24 Şubat 2012 Cuma

Yurdu demir ağlarla örme projesi Abdülhamid’indir!


Hep diyordum da inanmıyorlardı: “Abdülhamid bilmecesi” adım adım çözülüyor. François Georgeon’un “Abdülhamid’i anlamak bugünkü Türkiye’yi anlamak olacaktır.” sözündeki isabeti, demiryollarımızın tarihinden de rahatlıkla görmek mümkün.
Bunun için tarihe soru sorma tarzımızı değiştirmemiz yeterli olacak.
Mesela ‘II. Abdülhamid neden denizciliğe değil de demiryolculuğa önem vermişti?’ diye sormuyoruz da, ‘Abdülhamid denizciliğe neden düşmandı?’ sorusunun üzerine sinekler gibi üşüşüyoruz. Gözlerimizdeki büyü öylesine kalın bir perde oluşturmuş ki, bunun stratejik bir öncelik sorunu olduğunu, Abdülhamid’in, amcası Abdülaziz gibi 15-20 yıl sonra tonla para akıtmayınca ıskartaya çıkacak dev gemiler yaptırmak yerine, ülkenin bekası sorununu demiryollarında gördüğünü, yani meseleyi daha uzun vadeli değerlendirdiğini nedense göremiyoruz.
1912 yılında yayımlanan Erkân-ı Harbiye kaymakamlarından, yani Genelkurmaydaki yarbaylardan M. Süreyya Bey bunu doğru soruyu sormuş oysa. “Donanma mı? Şimendifer mi?” adlı kitabında, savunma için elimizdeki mali kaynak sınırlı, diyor. Bu sınırlı kaynağı her yere birden yetiştiremeyeceğimiz için en öncelikli olarak nereye aktaracağımızı iyi düşünüp taşınmamız gerekir.
Yarbay M. Süreyya Bey’in kitabının, Enver Paşa’nın iktidara el koyduğu 1912 yılında yayınlandığını da unutmayın. Yani İttihatçıların Abdülhamid aleyhine beyin yıkama kampanyalarının dorukta olduğu bir zamanda Genelkurmay’dan bir subay çıkıp Abdülhamid’in demiryolu üzerine kurulu savunma projesinin haklılığı üzerine rahatça kalem oynatabiliyor.
Tezi şu: Biz Abdülhamid’in denizciliği ihmal ettiğine inandığımız için saf saf yeni bir donanma oluşturmaya giriştik. İyi de, onca gayrete rağmen 800 bin lira yardım toplanabildi. Oysa bu parayla yarım dretnot bile almak kabil değildir. Hadi bir iki dretnot aldık diyelim, şimdiki Bahriye bütçesiyle onları yılda bir defa bile boyatamayız! Manevra ve talim masraflarını ise aklınızdan dahi geçirmeyin. Oysa aynı parayla hiç değilse birkaç yüz kilometrelik bir hat inşa edebilirdik ve bu hat ufak tefek masraflarla ilanihaye elimizde kalırdı.
Öyleyse, diyor Süreyya Bey, bize en gerekli olan ulaşım aracı tren mi, gemi mi? Kendisi ülkenin geleceğini demiryollarında görüyor ve Abdülhamid’in adını anmadan -anabilmesi de pek mümkün değildi zaten- onun tercihinde haklı olduğunu savunuyor.
Nitekim Süreyya Bey, yine adını vermeden Abdülhamid’in denizciliğe değil de, demiryoluna ağırlık vermesindeki sırrı da açıklıyor: “Anadolu’da Suriye, Irak ve Kürdistan’da inşa edilecek şimendifer hatlarının evvela X darb [çarpı] işareti teşkil etmeleri taraftarıyım. Bu darb işaretinin bir ucuna İstanbul, mukabil ucuna Bağdat, diğer ucuna Erzincan, mukabiline de Şam diye vaziyet-i coğrafîlerine [coğrafi konumlarına] göre yazınız. Şu vecihle bir ana hattı inşa edilse Kürdistan, Irak, Suriye, Anadolu hep birbirine bağlanmış olmaz mı? Birisine olacak sevkiyatta diğer kıtadan asker sevki pek kolaylaşmayacak mıdır?
Medine’den San’a’ya [Yemen], Suriye’den Mısır’a acaba şimendifer hatları inşa edilemez mi? Hicaz şimendifer hattına vaktiyle herkes gülüyordu. Şimdi varidat [gelir] bile temin etmeye başladı. Hicaz’ı Suriye’ye bağladı... Acaba [elde edilen] hasılatla hat San’a’ya kadar temdid olunamaz [uzatılamaz] mı?”
Bir İttihatçı subayın bu çarpıcı tespit ve teklifleri, Osmanlı’nın da, Türkiye’nin de ortak sorununu isabetle ortaya koyuyor.
Velhasıl, Abdülhamid’in Osmanlı yurdunu demir ağlarla örme projesi Atatürk döneminde ‘ana yurdu’, Anadolu’yu “dört yandan” demir çember içine alma teşebbüsüyle sahiplenilmiştir. Yani Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimleri arasında demiryolculuk bakımından herhangi bir kesinti mevcut değildir.
Hicaz Demiryolu gibi muhteşem bir proje, yalnız raylarının uzunlukları ve viyadükleriyle değil, organizasyonundaki başarıyla da ele alınmalı değil midir? Sadece Müslüman parasıyla, Müslüman emeğiyle ve Müslüman beyniyle gerçekleştirilen bu proje, açıklandığı 1 Mayıs 1900 günü, Hartmann’ın ifadesiyle emperyalist dünyayı, “şaşkınlığa düşürmüştü”. Bu ‘kutsal hat’, modern dünyada Müslümanların ölmediklerini, dimdik ayakta olduklarını haykıracaktı dosta düşmana.
Kaldı ki, imtiyazı Almanlara verilen Bağdat Demiryolu’yla birlikte düşünüldüğünde Abdülhamid’in projesinin kapsamı berraklaşır. Bağdat Demiryolu projesinin ilk halinde hattın Ankara-Kayseri-Diyarbakır-Musul güzergâhını izlemesi öngörülmüştü. Hatta Erzurum’a kadar uzatılacak bir ara hattın Arpaçay-Sarıkamış arasında daha önce yapılmış hatta bağlanması ve böylece Kafkaslara da açılması, öte yandan İran’a bağlanacak olan bir başka hatla bu sefer de Hazar Denizi’nin ötesine, yani Afganistan’a ve Hindistan’a erişilmesi planlanmıştı. Ancak hattın Erzurum ve Diyarbakır’a uzatılmasına Ruslar, İran ve Afganistan’a ulaşmasına ise İngilizler tehditle karşı koydular. Böylece Bağdat Demiryolu Konya-Adana-Halep-Musul güzergâhını izlemek zorunda kaldı.
Ancak Ruslara karşı da söyleyecekleri vardı Abdülhamid’in. Hamleye karşı hamle yapmış ve gelin, Kuzey ve Doğu Anadolu’ya yapılacak demiryolunun imtiyazlarını size vereyim, demişti. 1900 yılında imzalanan Karadeniz Anlaşması’nın amacı da buydu; ancak Ruslar yanaşmadılar buna. Yani kim yaparsa yapsın, yeter ki bu ülkeye bir çivi çakılsındı Abdülhamid’in derdi.
Prof. Jastrow’un dediği gibi, “Bağdat Demiryolu 20. yüzyılın hayaleti” olmuştu. İlahi profesör: Abdülhamid’in kendisi hâlâ Ortadoğu’nun üzerinde gezinen bir hayalet değil mi?

Hiç yorum yok: