3 Ekim 2012 Çarşamba

Osmanlı Kaç Kere Yenilendi?-Milliyetçilik ve “Batı”- Küreselleşen "İslamcılık" -Osmanlı ne zaman “alaturka” oldu? - Osmanlı ve Neo-Osmanlı? -Metin BOŞNAK



Osmanlı Kaç Kere Yenilendi?




 Osmanlı’nın yenisi olur mu, bilmiyorum. Eğer Osmanlı olacaksa, ben eskisini ve eskimemiş dönemini istiyorum. “Yeni Osmanlı” sadece kavram olarak yeni. Osmanlının ruhu “yenilendiğinde” Sultan Abdülmecit vardı sahnede. O nedenle, “Yeni Osmanlı” unvanını olarak en iyi Abdülmecit temsil ediyor.
               Sanırım bu nedenle,  geçenlerde Abdülmecit’in 150. ölüm yıldönümünde anma toplantıları yapıldı. Neden Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni değil? Üstelik “Muhteşem Süleyman” dizisi de tam popülarite kazanmışken. Ya da en azından neden 4. Murat anılmadı da, Abdülmecit anıldı? “Ulu Hakan Abdülhamit Han” vardı hani; çöken Devleti, 33 sene ayakta tutan.
Nedeni basit aslında: şu anki “reformların” öncüsü olarak Abdülmecit görülüyor. Daha da ilginç olanı aslında Cumhuriyetin temel felsefesi de Abdülmecit’inkine yakındı. Görünen o ki, haldeki “reformları” tarihten bir Sultan’ın yaptıklarıyla özdeş tutma ve meşrulaştırmak amaç. Çünkü Osmanlı sultanı deyince milletin çoğu ya evliya ya da fatih unvanıyla özdeş tutmaya meyilli.
Dahası, Osmanlı baştan sona kutsallık halesi içinde sunulur. Ancak Mustafa Kemal söz konusu olunca takvimin algıları farklı işler. Osmanlı’yı vurmak için Cumhuriyet, Cumhuriyeti vurmak için Osmanlı devreye sokulur. “Yeni”lenme çabasında ikisi de birbirini eskitip kaybeder.
Osmanlı, Abdülmecit’e kadar kendisini kendi siyasi, kültürel değerleri ile yeniledi. Abdülmecit ile başlayan “ötekilerin” kalıplarına kendini uydurmak çabası oldu. O nedenle, “yeni”lenmeye başladı Osmanlı. Birinci Yeni Osmanlı Abdülmecit dönemi oldu. İkinci Yeni Osmanlı Meşrutiyetle gerçekleşti. Üçüncü Yeni Osmanlı Cumhuriyetle başladı. Osmanlı ve Hanedanlık bitmişti sadece. Mustafa Kemal’in bir Osmanlı subayı olduğunu sevenleri de unutur, sevmeyenleri de. Yenilenen coğrafyalar ve siyasetin en eski kalan meselesi budur.
              Hâlbuki “Yeni Dünya” düzenine uyum sağlamak için yapılması gerekli şeyler Osmanlı’nın yenisiyle oldu. Yani yenileriyle… Osmanlı’nın adını banka yaparak Osmanlı Devletinden güç alan Kapitalizm olmadı mı? Bugünlerde yeniden yenilenme çabalarının arkasında da aynı gerçekler var.
Konuya ilk belirgin atıf 12 Haziran seçimleri öncesinde olmuştu. İktidarın seçim yatırımı olarak ortaya attığı İstanbul’da kanal projesini tanıtırken Başbakan; “Bu proje Marmarayla birlikte Dedem Abdülmecit’e aittir. Bunu benim dedem istedi. Onun için yapıldı bu proje” demişti. Osmanlı’nın adına teşne olunca Osmanlı’nın hangi döneminin esas alındığı arada kaynamıştı.
Peki, “Yeni Osmanlı”nın Sultanı Abdülmecit nasıl biriydi? Abdülmecit, aslında Osmanlı’nın 1920’de değil, ta o zamanlar bittiğini temsil eden bir padişahtı.
Batı kültürüyle yetişmişti. Eğiminde “yerli” denebilecek bir unsur hemen hiç yoktu. Kültür olarak, Osmanlı’nın geleneksel değerlerinden uzaktı. Diplomatik olarak, en ağır anlaşmaların yapıldığı zamanlardan biriydi. Ekonomik olarak, Osmanlı’nın çöktüğü, buna rağmen sefahat sarayları yapıldığı zamandı. İyi Fransızca konuşur ve Batı müziğinden hoşlanırdı Abdülmecit. Yenilenmek ve yenilemek istiyordu Osmanlı’yı. Babası II. Mahmut gibi, aslında Eski Osmanlı’nın varlığına bir antitez geliştirdi.
Bükülmeyen Osmanlı onunla resmi olarak bükemediği eli, resmi olarak öptü. Muhafazakâr kesimin yıllarca nefretle andığı Reşit Paşa ve Tanzimat Fermanı onun zamanında zuhur etti.
Abdülmecit bu eleştiri ve tepkileri  “mutaassıp” kesimlerden kendi zamanında görmüştü zaten. “Cuma selamlığına çıkarken” resimlerini yaptırdı Paolo Verona’ya (1840). Cuma namazını diğer sultanlar da kılardı, ama bunu resmettirtmek Abdülmecit’in mahareti oldu. Sanki o resimleri kendisini dini ve kültürel yönden eleştirenlere cevaben yaptırtmıştı.
Mısır Valisi, Osmanlı’ya Abdülmecit zamanında meydan okudu, mağlup etti. Osmanlı “şaki” hükmünde olan Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bağışladı. Aslında uzlaştı kendi valisiyle Osmanlı çünkü eski Osmanlı çok uzaklar kalmıştı. Hatta uzlaşmayı bile kendi şartlarında ve kendince yapamadı. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya ortak nota verdiler. Mısır sorununun “kendilerine danışılmadan” çözülmemesini istediler (27 Temmuz 1839).
“Yeni Osmanlı” bu notayı Itri’nin bestesini dinler gibi, huşuyla dinledi. Osmanlı Devleti, tamamen Avrupa devletlerinin güdümüne girmiş oldu. Ancak bu devletlerin “inayetiyle” Mısır valiliği Mehmet Ali Paşa'ya bırakılarak, ele geçirdiği topraklar ve Osmanlı donanması geri alınabildi.
Dahası da var. Tanzimat’ın öngördüğü ilkeleri uygulamak için Meclis-i Âli-i Tanzimat kuruldu (1853). Mâliye, Fransa'daki örgütlenme temel alınarak düzenlendi. Hıristiyanlardan alınan vergilerin toplanmasında patrikhanelerin aracılığı kabul edildi. Fransız ceza kanunu çevrilerek uygulamaya konuldu. Meclis-i Maarif-i Umumiye toplandı (1845). İlk idâdiler açıldı. 1847'de Mekâtibi Umumiye nezareti kuruldu. 1851'de ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Daniş açıldı. Askerlik yasası çıkarılarak (6 Eylül 1843) kura yöntemi benimsendi; askerlik süresi 4-5 yıl olarak sınırlandı.
Devlet ıslahat işleriyle uğraştığı sırada İngiltere ve Fransa'nın çıkar çatışmaları ve kışkırtmalarıyla Suriye ve Lübnan'da Dürzîler ile Marunîler arasında olaylar çıktı (1845). 1848 ihtilâlleri sırasında Avusturya'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Macar yurtseverleri Türkiye'ye sığındı. Bab-ı Âli'nin, Avusturya ve Rusya'nın baskı ve tehditlerine karşın sığınanları geri vermemesi Avrupa'da Osmanlı Devleti'nin saygınlığını yükseltti. Yani öyle algılandı, algılatıldı.
Kudüs'teki Katolikleri korumak için başvuran Fransa, Ortodoksların haklarını korumak için Rusya harekete geçti. Abdülmecit, Rusya'ya savaş açtı (4 Ekim 1853); “Gazi” oldu. Osmanlı Devleti, müttefikleri İngiltere, Fransa, Piyemonte ile birlikte Kırım Savaşı'nı kazandı.
Yalnız, Paris'te imzalanacak barış antlaşmasından önce padişah, Tanzimat Fermanı'nı tamamlayan Islahat Fermanı'nı ilân etmek zorunda bırakıldı (18 Şubat 1856). Azınlıklara, savaştan önce Rusların istediğinden daha fazla haklar veren bu belge, Paris Antlaşması'nı (30 Mart 1856)'da imzalayan İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Piyemonte tarafından senet kabul edildi. Böylece, bir iç sorun olan ıslahat konusunda yabancılara müdahale hakkı tanınmış oldu.
Ve daha nice olaylar oldu. Yani “Yeni Osmanlı”da “yeni” olan pek bir şey yok. Sadece ABD’yi ve İsrail’i de denkleme eklemek ve İngiltere’nin yaptıklarıyla beraber anmak yeterli. Ancak bu hadise Kemalistlerin düşündüğü gibi, Cumhuriyetle değil Osmanlı’yla hesaplaşmadır. Verdikleri nişanların bir nedeni olmalı değil mi?  Osmanlı’yı değil, yeni Abdülmecit’i taltif etmek için. Bu durum dahi Osmanlı’nın son dönemiyle Cumhuriyetin son dönemlerinin benzeştiğini göstermek için yeterlidir.


Milliyetçilik ve “Batı”



Milliyetçilik, Osmanlı Devletinin son asrında Batı’nın desteklediği bir akım oldu. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik topluluklar bazen dinleri, bazen tarihsel mirasları kullanılarak Osmanlı aleyhinde harekete geçirildi. Fransa teorik altyapı ve hazırlarken, özellikle İngiltere lojistik destek sağladı. Önce gayr-ı Müslim topluluklar, sonra da Müslüman topluluklar Osmanlı’dan koptular.
Birer birer “bağımsızlaşan” ülkeler, aslında sadece Osmanlı’dan bağlarını koparmışlardı. Çünkü yapılan Ortadoğu paylaşım planlarında, hem Ortadoğu parça parça yeniden şekillendirildi hem de bu ülkelerin kaynaklarına Batılı ülkeler el koydular. Artık “müstakil” yeni Ortadoğu “devletleri” vardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan ülkelerin milliyetçilikleri, Baasçılıkları aslında Osmanlı’yı geçmişte bir sömürge güç olarak göstermek suretiyle bu ülkeleri sömürme üzerine kuruluydu. Nitekim planlar tuttu da.
Bu planlar 1950’lerde, petrolün dünyaca ihtiyaç duyulan bir enerji kaynağı olmasıyla huzursuzluk yaratmaya başladı. Milliyetçilik akımları zararlı olmaya başlamıştı. Batılıların elindeki kaynaklarını devletleştirmek istiyorlardı. Osmanlı’ya karşı kışkırtılan milliyetçilikler, yavaş yavaş bizzat sömürgeyi yasallaştıran Batı’lı ülkelere dönmeye başlayınca milliyetçilik önüne set çekmeler başladı.
Bu dönem aynı zamanda Osmanlıya karşı tavır alan ülkelerin, Osmanlı’nın devamı olan Türk Bağımsızlık Savaşı’nı kendilerine örnek aldığı dönem de oldu. Darbelerin olmaya başladığı dönem de bu evrime tekabül etmektedir.
Müslüman halklardaki bu dönüşümü iyi tahlil etmek lazımdır. Batılı ülkeler, psikolojik olarak iğdiş ettikleri, tarihlerini yeniden yazdıkları toplumları iliklerine kadar, önce Osmanlı Devletine karşı, sonra da kendi lehlerine sömürdüler. Bu ülkeler arasında, Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Körfezin cetvel haritalı ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve İran, sonraları, Fas, Tunus, Libya, Cezayir vardı. Bu ülkelerdeki “kamulaştırma” türü millileştirmenin anlamı, kolonileştirmenin kendisine karşı olan bir başkaldırı olarak milletlere moral kaynağı da olmuştu. Yani Milliyetçilik Batı'nın kendi yarattığı Frankeştayn’ı olmuştu.
O halde darbelerle bunun önüne geçilmeliydi.
Özellikle Irak gibi ülkelerdeki kamulaştırmalara karşı olarak bizzat CIA’nin örgütleyip, parasal ve insan desteğiyle ilk aşikâr darbe yaptırıldı. İran’da Başkan Musaddık’ın 1953’te devrilip yerine Şah’ın gelmesi böyle bir millileştirmeye karşı yapıldı. Petrol kaynaklarının kontrol ve sömürüsünü bırakmak istemeyen, dolayısıyla, dönem dönem dini hassasiyetleri milli olanlara karşı, hem iç savaş hem de darbe amaçlı kullanan çok uluslu Mobil, BP, Shell vb. çok uluslu şirketler vardı. “Operasyon Ajax” amacına ulaşınca, Musaddık yerine Şah gelmişti ve ondan isteklerini koparmışlardı Batılı şirket ve devletler.
Saddam’ın başarısız ve başarılı olan darbe girişimlerinde de etken olan aynı unsurlardı zaten. Musaddık yerine Roma’da kaldığı yerden İran’a getirilip tahta oturtulan Şah’ın benzerini ise bugün Afganistan’daki kayyum lider Karzai, Mısır’da hep “demokrasi” rekorları kıran bugünkü lider Hüsnü Mübarek, en güzel örneğini sergilemektedir. Seçimle gelen diktatörlükler ve Hanedanlar daha bir istikrarlı idi bölgede!
İsrail’le ilk anlaşma zemini kuran, ziyaret eden Arap, Nobel Barış ödülü alan ve sonraki yıl da suikasta kurban giden Enver Sedat ve benzerleri de bu hesapların kurbanı oldu. (İsrail bu tasnif dışındadır tabii ki! İnsan haklarına “saygılı” ve “demokratik” bir devlet olması bunda esastır).
İngiltere’nin “ışık” getirdiği, Amerika’nın darbe süreçlerini resmen gelenek haline getirdiği Ortadoğu’da her darbe ile gelen “açılımların” arkasında olan bazen “komünistlere karşı” takviye edilen, bazen de “liberalizm” ya da küreselleşme önünde engel olunca, tepelenmesi gereken bir milliyetçilik.
Kürt milliyetçiliğin de düştüğü hata aynı hatadır.

Küreselleşen "İslamcılık"




“İslamcılık” Osmanlı’nın son demlerinde Devleti Ali’nin ömrünü uzatma reçetelerinden biri oldu. İslamcılık ille de İslam’a din olarak “ihya” etmek anlamına gelmiyordu. Tebaanın büyük çoğunluğu zaten Müslümandı. Amaç azınlıkları “İslamlaştırmak” da değildi. Fakat bir tür “istislam, yani Müslümanların İslamileştirilmesi anlamı taşıyordu. Osmanlı’nın hedefi Müslüman’dan “İslamcı” çıkarma çabasıydı.
Devletin içindeki ve dışındaki Müslümanları “uyanış” a çağırma Sûr’u oldu İslamcılık. Uykuya uyanan Devletin kamet getirmesi gibi işlev gördü. İslamcılığın birinci işlevi, Devleti diğer devletlere ve dinlere karşı güçlendirmekti. Amaç Devlet tebaasına yeniden moral aşılamak, onları uyandırmaktı.
Bu süreçte Gayr-i Müslimlerin Osmanlıdan ayrılmaları ve “ihaneti”nin büyük etkisi oldu. Önceleri Avrupa anti-Osmanlı olarak kimliğini tanımlarken, şimdilerde Osmanlı hem Batı’ya imreniyor hem de kendini Anti-Batı olarak konumlandırıyordu.
Zaten Batı deyince de zihinlerde küfür algısı oluştuğu için, onun zıddı kimlik de anti-Batı olacaktı. Öte yandan, Osmanlı İslamcılıkla Pan-Slavizme karşı kendi Müslüman nüfusunu güçlendirmek istiyordu. İngiltere ve Fransa’ya karşı da hem Ortadoğu hem Uzak Doğu’da etkisi olacaktı.
İkinci işlevi, Devlet içindeki diğer akımlara karşı onun tercihli konumunu ifade etmekti. İslamcılığı diğer akımlara karşı güçlendirmekte hedef temelde etnik milliyetçilik (Türk milliyetçiliği dâhil), Batı’dan ilham almıştı.
Milliyetçilik akımlarının Devletin dağılmasında etken olduğu inancı yaygındı, ama bunun temelde küfür ittifakı olduğu düşünülüyordu. Yoksa Abdülhamit gibi İslamcı bir Sultanda da Türklük bilinci vardı. Abdülhamit, Yahudilerin toprak satın alma isteğine karşılık olarak “Türk milleti”ne olan yükümlülüklerinden bahsetmiş ve aynı zamanda “Aşiret Mektebi” kanalıyla aşiret gençlerini Devlet’e yakınlaştırmak istemişti. Millet bilinci “ümmet”e rehberlik etme mesabesinde de olsa, zaten Batı’da Osmanlı Devleti “Türk İmparatorluğu” olara biliniyor ve Müslüman olanlara da “Türk oldu” deniyordu. (Sırpların Boşnakları, “sizler Türksünüz” diye soykırıma tabi tutmaları bu gerçeğe dayanmaktadır.)
Aslında, en son Türk nüfusta bu “milliyetçilik” bir “reçete olarak ortaya çıkmıştı. Burada bazı endişe ve tercihler vardı. Türk milliyetçiliğinin “gayr-ı İslami” algılanması ve bazı Müslüman ama Türk olmayan tebaanın tepkisi. “Necip millet”in İngilizler ve Fransızların tahrikleriyle ayrılması, sonra “Kureyş kökenli” halife talepleri de bu cümleden olmasına rağmen, Arapların ayrılmasının “milliyetçi” temelleri sadece Hıristiyan Araplara yoruldu. Zaten “asabiye” İslam dışıydı ve Müslüman Araplar da küffarın oyununa gelmişti.
Üçüncü işlevi, Devlet içindeki siyasi, iktisadi, askeri ve bürokratik yapıya tercihli bakıştı. Devletin “bekası” için “Osmanlı Birliğinin” bel kemiği olacaktı İslamcılık. Bir yandan, Müslüman bürokrasiyi uyardı. Diğer yandan, Müslüman olmayanlara şüphe izharı da vardı. Özellikle Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarının seçiminde büyük rol oynadı. Devletin kendini koruma refleksi, sistematik olmaktan tepkisele dönüşmüştü. Özellikle iktisadi açıdan sıkışmalarda, “karmaşık” meslek gruplarındaki tebaanın farkına varılması gerekiyordu.
Dördüncü işlevi, Müslüman tebaanın tamamına bir uyarıydı. “Titreme ve kendine dönme” zamanıydı. “İslam’ı yaşamadıkları için” Devlet gerilemiş, medeniyet gerilemişti. Bu da ümmette iç monitörler tesis ederek, kitleleri inandıklarıyla asayiş teminine itecekti. Ayrıca Ulun Emr olan Devlete itaat de bu paketin içinde geliyordu. Osmanlı Mısır Valisinin nasıl bir tehdit oluşturduğunu unutmamıştı; bir de İstanbul’daki askeri ve mesleki grupların başkaldırmalarını.
Yani, Osmanlı kelebekken kozasına bürünmek istiyordu artık. Ayrıca olası şikâyetler için de “nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” uyarısı vardı.
Devlet ricaline değil, bizzat halka dönen bir eleştiriydi bu. Naçar, bir bakıma “paralel evrenler” teorisini uyguladı Osmanlı. Ancak İslamcılık Osmanlı Devletini kurtaramadı. “İmanı kadar emin” olduğu Rumeli de ellerinden uçtu sonunda.
Meşrutiyet döneminde, İslam Birliği ideolojisini bizzat yöneten ve Teşkilat-ı Mahsusa ile de örgütleyen Sultan Abdülhamit iktidarında, anti-istibdat temayüllerden birinin de adı oldu İslamcılık.
Cumhuriyet döneminde, Cumhuriyet’in çeşitli safhalarındaki uygulamalar sanki yeknesakmışçasına, dinin karşısında bir görünümüne tekabül eden Cumhuriyet karşıtlığının da adı da İslamcılıktı. Bir kısmında yeni devletin oluşumunda iktidar savaşları ve yeni devletin çizgileri hâkimdi: Çerkez Ethem ve Şeyh Sait örneklerinde olduğu gibi. Bazen devletin kolluk güçlerine, bazen devletin doktrinlerine isyanın, bazen etnik ayaklanma girişimlerinin de adı oldu.  
Dahası, Osmanlı döneminde bazı sultanlar nasıl İslam dışılıkla suçlanmışsa, nasıl bazı çıkar kavgaları İslam üzerinden verilmişse, Cumhuriyet döneminin doğru-yanlış her uygulaması da İslamcılıkla tartıldı. 1923 yılı--yani Meclisin kurulması değil, Cumhuriyetin kurulduğu tarih-- her belanın miladı olarak, ortaya konulan kriptik lisanla bazen “50 yıldır” bazen “70 senedir” bazen “100” senedir tarzında dile getirildi. Sanki kokuşma ve çürüme Cumhuriyet’le başlamışçasına nesilden nesile anlatıldı.
Osmanlı’yı bizzat Mustafa Kemal yıkmışçasına tarih üzerinden verilen kavgaların adı da oldu. Hem Türkiye’de hem dünyadaki İslam Medeniyeti’nin vahim durumu, sanki Cumhuriyet "eliti" Osmanlı’nın askeri ve sivili değilmişçesine, bir günah keçisine tüm hataları, kusurları yüklemenin adı oldu. Osmanlı dönemindeki gerilemeye çare olarak bulunan “dinden uzaklaşma” neticesi, devletin gerilediği ve bu nedenle ümmetin sefilleştiği yanılsaması da İslamcılıktı.
Devamında ise İslamcılık ideoloji olarak, dinin anlaşılması ve yaşanması çabasından çok, din üzerinden birilerini suçlama, harabeye dönen bir medeniyetin intikamını almak için dış ideolojilere yönelmeyi bırakıp, bazen de içerdeki yapıyı dışarının uzantısı göstererek, içerde oluşan husumetin adı oldu. Sessiz bazen, bazen derinden. “Derin din” böyle oluştu.
Bunu yaparken de aslında kötülediği ne varsa, ona antitez olmaktan, onun yerine ondan iyisini ikame etmek yerine, hasım olduğunun yapısını ve uygulama ve yaklaşım tarzını benimsedi. Bu aşamada yine dini söylemlerden dördü öne çıktı ki bu aslında İslamcılığın kendi içindeki yozlaşmalarının da nedeni oldu:  
1.     Düşmanın silahıyla silahlanmak. (Ki aslında bu Asr-ı Saadette Müslümanların müşriklere karşı teyakkuzda olması anlamına gelirken, bunu kullanan kesimler kendilerini Müslim, “ötekini” ise müşrik konumuna sokuyordu.)
2.     Hudeybiye Anlaşması örneği. (Ki bu anlaşmada tarihsel olarak Müslümanlar müşriklere taviz vermiş gibi görünse de anlaşma kısa sürede onların çoğalmasına vesile olmuştu).
3.     Yahudilerin stratejilerinde önemli bir yer tutan, Tanrıyı totemleştirmek ve bizzat Firavun sarayında, Firavun krallığını yok edecek ve Yahudileri arz-ı mevuta götürecek olan Hz. Musa’nın kıssası. Bu da sinsi bir “sabır” sürecinin zafere götürecek bir rotası oluyordu.
4.      Savaşta “her hilenin mubah olduğu” idi. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” demek suretiyle de dönem dönem yönetilenleri sorgulayan dini söylem, “kendilerinden” olmadığı teviliyle de Sünni gelenekteki Ulul Emre itaat inancını da ortadan kaldırıp ilga ediyor, bunu kendi iç yönetimlerin de geçerli olarak şekilde yeniden inşa ediyordu. İbrahim’in Kâbe içindeki putları yıktığı gibi bir gün “putlar” yıkılacaktı elbet, ancak bu süreç totemlerden arınmış bir ülke yerine, eskilerin yenileriyle ikame edilmesi şeklinde olacaktı.
5.     Netice olarak, antitez oluşturmak isterken tez’in kendinin uzantısı olmak. Bunun diğer bir ifadesi, karşı olduklarına ram olarak karşı takımın davranışlarını sergileme eğilimi. “Ücret” geride kalması gerekirken “altın”laşmanın başlaması böyle oldu. Yani aynı şartlar altında su yüz derecede kaynıyordu…
6.     Başkalarını İslamî açıdan yargılarken, kendiyle ilgili değerlendirmeleri “şartlar ve ilzam edici gerekçelerle” açıklama çabaları.
Yani İslamcılık, farklı tarih safhalarında, anti-Frenk (temelde İngiliz ve Fransız), anti-komünist ve anti-ateist, anti-SSCB, anti-kapitalist ve nihai olarak anti-Amerikan eşkâle büründü. Anti-İsrail ve anti-Batı en yaygın şekli oldu. Bazı sürümlerinde anti-kadın eğilimler olduğu da vaki. Yani bir türlü kendini bulup helallik isteyemedi.
Değişim başladı, mucizevî bir şekilde, hem de Amerika’nın “Türkler “neden bizi sevmiyorlar?”  diye düşündükleri dönemde İslamcılık da değişti birden. İçteki dinamikleri, dışarıdaki dinamiklerin gücüyle değiştirmenin adıydı değişim. İçerdeki “zinde güçleri” dışarıdaki zinde güçlerle takas etme stratejisi. Kinde güç birliği, dinde güç birliğinden ağır bastı.
Sonrasında “ihlâs” holding oldu; “ihsan” ve “uhuvvet” klik dayanışması. Liberal söylemle her şey “ekonomi” ile açıklanırken, Nefs muhasebesi, bize “ne getirir?” muhasebesine dönüştü. “İslamcı” büyük bir devinim yaşarken, Müslüman hep aynı kaldı. “Ne Doğu ne Batı! İslam, İslam” diyen İslamcıya nispet, Müslüman hâlâ “Doğu da Batı da Allah’ındır” diyerek yoluna devam ediyor. İnandığıyla barışık, kendiyle de.
“Azınlık” statüsü için Yüksek Mahkemeye başvurduğu da rivayetler arasında!

Osmanlı ne zaman “alaturka” oldu?

Gelenek, temelde ihtiyaçtan doğan bir toplumsal kurumu ifade eder. Bu ihtiyaç, mevcut eksiği gidermek için ihdas edildiği gibi, gelecekte olması muhtemel ihtiyacı da kapsar. En azından bir toplumsal ihtiyaca cevap verirse verimli bir işlev görerek yaşar.

Gelenek bir “süper ego” işlevi gördüğü gibi, fıtri aşırılıkları bastıran ve medeniyete dönüştüren bir itici güçtür de. Geleneği devlet ya da devletimsi olgulardan öte, anonim “toplum” oluşturup devam ettirir. Ancak gelenek de toplumun hemen tamamını şekillendiren bir unsur olarak kurumsallaşır. Örneğin, İslam tarihinde “Suffe Ashabı” ile sofada başlayan eğitim ve dayanışma geleneğinin Osmanlı’da zirveye çıkan bir “Külliye” geleneğine dönüşmesi böyle olmuştur.

Yani doğru amaçlarla hem hali hem de geleceği amaçlayan bir proje, giderek kurumsallaşmış ve toplumun temel direklerinden biri olmuştur. Hem ibadet, hem de eğitim amaçlarını hedefine koyarak şehirleşme planını da kendi etrafında şekillendirme gücüne erişmiştir. Sonraları külliye bitmiş, yerinde sadece mescit bitivermiştir. Mescit sadece ibadete ve belirli zamanlarda açık iken külliye hem kendi kaynaklarını besleyen hem de geleceğe temellendiren bir yapı olarak işlev görüyordu.

Osmanlı toplumu kendi algılarını başka toplumların adlandırdığı şekilde algılamaya başlayınca geleneğin adı “Osmanlı” olmaktan çıkmış, “alaturka” olarak anılmaya başlanmıştır. Adlandırma meselesi hem bireyler hem de toplumlar için önemlidir. Çünkü verilen her ad, adı verenin telif hakkı ya da mührünü taşır. Tevrat’taki “Tekvin”den alınan tüyo sadece onomastik bir kuralı koymuyordu. Aynı zamanda kadına “senin adın kadın olsun!” diyenAdam’ın Eve üzerindeki gücünü simgeliyordu. Kuran’da Hz. Adem’in meleklerde olmayan eşyayı adlandırma yetisi de böyledir. Osmanlı’nın kendini Osmanlı Devleti, yabancı devletlerin ise Osmanlı İmparatorluğu ya da “Türk İmparatorluğu” demesi de böyle bir etkiyi ifade eder.

Osmanlı’da gelenek dış etkiler ve içerdeki geri kalmışlık hissiyle değişmiş, yeni gelenekler de toplumu değiştirmiştir. Zaten artık hiçbir şeye “küllî” olarak bakamayan toplum, eğitimi de toplumsal dayanışmayı da bırakmış, cami ya da mescidi belli zamanlarda ziyaret edeceği bir mekândan ibaret görmeye başlamıştır. Onu tamamlayan unsurlar olmadan da binanın kendisi “cüzlükten” çıkıp, “küllü” temsil eder olmuştur. Giderek toplum yapısında ibadetin alanı daralmış, “kulluk” ibadetle sınırlı kalmış, toplumsal işleyiş, ticaret, “halka hizmet” ve hayırda yarışmaktan çıkmıştır.

Benzeri durumu vakıflarda da görmek mümkündür. Toplum katmanlarının hepsi vakfın amaçladığı kitle iken, zamanla onların da komünal nitelikleri ağır basmaya başlamıştır. Dahası, dayanışma aynîleşme ve aynîleştirmeye dönüşmüştür. “Allah’ın rızası” kulların rızasına dönüşürken gelenekten geriye “rıza” kalmıştır. Alafranga yeni gelenek böyle oturdu.
Küllî yani “holistik” bakma geleneğinin bitmesi çok yönlü sorunları beraberinde getirmiştir.



Külli bakan mantık teleskopik bakar, mikroskobik olarak da görür. Bu sadece eski külliye ile sınırlı bir uygulama değildir. Modern hayata bakışta da kendini göstermiştir. Toplum külli bakmayı bıraktığı için, devasa siteler yapsa da, siteyi “başı sokacak” mekânlardan ibaret görmeye başlamış,  siteler arası uyumu zaten aklına bile getirmemiştir. Yolları, park alanları ve hatta temel ortak kullanım alanları zihinde hal’ edilmiş, sitedeki market haricinde hepsi bırakılmıştır. Yani toplumun zihni daralmıştır, ortak paylaşım alanı tüketime indirgenmiştir. 



Dahası gelenek içinde Zemahşerî, şer’i alandan çıkarılmış, “şerrinden” emin olmak için nisyana mahkûm edilmiş, Melik kutsanmış, mülk de kandillerle aydınlanmış, şakilik korkusunda şikâyetler ve sorgulama bitmiş, sükût takva olmuştur. “Dilsiz şeytan” revaçta, dilli “şaki” kırbaçta olmuş, “Yalancı Fecir”e aldanış “Sadık” fücûru doğurmuştur. Bir de bakmışız ki Çan sesleri hükmen ezan seslerini bastırmıştır. Artık “Cumalardan muaf olmak” geleneği peyda etmeye başlamıştır.

Zihindeki darlığının tersine olarak bir gelişme toplumun gözü “ticaretin” retinasıyla algılamaya başlamıştır dünyayı. Yeni alafranga geleneğin ışığı retinada öyle kırılarak beyinde işleme girmiş, astigmatik ve miyopik görüşle, zihinsel otizm geleneği oluşmuştur. Sadece coğrafya daralmamış, eski gelenek coğrafyası anlamsızlaşmış, lügat daralmış, o lügatin kelimeleriyle düşünen beyin daralmış, “fıkıh” genel anlamda “araştırma” ve “ilim tahsili” anlamına gelirken sadece “dini konuları” çalışmaya indirgenmiştir.

Yani ıstılah, lügati, fitne korkusu öğrenmeyi sınırlamış, sorguyu unutturmuştur. Öte yandan, “Batı”dan gelen bilgi dâhil her şey tartışılmaz bir itibarla karşılanmıştır. Sonrasında Osmanlı’ya ait ve revaçta olan şeyler, belki de azınlıkların da etkisiyle, “Osmanlı” olmaktan çıkmaya ve “Alaturka” diye adlandırılmaya başlanmıştır. Bu süreç aslında Osmanlı’nın kendisine başkasının gözüyle bakmaya başladığı dönemi de ifade etmektedir.

Gel zaman git zaman, Alafranga prangalar, “Alaturka” mahalleye salyangoz hızı ve küreselci gazıyla Kolaturkayı teselli iksiri olarak sunmuş ve içmeye başlamışız kâh efkârdan, kâh intikam-ı küffardan. “Gâvurun” lisansıyla kolayı Türkleştirip, “Gâvurun” Irak’taki Müslümanları yok ettiği anlarda piyasa yapmışız. Bir füze onlar atmış, bir sek Kolaturka da biz. “Allah sabredenlerle beraberdir.”



Oryantalizmi içselleştirirken gelenek






“Tarih yapmaktan tarih yazmaya vakti olmadığı” için, tarihi sadece vakanüvislere havale eden Türk Milletinin geleneği, bugün de geleceği yazan gazeteci vakanüvislere bırakmak olmuştur.
Kapılanmak, basında yapılanmanın merkezini oluşturmuş haliyle. Hükümet-i Ali buyurmuş Bab-ı Mevali yazmıştır. Yazıyor, sızıyor, sızıyor, yazıyor! Kapının mandalı, kapının kuluna toz duman! Hacet kapıları ardına kadar açık…

Magazin, magazin gelenekler gündeme künde attırmıştır sonunda. Ulema semazen olmuş, döne döne döndükleri yerde izci ateşleri peyda etmişler. Ma haza? Fihi Ma Fiş!  Uşşakın ateşi tamuyu bastırır.

Her nedense tarihle pek de ilgisi olmayan milletimizin “Baltacı ve Katarina” efsanesini nasıl da bir “erkek millet” efsanesine dönüştürdüğü yediden yetmişe herkesin sevdiği bir tarih faslını hatıralara kazımıştır gelenek. Dahası, SSCB dağıldıktan sonra bu hafızanın nasıl da eski yenilgileri yine “erkeksi” intikam psikozuna dönüştürdüğü de aşikârdır. Batılıların Topkapı Sarayı deyince aklına getirdiği oryantalist “Harem” mantığıyla ne kadar da uyumlu bir muhterem gelenek değil mi? Haram kalkınca, ortalık göbekli muhteremle dolar elbet.

Gelenek yozlaşmalarında temelde farzlar biter sünnetler önem kazanır. Yani birincil önemdekiler, ikincil olanlarla yer değişir. Çiçek bahçeleri tarumar edilir, ama saksılara çiçek ekilerek balkonlarda sergilenir. Osmanlı’nın askeri gücü öne çıkar, ama Osmanlı ve öncesindeki entelektüel birikim ve turası göz ardı edilir. Bu da bir gelenek haline dönüşür.

Dedik ya gelenek, yeni gelenekler etkisiyle kendini güçsüz ve ezik hissettikçe, eski gelenekteki fallik unsurları geleneğin temeli sayarak kendine güç katmaya çalışır. “Fallus” ve “logos” arasındaki tercihini fallustan yana kullanır. Birisi iktidarı diğeri ise zihinsel algıyı ve “gerçeği” aramayı ifade eder. Gelenek iktidarı “gerçek” olarak kutsayınca, “logos” zaten anlamsız olacaktır.


Osmanlı ve Neo-Osmanlı?



Evet…
Osmanlı İslam coğrafyasının “kilit taşıydı.” Ve Osmanlıyı Batı’l “zail” etti. Aslında Osmanlı’nın resmi ölümü zaten gecikmişti. Bitkisel hayata gireli bir asır olmuştu. Lakin “Frenkten” veya “kefereden” medet umulmasına kadar düşen Osmanlı’nın hüznü önceden başlamıştı. Uzun zamandan beri toprak kayıpları yaşanıyordu.
Eğitim gerilemiş, dışarıdaki gelişmelere bigâne kalınmış, vergi gelirleri azalmış, Osmanlının devlet itibarı ve parası değer kaybetmiş, borç parayla kimi zaman devlet açıkları kapatılmış kimi zaman sefahatin delikleri tıkanmıştı. Topkapı’dan Dolmabahçe'ye tenzili rütbe almıştı Osmanlı. Hala dışarıda sözünü geçiriyor ise de, Devlet içerde kendi atadığı Mısır Valisine bile söz geçiremez olmuştu.
Karlofça belki de bir şeylerin uçup gittiğini ima eden bir mahzun salâvatın devreye girdiğini gösteriyordu. Giray Han’ın “ihanetini” tek sebep gösteremeyecek kadar bir şeyler değişmişti aslında. Thuydices’in ifade ettiği gibi, imparatorluklar ya büyümeli idi ya da yok olacaklardı.
Osmanlı durmuş ve kendini yemeye başlamıştı.
Gerçi…
Osmanlı hiçbir zaman Batı’lı anlamı ile bir imparatorluk değildi. O “Devlet-i Ali-i Osmaniye” idi. Osmanlı padişahları kendilerine “İmparator” denilmesini de istememişlerdi.  Onlar ya  “Sultan”dılar ya “Padişah” ya da “Han”. Yani kavramın kökenlerinden neşet eden bir kültürel farklılık vardı unvana bakışta. Onlar kibirli değil ve fakat vakar sahibi, bazen de gaflete kaçacak oranda mağrur idiler. Çünkü inandıklarına göre, Devlet ta Osman Bey’den sadır olan bir rüyayla “İlahi” bir misyona adaydı. Üstelik İslam Peygamberinin bizatihi “övgüsüne mazhar” olmuş bir Sultanın, yani Fatih Sultan Mehmet Han’ın soyundan geliyorlardı. “Devletin selameti” için kardeşten geçendi Fatih.
Dolayısıyla, Osmanlı hem tarihi hem de dini bir misyona sahipti. Kendilerinden emindiler, devletlerinden de. “Kızıl Elma” ise, hep bir adım ötelerinde idi. Attıkları her yeni adımda o tekrar ileriye sıçrıyordu ve “ebed-müddet” bir nizamdı gaye. Kanuni bir tek top atmadan, sadece bir mektupla Fransa Kralına emirlerini uygulattırıyor, hapisteki kralı serbest bıraktırıyor, Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi Avrupa seyahatinde gözlemlediği, Frenklerin yaptıkları sanayileşmenin nüvesi mahiyetindeki kimi mamulleri mağrur ve gafil bir edayla kaydedip dönüşte rapor olarak yazıyordu.  
Osmanlı Padişahları devletin son çöküş dönemlerine kadar Avrupalı kral ya da imparatorla aynı masaya oturmak yerine, Vezirleri ile onları muhatap ediyordu. Biliyorlardı ki, bu zımnen her iki devleti ve başkanlarını eşit olarak telakki etmek anlamına gelecekti. Ki, bu da onların kabul edemeyecekleri bir siyasetti.
Osmanlı kuşlara konak inşa edecek kadar şefkatli, parasızlıktan evlenemeyenleri veya borcundan dolayı hapse düşenleri vakıflarla destekleyip, mağdur etmeyecek kadar düşünceli, bir kaç dilde divan tertip edecek kadar sanatkârdı. Sevgilinin elbisesindeki gülün dikeninin gölgesinin onu incitmesinden endişe eden şairler çıkaracak kadar sanat ve sevginin zirvelerini keşfetmişti. “Rüşvet değildir” diye selamını almayan memurları şairane bir tarzda alaya alacak kadar edebiyatçı, zayıf ve hastalıklardan muzdarip bir eşeği şiirin konusu yapacak kadar nüktedan ve merhametli, kendilerinden büyük ve kendilerini yaratan Allah’ın var olduğunu daima hatırlatan insanların maaşa ya da iltifata tabi tutulduğu ve kibri şeytanlık olarak addeden insandı.
Keşfinden kısa bir süre sonra Amerika'nın varlığından haberdar olan, Müslüman, Yahudi ayırımı yapmadan 1492'de Avrupalı “reconquistador”ların paranoyak korku ve katliamlarından kurtarmaya kendini adayan da Osmanlıydı. Kimi yerlerin fethini savaşsız yapan da. Çünkü Bogomillerin, Nesturilerin gönüllerini çoktan fethetmişlerdi. Ülkelerinden önce. Hıristiyan kardeşlerinin zulmünden yılmış, vergilerden beli bükülmüş insanlar onlarla öğrendiler yaşamayı, temizliği, vicdanı ve inandıklarını diledikleri gibi yaşamayı.  
Tarihte Osmanlı kadar büyük ve geniş alanlara yayılmış bir Roma devleti vardı. O da 5. asırda Atilla ve ordusu ile sendelemiş, sonra iç çekişmelerle ikiye bölünmüş ve nihayet Fatih’in zamanında, Doğu uzantısı olan Bizans kalmıştı. Onu zapt etmek suretiyle Fatih aslında Atilla’nın başlattığı, Arapların devam ettirip muvaffak olamadığı Roma Fatihliği veya Bizans fatihliği unvanını da almıştı.  
Roma bir imparatorluktu. Büyüktü, kudretliydi. Fakat kudretini hem kendi halkına, hem diğer milletlere zulme dönüştürmüştü. Hem pagan hem Hıristiyanlık bayrağını taşıdığı dönemlerde Roma zulümlerden geri durmadı. Roman zulmünün muhatabı ya da kurbanlarıydı değişen. Kâh Afrikalılar kâh Ortadoğu halkları, kâh Hıristiyanlar kâh Hıristiyanların düşmanı olan Yahudiler, sonraki dönemlerde de Müslümanlar vs.
Ve Fatih bunları biliyordu… Bir kısım Roma tarihini bizzat kendi orijinal dillerinde okumuştu. İlyada en çok okuduğu ikinci kitaptı. Hem bir dini hem de siyasi bir hedefi de zihninin şirazesinde muhafaza ediyordu: Bizans’ın siyasi mirasçısı olmak. Hatta artık bu gücün karşısında duramayacaklarını anlayan kimi Batı Avrupalı ülkelerin ileri gelenlerinden-siyasi ve dini—kendisinin Hıristiyan olması halinde bütün Hristiyanların onun ermine gireceği yönünde resmi mektuplar da almıştı.  
Gülüp geçmişti Fatih… Vakar, vukuf, şecaat, ilim, istikrar ve kararlılık ve varılan kararda sonuna kadar gitmek, istişare, planlama ve dahi güçlü olduğu anda o gücü zulme değil, adalete tahvil etmek gibi unsurlardı onun şahsiyetinde toplanan meziyetler. Evet, Roma güçlüydü, ama gücünü zulüm ve kıyım makinesi yapmış, hatta zulmü temaşa malzemesi yapmış, arenalarda ve tiyatrolarda kendi insanlarına seyrettirmişti. Onun düsturu ise, adını aldığı önderinin bir sözüydü: Gayr-i Müslimlere zulmeden, Peygamber’e zulmetmiş gibiydi.
Bunları yazarken Roma’yla Amerika’yı düşündüm. Osmanlı ile Türkiye’yi. Osmanlı’nın “neo”su boğazımda düğümlendi. Hangi dönem Osmanlı’sına neo-Osmanlı’nın oturacağını hâlâ meraktayım.

Hiç yorum yok: