Hatıralara en çok yansıyan aksaklık, ordunun yoğun bir şekilde siyasete müdahil olmasıdır. Böyle olunca rakiplerin bir şekilde tasfiye edilmesi gerekmektedir. Siyasetin kendi doğasında ilerlemeyip, silah zoruyla ilerlemesi ya da şekil alması, hataları da beraberinde getirmiştir. Bu hatalar savaş öncesi yapıldığı gibi savaş boyunca da aynı şekilde devam ettirilmiştir.
Milliyetçiliğin hasat mevsimi olan Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı Devleti, Rumeli’deki hâkimiyetini tam manasıyla kaybetti. Balkanlar’daki her bir ulus artık müstakil bir devlet haline gelmişti. Bu durum Balkan milliyetçiliğinin Osmanlı zamanındaki doyum noktasıdır. 100 yıl içerisinde (1353-1453) İslam kimliğine giren Rumeli toprakları, 13 ay gibi kısa bir sürede de İslam medeniyetinden ve kimliğinden arındırılmaya çalışıldı. Bu taviz, savaştan çok kısa bir süre önce Balkan ittifakını kuran hükümetlerin eline verildi. Rusya’nın ve büyük güçlerin de desteği ile 8 Ekim 1912’de I. Balkan Savaşı Osmanlı ve Karadağ arasında başlamış oldu. Daha sonra Sırp, Yunan ve Bulgarların da savaşa dâhil olmasıyla Balkan Savaşlarının hacmi genişledi.
Bu savaşta Osmanlı ordusu çok kısa bir süre dağılarak geri çekilmek zorunda kaldı. Osmanlı Şark Ordusu 23 Ekim 1912’de Bulgarlara karşı Çatalca’ya kadar çekildi. Garp Ordusu 23-24 Ekim’de Komanova’da Sırplara yenildi. Tahsin Paşa, ordusu ile Selanik’i Yunanistan’a bıraktı. Bu yenilgilerin sonucu olarak 28 Ekim’de Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi istifa etti.
6 Mart 1913’de Yunanlılar Yanya’yı, 26 Martta Bulgarlar Edirne’yi, 23 Nisan da Karadağlılar İşkodra’yı işgal etti. Bu yenilgilerin faturası ağır oldu. 30 Mayıs 1913’de Osmanlı ile Balkan hükümetleri Londra Konferansı’nda toplandı ve imzalar atıldı. Buna göre; Midye- Enez hattı Osmanlı- Bulgar sınırı kabul edildi. Böylece; Edirne, Trakya, Dedeağaç Bulgaristan’a; Selanik, Güney- Makedonya ve Girit Yunan’a bırakıldı. Romanya’ya da Silistre bırakıldı. Bu durum Balkan hükümetleri arasında anlaşmazlığa neden oldu.
10 Temmuz 1913’de Balkan hükümetleri kendi aralarında II. Balkan Savaşı’nı başlattı. Osmanlı Devleti, bu durumdan istifade ederek 21 Temmuz 1913’de Edirne’yi Bulgarların elinden almış oldu.
Peki, ama Bulgarların İstanbul’un sınırına kadar gelmesine neden olan savaşta Osmanlıların bu durumu engelleyememesinin sebebi nedir? Kaldı ki; Bulgarlar millet ve devlet olarak henüz emekleme dönemindeydi. Buna rağmen Osmanlı ordusu, oluşumunu henüz tamamlayamamış amatör Bulgar ordusu karşısında Trakya’da büyük bir hezimete uğradı. Elbette bu durumda önce sorgulanması gereken askeri harekâtlardır. Ancak yoğun bir detaya boğmaksızın bozgunun nedenlerini anlatmak daha mantıklı olduğu için askeri manevralara değinmeyeceğiz. Yazılmış olan hatıralar çerçevesinde Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusunun neden bozguna uğradığını anlamaya çalışacağız.
Balkan savaşlarına katılan komutanlar bu anılarını kitaplaştırmışlar ve ders alınmasını istemişlerdir. Çünkü bu insanlar iç muhalefet, ihmal ve ordu düzensizliğinin nelere sebebiyet verdiğini bizzat görmüşler ve o acıları tatmışlardır. Bu öyle bir acı olmuştur ki; devlet toprak kaybettiği gibi yıkılma tehlikesi de geçirmiştir.
Hatıralara en çok yansıyan aksaklık, ordunun yoğun bir şekilde siyasete müdahil olmasıdır. Böyle olunca rakiplerin bir şekilde tasfiye edilmesi gerekmektedir. Siyasetin kendi doğasında ilerlemeyip, silah zoruyla ilerlemesi ya da şekil alması, hataları da beraberinde getirmiştir. Bu hatalar savaş öncesi yapıldığı gibi savaş boyunca da aynı şekilde devam ettirilmiştir. Hatıra kitaplarında ve araştırmalarda ordunun siyasetle meşgul olmasından dolayı gerekli askeri hazırlıkların aksatıldığı yönünde büyük bir eleştiri vardır.
Toplanan ordudaki talimsizlik ve terbiyesizlik yanlış komuta zinciri ile birleşince Balkan savaşlarında kaçınılmaz bir bozgun oldu. Osmanlı ordusunda bu dönemde genel bir seferberlik ilan edildi. Seferberlik sonrasında, düzenli askerden çok redif birlikleri çoğunluğu oluşturdu. Böylece olunca uzun süre askeri eğitim almış, silah kullanmasını bilen profesyoneller azınlık durumunda kaldı.
Bu redif birlikleri silah kullanmayı tam öğrenemeden cephelere sevk edildi. Silah kullanmayı bilmediği için silahla, savaşla bütünleşemedi ve konsantre olamadı. Silahının tutukluk yapması durumunda çaresiz kaldı. Ya hayatını kaybetti ya da kaçmak zorunda kaldı. Diğer yandan bu birlikleri yöneten komutanlar arasında irtibat kopukluğu vardı. Herkes kendi başına münferit olarak bulundukları bölgede düşman ile mücadele ediyordu. Bu da savaşın ruhuna aykırıdır. Öyle ki 17-18 Kasım 1912’de Alaiye Taburunun şehit edilmesi bu kopukluğa en büyük delildir. Alaiye Taburu, bu tarihlerde komutanları tarafından Çatalca’da ileri bir tabyaya götürülür. Asım Paşa tabyası çevresinde ilerimizde Türk ordusu var zannıyla iki tabya arasında gece kalırlar. Tabur komutanı da dahil olmak üzere bütün askerler yorgunluktan uyur. Nöbetçi dahi bırakmayı gerek görmezler. Sabaha karşı mermisi bitmiş Bulgar birlikleri bölgede Alaiye Taburuna denk gelir. 650’den fazla askeri süngüler ile bir bir şehit ederler. Vak’a o kadar sessiz olmuştur ki, çevre tabyalardan kimse duymaz, haberi olmaz. Ancak sabah olup gün ışıyınca araya Bulgarların girdiği fark edilir.
Ordudaki redif birlikleri ve askerler gıda ve sağlık açısından çok sıkıntı çektiler. Trakya bölgesinin hava muhalefeti ve toprak yapısı askerleri oldukça yıprattı. Hava şartlarının zorluğu, açlık ve kolera ile birleşti. Güçsüz ve zayıf kalan askerler adım atamadıkları yerde yığılıp kaldılar. Daha da trajik olanı ölü ve canlıyı ayırt edemeyen sıhhiyelerin varlığıydı. Açlık ve hastalıktan bitkin yatan askerler öldü zannediliyordu. Ölünün etrafa daha fazla hastalık yaymaması için üzeri kireçleniyor ve toplu mezarlara defnediliyordu. Halsiz yatan bu askerler de canlı canlı aynı muameleye maruz kaldı. Yattıkları yerlerde üzerleri kireçlendi. Acı bir yakarış ile ayağa kalkar oldular. Ancak kireçlenmenin etkisi ilk olarak gözlerde başlıyordu. Bundan dolayı kireçlenen askerler gözlerini kaybediyor, kör oluyorlardı. Yaraların sızısı her geçen saniye artıyordu. Bu durumu gören askerler motivasyonunu tamamen kaybeder oldular. Karınlarını doyurmak için kilerleri ve köyleri yağmalamaya başladılar. Bölgeden kaçmak için tren istasyonlarına yığılır oldular.
Karizmatik komutanlar çoğu sefer savaşmayı bırakıp kaçan askerleri geri göndermeye çalıştılar. Bunun yaparken tabancalarını kullanmaktan geri kalmadılar. Hatta Mahmut Muhtar Paşa, emirleri aksatan ve ihmal eden bir subaya kırbacıyla yüzüne vurdu. Askerin geri kaçması yetmiyor gibi köyleri de yağmalaması, ordu içinde asayişi bozuyordu. Muhtar Paşa, bunun da önlemini almaya çalışıyordu. Yağma işine karışan askerler yakalandı. Yargılandı ve birliklerin gözü önünde yedi kadarı idam edildi. Bu korku ordu içinde düzeni bir nebze olsun sağladı. Bölgedeki köylerin çoğu Hristiyandı. Böyle olunca Osmanlı ordusu fazlasıyla ikmal sıkıntısı çekti. İslam köyleri de vardı. Ancak yerlerinde dumanlar yükseliyordu. Bulgarlar geçtikleri Türk köylerini önce yağmalıyor sonra da yakıyorlardı. Amaç bu köylerin Türk ordusunun ihtiyacını karşılamamasıydı.
Diğer bir etken bölgenin Türk- İslam kimliğinden arındırılmasıydı.
Yenilgiye neden olan en büyük unsur Osmanlı ordusunun kendi içerisindeki muhalefetidir. Bu durum askerin sağlıklı düşünmesine engeldi. Dahası ordu Alaylı ve Mektepli olarak ayrılmıştı. Bunlara birde Erkan-ı Harbiyeliler dahil olmuştu. Alaylılar, Mekteplileri iş bilmez çocuklar olarak görüyordu. Dahası geleceklerine engel olma ihtimali vardı. Mektepliler ise Alaylıları kaba insanlar olarak görüyordu. Çoğu okuma yazma bilmese bile harp tecrübeleri vardı. Erkan-ı Harbiyeliler ise ordunun kendilerine ihtiyacı olduğu düşüncesinde gurur gösterisi yapıyordu. Bu da kendilerinden nefret edilmesine neden oluyordu.
Okul mezunu olan subaylar el üstünde tutuluyor, Alaylılara yani erlikten yükselen subaylar baskı görüyor, aşağılanıyordu. II. Abdülhamit devrinin rütbe, madalya ve nişanları kabul görmüyor geçersiz sayılıyordu. Böylece alaylı asker sindiriliyor, küstürülüyor ve emekli olmaya zorlanıyordu. İşin daha da vahimi gidecek olan Alaylının yerine gelecek olan yeterli miktarda Mektepli yoktu. Bu birimlerin eksikliği savaş boyunca devam etti. Mağlubiyetlerin sebepleri askerler tarafından birbirlerinin ihmali şeklinde anlatıldı. Eyüp Durukan’ın hatıraları savaşan askerin moralinin yine bir asker tarafından nasıl bozulduğuna dair örnekleri içerir. Edirne Kalesi, Bulgarlara karşı savunuluyordu. Ancak en büyük mücadele kale içinde askerin kendi içinde verdiği mücadeledir. Edirne Kalesi içinde Rifat Paşa vardır. Huysuz biridir ve herkesin kalbini kırar. Askeri azarlar ve moralini bozar. Kendi bildiğinden şaşmaz. Bundan dolayı Binbaşı Mustafa ve Kolağası Nazif Efendiler istifa ettiler. Durukan’a göre de bu durum zaten çekilecek dert değildir.
Bu tür olayları anılardan ve araştırmalardan faydalanarak çoğaltmak mümkündür. Önemli olan bu örnekleri çoğaltmak değildir. Manzara zaten ortadadır. Daha önemli olan hatıra yazarlarının vurguladığı gibi olaylardan ders alınmasıdır.
Savaş sonrasında Balkanlarda haritalar yeniden çizildi. Balkanlar yeni bir kimliğe büründü. Uluslar intikam alır gibi İslam medeniyetine saldırdı. Bu neyin intikamı ya da hıncıydı hiçbir zaman anlaşılamadı. Osmanlı Devleti, Balkanları fetih etti ama hiçbir kimliği asimile etmedi. 14. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar Balkan ulusları, dinlerini ve dillerini korudu. Zaten ulus kimliğinin en önemli yapı taşı da budur. Ancak; Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinden sonra aynı muameleyi Müslüman- Türkler görmedi. Müslümanlar, siyasi olarak sistemli bir şekilde ezildi. Katledildi ve Balkan ulusları arasında eritilmeye başlandı. Müslüman Türkler savaş ve yenilgi sonrasında bölge devletlerinin vatandaşı oldu. Ancak bu durum ilgili devleti hiçbir zaman tatmin etmedi. Bu unsurların geçmişleri tamamen silinmesi gerekiyordu. Öyle de yapıldı. İsimleri değiştirildi. Camileri kapatıldı ve özgürce ibadet etmeleri yasaklandı. Dahası Türkçe konuşmaları dahi suç olarak görüldü. Evlenmeleri kontrol altında yapılır oldu. Bir zamanlar bölgede hâkim olan İslam medeniyetinin izleri radikal bir şekilde silinmeye başlandı. Bu Balkan uluslarının yazdığı bir senaryoydu. Aileler dağıldı. Anneler çocuksuz, çocuklar anne- babasız kaldı. Çoğu insanın dua edecek bir mezarı dahi olmadı. Ölüm ve göçler Balkan Müslümanlarının kaderi oldu.
NOT; Sevgili tarihçi kardeşim Kasım BOLAT’a yazıdaki katkılarından dolayı teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder