4 Haziran 2012 Pazartesi

Fatih’in Kürt hocası -Mustafa Armağan


İstanbul’un fethinin 559. yıldönümünü mü kutladık, yoksa 576. yıldönümünü mü? Bakıyoruz takvime ve 2012′den 1453′ü çıkarınca 559 kalıyor. Şu soruyu ekliyorum hemen: Fatih’in cebindeki günlüğünde Fetih günü için hangi tarih vardı? Tabii ki Miladi takvimle 1453 değil, Hicri takvimle 857 yazılıydı. Yani Fatih ve övülmüş askerleri için fetih tarihi 857′dir.
Hicretin 1433. yılında yaşayan ama bunu idrak etmeyen bizler için 576 ‘Müslüman senesi’nin bu müjdelenmiş şehirde yaşandığını düşünmek epeyce zor olmalı, zira Ahmet Haşim’in “Müslüman saati” yazısında anlattığı yaklaşan vahamet, bugün kendini Fatih’in safında zannedenleri dahi vurmuş durumdadır.
6. yüzyılda Bodur Denis adlı keşişin yaptığı bir takvimle Fatih’i ve “Fetih ruhu”nu nasıl anlatabilir ve anlayabilirsiniz ki? Böylece onu, ait olduğu Hicret düzleminden kopartıp üstelik yendiği medeniyetin dünyasına kilitlemiş olmuyor musunuz? İyi ama ‘bu Fatih’ kimin Fatih’idir ve size mesajını bu kadar kilit altındayken nasıl verecektir?
Aynı şekilde Fatih’i Türklüğe sabitlemek ve sadece Türklerin gurur duyacağı bir büyük hamlenin öznesi yapmak da onu, gerçekte ait olmadığı bir başka hapishaneye sokmak olacaktır. Fatih soyu itibarıyla elbette Türk’tür. Ama ya çevresi? Türk de, Arap da, Rumeli kökenli de, Kürt de, Afgan da Osmanlı Devleti’ne hizmetleri ölçüsünde değer kazanırdı.
Mesela Fatih’in yetişmesini anlatırken Molla Gürani adlı hocasından söz etmeden geçmeyiz ama onun milliyeti üzerinde nedense durmayız. Bunun gerçek sebebi, ecdadımızın milliyet meselesine bizimki gibi takıntılı olmamasıdır.
Bu yazımızda Şehzade Mehmed’i sopasıyla dövdüğü ve Kur’an’ı hatmettirdiği kaynaklarda geçen Molla Güranî’nin milliyeti ve hayatıyla ilgili kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. Asıl hedefim, Fatih’i, içine sıkıştırdığımız o dar ‘ulusal’ çerçeveden çıkartıp ne denli kuşatıcı bir bakışa sahip olduğunu gösterebilmek.
Molla Güranî’nin nerede doğduğu konusunda farklı görüşler var. Birçok Osmanlı kaynağı “Güran”da doğduğunu yazmakta. Ancak Güran neresidir? Tam olarak tespiti mümkün değil. Çağdaşı olan Sehavî’nin verdiği bilgiye göre 1410-11′de Kuzey Irak’taki Şehrizor’un Güran kasabasında doğmuştur. Ancak Güran’ın nerede bulunduğu konusunda görüşler muhtelif. Bazıları onun İran’daki İsferayin’in bir köyü olduğunu kaydediyor. Diğer taraftan çağdaşı Bikaî, Molla Güranî’nin kendisine bizzat Diyarbakır civarındaki Hiler köyünde doğduğunu söylediğini naklediyor.
Doç. Dr. Sakıp Yıldız’ın dikkatini Köprülü Kütüphanesi’nde 1119 numara ile kayıtlı Bikî’nin “Unvânu’z-Zaman” adlı eserindeki şu ilginç cümle çekmiş: “Bana söylediğine göre 813 (1410-11) senesinde Hiler’de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân’da değil.” Bu bilgiden yola çıkan Yıldız, Molla Güranî’nin, Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Hiler köyünden ve Türk olduğunu iddia ediyor.
O zaman şu soru cevaplanmayı beklemektedir: Neden “Hilerî” değil de “Güranî” olarak isimlendirilmiş, kendisi de imzasını neden bu şekilde atmayı tercih etmiştir? Bu sorunun tatminkâr bir cevabı verilebilmiş değil.
Geçen kış Diyarbakır’da bulunan Mehmet Güran adlı torunuyla konuştuğumda bana Molla Güranî’nin soyunun aslen Türk olduğunu fakat sonradan Kürtleştiklerini anlatmıştı. Ancak aynı sülaleden Avukat Mustafa Güran, Arap olduğunu, Diyarbakır’da halk arasında “Deşt-i Gevran” olarak bilinen Gevran Ovası’na yerleştiklerini iddia ediyor. Anlaşılan, bu konuda aile arasında da bir birlik sağlanabilmiş değil.
Köken sorunu her zaman karışıktır. Ancak benim kanaatim, gerek sert ve bükülmez karakteri, gerekse Şafiî mezhebine mensup oluşu (ki Sultan II. Murad’ın arzusu üzerine Hanefiliğe geçmiştir, ancak uzmanlar kitaplarında Şafiî mezhebine sadık kaldığı kanaatindedir), dolayısıyla Kürt asıllı olma ihtimali yüksektir. 20. yüzyılın büyük biyografi yazarı Zîrikli de “Şehrizor ehlinden Kürt asıllı” diyerek Fatih’i yetiştiren hocanın milliyetini belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Taşköprülüzade’nin “Şakâyık-ı Nu’mâniyye”de zikrettiği birkaç fıkra, Molla Güranî’nin karakteri hakkında ipuçları yakalamamızı sağlıyor.
Manisa’da bulunan geleceğin “Fatih”ine hoca olarak tayin edilen sert mizaçlı ve heybetli Molla Güranî, elinde değnekle Şehzadenin odasına girer ve emirlerine karşı gelirse onu döveceğini söyler. Şehzade Mehmed gülünce ilk dayağını “bir güzel” yer ve kısa zamanda bu eli sopalı hocanın sıkı bir talebesi olur, Kur’an-ı Kerim’i onun yanında hatmeder. Sultan Murad ise ödül olarak kendisine paha biçilmez hediyeler gönderir.
Tahta geçince Fatih kendisine veziriazamlık teklif eder. Molla Güranî bu devletlû olma teklifini, göreve kapısında bekleyenleri getirmesi tavsiyesiyle nazikçe reddeder. Bunun üzerine kazaskerliğe getirilir ama orada da rahat durmaz. Padişaha sormadan tayinlerde bulununca azledilip Bursa kadılığına atanır. Orada da padişahın gönderdiği şeriata aykırı bir fermanı, getiren çavuşun gözü önünde yırtıp atınca veya yakınca, üstüne üstlük getireni de dövünce kadılıktan azledilir.
Bir süre ortalıktan kaybolmak için hacca gider, dönüşte yine Bursa kadılığına atanır. Hatta onun ilim ve dinin haysiyetini korumaya ne kadar hassasiyet gösterdiğini anlayan Fatih, bu defa maaşını da artırır. Ardından Molla Hüsrev’in yerine, bazılarının Şeyhülislamlık dediği İstanbul kadılığına getirilir (1462-63; Taşköprüzade’ye göre 5 yıl sonra). Vefatına kadar bu görevinde kalacaktır.
Molla Güranî kendisini kabre koyacakları vakit ayağından tutarak mezarın kenarına kadar sürüklemelerini ve sonra defnetmelerini vasiyet etmiştir. Tabii kimse buna cesaret edemez. Mübarek naşını bir hasırın üstüne koyup sürüyerek kabri başına getirip defnederler. Görenler cenazenin muazzam bir kalabalıkla kaldırıldığını yazmaktadır.
Kimseye eyvallahının olmaması, kendi hocalarını eleştirmekten çekinmemesi, Kahire’de bir âlimle mahkemeye düşecek denli sert bir kavgaya tutuşması, Fatih’e dahi ismiyle hitap etmesi gibi örnekler de gösteriyor ki, o, karakteriyle adeta 5 asır önce Bediüzzaman Said Nursî’yi müjdelemektedir.
***
Molla Gürani hakkında, yazımda bulunmayan ilginç bir olayı Taşköprülüzade'den (Şakayık-ı Nu’maniyye) sizin için özetleyeyim: Molla Gürani bir gün Fatih’e şöyle demiş: “Timur bir gün elçi göndermiş ve ona 'Yolda ata ihtiyacın olduğunda oğlum Şahruh’un atı bile olsa elinden alabilirsin, yeter ki yerine ulaştır mesajımı' emrini vermiş. Olacak ya, elçi de yolda allame Taftazani ile karşılaşmış. Atı yorulmuş. Yeni ata ihtiyacı var. Ne yapsın, emir de var, Taftazani'nin atlarından birini kapmış. Yola devam edeceği sırada Taftazani, Timur’un elçisini yakalayıp atını geri almış, üstüne bir de dayak atmış! Dönüşünde elçi Timur’a şikayet etmiş: “Bana 'Oğlumun bile atını alabilirsin' dedin, ben de Taftazani'nin atını aldım ama atını elimden aldığı gibi üstelik kendisinden dayak da yedim.” Timur ise şu cevabı vermiş: ‘Seni döven oğlum dahi olsa öldürürdüm. Ama girdiğim her memlekete kitapları benim kılıcımdan önce giren Taftazani'ye bir şey yapamam.” Molla Gürani bunu anlattıktan sonra Fatih'e şöyle demiş: “Benim kitaplarım Mekke'de okunuyor ama senin kılıcın hala oraya ulaşmadı.” Fatih’in cevabı şu olmuş: “İnsanlar kitaplarını yazıyor. Sen de yazdın ve Mekke’ye gönderdin.” Molla Gürani tebessüm etmiş sadece.

Hiç yorum yok: