22 Şubat 2012 Çarşamba

Tarih Satmak-Yavuz Bahadıroğlu


Öncelikle belirtmeliyim ki, tarih yapma açısından oldukça şanslı sayılırız. Ama anlama, yazma, koruma ve ibret alma bahsinde bir hayli şanssız bir milletiz.
Dünkü yazımda da söyledim: “Atatürkçü tarihçilerimiz” bunca yıldır Atatürk’ün doğum tarihini netleştiremedi.
1879 mu, 1880 mi, yoksa “hadi öyle olsun” türünden kabul gören 1881 mi?
Ölen kardeşi öz kardeşi miydi, üvey mi?
Manastır ve Selanik’e (o zamanlar Osmanlı’nındır) ait tahrir defterleri (nüfus kütüğü) hâlâ açılmamış. Onlara öncelik verme gereği duyulmamış. Bir derginin yayınladığı gibi yarım yapıldak soy kütükleriyle, Türkiye’nin en önemli insanının geçmişini tahmine çalışıyoruz. Bu yüzden envai çeşit dedikodu alıp başını gidiyor.
Tarihi belgeleri bazen yaktık (Yıldız yağması olayı), bazen de sattık.
Yıl 1931. 1931 yılının 04 Haziranı.
200 balya tarihi belge “hurda kâğıt” fiyatına, bu tarihte Bulgaristan’a satıldı.
Okkası üç kuruştan filan.
Bulgarlar o kaynakları kullanarak “Bulgar Tarihinin Türkçe Kaynakları” ismi altında ciltler dolusu kitap yayınladılar.
İşlerine yaramayan bölümleri ise ilgili ülkelere satıldı.
Bu bir tarafa, eldeki tarihi belgelerin önemli bir bölümü henüz tasnif edilmemiş durumda.
Tarihimize karşı ne kadar duyarlı isek tarihi eserlere de ancak o kadar duyarlıyız. Önüne gelen, tarihi eserlerimizi dışarıya kaçırıyor.
Gelelim “tarih neden önemli” sualinin cevabına. Ama isterseniz bu cevabı biz vermeyelim de müşterek noktaları tarihe eğilmek olan düşünürlerden derleyelim.
Jan Jak Ruso’ya göre “Tarih, okuyana kendi görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur.”
Ömer Hayyam’a göre, “Tarih kâinatın vicdanıdır.”
Voltaire, “Tarih generallerin, kralların çiftliği değil, milletlerin tarlasıdır” diyor, “her millet geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer.”
Şimdi de gelin ne biçtiğimize bakalım: Maalesef terör, öfke ve kargaşa biçiyoruz.
Domuz gribi konusunda bile anlaşamıyoruz! Başbakan başka söylüyor, Sağlık Bakanı başka.
Hortumcularımız, soyguncularımız, hırsızlarımız, uğursuzlarımız, bir de bol miktarda şovmenimiz var.
Demek oluyor ki, yakın tarihimize bazı yanlışlıklar, inançsızlıklar, uygunsuzluklar, tereddütler, taklitler, bunalımlar, sloganlar, şablonlar ekmişiz.
İsterseniz yakın tarih tarlasına ektiğimiz yanlışlardan birkaç kesit vereyim:
Tarih 18 Temmuz 1923.
Yer Türkiye Büyük Millet Meclisi.
İstiklal Savaşı’mızın gerçek kahramanlarından Kâzım Karabekir Paşa kürsüye geliyor: “Türkiye Devleti’nin dini din-i İslâmdır” hükmünün anayasadan çıkarılmaması gerektiğini savunan bir konuşma yapıyor. Bu hükmün kalmasının zaruret olduğunu söylüyor. Sebep ve gerekçelerini sıralıyor.
Karabekir Paşa, konuşmasını bitirir bitirmez, Mahmut Esat (Bozkurt) kara bir öfkeyle yerinden fırlayıp bas bas bağırmaya başlıyor:
“İslâmlık terakkiye (gelişmeye-ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez. Mahvoluruz. Ve bize kimse de ehemmiyet vermez.”
Ardından Ali Fethi (Okyar) Meclis kürsüsüne çıkıyor:
“Evet Karabekir. Türkler İslâmlığı kabul ettiklerinden böyle (geri) kaldılar. Ve İslâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkümdurlar. Bunun için İslâm kalmayacağız.” (Gariptir ama bu zata sonradan Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla bir parti kurduruluyor ve İzmir mitinginde “kurtarıcı” olarak selamlanıyor).
Sonuçta “Bizi İslamiyet geri bıraktı” diyenlerin istediği oluyor. Derken zamanla iş o noktaya geliyor ki, nesilleri dinsizleştirme emeli, din düşmanlığına dönüşüyor.
Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar ve Eşleri
Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar ve Eşleri
Ataturk, Fethi Okyar ve Okyarın Kızı
Ataturk, Fethi Okyar ve Fethi Okyar’ın Kızı
Bu çerçevede ezan ve Kur’an susturulup camiler satılmaya, başka maksatlar için kiralanmaya başlanıyor.
Size, 30 Kânunuevvel 1928 tarihli eski Vakit Gazetesi’nden ibret levhası bir haber sunmak istiyorum. Vakit diyor ki mezkür haberinde:
“Müessesatı diniyye müdürlüğünce İstanbul’da cemaatsiz camilerden 90 tanesi sedd edilecektir.” (kapatılacaktır)
“Ekserisi İstanbul cihetinde bulunup sedd edileceği ilân olunan camilerin kayyumları (imam ve müezzinler) başka camilerde vuku bulan münhallere (açık kadrolara) tayin edilecek, böylece kayyumsuz kalacak camiler seddedilerek satılığa çıkarılacaktır.”
Önce “ihtiyaç fazlası” deyip kapatılıyor, ardından da satışa çıkarılıyor. Maksat lâiklik kurtulsun!
Bu hükümden sonra tüm şehirlerimizde tam bir cami kırımı yaşanıyor.
Edirne’de tarihî ve mimarî değeri yüksek olan Balaban Paşa Camii (1926’da 30 liraya), Esmahan Sultan Camii (1928’de 70 liraya), İbrahim Paşa Camii (1938’de 450 liraya), Eskici Hamza Mescidi (1939’da metrekaresi 25 kuruşa), Nişancı Paşa Camii (1940’da 260 liraya) satılıyor.
Ne demişti Voltaire? “Tarih generallerin, kralların çiftliği değil, milletlerin tarlasıdır. Her millet geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer.”
Yani bugün, dün ekilen yanlışların ürününü biçiyoruz.
Bugün tarih tarlasına doğrular ekersek yarınlarda semeresini alırız.

Hiç yorum yok: