25 Ekim 2012 Perşembe

Meğer modern hemşireliğin kurucusu bir zenciymiş(!) -Mustafa Armağan

Tarihte efsaneler hep vardır ve var olacaktır. Tarihçilerin işi ise bu efsanelerle uykuya dalmış olan toplumların hafızasını dürtüp gerçeğin dünyasına uyanmalarını sağlamaktır.

 İşte History Today dergisinin Eylül 2012 sayısında okuduğum çarpıcı bir makale, uzun bir süredir vurgulamakta olduğum bu düşüncelere bir nevi ayna tutmuş oldu.

    Lynn McDonald adlı araştırmacı, Londra’da bir hastanenin bahçesine dikilecek olan “hemşire heykeli”nden söz ediyor. İşin ilginç yanı, sanıldığı gibi Florence Nightingale’in heykeli değil, Mary Seacole’ün heykeli olacakmış bu.

    ‘İyi de kim bu Mary Seacole?’ dediğinizi duyar gibi oluyorum şu anda. Şöhreti bizde de adına hastaneler ve müzeler açtırılacak derecede yayılmış bulunan ‘millî kahraman’ Florence Nightingale’den yüz mü çeviriyor yoksa İngilizler?

    Tastamam öyle. Artık Nightingale demode oldu, yaşasın Seacole! 3 metre boyunda planlanan ve Martin Jennings adlı heykeltıraş tarafından tasarlanan Seacole’ün heykeli Avam Kamarası’nın pencerelerinden bile görülebilecekmiş. Dahası var: Boyu, Nightingale’in heykelinden de yüksek olacakmış!

    İngiltere’de neler oluyor? Üstelik siyah derili bir kadın olan Mary Seacole’ün, İngiltere gibi beyaz bir ülkede beyaz kadın imajının şahikalarından Florence Nightingale’in asırlık tahtını sallaması bize neler hatırlatmalı? Neler anlatmalı?

    Tarih değişiyor. Artık Mary Seacole gerçek hemşireliğin kurucusu kabul ediliyor. Üstelik Nightingale devlet parasıyla hemşirelik yaparken Seacole bu işi kendi mütevazı imkânlarıyla başarmış. Kırım Savaşı’nda askere öteberi satarak kazandığı parayı hasta ve yaralı İngiliz askerlerinin ilaç ve tedavisine harcamış.

    Bitmedi: Seacole askerlerin yaralarını sarmak için çırpınırken Nightingale’den çalışma izni almak ister ama kelimenin tam anlamıyla havasını alır. Çünkü şimdilerde pabucu dama atılmakta olan Florence hanım onu kovmuş, hatta yanına yaklaştırmamıştır. Bunun siyah derili olmasıyla mı ilgili olduğu yoksa salt bir kadın kıskançlığından mı kaynaklandığı hâla tartışılıyor.

    Ancak şu var ki, girişimci hemşire Mary, sırtını devlete dayayarak iş yapan Florence’den daha fazla ilgi görüyor günümüzde. Çünkü günümüzün yükselen değeri, girişimciliktir. Tarih de bu yükselişe paralel olarak daha önce yüzünün kapattığı bir tarafını bize dönmektedir. Şimdi tarihe gerçek haliyle geçmemiş olan bu siyah yüzlü hemşirenin görüntüsüne kendimizi alıştırma vaktidir. Unutmayalım ki, tarihte gerçekler sonsuza kadar saklanamaz. Günün birinde, zenci hemşire örneğinde olduğu gibi, ortaya çıkmak gibi kötü bir huyları vardır.
Modern hemşireliğin kurucusu kabul edilmeye başlanan Mary Seacole, Mayıs 1857’de Punch dergisinde çıkan  bir çizimde görevinin başında görülüyor.

KİMDİR BU HEMŞİRE?

Mary Seacole, İskoç bir babanın ve hür bir zenci annenin kızı olarak 1805’te o zamanlar İngiltere’nin sömürgesi olan Kingston’da (Jamaika) doğmuş. 1850’de Jamaika’da baş gösteren kolera salgınında şifalı otları kullanmak suretiyle pek çok hastanın iyileşmesini sağlamış ve bu başarısının ardından ünü, İngiltere’ye kadar yayılmıştır. Kırım Savaşı’nı ve hastanelerin içler acısı vaziyetini gazetelerden okuyunca gönüllü olarak cepheye gitmeye karar verir. Seacole’e Savunma Bakanlığı tarafından nedense izin verilmez. Hatta Nightingale’in ekibine katılma arzusu da geri çevrilir. İşin peşini bırakmayan Seacole bu defa kendi imkânlarıyla Üsküdar’a kadar gelir ve Florence Nightingale ile burada tekrar görüşür. Onun ekibine gönüllü olarak katılmayı, ülkesinin askerlerinin yaralarını dindirmek, dertlerine derman olmak için beraberce çalışmayı arzu ettiğini söyler. Merhamet meleğimizin cevabı, kesin olarak olumsuzdur. Seacole’ün esmer gölgesinin kendi başarılarının üzerine düşmesini istememektedir belki de.

    Bunun üzerine Seacole tamamen kendi imkânlarıyla Kırım’a gider. Cephede, askerin yanı başında salgın hastalıkların önlenmesi için çırpınır, bu hizmetini finanse etmek için askerlere yiyecek ve içecek satar ve kazandığı paraları da hasta ve yaralıların tedavi ve bakımına harcar.

    Ne tuhaf şu dünya! Cepheden binlerce kilometre ötede güvenlik içinde hemşirelik yapan Florence Nightingale hemşireliğin kurucusu kabul edilmiştir de, bizzat cephede askerle omuz omuza hizmet veren ve hayatını tehlikeye atan, üstelik bu hizmetini devletin cebinden değil, kendi kazancından gerçekleştiren Mary Seacole, başta Florence Nightingale tarafından, sonra da tarihçiler tarafından karanlığa gömülmüştür. Nitekim savaş günlerinde Kırım’dan memleketine mektup yazan bir İngiliz asker, Nightingale’in adını ta oradan duymuştur ama fedakârca hizmetlerini gördüğü Seacole’ün adının neden Londra’da bilinmediğini saf saf sormaktadır ailesine.


ÖLÜM MELEĞİ MİYDİ?

“The Independent” gazetesi 1998 yılında İngiliz arşivindeki gizli belgelere dayanarak verdiği haberde şaşırtıcı bir iddia ortaya atmıştı. İddiaya göre Nightingale, tifo ve dizanteri gibi öldürücü olmayan hastalıklara uyguladığı yanlış teşhis ve tedavi yüzünden 15 bin İngiliz askerini ölüme yollamıştı. Rakam biraz abartılı olabilir ancak bu iddia hiç de temelsiz değil. Bugüne kadar “İyilik Meleği” etrafında oluşturulmuş bulunan efsaneyi çökertebilecek bu iddianın benzerleri Nightingale’in zamanında da ileri sürülmüş ve İngiliz Parlamentosu bir araştırma komisyonu kurarak konuyu uzun boylu olarak araştırtmıştır. Uzayan araştırmalardan ciddi bir sonuç çıkmayacağına kanaat getiren, aynı zamanda İstanbul’daki Robert College’in kurucularından olan Amerikalı misyoner rahip Cyrus Hamlin ve oğluyla birlikte İngiliz hastanelerinde gönüllü olarak çalışan rahip Sydney Godolpin Osborne, haksızlıklara dayanamayarak Selimiye’deki hastanenin Nightingale dönemindeki içler acısı durumunu, asepsi ve antisepsi uygulanarak kolayca tedavi edilebilecek kolera, tifo ve dizanteri gibi hastalıklardan -bu tedaviden Nightingale ve rahibelerinin habersiz olmaları yüzünden- her gün hastanelerde 50-60 kişinin öldüğünü ifade etmişler.

    Herkes tarihin yüzündeki pası silmeye çalışıyor, bizimkilerse Özgürlük Heykeli’nin üzerini kaplayan yeşil pası, onun gerçek rengi zannettirmeye çalışıyorlar. ‘Hayır, Özgürlük Heykeli gerçekte bakır rengindedir ve yeşil görünmesinin sebebi oksitlenmedir’ diyecek birilerinin çıkması gerekiyor. Unutmayalım ki, pas eni konu üzerine konduğu metali çürütür. Ve Özgürlük Heykeli’nin içi boştur, yani bakır bir kaplamadan ibarettir. Türkiye’deki resmi tarihe ne kadar benziyor, değil mi?

Hiç yorum yok: