Kim ne derse desin, bugün Lübnan'da yaşananlar, 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızların oluşturduğu suni bir rejim içerisinde yaşanan güç savaşıdır. Bu kriz milli uzlaşma adıyla örtülen uzlaşmazlığın sonucudur
Lübnan Birinci dünya savaşından sonra Fransızlar tarafından oluşturulmuş bir suni ülkedir. Fransızlar paylarına düşen bölgede başta Beyrut, Trablusşam, Sur ve Sayda başta olmak üzere Sünni ve Şii Müslümanların yaşadığı yerleri Dürzi Müslümanlar ve Hıristiyan Marunilerin yaşadığı Cebel-i Lübnan'a dahil ederek bir 'Büyük Lübnan' kurdular.
Önce bir 'Hıristiyan Lübnan' kurmak istediler, olmadı.
Dürziler ve Hıristiyan Marunilerin yaşadığı Cebel-i Lübnan öteden beri Osmanlı idaresinde sorunlu bir bölgeydi.
Dürzi ve Maruni emirler tarafından yönetilen Cebel-i Lübnan'a yapılan bu eklemelerle Lübnan'ın siyasi rejimi dörtlü bir yapıya eklemlenmiş oldu.
Cumhurbaşkanı'nın Maruni, Başbakan'ın Sünni, Meclis Başkanı'nın Şii olduğu ve Dürzi Müslümanların da nüfusları oranında idari taksimatta yer aldığı bir Lübnan rejimi kuruldu.
Çoğunluğunu Müslümanların teşkil ettiği Lübnan'da devlet başkanının Maruni olması bir handikaptı zaten.
Lübnan parlamentosu 6 hıristiyana 5 müslüman düşecek şekilde oluşturulmuştu.
Bu oran daha sonra yarı yarıya getirildi.
Parlamentonun müslüman kanadında aslan payı şii ve sünni Müslümanlara düştü.
Hıristiyan kanadında ise ezici çoğunluğu Maruniler kaptı. Geri kalan pay ise Ermeni ve Rum Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar arasında bölüştürüldü.
NÜFUS DENGESİ DEĞİŞTİ
Zamanla müslüman nüfus içerisinde şiilerin sayısı arttı ama bu artış Lübnan'ın siyasi rejiminde bir değişikliğe yol açmadı.
1950'lerden itibaren örgütlenen Şii Müslümanlar kendilerine düşen payı sorgulamaya başladılar ve giderek Lübnan politikasında etkin bir yer kazandılar.
İsrail'in kurulmasından sonra Lübnan'da kamplara yerleştirilen Filistinli muhacirler de siyaseti etkileyen önemli bir faktör oldular.
1970'lerde Filistin sorunu Lübnan'ın iç siyasetinde çatışmalara neden olarak bir iç savaşı tetikledi.
Falanjist Maruniler Lübnan iç savaşında İsrail ve Batı desteğiyle silahlı güçlerini Müslümanlar aleyhinde güçlendirmişlerdi.
Dürziler öteden beri silahlıydılar ve FKÖ etkisi altındaki Filistinliler de silahlı bir güç olarak sahnedeki yerlerini almıştılar.
1980'lerde İsrail'in Lübnan'a girerek bazı bölgeleri işgal etmesi Şii Müslümanların askeri örgütlenmelerini kolaylaştırdı ve böylece mezhebi olarak şekillendirilmiş rejim içerisinde göz ardı edilemeyecek bir güce kavuşmalarını sağladı.
Kim ne derse desin, bugün Lübnan'da yaşananlar Birinci Cihan harbinden sonra Fransızların yarattığı suni bir rejim içerisinde yaşanan güç savaşıdır.
Başta Maruniler olmak üzere rejim içerisinde ayrıcalıklı yere sahip olan unsurlar yerlerini korumak, isterken, daha az pay aldıklarını düşünen unsurlar ise paylarını artırmak için mücadele ediyorlar, durum budur.
HER MEZHEBİN ARKASINDA BAŞKA DEVLETLER VAR
Lübnan krizi esas itibariyle sömürge döneminden kalan, 'milli uzlaşma' adıyla üzeri örtülen mezhebi ve dini uzlaşmazlıkların bir sonucudur.
Üstüne üstlük Beyrut ve Kuzey Lübnan Osmanlı döneminde Suriye'nin bir parçasıydı.
1918 ve sonrasında Lübnan Arapları Suriye Araplarıyla birleşmek taraftarıydılar.
Bu da Suriye'nin Lübnan siyasetinde neden etkili bir unsur olduğunu yeterince açıklıyor.
Bugün Suriye ve İsrail Lübnan'ın iç siyasetinin şekillenmesinde birer aktör olarak yer alıyorlar.
Hizbullah ve Şii Müslümanlar üzerinden İran da Lübnan sorununda söz sahibi.
Suudi Arabistan ise Lübnan siyasetinde etkin olan Sünni işadamları üzerinden müdahil bir rol oynuyor.
Fransa ve İngiltere ise yüzyıllardır Maruni ve Dürziler üzerinden Lübnan'a müdahil oldular.
Dolayısıyla Maruniler ve diğer Hıristiyanlar başta Amerika olmak üzere Batı'nın desteğinden hiçbir zaman mahrum kalmadılar.
Lübnan'da yaşanan kriz, her ne kadar bir hükümet krizi olarak görülse de özü itibariyle sorun daha derinlerdedir.
Peki Lübnan'da bütün tarafların hoşnut olduğu bir değişim yaşanabilir mi?
Bugünkü siyasal rejimiyle Lübnan'ın ayakta kalması çok zor ve çözümün nasıl geleceği de belirsiz.
Sözkonusu belirsizliği bir iç savaş geçirmeden muhafaza etmekten başka bir yol görünmüyor şimdilik.
Türkiye ise Lübnan'da 'siyasi istikrar' adı verilen, ucu iç savaşa, yanı sıra da bölgesel ve uluslararası çatışmalara açık olan bu belirsizliğin muhafaza edilmesinde tarafsız bir aktör olarak rol oynamaya çalışıyor.
Hükümetler kurulur, hükümetler gider ama kökü derinlerde olan sorunlar da büyüyerek devam eder.
Yani Lübnan için ufukta kesin bir çözüm görünmüyor. Fransızlar gider ayak öyle bir Lübnan bıraktılar ki çözmek için İskender olmak gerekiyor.
Arap aydınları Lübnan'da nasıl bir hayal kırıklığı yaşadılar?
Bu aralar 'Klasik Yayınları'nın 'Arap Gözüyle Osmanlı' serisinde yer alan hatıratları yeniden okuyorum.
Lübnan, Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Arabistan ve Körfez'de neler olup bittiğini kavramak için bu hatıratları muhakkak okumak gerekiyor.
Hatıratların yazarları Şekip Arslan, Cafer el-Askeri, Selim Ali Selam, Reşid Rıza, İzzet Derveze, Muhammed Ali Kürt ve Muhammed Ferid Osmanlı son döneminde cereyan eden gelişmelerde aktif rol oynamış isimler.
Şekip Arslan Osmanlı yanlısı tutumunu sonuna kadar sürdürürken Cafer el-Askeri Libya'da İngilizlere esir düştükten sonra Şerif Hüseyin ve oğlu Emir Faysal'ın emrine girer.
Selim Ali Selam ise uzun süre Osmanlıcı tavrını sürdürmüş, savaşın sonlarında tutumunu değiştirmişti.
Muhammed Ferid Mısır'ın İngiliz işgalinden kurtulması için Osmanlı ile işbirliği yapan Hizbü'l-Vatan'ın lideridir.
Reşid Rıza ıslahatçı bir din adamı kişiliğinin yanı sıra Arap milliyetçiliğine kapılmış bir şahsiyettir. Önceleri Şerif Hüseyin'e övgüler yağdırmış, ama daha sonra ondan uzaklaşarak karşısında yer almıştır.
İzzet Derveze de Filistinli bir Osmanlı memuru olarak tanık olduğu olayları, yine Osmanlı'dan kopmuş bir aydın olarak bakar dönemindeki olaylara.
Muhammed Kürt Ali ise Osmanlı son döneminde Lübnan ve Suriye'de yaşanan gelişmeleri yakından gözlemlemiş, hem Arap hem Osmanlı nazarından olaylara bakmasını bilen bir aydındır, gazetecidir.
Bu hatıralarda Arap aydınlarının Osmanlı sonrasında yaşadıkları hayal kırıklıklarına şahit oluyoruz.
Arap milliyetçisi aydınlar ve siyaset adamları Osmanlı'dan kurtulmuşlar ama her biri de kendi ülkelerinin İngiliz ve Fransızlar tarafından paylaşılmasını önleyememişlerdi.
1917'de Şerif Hüseyin'in güçlerinden aldığı destekle İngilizler tarafından düşürülen 'Filistin' hala işgal altındadır.
Lübnan bir belirsizlik rejimi içerisinde sancı çekmeye devam ediyor.
Oysa Osmanlı son döneminde Osmanlı'dan kopmak isteyen kimi Arap aydınları Emir Faysal'ın idaresi altında Irak, Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan ve Suriye'yi içine alan bir Büyük Arab devleti düşlüyordu.
Bu yüzden İngilizlerle, Fransızlarla işbirliğini savunmuşlardı.
Lakin İngilizler ve Fransızlar tarafından çok kötü şekilde aldatılmışlardı.
Sözünü ettiğim hatıratlardan birinde okudum.
Osmanlı ordusu bu bölgeden çekildiğinde Lübnan ve Suriye'nin her tarafına Arap bayrakları çekilmişti.
Güya Araplara özgürlük ve bağımsızlık verilecekti.
Bir bayram havası esmişti, Lübnan'da Hıristiyanlar üzgün, Müslümanlar sevinç içindeydiler.
Emir Faysal muzaffer bir kumandan edasıyla Şam'a ve Beyrut'a girmişti.
Bu bayram havası kısa sürdü.
İngilizler Suriye ve Lübnan'ın Fransızların payına düştüğünü, Arap bayraklarının gönderlerden indirilmesini ve Emir Faysal'ın askerlerinin de bölgeyi terk etmelerini istemişti.
Faysal'a İngiliz manda rejimi altında bir 'Irak krallığı', kardeşine ise yine İngiliz gözetiminde bir küçük 'Ürdün Emirliği' düşmüştü.
Filistin ise doğrudan İngiliz mandasına tabi kılınmıştı ve zaten önceden Siyonistlere vaad edilmişti.
Lübnan'da Arap bayrakları indirilmiş ve yerine Fransız bayrakları asılmıştı.
Müslümanlar kederli, Hıristiyanlar ise bayram yapıyorlardı.
Hatırat yazarlarından Lübnanlı Selim Ali Selam o günleri anılarında şöyle anlatır:
'Aslında Fransa ve İngiltere Arap bağımsızlık hareketlerine karşı çıkmışlardır. Osmanlı devletine karşı bu hareketlere yardım etmeleri aslında, 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot anlaşması uyarınca bölgedeki kendi ortak planlarını gerçekleştirmekten başka bir amaca mebni değildir. Lübnanlıların Osmanlı hükümeti tarafından maruz kaldıkları olumsuzluklara rağmen, Fransız askerlerinin Lübnan'ı ve bizzat Beyrut'u ayaklar altına almaları bağımsızlık taraftarı her vatanseverin kalbinde acı yara olarak kalmıştır. Çünkü onlar bu Fransız işgalinin Lübnanlıların kendi içlerindeki siyasi ve mezhebi çatışmalara yeni bir merhale katmaktan başka bir şey olmadığını bilmekteydiler. Lübnanlı gruplar Fransızların Osmanlı devletine karşı kendilerine yardım etmesinin aslında Lübnan'daki diğer gruplar aleyhine yapılan bir yardım olduğunu bilmekteydiler. Lübnan'ın bazı bölgelerinde Fransızların karşılanması sırasında ortaya çıkan görüntüler bunun göstergesiydi.'
Selim Selam'ın aktardığı bu görüntüler İstanbul İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal edildiğinde Rumların ve Ermenilerin yaptıkları tezahüratlardan farksız değildir.
Öte yandan sadece Lübnan değil Suriye ve Filistin de ayaklar altına alınmıştı.
Selim Ali Selam, 1913'teki Paris Arap Kongresi'ne katılan ve gizli ve açık biçimde Fransa ile işbirliği yapan Marunilerin sonradan Fransa'nın en yakın dostları olduklarını söyler ve örnekler de verir.
Mesela Charles Debbas Lübnan'ın ilk cumhurbaşkanı olmuştur, Eyyüp Sabit önce milletvekili, bakan, sonra Cumhurbaşkanı yapılmıştır. Petro Tarrad da önce milletvekili , Meclis başkanı ve 1943'te Cumhurbaşkanı olmuştur. Böylece Ali Selam'ın dediği gibi Fransa kendi dostlarına ta Osmanlı zamanında verdiği sözleri tutmuş, bölgedeki siyasetine muhalif kalanlarla da mücadele etmiştir.
Öyle de oldu, Fransızların ilk tutukladığı muhaliflerden biri de Selim Ali Selam olmuştur.
Lübnanlı Arap müslümanlar Lübnan ve Suriye'nin birleşmesi için mücadele ettiler ama başaramadılar.
Bugünkü Lübnan rejimi, 1918'de Fransızların temelini attığı rejimin bir parça daha iyileştirilmiş halidir, o kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder