin askeri konumlarını güçlendirmekteydi, buna ek olarak büyük miktarda silah elde etmeye de başlamışlardı.
Türklerin gücü gitgide artarken, Yunanlılar ülkelerindeki iç çatışmalar, rejim ve siyaset değişikliği nedeniyle zayıflıyorlardı. Ağustos 1922’de savaşın üçüncü ve son aşaması başladı.
Türkler Dumlupınar’da ezici bir zafer kazandı ve Yunanlıları önlerine katarak 9 Eylül’de İzmir’i tekrar aldılar. Böylece Anadolu’nun yeniden fethini tamamladılar.
Mustafa Kemal artık mücadeleye Rumeli’de devam etmeye ve Yunanlıları Trakya’nın doğusuna püskürtmeye hazırlanıyordu. Bunu başarmak için hâlâ İtilaf devletlerinin işgali altında olan Çanakkale Boğazı’nı geçmek zorundaydı.
Fransız ve İtalyan birlikleri çekildi, fakat İngilizler kaldı.
Bir süre için İngiliz-Türk çarpışması kaçınılmaz gibi göründü.
Nihayet İngilizler Mustafa Kemal’in taleplerine boyun eğdiler ve 11 Ekim 1922’de Mudanya’da bir ateşkes antlaşması imzalandı.
Antlaşmanın şartlarına göre, İtilaf hükümetleri İstanbul’da, Boğazlarda, sekiz bin Türk jandarmasınca bir anda ele geçirilen Doğu Trakya’da Türk egemenliğinin tekrar kurulmasını kabul ediyorlardı.
Türklerin bu bölgeleri tam olarak ele geçirmesi, bir barış antlaşmasının imzalanmasına kadar ertelendi.
Yunanlılar 14 Ekim’de ateşkesi kabul etti. Ayın 19’unda Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nden gelen özel bir heyetle birlikte Refet Paşa Gülnihal adlı gemiyle Mudanya’dan hareket etti ve İstanbul’a girdi.
Lausanne Antlaşması
Barış konferansı 20 Kasım 1922’de Lausanne’da başladı. Antlaşmanın nihayet 24 Temmuz 1923’te imzalanışına kadar aylarca süren sayısız diplomatik münakaşa yaşandı.
Türkiye için en başat önemi, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlan dahilinde olan toprak parçasının neredeyse tamamında Türk egemenliğinin tam ve bölünmemiş bir biçimde tekrar kurulması oldu.
Aynı zamanda uzun yıllar boyunca bir aşağılama ve boyunduruk sembolü olarak öfke kaynağı olan kapitülasyonlar kaldırıldı.
Böylece Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nın yenik devletleri arasında kendi yıkıntısı içinden yeniden ayağa kalkmayı başarabilen tek ülke oldu.
Galip güçlerin kendisine dayattığı barış şartlarını reddetmiş ve kendi şartlarını kabul ettirmişti.
Lausanne Antlaşması özünde Türk Milli Misakı’nca öngörülen taleplerin uluslararası ölçekte tanınması anlamına geliyordu.
Askeri mücadele kazanılmıştı; milliyetçilerin siyasi programı başarıya ulaşmış ve uluslararası bir antlaşmayla dünya tarafından tanınmıştı. Sırada ne vardı?
İşte Mustafa Kemal’in gerçek büyüklüğü, bu soruya verdiği cevapta yatmaktadır.
Türk gazeteci Falih Rıfkı Atay, Mustafa Kemal ile Jön Türk lider Enver Paşa’yı karşılaştırdığı yazısında konuyu açık ve net olarak ortaya koymuştur:
-Enver’in özelliği cüret,
-Mustafa Kemal’in özelliği basiretti.
-Mustafa Kemal 1914’te Harbiye Nazırı olsaydı, devleti Birinci Dünya Savaşı’na sokmazdı.
-1922’de Enver’e İzmir’e girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üstüne yürür, kazanılanı da kaybederdi.(8)
Aslında o zamanlar savaşçı bir kahramanı yoldan çıkarabilecek pek çok çeldirici şey vardı.
Avrupa ve Asya’da kaybedilmiş Osmanlı toprakları bulunuyordu ve buralardaki yeni rejimlerin gitgide artan sorunları Türklerin bölge üzerindeki hak iddialarının yeniden teyit edilmesini kolaylaştırabilirdi. (9)
Türk milliyetçilerin kalbine sıcak gelebilecek şeyler vardı: Yıkılmış olan Rus İmparatorluğu’ndan geriye Türkçe konuşan 20 milyondan fazla Müslüman kalmıştı ve bu insanlar devrimin, müdahalenin ve iç savaşın sancılı sürecinde siyasi macera için son derece cazip bir alan sunabilirdi.
Ancak Mustafa Kemal bunların hiçbirini yapmadı.
Savaş bittikten sonra Yunanlılarla barış yaptı, acımasız ama etkili bir nüfus değişimi yöntemiyle aralarındaki o eskiye dayanan anlaşmazlıkları çözdü.
Ancak yıllar sonra ve müzakere ve uzlaşma yoluyla sona erdirilmek üzere Boğazların silahtan arındırılmasını kabul etti.
Sınır ötesi her türlü ihtirası, bütün Türkçü, Osmanlıcı ya da İslami ideolojiyi reddederek bilinçli bir biçimde eylem ve arzularını Türkiye’nin antlaşmalarla belirlenmiş milli sınırlan içinde tuttu, hayatının geri kalanını o çetin, ağır ve gösterişsiz bir işe, ülkenin yeniden inşasına adadı.
1923 yılında yaptığı bir konuşmada Türk halkını şöyle uyarmıştır:
-Ordumuzun şimdiye kadar elde ettiği zaferler memleketimizi gerçek bir kurtuluşa götürmüş sayılmaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferimiz için kıymetli bir zemin hazırlamıştır. Askeri zaferlerimizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım. (10)
Siyasi Reform
Ancak çözülmesi gereken ilk sorun, siyasiydi, yani Türk devletinin şekli ve yapısı üzerineydi.
Milliyetçiler başından itibaren sultana sadık kalmaları konusunda ısrar ediyorlardı,
Padişah’ın onlara ve milli dava olarak gördükleri şeye karşı olan eylemleri, onu kurtarmayı teklif ettikleri kötü niyetli danışmanlardan ve yabancıların denetiminden kaynaklanıyordu.
Ama aynı zamanda bazı siyasi ilkeler geliştirmişler ve benimsemişlerdi ki bunlar uzun vadede, saltanatın devamını imkânsız kılacaktı.
Daha 1920’de Mustafa Kemal, Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’ne alkışlar arasında şunu ilan etmişti:
-“Zannederim bugünkü mevcudiyetimizin temel gerçeği milletin eğilimlerini açıkça göstermiştir ve bu da halkçılıktır ve halk hükümetidir. (11)
Aynı yılın Ağustos ayında aynı konuyu yeniden vurgulamıştır:
“…bizim bakış açımız ki halkçılıktır; kuvvetin, kudretin, hakimiyetin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır.” (12)
İşte bu sıralarda Meclis açıkça gönülsüz olarak, anayasayla ilgili meseleleri tartışmaya başladı.
20 Ocak 1921’de “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” kabul edildi. Bu kanun, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır,” ilkesini tavizsiz bir biçimde beyan ederek başlıyordu.
Ardından gelen maddelerde de “icra kudretine ve kanun yapma yetkisine sahip olan ve milletin yegane ve hakiki temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi” diyerek Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin konumu belirlenmekteydi. (13)
Not; Meraklıları Osmanlı şehzadesinin Milli Mücadeleye katılma isteği ile ilgili olarak 13 sayılı dip notu okuyabilirler.
Yunanlıların ve İtilaf devletlerinin yoldan çekilmesiyle nihayet Türkiye’de geriye iki güç karşı karşıya kalmıştı.
Bir tarafta askeri zaferler ve kitlelerin desteğiyle hareket eden, halkın rağbet ettiği, milliyetçi hükümet ve Meclis vardı; diğer tarafta ise İslam devletinin ve inancının kadim ve yüce makamları vardı ki, her sınıftan Müslüman Türk’ün gözünde o makamlarda oturanların hâlâ sınırsız bir itibar ve kudreti mevcuttu.
İkisi arasındaki nihai çarpışma İtilaf devletleri tarafından ateşlenmişti. İstanbul’daki padişah hükümetini hâlâ tanımakta ısrar eden İtilaf devletleri Lausanne’daki barış konferansına milli mücadelecilerle birlikte onları da davet etmişlerdi.
Bu ikili davet ve böylesi hassas bir dönemde yol açtığı bölünmüş Türk iktidarı üzerine Mustafa Kemal derhal ve ebediyen tahtın siyasi kudretine son verme kararı aldı.
Bu iş basit değildi. Bizzat Mustafa Kemal dahi en yakın çalışma arkadaşlarından bazılarının ağzını aradığını ve hala saltanata bağlı olduklarını gördüğünü anlatır.
Fevzi Paşa’nın yerine Temmuz 1922’de başbakan olan Rauf Bey der ki.
-“Ben saltanat ve hilafet makamına vicdanen ve duygusal olarak bağlıyım… Padişaha sadakatimi korumak borcumdur. Halifeye olan bağlılığım ise terbiyem icabıdır.
-Bunlardan başka, umumi görüşüm de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da saltanat ve hilafet makamıdır.
-Bu makamı ortadan kaldırmak, onun yerine başka mahiyette bir varlık yerleştirmeye çalışmak felaket ve hüsranla sonuçlanır. Asla kabul olmaz.”
Yanlarında bulunan Refet Paşa hemfikir olduğunu söyledikten sonra ekler:
-“Aslında bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamaz “ (14)
Devam edecek…
-Saltanat ve hilafetin kaldırılması…
Kaynaklar;
Birinci bölümde açıklananların yanında;
(1) Documents, no. 82.
(2) Nutuk, i. 137; karş. Speech, s. 121. Sivas Kongresi’ne dair bak. Arif, Anadolu İnkılabı, s. 31 v.d.; Cebesoy, i. İ. 156 v.d.; Karabekir, İstik. Harb., s. 179 v.d.; Esaslar, s. 94 v.d.; Gökbilgin, ii. 3 v.d.; Smith, s. 19 v.d.
(3) Amasya’daki buluşma için bak. Nutuk, i. 242 v.d. ve vesikalar 157-9; karş. Speech, s. 208 v.d.; Cebesoy, i. 252-4; Karabekir, İstik. Harb. S. 355 v.d.; Gökbilgin, ii. 103 v.d.; Hist. Rep. Turque, s. 42 v.d.
(4) Bu dini bildirilerle ilgili olarak bak. Jaschke, “Nationalismus und Religion im türkischen Befreiungskriege”, WI, xviii (1936), 54-69, özellikle s. 63; Rustow, “Politics and islam in Turkey 1920-1955,” Frye, s. 69-107, özellikle s.76
(5) Fevzi Paşa’nın karşılanışındaki karışık düşünceler için bak. Cebesoy, i. 367 v.d.; Karabekir, İstik. Harb. S. 657 v.d.
(6) Bu unvanın erken dönem Türk tarihindeki önemine dair bak. S. 17 v.d.
(7) Rus antlaşmasının tarihçesi için bak. Jaschke, WI, n.s., v. (1957), 44 v.d. Diğer bazı Yazarlara ek olarak, Jaschke, Sovyetlerin Kemalistlere sağladıkları para ve silahlara dair Cebesoy’un önemli tanıklığını da nakleder. Çev. N.: Bu dönemde Türkiye’ye Sovyetler Birliği tarafından yapıldığı düşünülen para yardımının aslında Buhara Cumhuriyeti tarafından gönderildiği bugün artık bilinmektedir. Sovyetler Birliği Türkiye’ye iletmek üzere emaneten aldıkları yüz milyon rublelik bu yardımın sadece yaklaşık yüzde onluk bölümünü Ankara hükümetine teslim etmiştir. Bak. Ayfer Özçelik, Ali Fuad Cebesoy, Akçağ Yayınları, s. 254-258, 1993; Mehmet Saray, “Milli Mücadele Yıllarında Buhara Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye Yardımı ve Cumhurbaşkanı Osman Kocaoğlu”, Türkistan’da Yenilik Hareketlen ve İhtilaller: 1900-1924, Osman Hoca Anısına İncelemeler, Timur Kocaoğlu (hazırlayan), SOTA, Haarlem, 2001, s. 339-346; Osman Kocaoğlu, “Rus Yardımının içyüzü”, Yakın Tarihimiz, c. I, sayı 10, Mayıs, 1972. S.341
(8) Atay, Niçin Kurtulmamak (1953), s. 6.
(9) Mustafa Kemal’in kendi doğum yeri olan Selanik’i bile tekrar alma teşebbüsünü reddetmesine dair bak. Orga, s. 131-2.
(10) Milli Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçleri, i (1946), 10.
(11) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, i (1945), 87.
(12) A.g.e. s. 97-98.
(13-A) Anayasa ile ilgili belgelerden oluşan yararlı bir derlemede bu metin bulunabilir, bak. Gözübüyük ve Kili, s. 85-87. Kurtuluş Savaşı ve Devrimlerle ilgili kanunlar ve tartışmalar için bak. Kemal Arıburnu, Milli Mücadele ve İnkılaplarla ilgili Kanunlar., i (1957), 11 v.d. İlginçtir ki. Nisan 1921 tarihinde Osmanlı şehzadesi Ömer Faruk Anadolu’daki milli mücadelecilere katılma girişiminde bulunduğu zaman Mustafa Kemal kendisine nazik ama kesin bir üslupla İstanbul’da kalmasını tavsiye etmişti (Jaschke, “Auf dem Wege zur Türkischen Republik”, WI, n.s., v (1958), 215-16, özel bir mektuplaşmadan alınmıştır.) s.346
Bu konuda ayrıca bakınız;
13-B “Bunun yanısıra veliahd Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi de, Millî Mücadele’ye katılmak için 26 Nisan 1921′de İnebolu’ya hareket etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, 27 Nisan’da çekmiş olduğu telgrafla, şehzadenin o sıra Anadolu’ya geçmesini sakıncalı bulmuştur. (14- İkdam, 20 Nisan 1921, s. 8658; Gotthard Jaeschke, 8 Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara 1989, l, 165) (Kaynak; “İkinci İnönü ve Sakarya Zaferlerinin Türk Kamuoyundaki Yankıları”, Prof. Dr. Metin Ayışığı )
(14) Nutuk, ii. 684; karş. Speech, s. 573
“Kemalist Cumhuriyet” gerçeği Sultan Vahdettin kaçmadı, hanedan sürgün edildi. (5)
“…Bu programın kısa ve yetersiz olduğuna dair bazı şikâyetler olmasına karşın, yeni bir siyasi gelişimin başlama noktası oldu. Üç yıl içinde isyancı bir çeteden milli bir parlamento haline dönüşmüş olan Büyük Millet Meclisi, 16 Nisan’da yeni seçimler için kendini feshetti.
Bu, uzun zaman sonra yapılacak ilk gerçek genel seçimdi. Haziran’da gerçekleşen seçimin sonucunda 286 vekillik yeni meclis ortaya çıktı ve ilk oturum 11 Ağustos 1923’te yapıldı. İki gün önce 9 Ağustos’ta Mustafa Kemal’in başkanlığında Halk Fırkası ilk kongresinin görüşmelerine başlamıştı. (1)
Meclis, Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanlığına seçti. Fethi Bey (Okyar) Rauf Bey’in yerine geçerek Başbakan oldu.
Yeni Meclis’in ilk büyük siyasi eylemi 23 Ağustos’ta, yeni Türkiye’nin uluslararası konumunu teminat altına alan Lausanne Antlaşmasını onaylamak oldu.
Bundan sonra da ülke içindeki meselelerde önemli sonuçlar yaşandı.
2 Ekim’de son İtilaf birlikleri İstanbul’u terk etti, 6 Ekim’de Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk birlikleri saltanat şehrine yürüdü. Tuhaf bir tesadüf eseri Damat Ferit Paşa da aynı gün Nice’te öldü.
Ankara hükümeti artık birinci derecede önem taşıyan bir karar aşamasındaydı. Cevap daha fazla geciktirilmedi. 9 Ekim’de Halk Fırkası’nın bir toplantısında İsmet Paşa, anayasal bir değişiklik önerisi sundu:
-“Türk devletinin hükümet merkezi Ankara’dır.” Dört gün sonra Meclis resmen bu öneriyi kabul etti.
Bu değişiklik geçmişle olan bağların bir kez daha kopması anlamına geliyordu, saltanatın kaldırılmasından sonra gelen mantıklı bir ikinci adımdı.
Padişah gitmişti, saltanat şehri, onu tahtından eden devrimcilerin hükümetini ağırlamak için uygun değildi.
Yaklaşık beş yüzyıl boyunca İslam imparatorluğunun başkenti İstanbul olmuştu. Şaşaalı bir geçmişin soluk hayaletleri hâlâ sarayın ve Bab-ı Âli’nin koridorlarında kederli kederli dolanıp durmaktaydılar.
Camileri ve saraylarıyla, dini şahsiyetleri ve saray erkanı ile Türk İstanbul; imtiyaz sahipleri ve aracılarla kozmopolit tüccar topluluklarını barındıran Levanten mahallesi Pera (Beyoğlu), bunların geçmişle olan bağları öyle sıkıydı ve hem hakikatte hem de Türk insanının zihninde öylesine yer etmişti kiMustafa Kemal’in kurmak istediği yeni Türkiye’nin merkezi olamazdı.
Böylece yaşanmakta olan değişimleri simgeleyen ve vurgulayan yeni bir başkent seçildi.
Yeni devlet hanedana, bir imparatorluğa ya da bir inanca değil. Türk milletine dayanıyordu ve başkenti de Türk anayurdunun tam ortasındaydı. (2)
Bu esnada Mustafa Kemal daha da köklü bir değişimin hazırlığı içindeydi. Cumhuriyet ilan edecekti.
Saltanatın kaldırılması ve halifeliğin ayrı bir yapı olarak muhafazası, devletin başkanlığında tehlikeli bir belirsizlik yaratmıştı.
Meclis’te ve başka yerlerde pek çok insan vardı ki bunlar, halifenin şahsında meşru bir hükümdar ve devlet başkanı görmekteydi. O, bir çeşit meşruti hükümdar ve özellikle de dinin savunucusuydu.
Ancak Mustafa Kemal’in kafasında başka fikirler vardı. Ekim başında Cumhuriyet ilan edeceğine dair söylentiler dolaşmaya başladı ve bunlar şiddetli bir muhalefet ve tartışma yarattı.
Ekim’in sonunda, itinayla planlanmış bir dizi siyasi manevranın ardından, Mustafa Kemal Meclis’e gelerek bazı anayasa değişiklikleri teklifi sundu.
Onun deyişiyle bu değişiklikler siyasi sistemlerinde mevcut olan belirsizlikleri ve karmaşayı ortadan kaldıracaktı. Bir önceki gece hazırlanmış olan değişiklik taslağı şunları içeriyordu:
Türkiye devletinin yönetim şekli Cumhuriyettir… Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ve kendi üyeleri arasından… seçilir… Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başıdır… Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından… seçilir.
Saatler süren tartışmanın ardından saat 8.30’da karar, 158 oyla alındı. Pek çok çekimser oy vardı, ancak hiç red oyu yoktu.
Meclis üye sayısını tekrar verirsek; “Haziran’da gerçekleşen seçimin sonucunda 286 vekillik yeni meclis ortaya çıktı…”
On beş dakika sonra, saat 8.45’te, vekiller Mustafa Kemal’i ilk Cumhurbaşkanı olarak seçtiler. O da İsmet Paşa’yı ilk Başbakan olarak atadı.
Haberler o gece ülkenin her köşesinde yayınlandı ve gece yarısından sonra 101 pare top atışıyla her yerde kutlandı. (3)
Din Devletine Saldırı
Anayasa değişikliği tartışmalarına katılan taraflar arasında; ‘seçkin bir tarihçi olan Abdurrahman Şeref de vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son resmi tarihçisi olan Abdurrahman Şeref, Türk Tarih Kurumu’nun ilk başkanı ve o zamanlar Büyük Millet Meclisi’nde İstanbul vekiliydi. Diyordu ki.
-Bütün hükümet şekillerinin sayılmasına lüzum yok. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir: dedikten sonra kime sorsanız bu cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin. (4)
Padişahın eski tebaasının tümü, hadiselerin gidişatını aynı tarihsel gerçekçilikle göremiyordu. Birçok çevrede Cumhuriyet’in ilanı yeni bir dönemin başlangıcı olarak coşkuyla karşılanmaktaydı.
Bazı yerlerde ise tam bir sarsıntı ve üzüntü ve geleceğe dair derin endişelere yol açmıştı. Bunun anlamı neydi?
Padişahın hâkimiyeti basitçe Mustafa Kemal’e mi geçmiş oluyordu?
Bu, halifeliği ve bununla beraber Türkiye’nin İslam dünyasındaki önderliğini nasıl etkileyecekti?
11 Kasım 1923 tarihli Tanin gazetesinin bir makalesinde şöyle deniyordu:
-Hilafet bizden giderse beş-on milyonluk Türkiye Devleti’nin İslam alemi içinde hiç önemi kalmayacağını, Avrupa siyaseti gözünde de son derece küçük ve değersiz bir hükümet konumuna düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir dirayete gerek yoktur… Osmanlı hanedanında kabul edilmiş ve dolayısıyla sonsuza kadar Türkiye’de kalması garanti altına alınmış hilafeti elden kaçırmak tehlikesini icat etmeyi akıl ve gayretle, milliyet duygusuyla yorumlamak mümkün değildir. (5)
Hilafet sorunu, Türkiye sınırlarının çok ötesinde dahi ilgi uyandırdı ve cumhuriyetçi rejimin taşıdığı niyetler konusunda özellikle Hindistan’da endişeli sorulara yol açtı. Bunlara sonunda Mustafa Kemal
-“hilafete saldıranlar yabancılar değil, Çanakkale’de, Suriye’de ve Irak’ta Türklere karşı İngiliz Bayrağı altında savaşan Müslümanlardı” şeklinde sert bir yorumla cevap verdi (6)
Türkiye’deki muhafazakar muhaliflerin Cumhuriyet’e karşı yönelttikleri temel itiraz, onun Türk halkının hem İslami geçmiş hem de imparatorluk geçmişiyle arasındaki bağları, hem de uzun süredir önderi oldukları İslam Dünyası ile olan bağlarını tehlikeye atacağı idi.
Geleneğe dayalı güçlerin halifenin şahsı etrafında toplanmaları kaçınılmazdı. Zira o, söz konusu her iki dünyaya da bağlılığın yaşayan sembolüydü.
Ilımlı ve iyi eğitimli bir adam olan Halife Abdülmecid yine de kendisini bu role verdi ve Ocak 1924’de Cumhurbaşkanı’ndan iğneleyici bir söze maruz kaldı:
-Halife hem özel hem de kamusal hayatıyla atası olan padişahların yolunu takip ediyor gibi görünmektedir… Türkiye Cumhuriyeti’ni nezaket ve safiata kurban edemeyiz. Halife kendisinin ve makamının ne olduğunu açık biçimde bilmeli ve bununla yetinmelidir…” (7)
Öyle görünüyor ki hilafetin kaldırılmasıyla sonuçlanan krizi tetikleyen şey Hindi Müslümanların hilafete gösterdikleri ilgi oldu.
24 Kasım 1923’te üç büyük İstanbul gazetesi İsmet Paşa’ya hitaben yazılmış bir mektubun metnini yayınladılar. Mektup iki önemli Hintli Müslümanın imzasını taşıyordu: Emir Ali ve Ağa Han.
İmza sahipleri, halifeliğin saltanattan ayrılmasının genelde Müslümanlar için halifeliğin önemi arttırdığını belirtip Türk Hükümeti’nden hilafeti “Müslüman Milletlerin güvenine ve saygısına hükmedecek, bu şekilde Türk Devletine eşi bulunmayan bir güç ve yücelik sağlayacak bir temel üzerine” yerleştirmesi için ricada bulunuyordu (8)
Mustafa Kemal hilafetin geçmişle ve İslamiyet’le arasında bir bağ gören muhalifleriyle aynı düşüncedeydi. Zaten kesinlikle bu nedenden dolayı o bağı koparmaya kararlıydı. Bir kez daha dikkatle hazırlık yapıldı.
Mustafa Kemal 1924’ün Başında geniş kapsamlı bir askeri tatbikata başkanlık etmek üzere İzmir’e gitti ve orada iki ay kaldı. Yanında Başbakan İsmet Paşa, Harbiye Nazırı Kazım Paşa ve Erkan-ı Harb Reisi (Genelkurmay Başkanı) Fevzi Paşa vardı.
“Hilafetin kaldırılmasının gerekliliği hususunda mutabık idik. Aynı zamanda Şer’iye ve Evkaf Vekaletini de kaldırmak ve kamusal eğitimi birleştirmek kararındaydık (9)
Mustafa Kemal 1 Mart 1924’te meclisin yeni oturumunu açtı. Konuşmasında üç ana noktayı vurguladı: Cumhuriyet’in korunması ve istikrara kavuşması, birleştirilmiş bir Milli Eğitim sisteminin oluşturulması ve “İslam inancını asırlardan beri alışık olduğu siyasi vasıta konumundan kurtararak onu yüceltmek ihtiyacı (10)
***
Sultan Vahdettin’in Türkiye’den ayrılışı ve Sürgün Yılları…
Bu güne kadar her nedense dikkatlerden kaçan bir husus vardır. Osmanlı Saltanatı, TBMM tarafından, 1 Kasım 1922’de kaldırılmıştır. Sultan Vahdettin’in ülkeden ayrılış tarihi ise, 17 Kasım 1922’dir.
Diğer ifadesiyle, (eski) Sultan’ın ayrılmadan önce ne bir hükümdarlık görevi vardır, ne de bir saltanatı.
…
“Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922′de İzmir’in Kurtuluşu ve 13 Ekim1922′de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz askeri işgali altındaydı. 6 Ekim’de TBMM ordusunu temsilen Refet Paşa (bele) komutasındaki bir askeri birlik İstanbul’a girdi.
Bu günlerde basın organları Vahideddin aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular.
-Padişah Vahdettin’nin Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalaması onun vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen Halk arasında bazı gruplar hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapmışlardır.
1 Kasım 1922′de TBMM çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırdı… 17 Kasım sabahı Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi’nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta’ya gitmiştir.
İngilizler Vahdettin’in İngiltere’ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta’da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin’in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923′e kadar Hicaz’da kaldı. İngiltere’nin baskısı üzerine buradan ayrıldı.(11)
Not; Anlaşılan İngiltere’nin hilafet konusunda gösterdiği hassasiyet hiçbir zaman önemini kaybetmeyecektir.
…
Ayrıca bu konu ile ilgili “Modern Türkiye’nin doğuşu” isimli eserinde, Princeton Üniversitesi Yakındoğu Etüdleri profesörü Bernard Lewis, şöyle demektedir;
-Osmanlıcılık bir İmparatorluğa ve bir hanedana bağlı olmaktı, ancak İmparatorluk parçalanıyordu ve hanedan sürgüne gidiyordu. (12)
…
Vahdettin’in kaçması için bir sebep yoktur…
-Vahdettin’in kaçması için bir sebep olmadığını, ancak kalmasının işleri zorlaştıracağını, ayak bağı olacağını, bu yüzden de gitmesi istendiğini, Padişah İstanbul’da tahtında oturuyorken Osmanlı’nın bedeni üzerinde gerçekleşecek “Lozan ameliyatının zira kolay olmayacağını belirtti…“ (13)
Devam edecek
-Şubat 1925’te Doğu Vilayetlerinde bir Kürt ayaklanması baş gösterdiğinde Mustafa Kemal süratle ve şiddetle harekete geçti.
Kaynaklar;
Birinci bölümde belirtilenlere ilave olarak
(1) Bak. İleride s. 515.
(2) G.J. Jaschke, “Ankara wird Hauptstadt der neuen Türkei”, WI, n.s., iii (1954), 262-7; Cebesoy, iii/2, 26-27, karş. İleride, s. 510-1.
(3) Nutuk, ii. 815.; karş. Speech, s. 657 v.d.; Cebesoy, iii/2, 38 v.d.; karş. A.g.e. 59-60. Metinler ve tartışmalar için bak. Gözübüyük ve Kili, s. 95 v.d. ve Arıburnu, s. 32 v.d. Ayrıca bak. Orga, s. 140 v.d.
(4) Nutuk, ii. 812; karş. Speech, s. 655.
(5) Nutuk, ii. 830; karş. Speech, s. 669
(6) Nutuk, ii. 829; karş. Speech, s. 668.
(7) Nutuk, ii. 847-8; karş. Speech, s. 682-3.
(8) RIIA, Survey, 1925, s. 571; Cebesoy, iii/2, 77/78.
(9) Nutuk, ii. 848; karş. Speech, s. 683; Cebesoy, iii/3, 64-65. Ayrıca bak. WI, x (1924), 81.
(10) Nutuk, ii. 849; karş. Speech, s. 684.
(11) http://tr.wikipedia.org/wiki/VI.Mehmet (Alıntı kaynağı; Mustafa Armağan. ”Vahdettin kaçtı mı, kaçırıldı mı?“, Zaman. 25 Aralık 2011)
(12) Modern Türkiye’nin doğuşu, Prof. Bernard Lewis S.476
(13) Tarihçi Yazar Mustafa Armağan, zaman.com.tr
“Kemalist Cumhuriyet” gerçeği, Nutuk’ta 1919 öncesinde olanlar neden anlatılmaz (6)
“…Bu üçüncü maddenin anlamı ertesi gün Halk Fırkası’nın grup toplantısında açıklığa kavuştu. Cumhurbaşkanı’nın önerileri tartışıldı ve bir dizi önerge üzerinde fikir birliğine varıldı. 3 Mart’ta bunlar Büyük Millet Meclisi’nde okundu.
Önerge, Halifenin görevden alınmasını, hilafetin kaldırılmasını ve Osmanlı Hanedanı’nın bütün mensuplarının sınır dışı edilmesini içeriyordu.
Ertesi sabah şafakla beraber kederli bir halde bulunan Abdülmecid bir arabaya bindirildi ve Orient Express’in (Doğu Ekspresi) hareket edeceği tren istasyonuna götürüldü. Onun gidişi çeşitli gösterilere neden olabileceği için Büyük Sirkeci Garına değil, şehir dışındaki küçük bir istasyon seçilmişti.
Halifelerin sonuncusu sürgün edilerek sonuncu Padişah’ı izlemiş oldu. (1)
Hilafeti kaldırmakla Mustafa Kemal yerleşik İslam’ın son derece sağlam güçlerine karşı ilk açık saldırısını yapmış oluyordu.
Hem kuramsal olarak ve hem de halk nazarında geleneksel İslam Devleti bir teokrasiydi. Buna göre Tanrı, tek meşru kudret ve kanun kaynağı. Hükümdarlar da Onun dünyadaki vekili idi. İnanç, yerleşik siyasi ve toplumsal düzenin resmi ilkesiydi.
Aynı kaynaktan gelen ve aynı yargı organı tarafından idare edilen Şeriat, ibadet ve itikat kurallarını olduğu kadar medeni, cezai ve anayasal kuralları da kapsamaktaydı.
Hükümdar Şeriat’ın en üst düzeyde vücut bulmuş şekliydi ve Şeriat onu, o da Şeriat’ı devam ettiriyordu. Ulema ise onun yetkili savunucusu ve sözcüsüydü.
Art arda gelen Osmanlı reformlarının başından itibaren Ulema, reformcuların zoruyla hukuki, toplumsal ve eğitimsel konulardaki geniş yetki alanlarını terk etmek durumunda bırakılmış ve gücü büyük saldırılara maruz kalmıştı.
Ancak hala ellerinde büyük bir güç ve daha da büyük bir etki bulunuyordu. Ülkenin eğitim kurumlarının büyük bir kısmı onların denetimindeydi. Ailevi ve şahsi konularla ilgili kanunlar hâlâ Ulema’nın idaresindeki Şeriatın egemenliğindeydi.
Saltanatın ve eski rejimin bütün diğer kurumlarının ortadan kalkmasından beri Ulema sahip oldukları bütünlük, teşkilat ve yetkileriyle yeni rejimin liderliğine meydan okuyabilecek tek güç olarak kalmıştı.
Ulema geçmişte birçok kere reformcuların yaptıklarını ya geciktirmiş veya hüsrana uğratmıştı. Mustafa Kemal onların kendi devrimini engellememesi konusunda kararlıydı.
Hilafetin kaldırılması Ulema’nın bütün hiyerarşik teşkilatına yıkıcı bir darbe oldu. Ve beraberinde diğer darbeleri de getirdi: Şeyh’ül İslamlık makamının ve Şer’iye Vekaleti’nin kaldırılması, dini okul ve medreselerin kapatılması ve bir ay sonra da ilahiyatçı kadıların Şeriat’ı yönettikleri Şer’iye mahkemelerinin kaldırılması.
Yeni düzen 20 Nisan 1924’te Büyük Millet Meclisi’nin kabulüyle Cumhuriyet Anayasası’nda tasdik edildi.Buna göre Meclis’in yasama yetkisi teyit ediliyor ve yargı fonksiyonu “Millet adına” hareket eden bağımsız mahkemelere tahsis ediliyordu
Bu ve benzeri köklü değişiklikler kaçınılmaz olarak çok yaygın ve fiili bir öfke uyandırdı. Buna ek olarak Mustafa Kemal’in şahsi yükselişine karşı yapılan muhalefet Milli Mücadele’nin ilk dönemlerinde kendisine en yakın olanların arasında gitgide büyüyordu.
Başkent’te Mustafa Kemal’in eski destekçilerinden bir grup ondan ayrılarak “Terrakkiperver Cumhuriyet Fırkası” adı altında muhalif bir grup oluşturmaya başladı. Liderleri arasında 1919 Haziran’ında Amasya’daki gizli toplantıda Mustafa Kemal’le birlikte olan Rauf Bey, Ali Fuad Paşa ve Refet Paşa da vardı. Ayrıca, Kazım Karabekir ve milliyetçi eski muhafızların önde gelen sivil ve askeri mensupları da bulunuyordu.
21 Kasım 1924’te Mustafa Kemal liberal olarak bilinen eski dostu Fethi Okyar’ı İsmet Paşa’nın yerine Başbakanlığa atadı. (2)
Parti içindeki ayaklanma bir meseleydi, silahlı ayaklanma ise bir başka mesele. Şubat 1925’te Doğu Vilayetlerinde bir Kürt ayaklanması baş gösterdiğinde Mustafa Kemal süratle ve şiddetle harekete geçti.
İsyancıların lideri Nakşibendi Tarikatı’nın babadan oğ(u)la geçen liderliği konumundaki Palu’lu Şeyh Said idi. Mart başına gelindiğinde, isyan Güneydoğu’nun büyük bir kısmında yayılmış ve Cumhuriyet rejimine yönelik ciddi bir tehdit oluşturmuş görünüyordu.
Ankara’da Cumhurbaşkanı’nın sadık muhalefeti ile Hükümet denemesi şeklindeki sistem terk edildi.
3 Mart’ta Fethi Bey görevden alındı ve İsmet Paşa yeniden Başbakan oldu.
Ertesi gün. Hükümete iki yıl için olağanüstü yetkiler veren, aslında diktatörce yetkiler içeren ağır “Takrir-i Sükun Kanunu” alelacele Meclis’ten geçirildi.’ (3)
1927’de bu kanunla verilen yetkiler yenilendi ve Mart 1929’a kadar devam etti. Aynı zamanda doğuda ve Ankara’da özel “İstiklal Mahkemeleri” kuruldu.
Doğudakilerin kısa bir yargı neticesinde kesin idam yetkisi de vardı.
Ankara’daki mahkemenin raporuna dayanarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 3 Haziran’da kapatıldı. Fethi Bey bu esnada 11 Mart’ta Paris büyükelçiliğine atanmıştı.
‘Doğu’da ise hızlı bir askeri harekede isyan bastırıldı. İstiklal Mahkemeleri süratle isyancı liderleri yargıladı.Şeyh Said Nisan’da yakalandı ve kırk altı adamıyla birlikte Diyarbakır’da 29 Haziran’da İstiklal Mahkemesi kararıyla ölüme mahkum edildi. Cezalar ertesi gün infaz edildi.
Kürt isyanı tanrıtanımaz Cumhuriyet’i devirmek ve Halifeliği tekrar tesis etmek için yandaşlarını yönlendiren şeyhler tarafından idare edilmişti.
Mustafa Kemal bunun üzerine tekkeleri kapatıp cemiyetlerini dağıtarak ve toplanmalarını, törenlerini ve Özel kıyafetlerini yasaklayarak bu dervişlere karşılık verdi.
İşte tam bu zamanda ve bu bağlamda Mustafa Kemal büyük sembolik devrimlerinden ilkini gerçekleştirdi.
Bunlar bütün bir milletin zorla bir uygarlıktan diğerine hızla canlı ve kapsamlı biçimde geçişini ifade eden dış görünümlerdeki köklü değişikliklerdi.
Bir Batılı için bir şapka biçiminin bir başkasıyla zorla yer değiştirmesi komik ya da rahatsız edici görünebilir ve her iki halde de önemsizdir. Bir Müslüman içinse bunun, komşularıyla, atalarıyla ve kendisinin toplumdaki, tarihteki yeriyle olan ilişkilerini hem ifade eden, hem de doğrudan etkileyen yaşamsal bir önemi vardır.
Diğer inanç ve uygarlıklardan farklı olan İslamiyet, bir Müslümanı diğer Müslümanlarla birleştiren ve onu putperest atalarından ve kâfir komşularından ayıran bir inanç ve uygarlıktır.
Kıyafet ve özellikle de başlıklar bir Müslümanın İslam toplumuyla olan bağlantısını ve diğerlerini reddi işaret eden açıkça görünür ve şekilsel bir semboldür. Geçen yüzyıllar içerisinde modernleşme ve reform, Müslümanların kıyafet konusundaki bu ayrıcalıklı konumuna büyük bir saldın yapmış ve Batılı olan ile Batılı olmayan arasında yeni bir toplumsal uçurum yaratmıştı.
Batılı olan yönetici elitin erkek ve laik unsurlarını içeriyor. Batılı olmayan ise halkın geri kalanını kapsıyordu. Ancak başkentin o tertemiz pantolonlu ve ceketli züppeleri arasında bile bir ayırım alameti kalmıştı: Fes. Henüz bir asır önce kabul edilmiş olan ve kafirlerden gelen bir bid’at olarak şiddetle karşı çıkılmış olan bu başlık, Türkiye’deki ve daha birçok ülkedeki Müslüman tarafından benimsenmiş, kabul edilmiş, Müslüman kimliğinin en son işareti haline gelmişti.
Bir Müslüman’ın vücudunun geri kalanı Batılılaşabilirdi, ama başı İslam çizgisinde kalıyordu.
Uzun, kırmızı ve meydan okuyan o fes, Müslümanın Batı’ya uymayı reddedişini ve Allah huzurunda alnını yere hiçbir engel olmaksızın koymaya hazır oluşunu ilan ediyordu.
Daha Jön Türk döneminde bile modem ama farklı, ayrı bir İslam uygarlığının var olması ihtimalini reddetmiş olan daha tutarlı Batılılaşma yandaşları vardı. 1911’de Abdullah Cevdet “Medeniyet, Avrupa medeniyetidir,” diye yazmıştı. Mustafa Kemal de tamamen aynı fikirdeydi. Kasım 1924’te Meclis’te yaptığı konuşmada, din devletine karşı konulan kanunlar yürürlüğe girdikten sonra, şuna dikkat çekiyordu:
-“Türk milleti asırlardan beri kendisini terakki yolunda ilerlemekte olan uygar milletlerden alıkoymuş olan engellerin ortadan kalktığını büyük bir ferahlıkla idrak eyledi. “
Bir başka vesileyle “Medeni olmayan İnsanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdur” demişti.
Uygarlık ise. Batı ve modem dünya anlamına geliyordu, Türkiye’nin hayatta kalabilmek için bir parçası olmak zorunda olduğu modern dünya. “Millet, muasır medeniyetin bütün milletlere temin eylediği hayat ve vasıtaları öz ve şekil olarak aynen ve tamamen gerçekleştirmek için kesin karar vermiştir.
1925 yılının olayları göstermişti ki, karşı güçler hâlâ büyük bir kuvvetle mevzilerini koruyordu ve Batılılaşma sürecine karşı ciddi bir direniş göstermeyi beceriyordu. Hilafetin kaldırılması yeterli olmamıştı, daha şiddetli bir sarsıntı gerekiyordu. Öyle sarsıcı bir etki olmalıydı ki ülkedeki herkes bu sarsıntıyla ar tık eski düzenin sona erdiği ve bir yenisinin geldiği gerçeğiyle yüzleşmeliydi. Müslüman kimliğinin ve farklılığının son kalesi olarak fes kalmıştı ve bu fes de gitmeliydi.
Ekim 1927’de yaptığı bir konuşmada Mustafa Kemal eylemlerini şu ifadelerle açıklamaktaydı:
Efendiler, milletimizin başında cehalet, gaflet, taassubun, ilerleme ve uygarlaşma düşmanlığının alameti gibi telakki olunan fesi atarak onun yerine bütün medeni alemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle Türk milletinin medeni toplumsal hayatından zihniyet olarak hiç de farklı olmadığını göstermek gerekliydi. “(4)
Bu operasyon kendine has bir hız ve etkinlikle yürütüldü. 1925 Ağustos’un son haftasında Kastamonu ve İnebolu ziyareti sırasında Mustafa Kemal fese ve Anadolu’da hâlâ kullanılmakta olan geleneksel kıyafetlere yönelik ilk hücumunu başlattı. Bir dizi konuşmada bunları aşırı masraflı, rahatsız ve hepsinden öte, medeni bir millete yakışmayan, uygarlık dışı kıyafetler olarak alaya aldı. 28 Ağustos’ta İnebolu’da kalabalığa hitaben yaptığı konuşmasında şöyle dedi:
-“Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi medeniyim diye Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat ve izhar etmek mecburiyetindedir.
Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı ile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Velhasıl medeniyim diyen Türkiye’nin hakikaten medeni olan halkı… dış görünüşüyle dahi medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdur. Bu son sözlerimi açıkça izah etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolayca anlasın. Bu izahatımı size bir soru şeklinde yöneltmek istiyorum:
Bizim kıyafetimiz milli midir? (Hayır sesleri)
Bizim kıyafetimiz medeni ve beynelmilel midir? (Hayır, hayır sesleri)
Size katılıyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millidir ne de beynelmileldir. Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye gerek yoktur.
Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimize layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabii bunları tamamlayan başta güneşlik siperi olan bir serpuş. Bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşa şapka denir.”(5)
…
2 Eylül’de din devletine karşı çıkarılan bir dizi yeni kanunla resmen tanınmış dini makamlarda bulunmayanların dinsel kıyafet veya sembol taşıması yasaklandı ve bütün devlet memurlarına “Dünyanın uygar milletlerinin ortak” kıyafetini, yani Batılı kıyafet ve şapka giyme zorunluluğunu getirdi.
Sıradan vatandaşlar önceleri istedikleri gibi giyinmekte özgürdü. Fakat 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan yeni bir kanunla bütün erkeklere şapka takma zorunluluğu getirildi ve fes giyilmesi ceza gerektiren bir suç haline geldi. (6)
Müslüman muhafazakârların bu devrimlere karşı sergiledikleri tepki Mart 1926’da yayınlanan bir beyannamede çok açık biçimde görülebilir.
* * *
-“Mısır Krallığı İslam Dini Başkanlığı” adına yayınlanan beyanname Mısır baş müftüsü ve El-Ezher Üniversitesi rektörü tarafından imzalanmıştı. Şöyle diyorlardı:
-“Şurası açıktır ki bir gayrimüslime has kıyafetleri benimseyerek ona benzemeye çalışan bir Müslüman, zamanla onun inançları ve eylemlerinde de aynı yolu tutma noktasına gelecektir.Bundan dolayı, bir başkasının dinine temayül edip kendi dinini hor gördüğü için şapka takan kimse Müslümanların fikir birliğiyle kafir olur. Gayrimüslimlere benzemek için şapka takan, kiliseye gitmek gibi onların dininin diğer bazı uygulamalarını da benimserse, kafir olur; bunu yapmasa bile yine de günahkardır… Bu taklit arzusu kendi milliyetimizin ortadan kalkmasına, kendi kimliğimizin onların kimliği içinde yok olmasına yol açacaksa eğer, ki bu durum zayıfların kaderidir, başka bir milletin giyim tarzım benimsemek için kendi milletinin giyim tarzım terketmek ahmaklık değil midir?…(7)
* * *
Ve “NUTUK” Neden 1919 yılında başlamaktadır?
Bunun cevabını yorumsuz olarak ATATÜRK Araştırma merkezi yayınlarından aktarıyoruz.
Prof. Dr. İsmet Giritli, “ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ”, Sayı 38, Cilt: XIII, Temmuz 1997
“…Büyük Nutuk’un olaylar bakımından kapsamı 19 Mayıs 1919 – 20 Ekim 1927 Dönemi içinde geçmiş olaylardır.
Nitekim Atatürk de “Dokuz senelik ef al ve icraatımız” demek suretiyle bunu teyit etmektedir. Ne var kiAtatürk 1919’dan önceki olaylara değinirken, bunları “Tarih Felsefesi” diyebileceğimiz bir görüşle anlatmaktadır…
Nutuk’ta kullanılan belgelerin bir kısmı metin içinde verilmiş, büyük bir kısmı da “Vesikalar” ı oluşturan cilde alınmıştır. Bu cildin ilk bölümünde 226 belge, ikinci bölümünde ise, sıra numarası verilmeksizin, Trakya teşkilâtına ait belgeler yer almaktadır…
Nutuk, Atatürk’ün bir nevi siyasî vasiyetnamesi olan “Gençliğe Hitabı” ile sona eriyor…
Yine, İsmail Arar’ın isabetle söylediği üzere;
-“Nutuk’u ister sadece bir söylev, ister hatıra, ister tarih ya da tarih çalışmalarında başvurulacak bir kaynak olarak ele alalım, onun “siyasal tartışma – polemique” üslûbu içinde yazılmış olduğu inkâr edilemez.
-Ne var ki Nutuk’un bu özelliğine bakıp da yapılan suçlama ve eleştirilerin fevri ve sübjektif olduğunu sananlar ve sanacak olanlar çok aldanır. Zira Nutuk, baştan sona, belgelere dayanarak yazılmıştır.”
Nitekim, 21 Ekim 1927 tarihli “The Times” gazetesinde bir mektup yayınlayan Halide Edip, bu mektubunu Abraham Lincoln’un;
-“Bir kimse sonsuza dek, herkes ise bir süre kandırılabilir; fakat herkes sonsuza dek kandırılamaz” sözü ile bitirir ve âdeta Atatürk’e bir uyarıda bulunurken, 10 Ağustos 1919’da Atatürk’e yazdığı ve Türkiye için Amerikan mandasını ehveni şer olarak gören mektubunun Nutuk’a belge olarak alındığını düşünemiyordu.
Nutuk, adı üzerinde “Nutuk-Söylev” olduğuna göre, “Nutuk Nedir?” başlığını bir konuşmaya veya bildiriye koymak ilk bakışta yadırganabilir. Ne var ki, Atatürk’ün kaleminden çıkmış bu belgesel söylevin bir nutuk olmaktan öteye başka özellikleri olduğu da düşünülebilir. Nitekim Yusuf Akçura ve Falih Rıfkı Atay, Nutuk’un Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi için bir ana kaynak olduğunu söylerken, Mustafa Nihat Özün “Bu Nutuk, Milli Mücadele’nin en salâhiyetle yapılmış tarihidir” demekte, Hasan Ali Yücel ise; “Bize bıraktığı çağdaş Türkiye’nin kurtuluş tarihi” diye yazmaktadır.
…Neticede, Atatürk’ün Nutuk’u, Caesar “Gallia Harbi” adlı eseri ile Thukydides’in “Peleponez Harbi” adlı eserindeki meziyetleri mezcetmiştir; gerçekten Atatürk, hem Caesar gibi, anlattığı olayların baş kahramanıdır, hem de, Thukydides gibi, olayları hikâye etmekle kalmayıp, onların en derin sebeplerini tahlil etmesini bilen büyük bir tarihçidir” diye yazmakta, 1965’de Şevket Süreyya Aydemir “Nutuk ne tarih, ne de hatıradır. Büyük Nutuk en gerçek manasıyla tarihî değerde siyasî bir vesikadır” derken,
-1966’da Sabahattin Selek “Nutuk Nedir ve Ne Değildir? Başlığı ile Cumhuriyet’te yayınladığı bir makalede”
-bir benzetme yapmak gerekirse, 15-20 Ekim 1927 günlerinde: Atatürk “Savcı”, Nutuk, “İddianame”, Kongre “Jüri”, memleket ve dünya kamuoyu da “Dinleyici”dir demektedir.
Görülüyor ki, Büyük Nutuk hakkında çok çeşitli görüşler ve yargılar ortaya atılmış, çeşitli değerlendirmeler yapılmış olup, görüş, yargı ve değerlendirmelerin hepsinde gerçek payı vardır.
İsmail Arar’ın, değerli ve etraflı bildirisinde haklı olarak vurguladığı üzere;
-tarihçi olmayan Atatürk’ün Nutku’nu bir tarihçi objektifliği ve tarafsızlığı içinde yazdığı da söylenemez. Zira Atatürk’ün bütün resmî sıfatlarından önce bir ihtilâlin lideridir.
O bu hareket, kişisel yetenekleri ve komutanlık şöhretinden başka, her şeyi elinden alınmış olarak başlamış olmasına rağmen, iktidar olmuş, yeni bir düzen getirmiş, lâik Cumhuriyet’i kurmuş ve eserini içeride ve dışarıda her zaman korumasını bilmiştir.
İşte bu büyük olayın hikâyesi olan “Büyük Nutuk”ta tarafsızlık aramak ise eşyanın tabiatına aykırıdır.
…50. Yıl Semineri’ne sunduğum bildirimde vurguladığım ve Cihat Akçakayalıoğlu’nun;
-“Tartışmalar ve Açıklamalar” bölümünde de söylediği gibi ; Atatürk’ün Söylev’deki;
-“Politika aleminde birçok oyunlar görülür. Fakat mukaddes bir mefkurenin tecellisi olan Cumhuriyet’e ve asrî bir harekete karşı cehil ve taassup ve her nevî husumet ayağa kalktığı zaman, bilhassa Terakkiperver ve Cumhuriyetçi olanların yeri, hakikî Terakkici ve Cumhuriyetçi olanların yanıdır; Yoksa Mürtecilerin ümit ve faaliyet menbaı olan saf değil”ifadesi önemle ve her zaman göz önünde tutulmalıdır.
…Atatürk’ün Büyük Söylevi’nin 50. Yılındaki seminere sunulan ve yayınlanan bildirilerden bu yana, “Büyük Nutuk” ile ilgili olup, üzerinde durmak istediğimiz iki yayın daha vardır.
Bu yayınlardan biri; Türk Tarih Kurumu üyesi Bilâl N. Şimşir tarafından hazırlanan ve 1991 yılında Kurumca yayınlanan “Atatürk’ün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler” adlı eserdir.
Büyük Söylev’in 50. yılına rastlayan 1977’de yayımlanmak üzere bu eseri hazırladığını “Önsöz” de söyleyen Şimşir’in güzel deyimi ile
-“Söylev, Atatürk’ün eserinin eseri sayılabilir. Bunda Atatürk, Samsun’a çıkışından Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen dönemi anlatır… O sıralarda Türk yurdunun içinde bulunduğu durumun genel bir tablosunu çizer, Ondan sonra Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Türk Devrimi’nin ne denli güç koşullar, ne kadar büyük engeller içinde başarıldığım ayrıntıları ile ve belgeleriyle gözler önüne serer. Söylevini bitirirken “Bunda ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem, kendimi mutlu sayacağım” der.
Şimşir, kitabının “Önsöz”ünde yurt dışında Söylev’e karşı görülen olumsuz tepkiler üzerinde de durmakta ve buna örnek olarak Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’ın İngiliz gazetelerine yazdığı mektupları göstermektedir.
Bazı İngiliz gazetelerinin de paylaştığı iddiaya göre Atatürk Söylev’de eski arkadaşlarının İstiklâl Savaşı’ndaki rollerini küçültmek, kendi rolünü ise yüceltmek istemiştir.
Şimşir’in bu tepki ve görüşlere cevabı şudur: Atatürk sadece olayları anlatmış ve bazı belgeler yayımlamıştır. Nitekim daha sonra yapılan yeni araştırmalar ve yayınlanan yeni belgeler, O’nun tartışmasız tek lider olduğunu daha ayrıntılı biçimde ortaya koymuştur.
Atatürk’ün eski arkadaşları hakkındaki yargılarını “Sert” bulanlara ise Şimşir’in karşılığı şudur: “Burada yayımlanan birkaç belge bile bu kişilerin tutumları hakkında az çok bir fikir verir…
… Dr. Adnan Adıvar’a göre Atatürk, yalnız kendi çıkarlarını düşünen bir diktatördür ve ‘Benden sonra tufan olsun’ demektedir.
“Bu itibarla, Şimşir’e göre; Atatürk sağ olsaydı o eski arkadaşları hakkındaki yargıları yumuşatır mıydı diye sormak yerine, o eski arkadaşların Atatürk hakkındaki haksız ve insafsız yargılarından pişmanlık duyup duymadıklarını araştırmak daha doğru olur.
Son olarak, konumuzla ilgili olarak… tarihçi Cemal Kutay’ın 496 sahifelik “Ardında Kalanlar” adlı kitabıdır. Genel olarak Atatürk ile ilgili çok değerli malzeme ve bilgiler içeren bu kitapta “Nutuk” ile ilgili olarak yazar özetle -ve fakat aynen- şunları söylemektedir”:
“ … Atatürk’ün Samsun’a çıkışından Cumhuriyet’in ilânına kadar olan devri anlatan Büyük Nutuk tarihimiz midir? Değildir… Çünkü gerçek ve tarafsız tarih, ele aldığı hadiselere yön vermiş kişilerce yazılmaz, yazılamaz. Ardlarında iz bırakmış olayların sahipleri, gaye ve emeklerinin ancak açıklamasını, savunmasını yapabilirler ve insanın yaradılışının kaçınılmaz zorunluluğu olarak da tarafsız değillerdir ve olamazlar…
Tez’in karşısına Anti-tezi çıkarmadan Sentez yapabilmek mümkün müdür?” (s. 9)
Cemal Kutay, aynı kitabın 306 ve 307. sahifelerinde de aynı konuda, şunları söylemektedir: “…
-“Nutuk ne mutlak tarihtir, ne yalnızca hatıradır.. Mustafa Kemal’in Büyük Nutku aslında devrini ve önderlik ettiği olayları, kendi açısından bir açıklama, hatta daha geniş anlamıyla savunmadır.
-Hele asla bir sentez değildir. Çünkü bir sentez olabilmesi için kendisinin tez yapısı taşıması, karşısına anti-tezin çıkarılmış olması, karşılaştırılması ve neticede haklılığını kabul ettirmesi şarttır. Nutuk’un savunduğu tezin karşısına anti-tezin çıkarılması Atatürk’ün hayatında mümkün olmamış, ölümünden sonra da yerine getirilmemiş tarih vazifesi olarak ortada kalmıştır.”
Bildirimizin yukarıdaki bölümlerinde “Nutuk Nedir?” sorusuna bugüne kadar verilen cevapları özetlediğimiz için, Cemal Kutay’ın benzer soru ve beyanlarına cevap vermek yerine, yazarın Nutuk ile ilgili olarak ileri sürdüğü “tez – anti-tez ve sentez” ile ilgili görüş ve iddiasına kısaca cevap vermekle yetineceğim.
…Yazar, eğer yukarıdaki beyanları ile, Mustafa Kemal’in bazı değerlendirmelerinin sübjektif ve gerçeğe aykırı olduğunu söylemek istiyorsa, o dönemde yaşayıp anılarını yazan veya anlatan kişilerin sayısı zannedildiğinden çok daha fazla olmasına rağmen, bu güne kadar
-“Nutuk’ta yer alıp da, yalanlanan hangi ana gerçek veya gerçekler vardır?” sorusunu sayın Yazar’a yöneltmek istiyor.” (8)
….
Devam edecek…
-Büyük reformcu Mustafa Kemal bile çarşafa karşı bir kanun çıkarmayı göze alamadı.
Kaynaklar;
Birinci bölümde açıklananlara ek olarak;
Ana Kaynak; “Modern Türkiyenin doğuşu”, Bernard Lewis,
(1) Osmanlı hilafetinin son evresine ve onun kaldırılışına dair bak. Jaschke, “Das osmaniche Scheinkalifat von 1922” WI, n.s., i (1951), 195-217, 218-28; C. A. Nallino, “La fine del cosi detto califfato ottomano” OM, iv (1924), 13753 (yeniden baskısı için bak. Raccolta di Scritti, iii (1941), s. 260-83. Metinler için bak. Gözübüyük ve Kili, s. 98 v.d. ve Arıburnu, s. 329. İsmet Paşa’nın bu vesileyle yaptığı konuşma için bak. İnönü ‘nün Söylev ve Demeçleri, i (1946), 87-93. S.355
(2) Bak. Rustow, s. 547-8; Orga, s. 153 v.d. ve ileride s. 510. General Ali Fuad Cebesoy’un hatıralarını üçüncü cildinin ikinci bölümü (Siyasi Hatıralar, 2, İstanbul 1960, özellikle s. 108 v.d.) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ortaya çıkışı ve kapanması ile ilgili bir bölüm içerir. Ayrıca bak. F. W. Frey, The Turkish Political Elite (1965), s. 323-35***
(3) Metin ve tartışmalar için bak. Arıburnu, s. 174 v.d.
(4) Nutuk, ii. 895; karş. Speech, s. 721-2.
(5) Söylev, ii. 212-3; Hist. Rep. Turque, s. 230.
(6) Jaschke, WI, n.s., i (1951), 45-46. Mustafa Kemal’in Kastamonu ve İnebolu gezilerinde yaptığı konuşmalar için ayrıca bak. Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Şapka Devriminde Kastamonu ve İnebolu Seyahatları 1925, (1959).
(7) Canard’da alıntılanmıştır, A l’Inst. D’Et. Or, viii. 219-23
(8) Prof. Dr. İsmet Giritli, “ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ”, Sayı 38, Cilt: XIII, Temmuz 1997
Kemalist Cumhuriyet gerçeği, “Laiklik cumhuriyetin temelidir.” Aldatmacası (7)
“…Malum nedenlerle bu tür ifadelere Türkiye’de rastlanmıyordu, ancak kuşkusuz, Mısırlı ilahiyatçıların dile getirdiği bu sözler özde Türk reform karşıtlarının görüşlerini de ifade etmekteydi. Halife nihayet uzak ve yarı efsanevi bir simaydı; şapka kanunu ise her bir Türk’ü kendi kişiliğinde etkiledi ve verilen cevap buna göre daha büyük oldu. Doğu’da yeni karışıklık, diğer yerlerde hayra alamet olmayan hareketlenmeler ortaya çıktı.
Olağanüstü Takrir-i Sükun kanunu 1925 Mart ayında Kürt isyanıyla baş etmek üzere kabul edilmişti ve hâlâ yürürlükteydi.
Hükümet ise silahlı kuvvetler ve İstiklal Mahkemeleri aracılığıyla kendi iradesini zorla kabul ettirmeye ve uygulatmaya muktedirdi. Mustafa Kemal’in taviz vermez bir şekilde ifade ettiği üzere:
-“Bunu (fesin kaldırılmasını) Takrir-i Sükun Kanunu yürürlükte olduğu zamanda yaptık. Bu kanun yürürlükte olmasaydı, yine yapacaktık. Fakat bunda, kanunun varlığı işleri kolaylaştırdı denilirse, çok doğrudur. Hakikaten, Takrir-i Sükun Kanunu’nun varlığı bazı gericilerin milleti geniş çapta zehirlemesine meydan bırakmamıştır. “(1)
Bir başka ve çok daha hassas bir konu da kadınların kıyafetiydi. 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’daki konuşmasında Mustafa Kemal fes gibi çarşafa da hücum etmişti:
-Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bez veya bir peştamal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası nedir? Efendiler medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lazımdır. (2)
Ne var ki gücünü Takrir-i Sükun Kanunu’ndan ve İstiklal Mahkemelerinden alan büyük reformcu Mustafa Kemal bile çarşafa karşı bir kanun çıkarmayı göze alamadı. Kadının çarşaftan çıkması büyük şehirlerde çoktan eğitimli sınıflarca kabul görmüştü, diğer yerlerde ise ağır bir ilerleme gösterdi. Halk Fırkası’nın bir kongresinde çarşaf yasağına dair bir teklif gündeme geldiğinde sene 1935’ti ve o zaman bile herhangi bir şey yapılmadı. (3)
Hukuk Reformu (4)
Türk halkının, ya da en azından görünürdeki erkek nüfusun, dış görünüşü değişmişti. Geriye daha zor olan “aile hayat ve yaşam tarzını” “medeni milletlerin ortak uygulamasına” uygun olarak değiştirme işi kalmıştı. Bunun için, ülkenin baştan bütün hukuk sistemini köklü biçimde yeniden düzenlemek gerekiyordu.
On dokuzuncu yüzyılın reformları, Şeriat’ın hakimiyetinin ve onun uygulayıcılarının yargı yetkisinin hukukun birçok alanından çıkartılmasını sağlamıştı.
8 Nisan 1924’te Mustafa Kemal daha ileri giderek bağımsız Şeriat mahkemelerini kaldırdı. Ancak bu değişikliklerden sonra bile Şeriat hâlâ aile ve şahıs hukukunun birçok alanında yürürlükte kalmaya devam etti. Hakimler laik bir mahkemede oturmalarına karşın, hâlâ Şeriat hükümleriyle iş yapıyorlardı ve hâlâ büyük çoğunluğu hem eğitimleri hem de dünya görüşleri bakımından Şeriat hukukçularıydılar.
Bütün reform süreçleri boyunca, aile ve bireyin konumuna dair meselelerde Şeriat hukukçularının elindeki ayrıcalıklı yetkinliğine hiç dokunulmamıştı. Mustafa Kemal buna bir son vermeye kararlıydı. 1924 yılının başında Adalet Bakanı 1917 tarihli özgürlükçü Aile Kanunu’nun daha iyileştirilmiş bir biçime kavuşturularak elden geçirilmesini teklif etti.
Ne var ki Mustafa Kemal, maharetli bir yorumla çok daha özgürlükçü ve modem bir hale getirilmiş olsa da, Şeriat’a dayalı bir kanunnameyle ilgilenmiyordu. 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar’da yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
-“Şunu katiyetle beyan etmeliyim ki. Medeniyetin esas ilerleme ve kuvvetin temeli, aile hayatıdır. Bu hayatta fenalık, muhakkak toplumsal, ekonomik, siyasi bir yetersizlikle sonuçlanır. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları gerekir.”
Birkaç gün sonra 11 Eylül 1924’te yirmi altı hukukçudan kurulu bir komisyon, İsviçre Medeni Kanunu’nu, Türklerin ihtiyaçlarına göre uyarlamak göreviyle işe başladı. Tamamlanan Medeni Kanun 17 Şubat 1926’da Meclis’te oylandı ve 4 Ekim’de yürürlüğe girdi. Türkiye’nin gelişiminde bu değişimin önemi, ne yapılırsa yapılsın pek abartılmış sayılmaz.
Tanzimat ve Jön Türk rejimlerinde pek çok hukuki reform yapılmıştı ve idare, ticaret, ceza hukuku alanları başta olmak üzere, pek belli etmeden az sayılmayacak miktarda Şeriat kuralı terk edilmişti.
Ancak ilk defa bir reformcu Şeriat ulemasının dokunulmaz imtiyaz alanı olan aile ve din hayatının mahremiyetini istila etme cesaretini göstermişti, hem de bunu gizli değil, apaçık bir saldırıyla yapıyordu. Allah’ın kanunu olan Şeriat’ın yerine Meclis geçmiş, kuran tamamen hükümsüz kılınıp yerine yeni Türk Medeni Kanunu koyulmuştu. (5)
Çok eşlilik, boşama gibi kadının özgürlüğü ve onuruna karşı olan bütün engeller kaldırıldı. Bunların yerine iki tarafın da eşit haklara sahip olduğu resmi evlilik ve boşanma geldi. Müslümanlar gözünde en sarsıcı olanı da, Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesinin yasal olarak mümkün hale gelmesi ve bütün yetişkinlerin istedikleri takdirde kanunen din değiştirme hakkına sahip olmalarıydı.
Türk Meclisi tarafından İsviçre Medeni Kanunu’nun oylanması elbette, Türkiye’yi bir gecede değiştirerek ülkeyi Ortadoğu’da bir İsviçre haline getirmedi.
Ana yollar ve demiryolları yakınlarında bulunan şehir ve kasabalarda yeni evlenme, boşanma ve miras kanunları genel olarak uygulandı. Ülkenin geri kalanını oluşturan sayısız köyde ise eski yöntemler devam etti.
Bir evlilik genellikle yasal olması ve yasal miras hakkının teminat altına alınması için resmi yetkililere kaydettiriliyordu. “Yasal” eş böylece, laik devletçe kutsanmaksızın, dinsel i geleneksel bağlarla kocalarına bağlanmış olan diğer kadınlardan doğan çocukların da annesi oluyordu.
Kadınlara bu yeni kanunla yeni ve çok geniş haklar tanınmış olsa da, kocalarına. Babalarına ya da erkek kardeşlerine karşı bu hakları kullanmaya cesaret edecek ya da buna önem verecek pek az köylü kadını vardı. Taşra kentlerinde bile çok eşlilik ortadan kalkmakla birlikte Batılı olmayan sınıfların kadınlarının konumunda uzun zaman boyunca gerçek anlamda pek az iyileşme oldu.
Bununla beraber kalede gedik açılmıştı. Bir İslam ülkesinde her zaman büyük önem taşımış olan devlet otoritesi, artık kesinlikle reform yanlısıydı ve gelenekçiler zorlu ve pek alışılmadık bir yol olan gizli direniş rolüne itilmekteydi.
Ulema sınıfı başka alanlardaki yenilgilerinin de ardından, elindeki son direnç noktası olan kudret ve etkisini de kaybetmişti. Hukuk araçları ve hukukun uygulanmasını cebren sağlayan makamlar büyük bir kararlılıkla ulemanın gücünü ebediyen kırmak için kullanılıyordu.
Mustafa Kemal’in hedefleri, 5 Kasım 1925’te Ankara’da yeni hukuk fakültesinin açılışında yaptığı konuşmada apaçık biçimde görülmekteydi:
-“Talebe efendiler ve hukuk müntesibi efendileri
Yeni hukuk esaslarından, yeni ihtiyacımızın talep ettiği kanunlardan bahsederken “her inkılabın kendisine mahsus müeyyidesi bulunması gerekir” hikmetine, yalnız bu hikmete işaret etmiyorum.
Boşyere bir sitem temayülünden kendimi men ederek, fakat Türk milletinin çağdaş medeniyetin araçlarından ve nimetlerinden istifade etmesinin en azından üç yüz seneden beri sarf ettiği gayretlerin ne kadar elem ve ıstırap engeller karşısında heba olduğunu derin bir üzüntüyle izleyerek söylüyorum.
Milletimizi çöküşe mahkûm etmiş ve milletimizin bereketli sinesinde devir devir eksik olmamış olan girişimcileri, mücadelecileri yenilgiye uğratmış olan olumsuz ve kuşatıcı kuvvet şimdiye kadar elinizde bulunan hukuk ve onun samimi takipçileri olmuştur.
Beynelmilel genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini düşünün. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk camiasına kazandırmış olan kuvvet ve kudret, yaklaşık olarak aynı senelerde icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukukçuların o kötü direncini kırmaya muktedir olamamıştır.
Köhne hukukun ve onun uygulayıcılarının, matbaanın memleketimize girmesine izin vermeleri için üç yüz sene gözlemleyip tereddüt etmelerine, lehinde ve aleyhinde pek çok kuvvet ve kudret sarf etmeleri gerekmiştir.
Eski hukukun çok uzak, çok eski ve ihya edici kuvvetinin mevcut olmadığı bir dönemini ve onun uygulayıcılarını seçtiğimi zannetmeyin. Eski hukukun ve onun uygulayıcılarının yeni inkılap devremizde bizzat bana çıkardıkları zorluklardan örnek vermeye kalksam sizin başınızı ağrıtırım. Bütün bu olaylar, inkılapçıların en büyük, fakat en sinsi can düşmanının çürümüş hukuk ve onun güçsüz uygulayıcıları olduğunu gösterir.
Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukuk esaslarını temelinden yıkma teşebbüsündeyiz…”(6)
***
Ve “Cumhuriyetin temel vasfı Laiklik değil, demokratikliktir…”
“…Neden dinle ilgili bir türlü halledemediğimiz bir sorunumuz var bizim? Neden Cumhuriyet’in kurulmasından seksen küsur yıl sonra hâlâ laikliği tartışıyoruz?”
-Çünkü laiklik, Cumhuriyet’in ve modernitenin temeli olarak gösterildi.
-Oysa bir cumhuriyetin temel vasfı demokratik olup olmamasıdır.
-Eğer demokrasi Türkiye’ye baştan getirilseydi bugün durum değişik olurdu. Zaten bütün bu işler 1930′da bozuldu. 1930′a kadar Atatürk, toplumu biraz eski dengeleriyle muhafaza etmek istedi.
Fakat Halk Partisi Atatürk’ü ikna etti ve durum değişti.
Fakat Halk Partisi Atatürk’ü ikna etti ve durum değişti.
Atatürk’e,
-‘Bak, Fethi Okyar’ı nasıl tutuyorlar. Onu tutanlar gericilerdir, saltanatı geri getirmek istiyorlar’ dediler.
Hâlbuki halk, saltanat falan istemiyordu.
Halk Partisi’ni ele geçiren kadronun keyfi yönetimine, yolsuzluklarına tepki gösteriyordu halk.
Eğer seçim olsaydı Halk Partisi iktidardan gidecekti. Hedef, Atatürk ve cumhuriyetçilik değildi. (7)
Devam edecek…
-Tüm yönleriyle İzmir “Komplo-Suikastının” içyüzü
Kaynaklar;
Birinci bölümde anlatılanlara ek olarak
(1) Nutuk, ii. 895; karş. Speech, s. 722.
(2) Söylev, ii. 220; Hist., s. 234.
(3) Jaschke, WI, n.s., i. 47. Ancak bazı yerlerde çarşafa karşı belediye düzeyinde verilmiş talimatlar bulunmaktaydı.
(4) Hukuk sisteminin değişimine dair yapılmış en iyi araştırma ve yorum için bak. Count Leon Ostrorog, The Angora Reform, (1927). Ayrıca bak. Ali Fuad Başgil ve diğerleri, La Turquie (1959), (no. Vii. La Vie juridique des peuples, ed. H. Levy-Ullmann ve B. Mirkine-Guetzevitch); Jaschke, WI, n.s., i ve Bülent Daver, Türkiye Cumhuriyetinde Layiklik (1955), ve Unesco tarafından yayınlanmış, çeşidi yazarların katıldığı makalelerden oluşan International Social Science Bulletin, bc/I (1957), 7-81.
(5) Jaschke, WI, n.s., i. 36-37.
(6) Milli Eğitim Söylevleri, i. 29-30; Hist., s. 207-8.
(7) “Korkusuz Tarih” Neşe Tüzel’in, Kemal Karpat ile yaptığı söyleşiden alınmıştır. Prof. Kemal Karpat Kimdir? Türk tarihçi, Türk Tarih Kurumu şeref üyesi, “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Washington ve Rewington üniversitelerinde siyasal ve sosyal bilimler üzerine master ve doktora yapmış. Romanya’da tarih ihtisasının ardından Amerikan tarihi, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi ve Osmanlı tarihi konularında çeşitli kurslara katılmıştır. 20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Amerika’daki Türk Araştırmaları Cemiyeti’nin kurucusu ve başkanı, Orta Asya Cemiyeti’nin (ACAS) kurucusu. Şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümünde Tarih Profesörü olarak çalışmaktadır. Yurtdışında en çok ilgi gören eseri Ottoman Population adlı çalışmasıdır. Wisconsin University tarafından basılmıştır. Son olarak 24′te yayınlanan bir programda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini II.Abdülhamit’in attığını söylemiştir. TBMM Onur Ödülü sahibidir.” Vikipedi’den alıntıdır.
“Kemalist Cumhuriyet” gerçeği, İngilizlerin emriyle Bir Türk komutanını tutuklama şerefsizliğini gösteremem” (8)
“…Meclis’in yeni dönemi Mustafa Kemal’in tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesi ve İsmet İnönü’nün Başbakan atanmasıyla olağan biçimde başladı. Ne var ki, Türk devletine ve halkına biraz daha laik (seküler), biraz daha milli, biraz daha modern ve daha az İslami bir karakter kazandırma amacına yönelik daha başka projeler hazırlanıyordu.
İlk adım, zaten gerçekleştirilmiş olan değişimlerin resmen onaylamasının biraz ötesindeydi. 1924 anayasasının ikinci maddesi şu ifadeyle başlamaktaydı:
-“Türk Devleti’nin resmi dini İslam’dır.”
Bu ifade 1876’daki ilk Osmanlı anayasasından bu yana uygun değişikliklerle korunmuştu. 5 Nisan 1928’de Halk Fırkası bu hükmün anayasadan çıkarılmasına karar verdi. Beş gün sonra 10 Nisan’da Meclis bu yönde bir kanunu oyladı. Aynı esnada, üç maddede daha dinsel tabirler ve atıfları kaldıran değişiklikler yapıldı.
İslamiyet’in devletten kopartılması süreci tamamlanmıştı ve Türkiye artık hukuken ve anayasal olarak dindışı bir devletti.
Anayasasıyla, kanunlarıyla ve hedefleriyle laik (seküler) ve modern bir ülkeydi. Ancak onu Doğuya bağlayan ve Batılı milletler topluluğundan ayıran kudretli ve evrensel tek bir simge kalmıştı: Arap alfabesi.
Bu alfabe geçmişe gömülmüş olan hilafeti ve ilahi yasayı takip edecek Müslüman kimliğinin son işaretiydi. (1)
…
İzmir komplosu ve bastırılışı (2)
Kaynak 1; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis,S.370,
“Bu reformlar, Kürt isyanının bastırılmasından bu yana sesi soluğu çıkmayan rejim muhaliflerinin yeniden faaliyete geçmeleri sonucunu doğurdu. 15 Haziran 1926’da bir ihbarcı sayesinde İzmir’de hazırlanmakta olan bir tertip polis tarafından ortaya çıkarıldı. Başlarındaki Ziya Hurşid, 1924 yılında Hilafetin kaldırılmasına karşı çıkmış olan eski bir mebustu, girişimin amacı ise Mustafa Kemal’i, İzmir’e geldiğinde arabasını bombalayarak öldürmekti.
Suikastçılar tutuklandı ve 16 Haziran’da Gazi hiçbir zarar görmeden İzmir’e girdi. İki gün sonra İstiklal Mahkemesi alelacele Ankara’dan nakledilerek İzmir’de toplandı. Gazi millete hitaben bir beyanat vererek şunları söyledi: “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Mahkeme 20 Haziran’da İzmir’de, Elhamra sinemasının salonunda başladı. Kel Ali lakabıyla bilinen, eski asker, milletvekili ve Kemalist davanın en başından beri savunucusu olan Ali Çetinkaya mahkeme başkanıydı. 13 Temmuz’da sanıklar aleyhinde ölüm cezasına hükmedildi ve ertesi gün cezalar infaz edildi.
Ardından İstiklal Mahkemesi Ankara’ya döndü ve 1 Ağustos’ta yeni bir grup mahkûmun yargılanmasına başlandı. 26 Ağustos’ta sanıklardan bazıları için ölüm cezası verildi ve aynı gün cezalar infaz edildi.
Takrir-i Sükun Kanunu Mustafa Kemal’e sadece doğudaki ayaklanmalarla değil, aynı zamanda Ankara, İstanbul ve diğer yerlerdeki siyasi muhaliflerle de baş edebilmesi için yasal yetki sağlıyordu.Kürt isyanının ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı ve muhalif matbuat üzerinde şiddetli bir denetim kuruldu.
İzmir’deki suikast girişimi, bu girişimin önderleriyle olduğu kadar, diğer muhalif şahsiyetlerle de uğraşılmasına imkân sağlamaktaydı. (3)
İzmir ve Ankara’daki İstiklal Mahkemeleri kısa zaman sonra soruşturmayı gerçek suikast ve suikastçıların çok ötesine geçirip hukuk kural ve usullerine pek aldırış etmeksizin, meseleyi aslında Mustafa Kemal’in bütün ileri gelen siyasi muhaliflerinin yargılanmasına çevirdiler.
Kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla bağlantılı olan dört General, Kazım Karabekir, Refet, Ali Fuad ve Cafer Tayyar Paşalar beraat ettiler. Mahkûm edilemeyecek kadar itibar sahibiydiler.
Serbest bırakılmaları birçok sivil arasında ve orduda büyük ve hayra alamet sayılmayan bir sevince yol açtı. Diğer sanıklar o kadar talihli değildi. İdam edilenler arasında Jön Türk hareketinin önde gelen isimlerinden eski Maliye Nazırı Cavid Bey ve hatta Kurtuluş Savaşı sırasında Gazi’nin yakın arkadaşlarından biri olan Albay Arif de vardı.
Suikastın hazırlayıcısı olarak tarif edilen Rauf Bey, tertip ortaya çıkarılmadan önce Avrupa’ya gitmişti. Gıyaben yargılandı ve on yıl sürgün cezası aldı.
1927’ye gelindiğinde rejime yönelik askeri, dini ya da siyasi her türlü muhalefet susturulmuştu.
1927 Ağustos ve Eylül’ünde Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü meclisini belirlemek üzere seçimler yapıldığında bu seçime tek bir parti, sadece Mustafa Kemal’in Cumhuriyet Halk Fırkası katılıyordu. Bu seçimden sonra, 15-20 Ekim tarihleri arasında Mustafa Kemal Halk Fırkası’nın kongresinde meşhur nutkunu okudu.
36 saat süren nutuk Gazi’nin 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı zamandan itibaren yaptıklarının tarifi ve savunusunu içermekteydi. Bu eser hâlâ Kemalist Devrim’in klasik anlatışıdır…”
…
İzmir suikastı
Kaynak 2; ”Türkiye Cumhuriyeti Tarihi – Devrimler ve tepkileri (1924-1930) Mahmut Gologlu, İş Bankası yayınları.
“…Bu arada, hükümetten yana olan ‘Birinci Grup’taki arkadaşlarının kendisi ile dostluklarını bozmaları, muhaliflerden yanadır diye özel toplantılarına almamaları, yüreğindeki kızgınlığı ve öç alma duygusunu daha da şiddetlendirmişti. Bu nedenledir ki, İstiklal Mahkemesi’nin. Suikast Davası’nı ikiye ayıran kararında “Ziya Hurşid’in Cumhurbaşkanı’na duyduğu kin ve düşmanlığın doğurduğu kişisel olay ”denilmiştir.
İkinci Dönem Büyük Millet Meclisi seçimlerinde adaylıktan düşürülmesi ve yerine ağabeyi Faik Günday’ın (Mülkiyeli, Mutasarrıf, Ordu Mebusu) getirilmesi de, Ziya Hurşid’in iç dünyasındaki bunalıma ve gönül kırgınlığına sebep olmuştu.
Hele mebusken cephedeki fedakârca çarpışmasından ötürü Milli Savunma Bakanlığı’nca vermesi istenen özel kurdeleli İstiklal Madalyası’nın Halk Partili mebuslarca reddedilmesi onu yüreğinden yaralamış, ruhundaki bunalımı ve öç alma isteğini şiddetlendirmişti. (E Kandemir, İzmir Suikastı’nın iç yüzü. A. N. Erman, İzmir Suikastı: 73,103,165)
Nitekim, savunmasını yaparken, savcının ileri sürdüğü “Anayasa’yı tağyir veya tadile teşebbüs, Büyük Millet Meclisi’ni vazife ifasından men, hükümeti devirerek ele geçirmeye teşebbüs” suçları ile ilgisi olmadığını belirterek
-“…Ben sadece suikast yapacaktım. Bu da sabit oldu. Ben ancak bu suç için, tutuklandığım zaman yürürlükte bulunan 46. Maddeye göre kalebentliğe mahkûm edilebilirim. Suikasttan sonra hükümeti devirmek, Meclis’i görevden alakoymak isteseydim memleketten ayrılmaz, burada kalırdım. Oysa ki, sizin de anladığınız üzere, ben Sakız Adası’na kaçacaktım” demiştir. (A.N. Erman: İzmir Suikastı: 148)
Başbakan İsmet Paşa, İzmir Valiliği’nden gelen telgraflar üzerine gitmek için tren hazırlanırken, zaten hazır durumda bulunan… Savcı: Denizli Mebusu Necip Ali Bey (Küçüka), Üyeler: Gaziantep Mebusu Kılıç Ali Bey, Rize Mebusu Laz Ali Bey (Zırh), Aydın Mebusu Dr. Reşit Galip Bey), hemen oracıkta çalışmaya başladı ve İzmir Suikastı hakkında henüz başkaca bir bilgi yokken, ilk iş olarak, kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ne mensup mebusların tümünün, nerede olurlarsa olsunlar, hemen ve aynı anda tutuklanmalarına, evlerinin aranmasına, bulunacak belgelerin İzmir’e gönderilmesine karar verdi.
Sonra da özel trenle, sabaha karşı, İzmir’e hareket etti. (Kılıç Ali: İstiklal Mahkemesi Hatıraları: 40)
İstiklal Mahkemesi İzmir’e geldiğinde, kovuşturmayı yapanlar ’suikastçıların 17 Haziran’da Balıkesir’den gelecek olan Mustafa Kemal Paşa’yı İzmir’de beklediklerini, yolculuğun gecikip İzmir’e gelişin ertesi güne kaldığını ve suikastın da ertesi güne ertelendiğini, o gece ihbarın yapıldığını ve Ziya Hurşit ile arkadaşları Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi’nin yakalandıklarını’ anlattılar.
Ziya Hurşit’le birlikte yakalananların hepsi de gözünü budaktan sakınmayacak kimselerdi. Rizeli Laz İsmail, işgal altındaki İstanbul’da, işgal kuvvetlerinin gözü önünde ve gün ortasında, kendisi gibi birkaç arkadaşıyla birlikte büyük bir kuyumcu dükkânını soymuştu. Batumlu Gürcü Yusuf, Mütareke yıllarında, düşman donanmasının kontrolü akındaki Karadeniz’de, ufacık bir motorla, Fransız Pake Kumpanyası’na ait bir vapuru soymuş, milyonlarca Frank para almıştı. İstanbul’u Çopur Hilmi, üsteğmenlikten ayrılma idi. (F. Kandemir, İstiklal Savaşının İçyüzü: 41, K. Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları: 48)
Suçluların yakalanmasından sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir de Hurşit’i otele getirtip görmüştü. Bu sırada, hükümet de bir bildiri yayınlayarak, olayı halka duyurdu. Bildiri şöyle idi:
Cumhurbaşkanı’nın gezilerinde İzmir’de uygulanmak üzere bir suikast düzenlendiği öğrenilerek düzenleyiciler silahları, bombaları ve hazırlıklarıyla, Cumhurbaşkanı’nın gelişinden önce tutuklanmışlardır.
Bu sırada tutuklamalar da devam ediyor, tutuklananlar İzmir’e gönderiliyor, sorgular gece gündüz sürdürülüyor, her akşam Narin Palas’a giden İstiklal Mahkemesi üyeleri, son durum hakkında Gazi’ye bilgi veriyorlardı. İstiklal Mahkemesi’nin, yola çıkarken alelacele Ankara’da verdiği karar gereğince Terakkiperver Parti mensubu bütün mebuslar yakalanmışlardı.
Bu arada Kazım Karabekir Paşa da Ankara’da tutuklanmıştı. Fakat Başbakan İsmet Paşa, Ankara Polis Müdürü Dilaver Bey’e emir vererek Kazım Karabekir Paşa’yı serbest bıraktırdı, durum İstiklal Mahkemesi savcılığa bildirildi.
Bunun üzerine, Narin Palas’a’ gidip Mustafa Kemal Paşa’ya olayı haber veren İstiklal Mahkemesi, Kazım Karabekir Paşa’nın tutuklanması için tekrar Ankara Savcısı’na emir gönderdi. Gazi de, Ankara’ya telefon ederek, İstiklal Mahkemesi’nin görevine karışıldığı için kızdığı, mahkemenin İsmet Paşa’yı da tutuklamaya kalkıştığını bildirdi ve İstiklal Mahkemesi ile görüşüp anlaşmak, olayın iç yüzünü öğrenmek üzere İsmet Paşa’yı İzmir’e çağırdı. (F. Altay, 10 Yıl Savaş: 418-419)
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlük süresi dolmaktaydı. Hükümet, iki yıldan beri uyguladığı bu kanundan millet ve memleket yararına büyük başarılar sağlandığını, hatta devrim aşamalarının bu kanun sayesinde daha hızlı ve kolay yapıldığını düşünüyordu.
Başbakan İsmet Paşa bu düşünce ve kanıyı dile getirerek şöyle bir konuşma yaptı:
“iki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların en önemlisi Şeyh Sait Ayaklanması ile beliren eylem değildi. Asil tehlike, memleketin genel yaşantısında meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu.
-Bu, memleketin birçok zamanlardan beri politik yaşantısına musallat olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine ve samimi düzeltme isteklilerinin bütün çabalarına engel olan budur.
-Ve bu, küçük çıkarlarını işletmeye alışmış soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetidir. Asi tehlike, anarşistlerin, karıştırıcıların, sağlıklı insan topluluklarının kafasına durmadan vurmalarında ve fakat düzenbaz bir saldırıcı olarak Doğu’daki davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca engel olan sosyal düzendeki karışıklığın da ortadan kalkmasını sağlamıştır.
Bu sırada, Cumhuriyet kanunlarının verdiği imkânların, sosyal yapıyı zedeleyici davranışlara bir perde gibi kullanıldığını da şaşkınlık içinde gördük. küçük duygulu ve aşırı istekli politikacıların, canlarımıza kötülük yapmayı düşünecek kadar gözlerinin kararabileceğini tasarlayamamıştık.
İşte, bütün bu haller, iki yıl içinde Takrir-i Sükun Kanunu’nun ve çok yerinde olarak kurduğunuz istiklal Mahkemeleri’nin mücadele etmek zorunda kaldığı güçlüklerin önemini ortaya koyar.
İstiklal Mahkemeleri, bu iki yıl içinde yaptıklarım hizmetle, Milli Mücadele tarihinde sahip oldukları yüksek yeri daha da yükseltmişlerdir. Onların küçük duygulardan arınmış olarak, adalete ve Büyük Millet Meclisi’nin verdiği yetkiyi yerinde kullanmak için tam bir dikkate dayanan davranışları Cumhuriyet’in savunmasına, olgunluğu ve erdemi ile gereği gibi anlaşılıp yerleşmesine başlıca yardımcı olmuştur.
Bizim, Takrir-i Sükun Kanunu’nun uygulanmasında üzüntü duyduğumuz işlerden biri, karşı politik kuruluş üzerinde karar almak zorunda kalışımızdır. Böyle bir mecburiyete düşmemek için ne kadar kendimizi zorladığımızı ve ne kadar çaba harcadığımızı başka fırsatlarla anlatmıştım.
Fakat memleketin genel hayatını bozulmaktan korumak ve memleketin genel dizenini sağlam bir mecrada devam ettirmek temel zorunluluğu, bizi Büyük Meclis’in verdiği yetkiyi kullanmaya mecbur bırakmıştır.
Takrir-i Sukun Kanunu döneminde elde ettiğimiz büyük yararlardan biri de, yüzyıllardan beri bu memlekette ciddi çaba sahiplerinin düşünüp tasarladıkları düzeltici düzenlemelerin en az fedakârlıklarla yapılıp kurulabilmesidir.
Gelecek yıllarda da Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yararlarından yoksun kalınmaması düşüncesindeyiz… Bu takdirde, sureleri bitmekte olan istiklal Mahkemeleri’nin yeniden kurulmalarını istememek imkânı olacağını da görüyoruz.
Böylece, milletin gerçek isteğine, samimi sevgisine dayanarak egemenliğini yürüten Büyük Millet Meclisi’nin yeni seçiminde, daha çok huzur ve sevgi ile milletin oyuna başvurulmasına da imkan verileceğini kabul ediyoruz. Ve bütün bu nedenlerle, Takrir-i Sükun Kanunu’nun iki yıl daha yürürlükte kalmasını teklif ediyoruz.”
Ne tümü, ne de maddeleri üzerinde söz isteyen olmadı. Teklif ve tasarı oylanıp kabul edildi. (Kanun: 979)
Fakat, ‘mebusların pasif direnişi’ olarak adlandırılabilecek tutum davranışları devam ettiği gibi, daha da yaygınlaşıyor ve açık oylamalarda özelikle hükümet tekliflerine karşı kullanılan oylar gittikçe azalıyordu.
Red oyu verilmiyordu ama oylamaya katılmayanların sayısı, genellikle katılanlardan daha çok oluyordu.
Mesela, 2 Mart 1927 günü Cumhurbaşkanlığı bütçesinde aktarma yapılmasına ait bir kanun tasarısı oylanmış ve oya katılan 126 kişiden 125 mebusun kabul oyu verdiği ve fakat 160 kişinin de oylamaya katılmadığı, ikinci oylamada da 287 mevcuttan ancak 145’inin oyu ile kabul edildiği anlaşılmıştır…”
…
İzmir Suikastı
Kaynak 3; “Modern Türkiye Tarihî, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007,” Carter V. Findley , I.BASKI Ekim 2011, İstanbul
“Temizliğe zemin hazırlayan olay İzmir’de hükümet tarafından önlenen Mustafa Kemal’e yönelik bir suikast girişimiydi (Haziran 1926). Baş suikastçı Ziya Hurşit eski bir meclis üyesi ve Müdafaa-i Hukuk grubu sekreteriydi. İzmir’de ve daha sonra Ankara’da yeniden toplanan İstiklal Mahkemesi, yeni kapatılmış olan muhalefet partisinin ve İttihat ve Terakki’nin üyelerini, milletvekilleri de dahil olmak üzere tutuklattı ve göstermelik olarak yargıladı.
Duruşmalarda İttihat ve Terakki’nin geçmiş politikaları ve Mustafa Kemal’e karşı muhalefet gibi konular, Suikastla ilgili konuları gölgede bıraktı. Mahkeme on dokuz kişiyi ölüm cezasına çarptırdı.
Bu kişiler arasında suikast planına katıldığı kanıtlanmamış olanlar da vardı. İttihat ve Terakki’nin Maliye Bakanı Cavid Bey de ölüm cezasına çarptırılanlar arasındaydı.
Suikast girişiminin ardından alınan sıkı tedbirler, Mustafa Kemal’in liderliğini sorgulayan Milli Mücadelenin emektar önderlerine karşı bir temizlik hareketine dönüşmüştü.
Mustafa Kemal 1927’deki Cumhuriyet Halk Partisi kongresinde otuz altı saat süren bir konuşma yaparak bu dönemi resmen kapattı.
Görünüşte 1919-1927 döneminin tarihini anlatan nutuk, aslında yapılan temizliği meşrulaştırmaya çalışıyordu.
Devlet tarafından İngilizce, Fransızca, Almanca ve Türkçe olarak yayınlanan nutuk, iki kuşak boyunca, metin eleştirel bir incelemeye tabi tutulmaksızın, cumhuriyetin ilk yıllarına ilişkin tarih yazımını şekillendirdi.
Mustafa Kemal “tarih” denen şeyin geçmişi kaydetmekle yetinmeyip geleceği ürettiğini anlamıştır. (4)
Mustafa Kemal muhalefeti yok ederken bile radikal, Batılılaştırıcı reformlar gerçekleştirdi. Modern bir aydınlanmış despot gibi, bir yandan Türkiye’yi Batının demokratik uygulamalarından uzaklaştırırken bir yandan da kültürel olarak Batıya yaklaştırdı.” (5)
…
İzmir Suikasti’nde muhalif zihniyet tasfiye edildi!
Kaynak 4; Tarihçi, Mustafa Armağan, Karabekir Paşa, Zaman gazetesi.
Soru; “Bir diziyle gündeme gelen İzmir Suikastı, Karabekir’e karşı yapılmış bir eylem değil mi?”
Cevap; “Muhalif bir zihniyetin tasfiyesi yapılmıştır İzmir Suikastı‘nda. Milli Mücadele kahramanları da bu anlamda toplanıyor ve idamla yargılanıyor. Susturuluyor. Karabekir’in oradaki yaklaşımı ‘uyum’ savunması değil, ‘kopuş’ savunmasıdır.
Karabekir, ayrıca ilginç bir hatırlatmada bulunuyor.
Kendisine Mustafa Kemal’i tutukla diyen Genelkurmay’a,
-”Ben ‘İngilizlerin emriyle bir Türk komutanını tutuklama şerefsizliğini gösteremem!’ demiş biriyim, suikaste kalkışacağımı nasıl söylersiniz.” diyor. Bu çok anlamlı bir mesaj…”
…
Devam edecek…
-Harf devrimi ve Alfabe
Kaynaklar;
Birinci bölümde açıklananlara ek olarak;
(1) “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Bernard Lewis, s. 371
(2) Bu olaylara ilişkin ayrıntılar için bak. Jaschke, Kalender, the RIIA, Survey, OM, WI, &c.; resmi anlatım için bak. Hist.; Cebesoy’un, Rauf Orbay’ın Londra ve Paris’ten kendi kayıtlarını savunmak için yazdığı mektupları içeren (s. 226-42) anlatımı için anılarına bak.: iii/2, 195 v.d.
(3) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın liderlerinin Kürt isyanıyla ya da İzmir suikastıyla bir biçimde bağlantılı olup olmadıkları hâlâ Türkiye’de tartışma konusudur. Örnek olarak bak. Karpat, s. 47 n. 47.
(4) Duara, Rescuing, s. 147-48,235; Paria, Nutuk; (Atatürk), Nutuk; (Atatürk), Speech
(5) Tuncay, Tek-Parti Yönetimi, s. 68-86, 127-83, 331; Zürcher, Turkey, s. 172-75; Zürcher, Unionist, s. 142-67; Schick ve Tonak, der., Transition, s. 223 (Toprak, “Religious Right”); Ulutaş, “Religion.”
“Kemalist Cumhuriyet” gerçeği, Harf devriminde Sovyetlerin etkisi (9)
“…Harf reformu yeni bir gündem maddesi değildi. Tanzimat’tan bu yana Arap alfabesinin geliştirilmesi yönünde öneriler yapılmış, ancak fazla bir sonuç ortaya çıkmamıştı, Arap alfabesinin tamamen terk edilip yerine Latin harflerinin geçirilmesi yönündeki bu radikal fikir Türkiye’de 1923 ve 1924 yıllarında ileri sürüldü ve tartışıldı. Ama kesin biçimde reddedildi.
Ne var ki 1927’ye gelindiğinde durum değişmişti, Kemalist rejim artık hâkimiyeti tam olarak ele almıştı ve fiilen diktatörce bir kudrete sahipti. Bir dizi ezici darbeyle dinsel muhalefet sindirilmiş ve cesareti kırılmıştı.
Sovyet yetkililerin S.S.C.B.’nde konuşulan Türk dilleri için Arap alfabesi yerine Latin harflerini benimsemesi de önemli bir etken oldu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti hükümetine bir örnek ve bir cesaret sağlanmıştı.
Sovyetlerin bu kararının hemen ardından, 1926 Mart ayında Milli Eğitim Bakanı Necati, alfabenin değiştirilmesinin siyasi Önemi üzerinde durdu. 1927 yılı boyunca hazırlıklar devam etti, ama Ocak 1928’e kadar kamuya hiçbir şey duyurulmadı.
1928’de yaylım ateşinin ilk atışları başladı. 8 Ocak’ta, Şeriat’ın kaldırılmasında başrollerden birini üstlenmiş olan ateşli reformcu Adalet Bakanı Mahmud Esad, Latin harflerinin üstün özelliklerini öven bir konuşma yaptı.
On beş gün sonra eski Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi daha da ileri giderek “Latin harflerinin kabulü bizim için bir zarurettir, eski edebiyat çürümeye mahkûmdur”, dedi.
24 Mayıs’ta Türkiye’nin diğer Müslüman ülkelerle birlikte kullanmış olduğu Arap rakamları yerine “uluslararası” rakamları kabul eden bir kanunla, ilk yasal adım atıldı.
26 Haziran’da “Latin harflerinin kabulü imkânını ve tarzını incelemek” amacıyla İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda özel bir heyet toplandı.
Bütün yaz süresince İstanbul’da olan Mustafa Kemal, tanışmaların başında bulundu ve hiç kuşku yok ki. Heyetin işini hızla ve maharetle yürütmesinde etkili oldu.
Altı hafta içinde yeni alfabe tamamlandı. Mustafa Kemal bunu millete sunmaya hazırdı. 9 Ağustos 1928 tarihinde bir zamanların Gazi Paşası, şimdinin Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal, artık bambaşka bir role, başöğretmenliğe soyunmuştu.
Cumhuriyet Halk Fırkası o gece Sarayburnu’ndaki parkta bir eğlence düzenledi. Devrin birçok ileri gelen şahsiyeti oradaydı. Saat on bire doğru Cumhurbaşkanı geldi ve bir süre sonra oradakilere hitaben bir konuşma yapmak üzere ayağa kalktı:
-Arkadaşlar bizim ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz.
-Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek gerek. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu ayıptır… Bu hata bizde değildir.
-Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını bir takım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Bu hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini İsterim… Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün uygarlık aleminin yanında olduğunu gösterecektir. (1)
Bu seferberlik çağrısının ardından Gazi ülke içinde gezilere çıktı. Köy meydanlarında, sınıflarda, belediyelerin toplantı salonlarında ve kahvehanelerde halka dersler verip onları sınava tuttu.
Başbakan ve diğer ileri gelenler de bu örneği takip etti. Kısa sürede bütün Türkiye bir dershaneye döndü. Ülkenin aydınları karatahta önünde tebeşirle, halka okumayı, yazmayı yeni alfabeyi öğretiyordu.
1 Kasım 1928’de yeni dönemin ilk gününde Meclis, Mustafa Kemal’e altından bir alfabe plaketi sunma kararı aldı. 3 Kasım’da ise yeni Türk alfabesini kabul eden ve ertesi yıldan itibaren Türk dili için eski Arap harflerinin kamuda kullanılmasını yasaklayan bir kanunu onayladı.
Birkaç gün sonra devlet memurları yeni alfabeden sınava sokuldu ve 11 Kasım’da “Millet Mektebi”nin kurallarını belirlemek üzere, bakanlar kurulunca bir kararname çıkartıldı. 3. Ve 4. Maddeler şöyleydi;” Erkek ve kadın her Türk vatandaşı bu teşkilatın üyesidir” ve “Millet Mektebi’nin başöğretmeni Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal hazretleridir.”
* * *
Harf Devrimi’ni açıklamak ve haklı göstermek için çeşitli argümanlar ileri sürülmüştür. Arap harfleri Türk dilinin seslerinin ifadesi için uygun değildi, öğretilmesi zor, baskısı sorunluydu, dolayısıyla eğitim ve kültürel genişleme açısından bir engeldi.
Bu ithamlar mesnetsiz değildir ve açık, basit ve fonetik olan yeni alfabenin okuryazarlık oranını arttırmaya ve matbuatın kapsamlı biçimde yayılmasına yol açtığına kuşku yoktur.
Ancak değişimin altında yatan temel amaç toplumsal ve kültürel alanda çok da uygulamaya ya da eğitime dönük değildi.
Halkını bu alfabeyi kabule zorlarken Mustafa Kemal aslında geçmişin kapısını kapatıyor ve geleceğe doğru bir kapı açıyordu. Geçmişle ve Doğuyla olan son bağ da böylece koparılacak ve Türkiye’nin modern Batı uygarlığıyla bütünleşmesine giden yolu açılacaktı.
İçinde barındırdığı tehlikeyle birlikte bu arzu, önde gelen Türk yazarlarından Halide Edip Adıvar tarafından iyi biçimde ifade edilmiştir:
-“Garp medeniyetini bir bütün olarak idrak edebiliriz. Demek ki. Garp medeniyetine tam olarak ne İngiliz, ne Fransız ne de İtalyan diye bir marka koyabiliriz. Yani bu medeniyete geç olarak iltihak eden bir millet de bunların sadece takipçisi değil. Garp medeniyetinin bir parçasıdır. “Bir örneklik” ve topyekün taklit Garp medeniyetinin ruhunun tamamen zıddı olmak demektir. Bu noktayı, bilhassa bu medeniyete geç iltihak etmişler durup düşünmelidirler. (2)
* * *
Ve konu ile ilgili tartışılması için farklı görüşler;
-“Yeni alfabeye geçişle, Türk İnsanı’nın 1000 yıldır kullandığı bir alfabe kaldırılmıştır.”
-“Öte yandan, bir nesil sonrakiler Arap harflerini öğrenecek yer bulamadıkları için; bütün kütüphanelerimiz, arşivlerimiz, belgelerimiz kısa zamanda “müzelik, seyirlik” oldu. Her türlü araştırma, inceleme durdu.”
-“Alfabe değişikliğine bir de uydurma dilcilik eklenince; geçmişimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, soydaşlarımızdan koptuk. Yeni politikacılar, tarihçiler, edebiyatçılar, öğretmenler de geçmişimiz yokmuş gibi davranmaya başladılar…”
-“Arşivlerimizdeki belgeler ilgisizlikten çürüdü. Bir kısmı odun niyetine sobalarda yakıldı, “hurda kağıt” diye Bulgaristan’a satıldı. Ne olduğunu anlayamadığımız için pek çok değerli kitap yurt dışına kaçırıldı. Hindistan, Pakistan, Sovyetler Birliği, Avrupa, Amerika kütüphanelerindeki yüzbinlerce cilt eski yazı eserden hiç yararlanamaz olduk.”
-“Esas sıkıntıyı siyaset alanında çektik. Türkiye “geçmişi olmayan bir devlet” gibi yaşadı. Tarihten ders alınmadığı için, dış ve iç siyasette pek çok hatalar yapıldı. Bazen “Amerika yeniden keşfedildi”.
-“Kemal Tahir’in de işaret ettiği gibi, herhangi bir alfabenin “gerici” veya “ilerici” olamayacağı hususudur.”
-“Ne tuhaftır ki, bugün kendi özel alfabelerini kullanan Japonya, Çin, Kore, Rusya, Hindistan, Yunanistan ve İsrail gibi ülkelerin hepsi, gelişmişlik açısından Türkiye’den ileridirler!.. Arap alfabesi kullanan ülkeler de, milli gelir açısından Türkiye’yi geri bırakırlar…”
-“Bunlardan Çin, Japon ve Hint alfabeleri, Arap alfabesinden de zordur. Çin alfabesinde 2000′den fazla karakter ezberlemek gerekir. Ama hiç kimse bunu “ilerlemek, kalkınmak için engel” olarak görmez!.. Dünyada geçmişte kullanılmış pek çok alfabe olduğu gibi, şimdi kullanılmakta olan 300′e yakın alfabe vardır!
-“Şu halde tartışılması gereken husus; bir alfabenin “ilerici” veya “gerici” olması, “zor” veya “kolay” olması değil; “dilimize uygun” olup olmadığıdır!
-”Arap alfabesinin Türkçe yazmada bazı zorluklar yarattığı, bazı kelimelerin aynı harflerle yazılıp farklı okunduğu, karışıklık yarattığı doğrudur.
-“bir Japon, kendi dilini Japon alfabesinden başkası ile yazmayı, onu “medeniyet” uğruna terketmeyi aklından bile geçirmez. bir Arap dünyaları verseniz Arap alfabesini bırakmaz!.. İsraillilere gelince, 3000 yıl önce ölmüş olan İbrani alfabesini diriltip kullanmaya başlamışlardır! üstelik çoğu Amerika, Avrupa gibi latin alfabesi kullanan diyarlardan göç etmiş iken!.. bunların hepsi aptal mı, gerici mi?..
-“Bu ülkeler öz alfabelerini, “varlıklarını sürdürme“nin başlıca şartı olarak görürler!…bizden tek bir aydın bile çıkıp ta bu konuda kemal tahir gibi kafa yormaz!
-“Dünyada 10 milyonluk Yunanistan’dan başka Grek alfabesi’ni kullanan yoktur, ama hiç bir yunan, Avrupa Birliği’ne girmelerine rağmen Latin alfabesi’ne geçmeyi düşünmez! Yurdumuzdaki sadece 50.000 kadar olan Ermeniler bile, ermeni alfabesi ile gazete çıkarırlar.
-“Bunların hepsi milli alfabenin milli benlik olduğunun idrakindedirler!.. başka bir alfabe kabul etmekle, o kültürde eriyip gideceklerini düşünürler!..(3)
* * *
Ve ilgisini okuyanın basiretine bırakarak aşağıda bir fıkra anlatılmaktadır.
-”Kadınlar hakkında, enternasyonal boyutta araştırmalar yapan bir sosyolog; dünyanın çeşitli ülkelerinde şöyle bir soru sormuş kadınlara:
-Kocanızı başka bir kadınla yakalarsanız ne yaparsınız?
* * *
İşte aldığı yanıtlar:
İsveçli kadın:
-Neyimi beğenmediğini sorarım.
* * *
Rus:
-Evi terk ederim.
* * *
Fransız:
-Sesimi çıkarmam, sevgilime gider, beni teselli etmesini isterim.
* * *
İtalyan:
-Kadını vururum.
* * *
İspanyol:
Kocamı vururum.
* * *
Yunanlı:
-Her ikisini de vururum.
* * *
Türk:
-Benim kocam, öyle şey yapmaz. (4)
…
Devam edecek…
-Demokrasi deneyi…
Kaynak; Birinci bölümde açıklananlara ek olarak;
(1) Milli Eğitim Söylevleri, i. 32-33; daha değişik versiyonları için bak. Söylev, ii. 254-5 Hist.. s 246-9.
(2) Halide Edip Adıvar, Türkiye’de Şark… (1946), s. 11
(4) Av. Taner Aktop’tan (alıntıdır.) Kaynak; Çetin Altan
Kemalist Cumhuriyet gerçeği, “Gaziye karşı mücadele imkânsız feshediyoruz” (10)
“…1927’de olağanüstü yetkiler tanıyan Takrir-i Sükun kanunu iki yıl için tekrar yenilendi. 4 Mart 1929’da yürürlükten kalkmasına izin verildi ve hükümet tekrar uzatılmayacağını ilan etti. Başlangıçta idari denetime dair bu rahatlamaya karşı hiçbir tepki verilmedi.
Ardından Aralık 1929’da Yarın adlı yeni bir gazete yayınlanmaya başladı ve hükümete yönelik eleştirileriyle dikkatleri üzerine çekti.
1924’te olduğu gibi, bu saldırı Mustafa Kemal’i değil, Başbakan İsmet İnönü ve özellikle de onun ekonomi politikalarını hedef alıyordu. Nisan’da gazete bir günlüğüne kapatıldı ve 17 Mayıs’ta başyazar Arif Oruç, tahrik edici makaleler yazmaktan dolayı bir ay hapse mahkûm oldu.
Arif Oruç kısa süre sonra görevine geri döndü, hükümete ve hükümet üyelerine dönük eleştirilerine devam etti.’ (1)
Bu ılımlı tepki, tahammül gösterilen ikinci bir muhalefet tecrübesinin habercisi oldu. İlk işaret, Yalova’daki bir baloda bizzat Mustafa Kemal’den geldi. Yeni bir partinin kurulmakta olduğunu söylüyordu.
Paris büyükelçiliğinden Türkiye’ye dönmüş olan Fethi Bey, 9 Ağustos 1930 tarihinde Mustafa Kemal’e bir mektup yazarak hükümetin mali ve ekonomik politikalarındaki başarısızlıklardan, Meclis’te eleştiri hürriyetinin olmayışından ve sonuç olarak bakanlar kurulunun sorumsuzluğundan şikâyet etti.
Bir muhalefete ihtiyaç olduğunu söyleyerek Cumhurbaşkanı’nın yeni bir parti kurulması yönündeki önerisine dair görüşlerini öğrenmek istedi. Cevabında tartışma hürriyetine olan inancını teyit eden Mustafa Kemal, ayrıca laik Cumhuriyet’in temel ilkelerini benimsemesinden ötürü Fethi Bey’e duyduğu memnuniyeti ifade etti.
Bu mektup ve cevabı yayınlandı ve 12 Ağustos’ta Fethi Bey Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın tüzüğünü Cemiyetler Kanunu gereğince tescil edilmesi talebiyle İstanbul Valisinin vekiline teslim etti.
…
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kısa ve talihsiz ömrü Türkiye Cumhuriyeti tarihinde karanlık bir dönem olarak kalmıştır ve birçok farklı açıklamaya meydan vermiştir.
-Bazıları, Mustafa Kemal’in gerçekten Türkiye’de çok partili demokrasi yaratmaya çalıştığına inanmakta ve tepkisel bir şiddet nedeniyle henüz çok erken olduğunu gördükten sonra bu girişiminden vazgeçtiğine inanmaktadır.
-Bazıları da onun sadece ekonomik kriz döneminde gerginliği azaltmak için uysal, kolay idare edilebilir bir muhalefet hedeflediğini ve bu muhalefetin kontrolden çıkmaya başladığını görünce onu ezdiğini söylemiştir.
-Bir başka görüş ise bu dönemi Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasındaki anlaşmazlık olarak yorumlamıştır. Bu yoruma göre Mustafa Kemal, İnönü ve Halk Fırkasını dengeleme amacındaydı. İnönü ise bu tecrübenin çok tehlikeli olacağına Mustafa Kemal’i sonuçta ikna etmişti.
Kesinlikle Mustafa Kemal’in yetkisiyle kurulmuş olan ve onun yakın gözetimi altında faaliyet göstermiş olan Serbest Cumhuriyet Fırkası 1924’ün Terakkiperver Fırkası’dan çok daha az bağımsızdı.
Hatta iktidardaki partiye karşı daha zayıf bir alternatif olarak görülmekteydi, (2)
Meselenin hakikati ne olursa olsun, bu girişimin erken ve tehlikeli olduğu kısa zamanda anlaşıldı.
Fethi Bey ve İsmet İnönü birbirlerine olan dostluklarını ve nezaketlerini sürdürmek için büyük bir dikkat harcasalar da, tescilli bir muhalefetin ortaya çıkışı, farklı çevrelerde birikmiş bir nefret ve hoşnutsuzluk patlamasına yol açmıştı.
Fethi Bey’in konuşmaları ardından ayaklanmalar ve huzursuzluklar meydana geliyordu, doğu illerinde tehlikeli taşkınlıklar vardı.
Nihayet Kasım ayında Gazi’nin bu sadık muhalefetine son verildi.
15 Kasım’da Fethi Bey Meclis’te hükümeti seçimlerde yolsuzluk yapmakla itham etti ve hemen ardından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı feshetme kararını
-“Gazi’ye karşı mücadelenin imkânsız olduğu” gerekçesiyle ilan etti.
Bu karar 17 Kasım 1930 tarihli bir mektupla İçişleri Bakanlığı’na bildirildi. Yaklaşık olarak aynı dönemde kurulmuş olan iki küçük parti daha (Ahali Cumhuriyet Fırkası ile Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi) doğrudan hükümet emriyle feshedildi (3)
(Cumhuriyetin ilk yıllarında) Rus Etkileri
Türk devletçilik politikasının ortaya çıkışının Sovyetler Birligi örneğine ve öğretisine dayandığı sık sık ileri sürülmüştür. Kuşkusuz benzer noktalar vardı, hatta doğrudan temas da oldu. Kemalist hareketin ilk günlerinden itibaren, ikisi de kanun dışı ilan edilmiş bu devrimci rejimler “iki halkın, emperyalizmin müdahalesine karşı giriştiği ortak mücadele” (4) ile bir araya gelmiş, Türk ve Sovyet Cumhuriyetleri dostane ilişkiler kurmuşlardı.
Lausanne müzakereleri sırasında yaşanan geçici bir soğukluğun ardından, 1924-5 arasında, İngiltere ile Musul meselesi üzerine yaşanan çatışma Türklerin tekrar Batı’dan kopup Sovyetlere yönelmesine neden oldu. 17 Aralık 1925 tarihinde bir Türk-Rus dostluk antlaşmasının yolunu açtı ve böylece ilişkiler arttı.
Bu diplomatik dostluk hiçbir ideolojik etki yaratmadı. Rusya’daki komünizme dair argümanlar ne olursa olsun, Mustafa Kemal daha ilk baştan bunun Türkiye’de hiç yeri olmadığını açıkça belirtmişti. Birçok defa, Kemalist ve komünist ideolojiler arasında herhangi bir yakınlık olduğu iddialarını yalanlandı ve daha Ocak 1921’deyken Türkiye’de komünist faaliyetlere karşı önlemler alındı.
1922 yılında Rauf Bey hükümeti komünist propagandayı yasakladı. Türkiye Komünist Partisi’nin yan yasal kalıntıları da nihai olarak 1925’te yasadışı ilan edildi Rusya’da ise Komünist davaya karşı yapılan bu açık saldırılar siyasi nedenlerle sineye çekildi ve Komintem* ideologları antikomünist bir kişi olmasına karşın, Mustafa Kemal’in de bir ilerici, hatta devrimci sayılabileceği yorumlarını yapmakla meşguldü.
Zira o feodalizmin son kalıntılarını da yok ediyor, özgürlükçü tarım politikası izliyor, sınai büyümeye hız veriyor ve kapitalist Batı’nın verdiği rahatsızlığa karşı direniyordu (5)
1928-29’da, Moskova’daki kapsamlı ideolojik yeniden yönlendirme hareketi esnasında, yeni bir yorum tarzı benimsendi ve Mustafa Kemal birdenbire devrimci kahramandan muhafazakâr bir zorbaya dönüştürüldü.
Kemalizm artık bir kitle hareketi değildi ve mutlak kapitalizme doğru yol almaktaydı. Tamamen olmasa da, Türk köylerindeki feodalizm kalıntılarını kısmen ortadan kaldırmıştı ve sosyal temeli, burjuvazinin üst katmanlarıyla ve büyük toprak sahipleri, bir de “kulaklar” arasında bir anlaşmaya dayanıyordu.
Mustafa Kemal’in bir korkutma politikası ve toplumsal demagojinin eşsiz bir karşımı olan, kendine has “Türk nasyonal faşizmi” ya da “tarıma dayalı Bonapartizm” uyguladığı söyleniyordu.
Bu görüşe göre Mustafa Kemal faşistti. İdaresi altındaki Türkiye tekrar emperyalist egemenlik ve toplumsal gericiliğe dönüyordu .(6)
Bu değişiklikler kaçınılmaz olarak iki hükümet arasındaki ilişkileri etkiledi. Rusya’nın Kemalist rejimi yeniden yorumlamasıyla Türk Komünist faaliyetleri rejime karşı yeniden harekete geçti. Buna karşılık olarak Türk yetkililer de yeni ve çok daha şiddetli baskı yöntemlerine yöneldiler.
1929 yılının yazında Türk hükümetinin eylemlerini ve ekonomi politikasını şiddetli bir dille yerden yere vuran Sovyet basınında, bu yöntemler dile getirildi.
Türk basını da bu tedbirleri savunan ve Rusların dikkatini onların kendi yetersizliklerine çeken bazı yazılarla karşılık verdi. Her iki tarafta da gazeteler birer hükümet organı olduğu için basın polemikleri kolayca uluslararası tartışmalara dönüşebiliyordu. (7)
Bu şartlar altında, birkaç ay sonra Türk-Rus ilişkilerinde böylesi köklü bir ilerlemenin olmuş olması daha da dikkat çekici bir durumdur. İlk işaret Kasım 1929’da, S.S.C.B. ile bir ticaret anlaşmasının imzalanmasıyla ortaya çıktı.
11 Aralık’ta Ziraat Bankası ve Sanayi ve Maden Bankası tarafından S.S.C.B. ile ticaret yapmak üzere bir şirket kuruldu ve faaliyete geçti, 13 Aralık’ta Sovyet Dışişleri Komiser Yardımcısı Karahan Ankara’ya geldi ve Mustafa Kemal tarafından kabul edildi. 17 Aralık’ta “Rus-Türk Protokolü” imzalandı.
Böylece 1925 yılı antlaşması yenilendi. Eylül 1930’da, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Moskova’ya ziyaret için gittiğinde ilişkiler daha da yakınlaştı. Bunun ardından daha başka ziyaretler de yapıldı. Ekim 1931’de Litvinof Ankara’da, I, Nisan-Mayıs 1932’de İnönü Moskova’da, Voroşilof Ekim 1933’te Ankara’da, Celal Bayar Ekim 1935’te Moskova’daydı.
Bu ziyaretler içinde en önemlisi Türk başbakanı ve dışişleri bakanının 1932 Moskova ziyaretiydi. Bu ziyaret esnasında, S.S.C.B. ile 8 Mayıs’ta 8 milyon dolarlık bir kredi antlaşması imzalandı. Kredinin büyük kısmı tekstil sanayiinin geliştirilmesi için kullanıldı. Kayseri’de Sovyetler’in rehberliğinde bir tesis kuruldu. (8)
Batı’nın hâlâ kriz çukurunda kıvrandığı bir dönemde Sovyetlerin ekonomik büyüme yöntemi, bu yöntemi uygulayacak sermayesi ve uygulamaya destek olacak uzmanları temin etme imkânı vardı. Kemalizmin devletçilik ilkesini benimsemesi, Sovyetler Birliği’ne ya da komünizme herhangi bir siyasi veya ideolojik eğilimden değil de, tamamen devrin pratik gereklerinden kaynaklanıyordu.
Ülke önceki mücadelelerin ve karışıklıkların yarattığı yıkım ve yoksulluktan hâlâ tam olarak kurtulmuş değildi. Şimdi de Türk yöneticilerin ne sorumlusu oldukları ne de kontrol edebildikleri dünya çapındaki bir krizden dolayı sarsılmıştı. Acilen yardım gerekiyordu ve nereden bulunursa alınmalıydı. (9)
Devam edecek…
-Cumhuriyetin ilk yıllarında yabancılara yatırım izni verildi, dış borç alındı mı?
Kaynaklar;
Birinci bölümde açıklananlara ek olarak;
(1) Jaschke, Kalender, ve OM, ilgili tarihlere bak.
(2) Tunaya, Partiler, s. 622. V.d. Ahmed Ağaoğlu, Serbest Fırka hatıraları (İstanbul, t.y.); Süreyya İlmen, Zavallı Serbest Fırka (1951); Frey, Elite (İS (1965) S. 335-43.
(3) Tunaya, Partiler, s. 635.
(4) Türk-Rus dostluk anlaşması, 16 Mart 1921. Metin için bak. J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle East, ii (1956), 95. Karş. Jaschke, “Der Weg zur russich-türkischen Freundschaft” WI, xvi (1934), 23-28; Herslag, Turkey, s. 77 v.d. ve yukarıda, s. 341.
(5) Laqueur, Soviet Union, s. 87-88.
(6) A.g.e. s. 105.
(7) Ahmed Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, 1919-39, (1953), s. 204-5
(8) Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, S.383
(9) A.g.e.
Kemalist Cumhuriyet ekonomisi, yabancılara verilen yatırım izinleri ve dış borçlar (11)
“…Erken cumhuriyet dönemi ekonomik tarihi iki döneme ayrılmaktadır. Birinci dönem (1923-1929) bir yeniden yapılanma ve dış ticaret ve yabancı yatırıma açıklık dönemiydi. Küresel bunalıma cevap veren ikinci dönem ise (1929-1950) yeni bir model olarak devletçiliği gündeme getirdi. (1)
Ekonomik yeniden yapılanma (1923-1929)
“…İzmir İktisat Kongresi (1923) bu dönemin ana hatlarını çizdi. Kongre Ankara seçkinleriyle, Milli Mücadele sırasında Ankara’dan uzak kalmış belli başlı ekonomik merkezler olan İstanbul ve İzmir’deki işadamlarını bir araya getirdi.
Kongredeki tartışmalar “milli iktisat” anlayışını yeni cumhuriyet koşullarına uyarladı. İşçi ve köylülerin çıkarlarına gelince; kongre çiftçilerin ve işçilerin korporatist (*) bir temelde temsil edilmelerini, tüccarların, sağlayan bir düzenleme yaparak meseleleri zorla kontrol altına aldı. Her grup blok olarak oy kullanıyor ve işçilerle köylüleri temsil eden örgütlere kapitalistlerle toprak sahipleri başkanlık ediyordu.
”Milli iktisat” anlayışının bu dönemde nasıl işlediğini gösteren dikkat çekici örnekler vardır. Lozan’a eşlik eden ticaret anlaşması gümrük tarifelerini dondurarak yasaklıyor ve sadece devletin gelir elde etmek amacıyla üzerinde tekel oluşturduğu mallar için bir istisna tanıyordu.
Hükümet Türk kapitalistlerini güçlendirmek amacıyla kibritten alkole, patlayıcılardan petrole ve liman idaresine kadar pek çok mal ve hizmet üzerinde tekeller kurdu ve daha sonra bu tekelleri ayrıcalıklı şirketlere teslim etti.
Siyasal nüfuz sahibi kişileri ortak veya hissedar olarak alan şirketlerin çoğu aşırı kazançlar elde ettiler. (2)
İş Bankası (1924) siyasal ve finansal sermaye arasındaki ittifakın simgesiydi. Bankanın ismi Fransızca banque d’affaires ifadesinin tercümesiydi. Fransızcadaki pejoratif affairiste sözü Türkçe’ye aferist olarak geçmiş ve neredeyse bir siyasetçiler bankası niteliğindeki İş Bankası’nı çevreleyen çoğu Milli Mücadelenin eski askerlerinden oluşan nüfuz tacirlerini ve iş takipçilerini ifade etmek için kullanılır.
Osmanlı İmparatorluğunu fiilen bir yarı-sömürge ayrıcalıklar peşinde olmamak koşuluyla yabancı sermayenin gelişi de hoş karşılanmaktaydı.
1920’lerde yabancı sermaye genellikle ortaklıklar yoluyla ülkeye girdi.
Bu ortaklıklarda yabancı ortak sermayeyi, Türk ortak ise siyasal nüfuzu sağlıyordu. Dönemin aşırılıkları birçok kitabın sayfalarını doldurmaktadır. (3)
Bütün eksiklere karşın, 1920’lerde önemli gelişmeler de yaşandı. Bunlardan biri temel ulaşım alt yapısında yabancı denetimine son verilmesiydi.
1922’de Amerikalı kapitalistlere bir demiryolu imtiyazı verilse de, Chester projesi denilen bu proje yatırımcıların anlaşmazlıkları sebebiyle hiçbir sonuç vermedi.
1924’te Türk hükümeti yabancı sermayeyi demiryollarından çıkarmaya karar verdi. Belli başlı demiryollarının yanı sıra İstanbul-Ankara demiryolunun başındaki Haydarpaşa garına bitişik olan limanı millileştirdi.
Böylelikle demiryolları yeni cumhuriyetin ilk büyük devlet işletmeleri haline geldiler.
Ardından Türk kıyılarındaki deniz taşımacılığı da millileştirildi. Limanların idaresine el kondu ve ihaleyle Türk şirketlerine verildi.
Türkiye’nin uzun sahil şeridi ve kötü yolları göz önünde tutulursa, kıyı taşımacılığı yolcuların, malların ve postanın hareketi açısından olduğu kadar milli güvenlik açısından da son derece önemliydi.
Demiryollarının ve deniz taşımacılığının millileştirilmesi, birarada düşünüldüğünde, daha iyi bir milli ekonomik bütünleşme anlamına geliyordu.
1925’te bir başka Osmanlı bakiyesi olan Tütün Rejisi devlet tarafından satın alındı ve millileştirildi. Teşvik-i Sanayi Kanunu (1927) sınai teşebbüsler için vergi muafiyetleri ve benzer kolaylıklar sağladı. Bu kesimleri desteklemek için 1925’te Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu.
Devletçilik
“…Yeni ekonomi politikasına dair ilk işaret İsmet Paşa’nın Sivas’ta 1930 yılında yaptığı bir konuşmada kendini gösterdi: Devletin daha büyük ekonomik faaliyetine duyulan ihtiyacı vurguluyordu. Ardından 20 Nisan 1931’de Mustafa Kemal meşhur manifestosunu yayınladı.
İlk defa altı “temel ve değişmez ilke” ileri sürüldü ve bunlar, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bir sonraki ay gerçekleşen genel kongresinde kabul edildi, daha sonra da anayasaya kondu.
Bunlar hâlâ partinin flamasında altı ok resmiyle temsil edilmektedir. Manifestonun ilk maddesi ‘Cumhuriyet Halk Fırkası cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır” der.
Bu ilkeler arasından sadece bir tanesi, devletçilik, yeniydi. Manifestonun üçüncü maddesinde şöyle tanımlanmıştır:
-Hususi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde bilhassa iktisadi sahada devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır. (4)
Ardından gelen yıllarda Parti, hükümet ve bizzat Mustafa Kemal tarafından devletçiliğe dair başka tanımlar da yapıldı. Devletçiliğin sözcüleri ise aslen sosyalist olmadıklarını vurgulama hususunda ciddi gayret içindeydiler.
Ekonomiyi kolektifleştirme veya devlet tekelleri kurma niyetleri yoktu, tarıma hiç dokunmayacaklardı ve özel teşebbüsü sanayi ve ticaretten uzaklaştırmak gibi bir arzuları yoktu.Amaçları, milletin güç ve refahı için yaşamsal önem taşıyan, özel sermayenin yetmediği, faal olmadığı ya da ağır olduğu alanlarda projelere girişmek ve bunları geliştirmekti.
1933’te Türk sanayisinin büyümesi için ilk beş yıllık plan hazırlandı. 9 Ocak 1934 tarihinde onaylandı ve 1939’da tamamlandı.
Bu plan hiç kuşku yok ki, Rusya örneğinden esinlenmişti ve doğal olarak Rus kredisi ve rehberliğinden yardım almıştı.
Plan, başta tekstil sektörü olmak üzere, tüketim malları sanayii (ayrıca kağıt, cam, seramik) ve temel sanayi potansiyelini (özellikle de demir, çelik, kimya sanayiini) eşzamanlı olarak geliştirmeyi amaçlıyordu.
Kayseri’de Sovyet planlarıyla kurulmuş olan 33-000 iğlik tekstil fabrikası ve Karabük’te İngilizlerin kurduğu demir ve çelik fabrikası, elde edilen en önemli başarılar arasındaydı.
Ağustos 1935’te Mustafa Kemal İzmir Fuarı’nda şunları söyledi:
-Fertlerin hususi teşebbüslerini ve şahsi kabiliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket ekonomisini devletin eline alması esasına dayanarak Türkiye’nin tatbik ettigi devletçilik sistemi, on dokuzuncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir…” (Modern Türkiye’nin doğuşu, Bernard Lewis)
…
İktisatçılar, Türk devletçiliğinin başarıları üzerine genel olarak sert hükümler vermişlerdir.
-Devletçilik, hiç kuşkusuz ülkeye pek çok yeni sanayi tesisi kazandırmıştı. Kayseri, Ereğli, Nazilli, Malatya ve Bursa’da tekstil fabrikaları, İzmir’de kağıt ve selüloz, Gemlik’te suni ipek, Paşabahçe’de cam ve şişe, Kütahya’da porselen, Keçiborlu’da sülfür, Sivas’ta çimento fabrikaları acımıştı. Ağır sanayide, Zonguldak’ta antrasit, Karabük’te demir ve çelik tesisleri kuruldu.
Ne var ki Türk plancılar ve yabancı danışmanlarının gayretleri çoğu kez yetersiz, karmaşıktı, yanlış yönlendiriliyordu ve yüksek fiyatla kalitesiz üretim yapan fazla masraflı ve verimsiz fabrikalar hak hakkında birçok söylenti dolaşıyordu. Thomburg raporunda şöyle diyordu;
-Türkiye’de gördüğümüz şey planlı ekonomiye değil sermayenin çoğunun hükümetçe sağlandığı, ama kötü idare edilmekte olan kapitalist ekonomiye benziyor… (Sovyet etkisinin) sonucunda ortaya çıkan şey, ana-babasının en iyi yönlerini taşımayan bir melezdir. (5)
Thomburg raporu devletçi anlayışla plan yapanları, sadece kendi işlerini mahvetmekle değil, ayrıca kendine bir şekilde yer bulmuş olabilecek özel teşebbüsün de önünü kesmekle itilam ediyordu. “Özel teşebbüs başarısız olmamış, kasten teşvik edilmemiştir.” (6)
Öte yandan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’nın raporunda ise şu gerçeğin altı çizilmektedir.
- “Devletçilik yönetimi altında Türkiye büyük ilerleme kaydetmiştir. Osmanlı mirasının getirdiği dezavantajları taşıyan yerel özel teşebbüsün bu dönemde benzeri bir başarı elde edebileceği kuşkuludur. “ (7)
Belki de bütün bu girişimin en ciddi kusuru neredeyse tamamen tarımı göz ardı etmiş olmasıydı. “Sonuç olarak” der Hershlag,
-“ülkenin sahip olduğu en büyük doğal serveti, işlenmeden bırakıldı, tarımsal üretim artmadı ve sadece sınırlı bir işgücü kent sanayisine aktarıldı.” (8)
* * *
“…Milli” ekonomik kalkınma ve burjuva sınıfı oluşturma hedefleri değişmemişti. Ancak yüzyıldan fazla bir zamandır görülmedik bir şekilde, küresel ekonomik bütünleşmenin sıkılaşacağına gevşemesi, fiili otarşi koşullarında bir “milli iktisat” politikası uygulama fırsatı yaratmıştı.
1939dan sonra şartlar ve politikalar değişse de, 1930’ların devletçi fikirleri, gerek olumlu gerek olumsuz etkileriyle, yarım yüzyıl daha yankılanmaya devam etti.
1920’lerdeki Türk ekonomi politikasının en büyük başarısızlıklarından biri sanayileşmenin Osmanlı devrindeki düzeyin ötesine taşınamamasıydı. (9)
Bunun sonucu olarak, Türkiye buğday temelli tarımın icat edildiği memleketlerinden biri olmasına karşın Türk Değirmenleri ithal unla rekabet edemiyorlardı.
1929 bunalımı ham madde fiyatlarını mamul madde fiyatlarından daha çok azaltıp gümrük tarifelerinin dünya çapında yükselmesine sebep olunca, ithalata bağımlı bir ekonominin maliyeti katlanılmaz boyutlara ulaştı.
Bununla baş etmenin tek yolu ithal edilen malların ülke içinde üretmekti. Türkiye için bu, “üç beyaz” (un, şeker ve kumaş) ile başlamak anlamına geliyordu.
Pancardan şeker üretimini desteklemek, öylesine cumhuriyetin halkın refahına verdiği önemin simgesine dönüştü ki, “yeni ürün ve yeni milli devlet” sembolik olarak kalıcı biçimde birbirine bağlı hale geldi.
Özel teşebbüsün esas tutulduğu ama devletin ekonomik hayata müdahale ettiği bir karma ekonomi anlamındaki devletçilik, 1931’de Cumhuriyet Halk Partisinin programına girdi.
Devletçi politikanın tam anlamıyla uygulanmasına 1932de başlandı. Bu yolu hazırlayan birçok önemli gelişme vardı.
* * *
“…1920’lerde millileştirilen demiryolu ve deniz hatları devlet tekellerine dönüştürüldü. Devlet yatırımcı rolünü genişletirken, stratejik ekonomik hedeflerini gerçekleştirmenin bir yolu olarak Kamu İktisadi Teşekküllerini (KÎT) kurdu. Ayrıca bir beş yıllık sanayi planı yürürlüğe kondu. Plan hakkındaki çalışmalar 1932de başladı.”
“…Planın uygulandığı dönemde gayrisafi yurt içi hâsıla (GSYH) 1938 e kadar yılda ortalama yüzde 7 artış gösterdi. 1920’lerden 1938’e, kamu yatırımları reel olarak iki katına çıktı. Ulaşımdan sanayi, eğitim, sağlık ve tarıma yönelmeye başladı.
Büyümenin büyük kısmı hâlâ tarım kesiminde gözleniyordu. Bu durum planın hedefleriyle çelişiyor gibi görünebilir; ne var ki plan çerçevesinde kurulmuş olan devlet işletmelerinde çalışan işçiler sanayi işçilerinin sadece küçük bir kesimini oluşturmaktaydı ve sanayi ve madencilikte çalışan işgücü (1938’de 561 000) tarım kesimiyle karşılaştırıldığında hâlâ oldukça azdı.
…
1930’larda Türkiye’yle, Latin Amerika devletleri veya Japonya gibi, aşağı yukarı onun benzeri olan diğer bağımsız gelişmekte olan ülkeler karşılaştırılacak olursa, ekonomik bunalıma etkili çözümler geliştiremeyen hükümetlerin rejim krizlerine ve otoriter rejimlere saplanıp kaldıklarını söyleyebiliriz.
Dolayısıyla Türk devletçiliğinin önemi ekonomiyle sınırlı değildi. Sonradan yaşananlar devletçi, korumacı, ithal ikameci modele içkin olan sınırları açığa çıkardı. ..” (10)
* * *
Yabancılara verilen yatırım izinleri ve alınan dış borçlar
Kaynak; Kaynak; Kazım Karabekir Paşa günlükleri, YKB yayınları 1.ci baskı.
-“Tarih, 2 Ocak 1923 Yusuf Razi, Fransızlar geldi. Telsiz istasyonu için müracaatta bulundular…”
-“Tarih, 4 Şubat 1927, “Milliyet gazetesi, bir buçuk milyon lira ile Türk-Fransız barut inhisarı şirketinin teklifi yazıyor. Meclis-i idarenin dördü Fransız, yedisi Türk. Türkler, sabık Maliye vekili Trabzon mebusu Hasan Bey (saka) (Maliye vekili iken 70 milyon açık vermiş. İstifa ile meclis reisi naibi olmuştu.) Fransızlar iki grupmuş; Azot Fransa, ekspluzif minelist) Sahife; 1014,”
-“Tarih, 23.02.1932,; Amerikalı bir şirket Van ve Diyarbakır’a tayyare işletecek. Hükümet sözleşme imzalamış. sahife, 1052”
-“Tarih,13 Mayıs 1932, Ruslar 8 milyon kredi açmış…”
-“Tarih, 31 Mayıs 1932, İtalyanlar 30 milyon kredi vermiş…”
-“Tarih,18 Mayıs 1932, İngilizler 16 milyon borç veriyor…”
* * *
İmtiyazlar…
Kaynak; Türkiye Cumhuriyetinde tek partinin kurulması, 1923-1931, Prof. DR. Mete Tunçay, Tarih Vakfı Yurt yayınları.
“…Sorumlu yöneticiler borç karşılığı imtiyaz vermeyiz diye konuşurlarken, gerçekte bir Isveç-Amerikan firmasından 10 milyon altın dolar ödünç alınması karşılığında, bir kibrit ve benzeri tutuşturucular tekeli verildiği”ni yazmaktadır (s. 68). 15 Haziran 1930 tarih ve 1722 sayılı yasayla onaylanan sözleşmeye göre, (Ivar Kreuger Konsernine bağlı) Amerikan-Türk Yatırım Şirketi, bu imtiyaz karşılığında Türk hükûmetine yüzde 6,5 faizle ve 25 yıl vadeyle bu miktarda borç vermeyi yükümlenmiştir…”
* * *
Çok tartışılan ünlü “Chester projesi” Nedir?
Kaynak; “Türkiye’nin Yeniden doğuşu” Amerikalı gazeteci yazar, Clair Price, sahife 244, (Mustafa Kemal Paşa ile de görüşmüştür.)
-“Rauf Bey’in gelişi ile birlikte, eski Osmanlı İmparatorluğu ile İstanbul’da yapılan daha önceki görüşmelerde yer alan, ABD Donanmasından (emekli) Tuğamiral Colby M. Chester tarafından desteklenen Osmanlı – Amerikan Kalkınma Şirketi (The Ottoman – American Development Company) ile görüşmeler başladı.
11 Nisan 1923 tarihinde hükümetin hazırladığı kalkınma planı. Büyük Millet Meclisi tarafından Osmanlı – Amerikan Şirketine devredildi ve 30 Nisanda Bayındırlık Bakanı, şirketin iki temsilcisi ile uzun süreden beri Chester İmtiyazı olarak anılan bu proje için bir anlaşma imzaladı.
Bu Türk programı, üç bölüme ayrılmaktadır:
-Birinci bölüm, 2174 millik yeni bir demiryolu hattı inşasını,
-İkinci bölüm. Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılan kent ve köylerin yeniden inşası ile birlikte Samsun, Yumurtalık ve Trabzon’da yeni limanların ve Ankara’da yeni bir başkentin inşa edilmesini ve
-üçüncü bölüm, yeni inşa edilen demiryolu hattının her iki yanında 20 kilometrelik bir alan içinde bulunan bütün madenlerin işletme hakkını içermektedir.
Chester grubuyla yapılan bu anlaşma, Türk Hükümeti, 30 yıl sonra satın alma hakkını kullanmayı tercih etmediği takdirde 99 yıllık bir dönem için yürürlükte kalacaktır.
Yeni demiryolu hatlarını işletecek olan Türk şirketi, kârının % 30’unu devlete ödeyecek ve inşaat malzemeleri ile kömür için ödenecek gümrük vergileri haricinde Türk vergi sistemine bağlı olacaktı. Kömür için tanınan muafiyet, 10 yıl için geçerli olacaktı.
Şirket, yabancı uzman görevlendirebilecekti. (1909 yılındaki orijinal Chester projesi, yabancı elemanların fes ve resmi bir üniforma giymelerini şart koşmuştu), ama Türkler, onların yerini almak için eğitileceklerdi ve işçi grupları tamamen Türk olacaktı.
Bu imtiyaz, Türk Hükümeti’nin, demiryolu hatlarını devralmaya karar vereceği döneme kadar zaten taşımakta olduğu yüklere ek olarak ne bir kilometre garantisi istiyordu, ne de ek bir mali külfet getiriyordu.
Türk programının belkemiği, demiryolu projesiydi ve bu bakımdan 1909 yılındaki orijinal Chester projesinden oldukça farklıdır. Türk Hükümeti, Çarlık Rusyası ortadan kalktığından, ilk önce Bağdat demiryolu için önerilen, ama Rusya tarafından veto edilen orta Anadolu projesini, şimdi yeniden gündeme getirmektedir.
Bu proje, orijinal olarak Sivas, Harput, Diyarbakır ve Musul’dan geçecek olan Bağdat demiryolunun ana hattı olarak tasarlanan Eskişehir – Ankara hattının uzatılmasını önermektedir, ama demiryolu programı. Son dört yıl içinde gelişen yeni ihtiyaçlara uyumlu kılınacaktır.
Avrupa’da savaş henüz sona ermediğinden ve Türkiye’nin nefes alması için daha ne kadar süre tanınacağını kimse bilmediğinden hükümetin demiryolu projesinin çerçevesinin çizilmesinde asker yorumların önemli bir rol oynadığı farz edilebilir.
İlk olarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’ye kadar inen bir kol ile birlikte Yumurtalık – Harput – Bitlis hattı inşa edilecekti. Bu hat, tamamlanırsa ya da tamamlandığı zaman, Suriye ve Mezopotamya sınırlarını güçlendirecekti.
Bu hattın, İskenderun körfezinin Türkiye tarafında Yumurtalık’ta inşa edilecek mükemmel bir limanda son bulacak olan batı ucu, hükümete, Akdeniz’de şiddetle ihtiyaç duyduğu bir liman sağlayacaktı.
İkinci olarak Karadeniz’de Samsun’a ve Trabzon’a inen kolları olan Ankara – Erzurum hattı inşa edilecekti. Şu an hükümetin, Karadeniz limanlarına demiryolu ile ulaşma olanağı yoktur. “Pontus” illerine hızlı ulaşma olanağı olsaydı, herhalde bu bölge, son dört yıldır süren çete Savaşlarıyla mahvolmamış olacaktı.
Son olarak bir grup olarak birbirlerine bağlanan hatlar inşa edilecekti. Ankara – Sivas hattı. Kayseri üzerinden Bağdat demiryolu hattı üzerinde bulunan Ulukışla ile birleşecekti ve Erzurum hattı, İran sınırında bulunan Beyazıt’a kadar uzatılacaktı.
Doğu İllerindeki Erzurum ve Beyazıt hatlarının, açıkça, Rusların, 1915-16 yıllarında gerçekleştirdikleri büyük istilayı gelecekte de tekrarlamak için bir girişimde bulunabilecekleri endişesi ile bir ilgisi vardır.
Elbette bu demiryollarının, bundan daha öte anlamları vardır… Chester hatları üzerinden Akdeniz’e barışçı bir şekilde ulaşmak. Rusya’nın dış politikasında Boğazların önemini, kolaylıkla çok küçük bir etken durumuna düşürebilir.
Türkiye, sosyalist bir devlet olmadığından ve muhtemelen de olmayacağına göre Rus – Türk barışı, dünya barışının temelidir ve chester grubu, uzun süreli bir Rus – Türk barışına fiilen katkıda bulunabilirse, dünya barışı davasına da ölçülemez derecede büyük bir hizmette bulunmuş olacaktır…”
…
Kitabı ç.n.;“Musul ve Kerkük, Lozan Antlaşması’nda Türkiye’nin sınırları dışında kalınca asıl ilgisi bu bölgelerdeki petrol yataklarına yönelik olan şirket, projeyi yürürlüğe koyamadı ve Türk Hükümeti, imtiyaz sözleşmelerini 18 Aralık 1923 tarihinde feshetti. Kitap, bu tarihten önce kaleme alındığından dolayı yazar, doğal olarak bu son gelişmeyi aktarmamıştır.”
Devam edecek…
-Karşı iddiaları ile birlikte toplumda çok tartışılan iddialar…
Kaynaklar;
Birinci bölümde belirtilenlere ek olarak;
(1) Modern Türkiye Tarihi, Carter V. Findley, Sahife, 270
(*) Korporatizm, hepsi de tüketici olan bütün üreticiler tarafından, bütün tüketiciler için düzenli üretimdir. Bir taraftan işleticilerle işletilenler, diğer taraftan da üretim ile tüketim arasındaki ilişkileri değiştirme ve geliştirmeye yönelik bir ekonomipolitik sistemdir.
Korporatizmin esas iki amacı vardır:
1) Ekonomik hayatı yeniden kurmak,
2) Sosyal adaletin tesisini sağlamak.
Faşizm, ekonomiyi korporatizm üzerine kurar ve korporasyonları temel alır. Bu, Mussolini’nin; “Faşist devlet korporatiftir.” sözü ile pekiştirilen bir hükümdür. Korporasyonlar, nisbeten “lonca”lara benzerler.
Korporatizm, toplumu organizmacı bir gözle görmenin bir sonucu olarak her kesimin tüm faaliyetlerinin amacını dayanışma ve ortak çıkara indirgeyen politik bir yaklaşımdır. Tahmin edileceği gibi burada farklı kesimlerin farklılıkları ancak ortak çıkar ya da devletin faydası ekseninde okunduğu müddetçe yaşayabilir. En tipik örneği Mussolini dönemi İtalya uygulamasıdır. Korporatif ekonomi ile İtalya’daki işsizlik azalmış ve milli gelir yükselmiştir. (Vikipedi, Alıntı kaynakları;
-Ayferi Göze, Korporatif Devlet: XIX ve XX’inci Yüzyıllarda Avrupa’da Korporatif Devlet Teorileri ve Korporatif Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1968
-G. Gürkan Öztan, “Korporatizm”, Modern Siyasal İdeolojiler, Bilgi Üniv. Yay. İstanbul, 2007
-Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Deniz Yay., İstanbul, 2009
(2) A.g.e. s.274
(3) Atay Çankaya, s. 449-60; Tezel İktisadi Tarih, s. 203-5.
(4) OM, Mayıs 1931, s. 225-6; 1935 programından yapılan resmi İngilizce çeviri için bak: C. Smith, Modern Turkey (1940), s. 328. Karş. Hershlag, Turkey, s. 86.
(5) Thomburg, s. 39 (Kaynak kitap, s.385)
(6) A.g.e. s. 34.
(7) The Economy of Turkey (1951), s. 9
(8) Kyklos, s. 324; karş. Aynı yazar, Turkey, s. 143 v.d.
(9) A.g.e. sahife.273 (Alıntı kaynağı; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis)
(10) “Modern Türkiye Tarihi”, Carter,
Tartışmaya son nokta! M. Kemal Paşa Samsun’a hangi görevle gitti?(12)
“İstanbul hükümeti görünüşte onu doğudaki askeri kuvvetlerin terhis edilmesi göreviyle buraya göndermişti, ama gizli görevi bunun tam tersiydi.” (1) Şimdi de bu iddianın belgelerini sunalım.
Kaynak 1; ”İrade-i Milliye” gazetesi, 14 Eylül 1919 tarihli nüshasında yer alan bir telgraf
Telgrafı Çeken; ”Üçüncü Ordu Müfettişi, Yaver-i Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal”,
Çekilen kişi “Zat-ı Şahane” yani Sultan Vahdettin, çekildiği yer Havza. Tarih 14 Haziran 1919.
-Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor:
-“ Huzurdayken İzmir’in işgali karşısında “pek mahzun olan” kalbinizin “bu nokta-i necâta ait ilhamatı”nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin “ilkâ”nızdan, (fikrimi çelmenizden) aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum…” (1)
…
Kaynak 2; İslam, Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007, Carter V. Findley , I.BASKI 2011, İstanbul
Ve Yazara göre MİLLİ MÜCADELE (1919-1922)
“Türkiye’de Milli Mücadele eş zamanlı iki mücadeleden oluşuyordu. Bunlardan ilki;
-Birleşmiş bir milliyetçi hareket yaratmak için verilen siyasal mücadeleydi.
-Diğeriyse, doğuda çarpışmalar olsa da, esas olarak Batı Anadolu’yu Yunanlardan kurtarmak için verilen askeri mücadeleydi.
Şaşırtıcı olan. Büyük Savaşta oran olarak Fransızların ve Almanların kaybettiğinin dört katı kadar insanını kaybeden bir halkın bu mücadele için karizmatik bir lider bulmasıydı.
Bu olgu, bu olayların tarihinin yazılma biçimini önemli ölçüde etkiledi.
Yine de bu hikâye tek bir kişiye ait değildir ve onunla başlamamıştır
Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan hemen sonra üst düzey İttihat ve Terakki liderleri ve Ermeni katliamlarına en çok karışmış olanlar istifa ettiler ve yargılanmaktan kurtulmak için İstanbul’u terk ettiler.
Buna karşın meclis, ordu ve bürokrasi hâlâ İttihatçılarla doluydu.
İttihat ve Terakki önderliği, savaş boyunca, Türklerin yaşadığı bölgelerde milli bir direnişe temel oluşturabilecek, perde arkasında faaliyet gösteren örgütlenmeler oluşturmak için çalışmıştı.
Enver Paşa ise, kendisi için tipik olarak, 1918’de biten şeyin, mücadelenin sadece ilk aşaması olduğunu düşünmekteydi.
Savunduğu Pan-Türkizm, onu Orta Asya’da Bolşeviklere karşı savaşan Orta Asyalı Türk çetecilerin başında donkişotvari bir ölüme götürecekti (1922).
Savaş sırasında Enver ve Talat Paşalar Teşkilat-ı Mahsusa’yı Anadolu’nun dört bir yanında silah depolamakla görevlendirmişti.
Ateşkesten sonra Umum Alem-i İslam İhtilal Teşkilatı adıyla yeniden örgütlenen bu teşkilat, çetecileri harekete geçirmek üzere kırsal kesime temsilcilerini gönderdi. Bu çetecilerin çoğu, zaten savaş sırasında cemaatler arası şiddet olaylarına karışmıştı.
1918’de İttihat ve Terakki liderlerinin savaş sonrasında güvenliklerini sağlamak ve Anadolu ve Kafkaslarda direniş olanaklarım güçlendirmek amacıyla Karakol Teşkilatı kuruldu.
İttihat ve Terakki tehdit altındaki bölgelerde savunma savaşına kitlesel bir temel sağlamak amacıyla mahalli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurdu.
Bunların her birinin amacı bulundukları yerin Türklüğünü kanıtlamak ve Wilson’un on ikinci ilkesinin imparatorluğun “Türk kesimine” tanıdığı “egemenlik” hakkını savunmaktı.
Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kısa zaman içinde geniş bir örgütlenme ağı oluşturdular 1920 itibariyle bu cemiyetler genellikle ittihatçılarla dolu olan ama dini liderlerin, eşrafın, toprak sahiplerinin ve tüccarların da katıldığı yirmi sekiz kongre topladılar.
Son iki gruba mensup olanların çoğu savaş döneminde devlet işlerinden kazanç elde etmiş insanlardan oluşuyordu. Birçoğu da, kovulan ya da öldürülen Rum ve Ermenilerin mallarını (emval-i metruke, terk edilmiş mallar) ele geçirmiş olan kimselerdi.
Böylelikle muhafazakâr Müslüman mülk sahipleriyle askeri-bürokratik aydınların çıkarları bir kez daha kesişmiş oldu.
Yunan işgali bu ittifakı ve onun çok daha ötesine uzanan bir kitlesel milli seferberliği pekiştirdi. Milli mücadelenin askeri aşamasında. Batı Anadolu Türklerin kendi kaderlerini tayin etmek için savaşmak zorunda oldukları tek yer değildi.
Aynı şekilde, mücadeleye sokabildikleri beşeri kaynaklar sadece Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinden ibaret de değildi.
Türklerden ve öbür Müslüman muhacirlerden oluşan başıbozuk çeteler hâlâ ortalıktaydı. Bir süre için onlardan faydalanmak gerekecekti. Ne var ki çeteler disiplinden yoksundu. Ayrıca bazı karmaşık siyasal sebeplerden ötürü Kafkas muhacirlerinin milliyetçi davaya olan bağlılıklarından emin olunamıyordu.
Ordunun terhis edilmesi güya devam ediyor olsa da, Osmanlı ordusu hâlâ ayaktaydı ve doğuda en etkili güçtü.
Milli Mücadele karizmatik liderini işte tam bu noktada kazandı.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki en başarılı komutanı olan Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919da Karadeniz’deki Samsun limanına vardı.
İstanbul hükümeti görünüşte onu doğudaki askeri kuvvetlerin terhis edilmesi göreviyle buraya göndermişti, ama gizli görevi bunun tam tersiydi.” (2)
* * *
Benzer konuların işlendiği üç eserdeki bir ortak noktanın açıklanması gerekmektedir;
-NUTUK, Mustafa Kemal Paşa,
-Modern Türkiye’nin doğuşu, Bernard Lewis,
-Modern Türkiye Tarihi, Carter V. Findley
Bu üç eserde, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderilmesinin (1919 yılının öncesinin) hikayesi bulunmamaktadır.
Devam edecek
-Vahdettin Anadolu’ya neden geç-e-medi?
Resim;İnternet ortamından alınmıştır.
Kaynaklar;
(1) Irâde-i Milliye gazetesi, Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta çalışmalarının sürdürdügü 8 Eylül 1919-13 Aralık 1919 tarihleri arasında 16 sayı yayınlanmıştır. Ankara’da, Heyet-i Temsiliye yayın organı Hâkimiyeti Milliye (10 Ocak 1920) tarihinde yayın hayatına katılmıştır. Bu iki zaman dilimi arasında Irade-i Milliye dört sayı daha yayınlanmıştır. Hâkimiyet-i Milliye’nin yayınlanmasından iki gün sonra (12 Ocak 1920) Irâde-i Milliye’nin 20. sayısı neşredilmiştir. Milli Mücadele’nin yeni yayın organı, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin (10 Ocak 1920) tarihinde yayınlanmasına kadar geçen zaman zarfında Irâde-i Milliye gazetesinin ulusal kimliğini muhafaza etmiştir.” Kaynak; Dr. Fatih M. DERViŞOGLU
“İrade-i Milliye , 4 Eylül 1919 yılında Sivas Kongresi’nde alınan kararla çıkarılan ilk gazete. İlk sayıda, gazetenin yayınlanmasından 10 gün önce toplanan Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın Kongreyi açış nutku ile Padişah’a, Sadrazam’a ve İtilaf devletlerine çekilen ariza ve muhtıralar yer almaktadır. Anadolu’da başlayan kurtuluş hareketinin yayın organı olan “İrade-i Milliye” Mustafa Kemal’in çalışmaları sonucunda Sivas’ta çıkmıştı. Sivas Valisi Elhaç Ahmet İzzet Paşa tarafından 1878 yılında tesis edilen vilayet matbaası milli mücadele döneminin ilk gazetesi olan İrade-i Milliye’nin basım yeri oluyordu. İrade-i Milliye” gazetesinde yazılanlar. Kuva-yı Milliye dönemine ait çok önemli ve dikkatlerden kaçmış beyanlar ve telgraflar, haberler, sıcağı sıcağına tepkiler, en azından Ankara’ya gitmeden önce Mustafa Kemal tarafından yazılan başyazılardır.
(2) MODERN TÜRKİYE TARİHÎ, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007, Carter V. Findley , I.BASKI Ekim 2011, İstanbul. Yazarın Alıntıları; Zürcher, Turkey, s. 138-39,147-52; Mango, Atatürk, s. 220-52; Zürcher, Unionist, s. 106-17
Carter V. Findley Kimdir?
ABD’li Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Carter V. Findley yüksek öğrenimini Yale Üniversitesi’nde tamamladı. Columbia ve UCLA üniversitelerinde öğrenimine devam ettikten sonra, doktorasını Harvard Üniversitesi’nden 1969 yılında aldı. 1987 yılında profesör unvanı alan Findley, 1981-1982 yılında Princeton Institute For Advanced Study’de misafir üye, 1994 Mayıs ayında Paris’teki Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de ve 1997 Aralık ayında Bilkent Üniversitesi’nde misafir profesör olarak görev yaptı. 1972 yılından beri Ohio State Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nde öğretim üyeliği yapmaktadır. Üniversitenin sahip olduğu Osmanlı ve Türk tarihi programı Kuzey Amerika üniversiteleri arasında en iyilerindendir. Profesör Findley ayrıca Ohio Eyalet Üniversitesi’ndeki Dünya Tarihi programının kurucularındandır.
İngilizce, Türkçe ve Fransızca dillerinde yayımlanmış birçok akademik makalesi vardır.
2009 yılında Yale Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan kitabı iki büyük ödüle layık görülmüştür.
İngilizce, Türkçe ve Fransızca dillerinde yayımlanmış birçok akademik makalesi vardır.
2009 yılında Yale Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan kitabı iki büyük ödüle layık görülmüştür.
Türkçe yayımlanan diğer eserleri: Osmanlı Devleti’nde Bürokraitk Reform: Babıali, Kalemi’den Mülkiye’ye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi, Ahmet Mithat Efendi Avrupa’da, Dünya Tarihinde Türkler.Alıntı; http://www.timas.com.tr/yazarlar/carter-v–findley.aspx
Yazarın iddiası ile ilgili alıntıladığı kaynaklar;
1) Zürcher, Turkey, s. 138-39,147-52;
-Prof. Dr. Erik-Jan Zürcher Kimdir?Yakın Türkiye tarihi hakkında araştırmalar yapan Hollandalı tarihçi. Leiden Üniversitesi’nde Türkiye Etütleri Bölümü başkanlığı yapmış ve bu üniversitede halen yarı-zamanlı profesör olarak görev yapmaktadır. 2008 yılından beri Amsterdam’da bulunan Uluslararası Sosyal Tarih Enstütüsü başkanlığı görevini yürütmektedir. Yakın Türk tarihi hakkında birçok makale ve kitabı vardır.(wikipedi)
2) Mango, Atatürk, s. 220-52;
-Andrew Mango Kimdir? İstanbul’da doğdu. Dil öğrenimini, Londra’daki School of Oriental Studies’de Farsça ve Arapça öğrenerek geliştirdi. Büyük İskender olayının İslamiyet içinde yer alan biçimleri üzerine yaptığı araştırmayla doktorasını verdi. 1947’de öğrenciyken katıldığı BBC’de on dört yıl boyunca Türkçe Yayınlar bölümünün yöneticiliğinde bulundu. Burada Güney Avrupa ve Fransızca Yayınlar Müdürüyken 1986’da emekliye ayrıldı. O günden bu yana, bütün çalışmalarını Türkiye’yle ilgili konularda araştırmalara ayırıyor. Sık sık Türkiye’yi ziyaret eden Andrew Mango Londra’da oturuyor. Mango’nun, Türkiye’yle ilgili ilk yazısı 1957 yılında Political Quarterly adlı dergide yayınlandı… Türkçe’de Atatürk (Modern Türkiye’nin Kurucusu) 2000 yılında yayımlandı.
Uzman bir yazar, nesnel bir yapıt:işte Atatürk´ün yaşamı ve mücadelesi!… İstanbul doğumlu İngiliz yazar Andrew Mango, beş yılı aşkın bir süre yaptığı araştırmalar sonucu, bu yapıtla kapsamlı ve nesnel bir çalışma ortaya koyuyor. Türkiye´nin bağımsızlığı ve varoluşu yolunda Atatürk gibi bir liderle yakaladığı olağanüstü şansı irdeleyen yazar, onu salt lider özellikleriyle değil, yakın çevresi ve insan ilişkileriyle de yansıtmayı başarırken, dönemin toplumsal yapısı ve güç dengelerine de açıklık kazandırıyor. Prof. Geoffrey Lewis Atatürk için “O, tek bir insanın neler yapabileceğini gösteren 20. yüzyılın olağanüstü lideri“ diyor. Evet, kitleleri ardından sürükleyebilen, insanları birbirine kenetleyebilen siyasal bir önder… Ancak sonuçta Atatürk de herkes gibi bir insan… Karizması, zaafları, kadınlarla olan ilişkileri, dostlukları, nefretleri, iyilikleri ve hatta kıskançlıklarıyla bir insan… Mango, bu olağanüstü çalışmasıyla, Atatürk´ü işte bu yönleriyle daha bir yakınlaştırıyor bize. Bu basımda Saltanat ve Cumhuriyet dönemine ilişkin tüm yazılı kaynaklara ulaşılmıştır. Çoğu eski yazı birçok belge aslında olduğu gibi aktarılmış, döneme özgü söyleyiş ve ifade özellikleri korunmuştur. (Kaynak; Remzi Kitabevi)
3) Zürcher, Unionist, s. 106-17 (Yukarıda bilgi verilmiştir.)
Tartışmaya son nokta! Sultan Vahdettin Anadolu’ya gitmedi mi, gidemedi mi?(13)
İngiliz istihbarat sorumlusu ve tercüman Yüzbaşı Bennett (1), İngiliz işgal komutanı Milne (2) ile birlikte Sultan Vahdettin’le görüşmesinin ardından Dolmabahçe sarayının etrafını tel örgülerle çevirir…
Kaynak: 1
“Vahideddin Rahat Durmuyordu… (3)
Beşiktaş sahilinden denize açılan tek çifte bir yolcu kayığı iki kişiyi taşıyordu. Kayıkta kürek çeken bendim. Bennett karşımda oturmuş sahilleri gözlüyordu. Dolmabahçe Sarayı’nın önüne geldik. Bennett o gün Sarayı denizden görmek istemişti. Bir gün önce bana:
-“Yarın buluştuğumuzda kayık tutup denize çıkalım…” demişti. Ertesi günü isteği yerine geldi. Misafir her istediği an turist sıfatı ile Saray’a girerek her yeri dolaşabilirdi, neden bu muhteşem yapıyı denizden görmek istemişti. Anlamadım.
Soru sormadan beklemeyi uygun görmüştüm. Sandalımız Boğaz’ın mavi sularında sessiz sakin ilerlerken, Bennett gözlerini Saray’ın pencerelerinden ayırmıyordu. Dalgındı, bir ara kendi kendine konuştuğunu fark ettim.
Sonra bana döndü. Parmağını uzatarak:
-“İşte bu pencerenin önünde konuştuk…” dedi.
Gösterdiği yer Muahede Salonunun denize bakan alt kat pencerelerinden biriydi. Ses çıkarmadım. Bennett devam etti:
- “Orada dört kişiydik: Ordu kumandanı General Milne, tercüman olarak ben. Sultan Vahideddin ve bir görevli daha… Padişah ile General, İngiliz işgali ve şehrin asayişi ile ilgili uzun bir görüşme yaptılar. Şimdi ayrıntıları pek hatırlamıyorum. Toplantı bittiğinde General Millne’in biraz sinirli olduğunu fark etmiştim. Özellikle tercümeye dikkat harcadığım için konulara fazla dalamıyordum. Ancak General Millne’in bu konuşmadan hoşnut olmadığı ortadaydı.
Dışarı çıktık, Milne arabasına binerken kulağıma eğildi:
-“Bu adama fazla güvenilmez… Sıfır bir adam,” dedi.
…
General Milne’in “sıfır” dediği adam altı yüzyıllık Osmanlı imparatorluğunun son padişahıydı. Fakat yenilmiş bir ordunun kumandanıydı ve İngiliz işgalindeki bir şehirde yaşıyordu.
Bu yüzden İngilizlerin bu kişiye güvenmeyişleri yerinde ve haklıydı. Bennett konuya açıklık getirdi:
…
-“General Milne’in görüşüne katılmıştım. O görüşmeden sonra Sultan Vahideddin’i daha sıkı kontrol altına almam gerektiğini anladım ve Sarayın etrafına tel örgü çevirttim. Tek bir çıkış kapısı bıraktım, nöbetçileri arttırdım. Sonraki günlerde kesin kanıya sahip oldum. Sultan Vahideddin, Anadolu’ya kaçacaktı. Bir fırsatını bulduğunda Küçük Asya’ya geçecek ve Milliyetçi direnişi örgütlemeye çalışacaktı. Buna Milliyetçilerin nasıl bir yanıt vereceklerini araştırmaya koyuldum. Gelen haberler İngiliz politikası yönünden pek de iç açıcı değildi…”
…
Bennett için Vahideddin; ölümüne kadar, son Osmanlı padişahı olmaya devam etmişti.
Dolmabahçe Saray’ını denizden ziyaret sona ermişti. Küreklere asılarak sandalı Beşiktaş sahiline geri getirip sahibine teslim ettim. Parası ödendi. Bennett dedi ki:
- “Oraları bir de karadan görelim.”
Saray’ın Bezmiâlem Valide Sultan Camiine bakan kapısına doğru yola çıktık. Sahil yolunun Gümüşsüyü yokuşuna saptığı köşe başında, eski tarihî çeşmenin yanında bir çay bahçesi vardı, oraya oturduk. Çaylar söylendi, hava açıktı. Boğaz’dan gelen serin bir rüzgar Yüzbaşı Bennett’in azalmış kır saçlarını dağıtıyordu. Bulunduğumuz yerden Saray’ın güney kapısı ve rıhtım görülüyordu.
- Tel örgü neredeydi? Diye yeniden sordum, işaret etti.
-“Deniz kıyısından başlıyor, şu saat kulesinin yanından dönüyor, yüksek duvarın köşesinde son buluyordu. Beşiktaş tarafında da duvardan denize kadar aynı tel örgü vardı.”
- Sultan tel örgüyü gördü mü?
-“Tabii ki görmüştür, ama hiç sözü edilmedi.”
Çaylar içildikten sonra Bennett’e Saray’a girmeyi teklif ettiğimde “red” cevabı aldım.
Şaşırdım kaldım, sabahtan beri bir zamanlar dehşetli Osmanlı Padişahları’nın tarih yaptığı Dolmabahçe Sarayı’nı denizden karadan kuşatmış, anılarla dolu dakikalar yaşamıştık, acaba şimdi misafirimiz neden oraya gitmeyi reddediyordu? Bununla birlikte önlenemez bir içgüdü ile Saray’ın kapısına doğru konuşmadan yürümeye başlamıştık.
Etrafa göz gezdirirken yanımda Bennett’in durakladığını farkettim. Adam nöbetçi ile göz göze gelmiş, Mehmetçiğin sert bakışları önünde donup kalmıştı.
Bu anı fotoğraflamak istedim. Benett elini uzattı, nöbetçi ile tokalaştılar. Nöbetçinin bakışları bana döndü.
“Bu adam da kim?” diye soruyor gibiydi. Bennett ise nöbetçiye bakmaya devam ediyordu. Ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Yeniden yoğun bir duygu anı yaşadığı anlaşılıyordu. En azından yarım yüzyıl gerilerdeydi.
Sayın Bennett, dedim… Bu bir Türk nöbetçisi, şimdi Cumhuriyeti bekliyor.
Bennett’in Dolmabahçe Sarayı’na girmek istemeyişi beni uzun yıllar düşündürmüştür.
Bennett, Türkiye’nin yakın tarihinde pek çok olaya tanık olmuş hatta “Tanık” isimli bir de kitap yazmıştı.
Ancak bazı noktalarda bildikleri Devletin resmî düşüncesiyle ters düşüyordu. Bennett bu ülkede tarihin siyasi düşünce ile her zaman bağdaşmadığını biliyordu.
Her ülkede geçerli olan bu olgu, Türkiye’de “toplumsal barış” uğruna, daha da sertlikle sürdürülüyor, hatta hızla çağ atlayan ve kabuk değiştiren bu ülkede “uzlaştırıcı tarih doktrini” yönetici kadrolar ve yetişkin aydın sınıflar tarafından daha büyük bir titizlikle korunuyordu.
Yanlış bir hareket yapmaktan ve olumsuz yorumlara yolaçacak bir söz söylemekten çekiniyordu Bennett, o siyasî ve askerî kimliği ile değil, oryantalist ve edebi kimliği ile yaşamını sürdürmek istiyordu. (4)
…
Kaynak 2;
“Millî Mücadele ve sultan Vahdeddin,
Prof. Dr. Metin AYIŞIĞI (5)
-“Türk tarihinin en tartışmalı isimlerinden olan son Osmanlı Padişahı Vahideddin’in hayatının son günlerinde kaleme aldığı anıları, ölümünün üzerinden 72 yıl geçtikten sonra Murat Bardakçı tarafından yayınlandı. “Şahbaba” adı verilen hatıratın birçok yerinde, “Vatanına asla ihanet etmediğini” tekrarlayan Vahidettin, şartların başka türlü hareket etmesine imkân bırakmadığını söylemektedir. Ayrıca, “Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçmek istediğini, ama gitmesinin engellendiğini söylemektedir.
Padişah, facialara karşı bir paratoner görevi yaptığını ve bütün fenalıkları üzerine çektiğini söylemektedir .
Anadolu’da başlayan bu şanlı direnişi kırmak, yok etmek için iş başına getirilen Damat Ferit, İngiliz yüksek komiseri Amiral de Robeçk ile görüşerek, tutuklanmasını istediği vatanseverlerin bir listesini de İngilizlere vermişti.
Bu arada, padişahın sempatiyle bakmadığı, İtilâf devletlerinin de güven duymadığı ve 18 Marttan beri çalışmayan Meclis-i Mebusan 11 Nisan 1920’de padişahın emriyle dağıtıldı . Diğer taraftan, aynı gün Ferit Paşa’nın isteği ile İngilizlerin de ısrarıyla, Kuvâ-yı Milliye aleyhine Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah imzasıyla bir fetva yayınlandı .
Buna padişahın bir fermanı da eklenerek, her üç metin bir arada basılarak Yunan ve İngiliz uçakları ile Anadolu’ya dağıtıldı.
Fetvada, Millî Mücadeleyi yönetenler Padişaha baş kaldırmış, kendi çıkarlarını düşünen zorbalar, halifeyi dinlemeyen dinsizler olarak gösteriliyordu Damat Ferit, bu genelge ile halkın desteğini sağlamak istiyor ve Kuvâ-yı Millîye aleyhinde kamu oyu oluşturmaya çalışıyordu. Nitekim genelgede Kuvâ-yı Millîye hareketi bir fitne ve fesat hareketi olarak niteleniyor, ona karşı mücadeleye geçildiği belirtilerek, bu harekete katılanların ve tertip edenlerle teşvik edenlerin te’dib edileceği beyan ediliyordu.
Dürrizâde imzasıyla yayınlanan bu fetvada “Padişahın haberi ve emri olmaksızın asker toplayanların, askeri iaşe ve donanım (teçhiz) bahanesiyle vergi alanların, memurin-i ilmiye ve askeriye ve mülkiyeyi hodbehot azl ve kendi hempalarını nasb ve merkez-i hilâfet ile memâlik-i mahrusanın muvasalat ve münakalât ve muhaberatını kat ve taraf-ı devletten sâdır olan evâmirin icrasını men..” edenlerin öldürülmelerinin şeran uygun olduğunu ilân ediliyordu.
Damat Ferit, bu girişimlerden başka ayrıca Sivas Kongresi sırasında iktidarda iken plânladığı yeni bir kuvvet oluşturma yani Kuvâ-yı İnzibâtiye kurma çabalarını tekrar başlattı. Böylece 18 Nisan 1920’de “Kuvâ -yı İnzibâ tiye Teşkilatı” kuruldu.
Bu gelişme üzerine Damat Ferit’ in Birinci Divâ n-ı Harb-i Örfi başkanlığına getirdiği Nemrut lakaplı Mustafa Paşa, 1 Mayıs 1920’ de Mustafa Kemal Paşa ve bazı arkadaşlarını ölüme mahkû m etti.
Bunlar hakkında gıyaben verilmiş idam kararını padişah, 24 Mayıs 1920’ de “Ele geçtiklerinde tekrar muhakeme edilmek” kaydıyla tasdik etmiştir .
Bu arada Kuvâ -yı Milliye yanlısı birçok kumandan gıyaplarında idama mahkûm olduğu gibi, Anadolu’ ya geçerek Kuvâ -yı Milliye’ ye katılan pek çok subay da askerlik mesleğinden atılarak ihraç edildi .
Bir süre sonra teşkil edilen bir alayına sancak bile verildi . Hatta Padişah Vahdettin 16 Kuvâ-yı İnzibâ tiye gazisini ! Mecidiye nişanıyla taltif etti . Refi’ Cevat gibi sözde aydınlar, gazetelerinde “Anadolu Kemalistlerden temizlenmelidir.” diyordu . Bu hareketlerin Anadolu’ da zararları büyük olmuştur…”Makalenin tamamı için bakınız;(http://w3.balikesir.edu.tr/~metinay/vahdeddin.htm)
Vahdeddin’in ilk beyannamesi
Vahdeddin, Hicazda’ki ikameti sırasında, Mekke’de, İslâm âlemine ilk beyannamesini yayınlamıştır .
Vahdeddin bu beyannamede,İzmir’in ve ülkenin bazı yerlerinin işgalinden kendisinin sorumlu olmadığını, üstelik Mondros Mütarekesi’ni imzalayan heyetin başında Rauf Bey’in olduğunu hatırlatılıyordu. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’yı, o sırada kumandası altında bulunan ordunun büyük kısmını esir vererek, Toros tepelerine sığınmış olmakla suçluyordu .
Bu noktada Vahdeddin büyük bir yanılgı içindedir. Zira o tarihlerde bölgede elle tutulur bir kuvvet de kalmamıştı.
Zaten 1918 yılı Mart ayından itibaren Yıldırım Ordular Grubu emrinde bulunan 3, 26 ve 54 tümenler lâğv edilmişti. Üstelik tam aksine, Mustafa Kemal Paşa’nın, Toros tünellerinin stratejik açıdan son derece önemli olduğunu, elde tutulması gerektiğini ve terhis işlemlerinin geciktirilmesi konusunda Harbiye Nezaretine tavsiyede bulunduğunu biliyoruz.
Bu beyannamede İzmir’in işgalinden doğan mesuliyeti, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına yükleyen Vahdeddin, Damat Ferit Paşa Hükümetinden hiç bahs etmemektedir. Ülkenin başına gelen felaket ve işgallerin sorumluluğunu Mondros Ateşkes Antlaşması’nı birlikte imzalayan Rauf ve Fethi Beylere yüklemektedir. Böyle bir mantığı anlamak kesinlikle mümkün değildir. Bir kere bilgi yanlışlığı yanında memleketin içinde bulunduğu durum ve şartlardan habersiz olduğu anlaşılmaktadır.
Son derece ilginç görüşler ileri süren Vahdeddin, meselenin Yunan problemi halini almasından sonra, yine savaşta mağlub olmamamız şartıyla, mukavemete taraftar olduğunu söylemektedir. Nitekim bu düşünceyle Kuvâ-yı Millîye’ye mütemâyil kabineleri de iktidara getirdiğini ileri sürmektedir.
Bunların yanı sıra, Mustafa Kemal Paşa’nın hareketini de “devlete karşı isyan” olarak değerlendirmektedir . Bu tavrı Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırlıklarında bulunmuş olan Ali Kemal ve Adil Beylerde de görmekteyiz. Onlara göre de Mustafa Kemal Paşa, devlete karşı isyan etmiş olan Mustafa Kemal Paşa’nın hareketi tam bir “fitne ve fesad” hareketidir…
…Yani Vahdeddin’e göre, Tevfik Paşa kabinesi Anadolu’ya, Kuvâ-yı Millîye hareketine destek vermiş olmakla yanlış yapmışlardır. Saltanat makamının başına gelenler, hadisenin bu noktaya gelmesinin en büyük nedenlerinden biri bu kabinedir.
Vahdeddin, başlıca üç büyük hatası olduğunu vurgulamaktadır :
-“ Birincisi, kardeşi Sultan Reşad’dan sonra saltanat makamını kabul edişini,
-İkincisi, başta Damad Ferid Paşa olmak üzere Tevfik, İzzet, Ali Rıza ve Salih paşalar gibi milletin ve devletin kalburüstü isimlerine talihini bağlayarak aldanmasını,
-Üçüncüsü, Osmanlı Devleti’ni kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edileceğine ve Hilafetin kaldırılacağına asla inanmak istememesini“, göstermektedir
Sultan Vahdeddin’in 1925 yılında San Remo’da başyaveri Avni Paşa’ya dikte ettirdiği hatıratında son derece ilginç noktalara değinilmektedir.
Örneğin Mütareke dönemi kabinelerinin tümüne ateş püsküren Vahdeddin, Ahmet İzzet, Salih, Ali Rıza ve Tevfik Paşa kabineleri gibi Kuvâ-yı Millîye’ye, dolayısıyla Millî Mücadele’ye destek vermiş kabineleri Damat Ferit’le bir tutarak, bunlara inanmakla hata ettiğini söylemektedir…
Ayrıca kendisinin ifadesiyle, Ankara ile İstanbul arasında anlaşmazlığı giderebilmek için derhal lüzumlu vesileleri ittihaz edinmeye koyulan kendisi değildir.
Son Osmanlı Hükümeti olan Tevfik Paşa kabinesidir. Bilhassa o kabinede bulunan, âdeta Ankara’nın emrinde bir Harbiye Nazırı olarak çalışan Ziyaeddin Paşa ve arkadaşlarıdır.
Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, Ali Rıza Paşa’dır. Yine bu kabine tarafından İstanbul Emniyet Müdürlüğüne getirilen ki aynı zamanda Müdafaa-i Millîye Teşkilatının başı olan Albay Esat (Furgaç) Bey ve daha nice isimleri hatıra gelmeyen kahramanlar.
Böyle bir düşünce ile mukavemete karar verilir mi? Savaşın seyrinin ne şekilde gelişeceğini kim bilebilir? Üstelik ülke adım adım işgal edilirken koşullu mukavemet mi olur? İşte bu mantık tüm Millî Mücadele boyunca sürüp gitmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirilmesi
Vahideddin, anılarında ‘vatanına asla ihanet etmediğini, facialara karşı ama paratoner vazifesini üstlenerek, tüm kötülükleri kendi üzerine çektiğini, Atatürk’ün Samsun’a çıkış kararında da kendisinin de rol aldığını söylemektedir.
-Kimilerine göre ise, Sultan Vahdeddin, Anadolu’da millî bir kuvvet hazırlamayı düşünmüş ve bu kuvveti meydana getirmek için yakınında bulunanların telkini ile yaverlerinden M. Kemal Paşa’yı geniş bir yetki ve özel bir talimatla galip devletlerin İstanbul’da bulunan temsilcilerinin bilgisi dışında, gizlice Anadolu’ya göndermiştir .
-Ancak Sultan Vahdeddin’e o kadar yakın olan Başkâtip Ali Fuat Bey’in anılarında, Vahideddin’in böyle bir kararı olduğunu belirten, Millî Mücadele’yi planladığı umudunu veren ne bir cümlecik, ne de ufacık bir ipucu yer almamaktadır.
…
Vahdeddin’in verdiği ileri sürülen paralarla ilgili iddia, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Örneğin Vahdeddin, Mustafa Kemal Paşa’ya, Anadolu’da teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Üstelik bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde etmiştir.
…
Mustafa Kemal Paşa’ya ayrılırken beraberindeki karargâh subayları için kanunlar çerçevesinde bir tahsisat verildi. Elbette bu yeterli değildi. Nitekim Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey tarafından, Mustafa Kemal Paşa’ya makbuz karşılığı 25 bin altın lira kadar bir paranın ödendiği iddia edilmektedir. Bu konuda herhangi bir belgeye rastlayamadık.
Sonuç
Bütün bunlardan çıkan sonuca bakılırsa, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilirken kendisine verilen talimat, kimilerinin dediği gibi işgale karşı direnişi örgütlemek ve Millî Mücadele’yi başlatabilmek için gerekli ortamı hazırlamak değildir.
Talimata göre Mustafa Kemal Paşa’dan istenen “bölgede huzur ve asayişi” sağlamasıdır. Ayrıca bölgede muhtelif yerlerde bulunan silah ve cephanenin bir an önce toplattırılarak depolarda muhafaza altına alınacaktı.
Ancak O, Vahdeddin’in de vurguladığı gibi, talimatın dışında birtakım hareketlerde bulunarak, hükümetin kararlarına karşı çıktı. Bu nedenle görevinden alınarak, “aklı başına getirilmek” istendi. Bu da yetmedi askerlik mesleğinden çıkarıldı, “yakalandığında tekrar yargılanmak kaydıyla” idama mahkûm edildi.
Vahdeddin’in hatıralarında üzerinde fikir yürütmeye değmeyecek, tamamen kendi şahsi görüş ve karalamalarla dolu birçok konu var.
Bu iddiaların hemen hepsi belgesiz ve dayanaksız olduğu gibi, bugüne kadar bunları doğrulayacak herhangi bir bilgi veya ipucuna arşivlerde rastlayamadık. Bu konuda hükmü tarih vermiştir, bizim başkaca bir sözümüz yoktur.
Osmanlı Devleti tüm ihtişamıyla yaşamış, devrini tamamlamış ve tarih sahnesinden çekilmiştir. Ne yazık ki bazıları yeniden ve objektif olarak tarihin gerçek boyutlarını araştıracak yerde, bu defa Mustafa Kemal’i yargılıyorlar.
Bu arada şu, ya da bu gerekçeyle Vahdettin’in itibarını iade etmeye çabalıyorlar. İşbirlikçi değilmiş de, devleti kurtarmaya çalışmış da vs.
Vahdettin’e “hain” demek, bir başkası için de “kahraman” demek doğru değildir görüşünden yola çıkarsak, literatürde bu kelimelerin anlamı açıktır.
O halde memleketini, tebaasını, hanedanını bırakıp ülkeyi terk eden, devletin kurtuluşunu İngilizlere yakın bir politika izlemekte gördüğünü ifade etmekten çekinmeyen birine hangi sıfatı vereceksiniz.
Eğer Kurtuluş Savaşı’nda izlediği tutum dolayısıyla “korkak, hain” olmakla suçlanan Vahdeddin aklanabilirse, herhalde bu sıfat başkalarına yakıştırılacaktır…” (Prof. Dr. Metin Ayışığı)
* Bu yazı “Millî Mücadele ve Sultan Vahideddin”, başlığı altında 7-9 Nisan 1999 tarihleri arasında Konya Selçuk Üniversitesi’nde düzenlenen “Kuruluşunun 700. Yıl Dönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti” Uluslar Arası Kongresi’ne bildiri olarak sunulmuştur.
***
Kaynak 3;
“Nisan 1921 tarihinde Osmanlı şehzadesi Ömer Faruk Anadolu’daki milli mücadelecilere katılma girişiminde bulunduğu zaman Mustafa Kemal kendisine nazik ama kesin bir üslupla İstanbul’da kalmasını tavsiye etmişti” Modern Türkiye’nin doğuşu, Bernard Lewis, s.346, Yazarın kaynağı;Jaschke, “Auf dem Wege zur Türkischen Republik”, WI, n.s., v (1958), 215-16, özel bir mektuplaşmadan alınmıştır.)
***
Kaynak 4;
“Bunun yanısıra veliahd Abdülmecid Efendi’nin oğlu Ömer Faruk Efendi de, Millî Mücadele’ye katılmak için 26 Nisan 1921′de İnebolu’ya hareket etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Paşa, 27 Nisan’da çekmiş olduğu telgrafla, şehzadenin o sıra Anadolu’ya geçmesini sakıncalı bulmuştur. (14- İkdam, 20 Nisan 1921, s. 8658; Gotthard Jaeschke, 8 Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Ankara 1989, l, 165) (Kaynak; İkinci İnönü ve Sakarya Zaferlerinin Türk Kamuoyundaki Yankıları, Prof. Dr. Dr. Metin Ayışığı )
…
Biz meraklısına bir kapı açtık…
Karar her zaman olduğu gibi okuyanın bilgi, deneyim ve basiretine sunulmaktadır.
(1) John Godolphin Bennett (8 Haziran 1897 – 13 Aralık 1974), İngiliz asker… Osmanlı Devleti’nin yıkılış ve cumhuriyetin kuruluş öncesi yıllarında İngiliz ordusunun işgali altındaki İstanbul’da istihbarat subayıdır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a gidişi için gereken vizeyi 16 Mayıs 1919′da imzalamıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ının İngiliz askerlerince basılıp İttihadçı milletvekillerin tutuklanmasında ve onların Malta Adası’na gönderilmesi operasyonunun başında da Bennett vardır. Bennett’in, ilk baskısı 1974′te yapılan ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geçmiş tarihiyle ilgili önemli bilgilerin de yeraldığı Witness (Tanık) adında birde otobiyografisi vardır.
(2) George Milne (d.5 Kasım 1866, Aberdeen) İngiliz komutan. 1916′da Makedonya’daki İngiliz kuvvetlerinin başına geçti. 1919′da İngiliz işgal kuvvetleri komutanı olarak İstanbul’a girdi. Anadolu’da başlayan ulusal hareketlerden endişelenerek, İstanbul Hükümeti’nden, Ordu müfettişi olarak Sivas’a gönderilen Mustafa Kemal’in geri çağrılmasını ve çete hareketlerinin durdurulmasını istedi. Bir yandan da İzmir ve çevresini içine alan Milne Hattı’nı saptayarak, Yunanlıların Ege’yi işgalini kolaylaştırdı. Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra İngiltere’ye dönerek genelkurmay başkanı oldu.
(3) “ATATÜRK’E NASIL VİZE VERDİM”, İngiliz İstihbarat Subayı Yüzbaşı Bennett Anlatıyor, Nezih UZEL. 2008.
(4) Nezih Uzel,1938 yılında Mudanya’da doğdu. 1957 yılında Galatasaray Lisesini bitirdi. Pek çok Yerli yabancı çeşitli gazetelerde muhabirlik, köşe ve araştırma yazarlığı yaptı.
(5) (http://w3.balikesir.edu.tr/~metinay/vahdeddin.htm)Prof. Dr. Metin AYIŞIĞI, 1 Ağustos 1955′te İstanbul’ da doğdu. 1977 yılında İstanbul, Atatürk Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümünden mezun oldu…1978’ de dil öğrenimi için Almanya’ ya gitti…1983’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünü bitirdi. Aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisans ve Doktora yaptı…1985-1993 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi Dil ve İnkılâp Tarihi Bölümünde Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi okutmanı olarak görev yaptı… 20 Ekim 1994 tarihinde Bölüm Başkanlığına getirildi. 3 Ekim 1995’ te Cumhuriyet Tarihi Doçenti unvanını aldı… Şubat 2001′de Profesör unvanını alan Metin AYIŞIĞI… 1 Ekim 2009 tarihinde Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanlığı’na getirildi..” (Bilgiler özetlenerek, http://www.metinayisigi.com/?page_id=2 alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder