Karmakarışık işler
Meğer darbe ‘Geliyorum’ demiş...
Mısır’da olanları anlatıyorum, ama tuzağa düşmeden...
Darbeler destekçilerini hep mahçup etmiştir
Gen. Sisi’nin Amerika günleri...
Sebep basit: Tezin sahibi 3 Temmuz’da Mısır’da idareye el koyan Gen. Abdülfettah el-Sisi... Darbeci generalin ülkesini hangi yöne götüreceğinin ipuçlarını barındırdığı anlaşılan hepsi 17 sayfalık ‘Ortadoğu’da demokrasi’ başlıklı ve ABD’nin Irak’a müdahalesi üzerinden ‘zorla demokrasi olmaz’ temasını işlediği anlaşılan tezin ele geçmesini istemiyor Washington...
Tezin danışmanı Stephen J. Gerras adlı bir albay; ona resmen konuşma yasağı konmuş... Akademi yönetimi başvurulara cevap vermiyor... Economist dergisi aslında önemli bir kaynağa ulaşmış, ama anlattıklarından yalnızca iki cümleyi cımbızla çekmeyi uygun görmüş
Herhalde taraf tuttuğunu düşünerek... Oysa Dr. Sherifa Zuhur’un memleketlisi de saydığı Gen. Sisi’yi pek sevdiği söylenemez... Girişkenliğini, liderlik özelliğini takdir etmiş, aile fertlerinin birbirlerine bağlılığını da; ancak işte o kadar...
Yıl 2005... Dünyanın değişik ülkelerinden 38 üst rütbeli subay Harp Akademisi’ne gelmiş... Aralarında İsrailli de varmış... Türk subay neden olmasın? Sisi henüz tek yıldızlı bir general; öğrencilerin çoğundan daha kıdemsiz... Derslerde anlatılanlara itiraz edilmesi gerektiğinde, Arap subaylar içlerinden birini sözcü seçerlermiş; âdetleri böyleymiş... Çoğu kez sözcülük göreviniSisi üstleniyormuş...
Dr. Şerife (artık kendisinden ‘Şerife’ diye söz edebilirim herhalde) aslında Akademi’de öğretim elemanı değilmiş; bağlı bir enstitüde araştırmacı olarak çalışıyormuş... Hocalardan biri kalp krizi geçirince görevini Şerife Hanım’a vermişler...
Amerikalı 300 askeri öğrenciyle birlikte değişik ülkelerden 38 subaya Ortadoğu politikası üzerine herbiri 4,5 saat süren on ayrı kursu Şerife Hanım üstlenmiş... Kurslardan biri Arap medyası üzerineymiş... Ayrıca terörle mücadele konulu bir panelde de konuşmacıymış...
Her yıl sadece tek subay geliyormuş ülkelerden... Bir yıl önce (2004) gelen öğrenci de yakınlarda Gen. Sisi tarafından genelkurmay başkanlığına atandığı için önemli: Gen. Sedky Subhi... “Her ikisi de ABD’nin Irak macerasına eleştirel yaklaşıyorlardı” diyor Şerife Hanım ve ekliyor: “Kültür (ve kadınların bölgedeki etkisi), ekonomi, milli çıkarların çatışması konularında ilginç tartışmalarımız oldu Sisi’yle. İran’ın ve İsrail’in bölgedeki amaçlarıyla ABD ile işbirliğini de ilgi alanında tutuyordu.”
Akademi sınırları dışında pek görüşmeleri olmamış anlaşılan; “Ben tek kadındım öğretim elemanı olarak; tabii erkek-erkeğe sosyalleşmelere katılamıyordum; bazı öğretim üyeleri ve öğrencilerin evlerinde biraraya geliniyordu, bayramlarda buluşuluyordu, onlara katılıyordum” diyor...
Sisi Ailesi’yle tanışmış Şerife Hanım; eşi ve iki kızıyla... Kızlarından biri başörtülü, diğeri peçeliymiş... “Ama başkalarını etkilemeye çalışan türden biri değildi Sisi; inançlarını ille başkalarına aktarmaya çalışmazdı. Benim ailemden çoğu ondan daha dindardır...” Cumhurbaşkanı Mursi’nin onu savunma bakanı yapmasının sebebini Müslüman Kardeşler (MK) ideolojisine yakınlığıyla açıklayan yorumlara katılmıyor Şerife Hanım... Ona göre, Sisi, MK’nın değil ordunun tercihi olarak o konuma gelmiş olmalı...
Herhalde Economist dergisinin bu tespit hoşuna gitmemiştir: Dindar, eşi ve kızları kapalı, ama siyasi çizgi olarak MK’dan ve Mursi’den farklı düşünen biri...
Pensilvanya’daki eğitiminden sonra meteorik hızla yükselmiş zaten: Önce İskenderiye ve Kuzey Orduları Komutanı olmuş, sonra Askeri İstihbarat’ın başına getirilmiş...
“Suudi Arabistan darbeyi niye destekliyor?” sorusunu yönetenler oluyor ya; onu da Şerife Hanım bilmeden sağlamış olabilir. Akademi’de düzenlenen bir konferansa ülkesini Washington’da temsil eden Prens Suud el-Faysal’ı konuşmacı olarak o davet etmiş...
Prens Faysal uzun yıllar Suudi Arabistan istihbaratının başındaydı...
Sisi Paşa’nın Amerika günleriyle ilgili başka ayrıntılar da var. Bakarsınız, bulunulamayan ‘tezi’ de ele geçirivermişim...
Merak edenlere Gen. Sisi’nin tezini takdimimdir
Ne diyordu el-Cezire? Şunu: ABD’nin bazı sivil toplum örgütü görüntülü kuruluşları Mısır’daki kargaşaya körükle gidiyor, kargaşayı çıkartacak kişileri parayla besliyor... İşte belgeleri... Bu belgeleri, Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nden aldım, o da devletten almış...
Bir eski polis şefi, adı Omar Afifi Soliman, ‘Hukuk-un Nas’ adıyla bir örgüt kurmuş, tek üyesi kendisiymiş; Amerika adama onbinlerce dolar aktarmış...
Esraa Abdel-Fatah isimli bir kadın el-Baradey’in ‘Düstur Partisi’ ile de irtibatlıymış; ona da sürekli para gönderiyorlarmış...
İşin ilginç tarafı, bu kişi ve örgütler, Tahrir ilk hareketlendiğinde Mübarek-karşıtı tavır almış; ardından asker ön plana çıkınca onlara karşı gösteriler düzenlemiş; en sonunda Mursi-karşıtıolaylarda da başı çekmiş... Aynı kadın şimdilerde Batı ülkelerine dönük “Sakın bu olana ‘darbe’ demeyin; bu bir halk hareketi” kampanyası yürütüyormuş...
Dün burada iki örnek verdim, ama el-Cezire’nin “İşte bunlar ortalığı karıştırdı” iddiasına muhatap olan kişi ve örgütler bunlardan ibaret değil. Daha çok sayıda eylemciyi parayla desteklemiş Amerikalı kuruluşlar...
Hangi kuruluşlar? Şunlar: Bureau for Democracy, Human Rights and Labor (DRL), the Middle East Partnership Initiative (MEPI), USAID, the National Endowment for Democracy(NED)... Ayrıca International Republican Institute, the National Democratic Institute (NDI) ve Freedom House...
El-Cezire bu haberden sonra Mısır’dan kovuldu.
Geçen yılın aralık ayında Rusya devlet başkanı Vladimir Putin aldığı bir kararla Moskova’da da merkez açmış USAID adlı Amerikan kuruluşunun faaliyetlerini yasaklayıverdi. Washington ayağa kalktı. Rusya’da NED, Freedom House gibi örgütler de faal, onlar —henüz— yasaklanmadı, ama tepelerinde hergün çok sayıda denetçi var...
“Amerika’yı bu denli kızdıran bir işi niye yaptı Putin?” soruma, bir bilen, “Daha önce pek çok ülkede sahnelenen bir oyunun kendi başına da gelmesini engellemek için” cevabını vermişti. Ardından da bana eski bir Guardian gazetesi kupürü göndermişti.
Ian Traynor, İngiliz Guardian gazetesindeki incelemesinde, ABD’nin bazı örgütlerinin, eskiden Sovyetler Birliği içinde yer alan veya Varşova Paktı üyesi ülkelerde sevdikleri politikacıların kazanması için nasıl çabaladıklarını anlatıyor... Sırbistan, Belarus, Gürcistan ve o günlerde (2004) Ukrayna’da...
“Demokrat Parti’nin National Democratic Institute (NDI), Cumhuriyetçi Parti’nin International Republican Institute (IRI), USAID, Freedom House ve Soros’un vakfı” diyor Traynor en faal ABD örgütlerini sayarken... Sırbistan’da istedikleri sonucu almaya yarayan kampanyalar için, 1999’da, resmi rakamlara göre 41 milyon dolar harcamış ABD hükümeti; Ukrayna’da daha mütevazı bir rakam: 14 milyon dolar...
Freedom House adlı örgütün misyonu seçim sonrasını sandıkta ayarlamakmış... Freedom House ile NDI Ukrayna’da 1000’den fazla eğitilmiş gözlemciyi istihdam ettikleri ‘en geniş sivil bölgesel gözetleme çabası’ oluşturmuş. Bir de sandık anketi (exit poll) düzenlemişler... Pazar akşamı bütün kanallarda onların verdiği sandık anketleri tartışılıyormuş...
Putin, bu yüzden, Sırbistan’dan Ukrayna’ya uzanan kolların Rusya’ya da erişmesini engellemek için, yasaklama yoluna gitmiş olmalı.
Mısır’da yalnızca ortamı hareketlendirecek eski polis şeflerine veya her şey olup bittikten sonra “Bu bir darbe değildir” diye arka kollayacak kadın örgütü yöneticilerine değil, politikacılara da yardım elini uzatmış ABD... Mohammed Essmat al-SadatReform ve Kalkınma Partisi üyesinden milletvekili seçilmiş; onun kurduğu vakfa, MEPI, 2011 yılında 84.445 dolar aktarmış; bugüne kadar aldığı toplam bağış 265.176 doları buluyormuş...
30 Haziran’da Mursi-karşıtı gösterileri düzenleyen platformun üyesiymiş Sedat... Aralarında çocukların da bulunduğu 53 kişinin canını alan vahşeti mazur göstermek için ilk kollarını sıvayan da oymuş...
Bir bilen, bana, “Karışık işler bunlar” diyordu dün...
Gizleyecek değilim: Bu yazının esin kaynağı Fuad Ajami’dir... Bilen biliyor: Prof. Ajami İslâm Dünyası’na içeriden ama dışarılıklı biri gibi bakan garbzede sosyal bilimcilerin ilk sıralarında yer alır. Bu yazıya geçtiğimiz günlerde Washington Post gazetesinde yayımlanan Mısır üzerine yazısını okuyunca niyetlendim.
Onun bir cümlesi zihnimi açıp beni araştırmaya sevk etti, karşıma çıkan bilgiler Mısır’da yaşananları daha iyi görmeme sebep oldu.
Hani herkes Muhammed Mursi’nin bir yıllık cumhurbaşkanlığı sırasında hangi hataları yaptığıyla ilgili ya; Prof. Ajami olaya farklı bir açıdan yaklaşmış yazısının sonuna doğru. Mursi’nin askerlerle iyi geçinmeye çalıştığını, İsrail ile ilişkileri sona erdirmek bir yana Hamas ile İsrail arasında kasım ayında ateşkes sağladığını ve ABD’yle ilişkilerine özel önem verdiğini yazmış...
Eee? Öyleyse neden devrildi Mursi? “Ne yaptığı önemli değildi” diyor ve ekliyor Prof. Ajami: “Karşısındaki güçler ne yaparsa yapsın cumhurbaşkanlığını sonlandırmaya kararlıydı.Mursi’nin sonunu getiren gösteriler gençlerin işi değildi. Naguib Sawiris adlı bir milyarder işadamı parasını ve medya gücünü muhaliflerin emrine sundu. Eski nizam, iktidarını elden bırakmaya razı değildi.”
“Sawiris kimlerle bu işi kotarmış olabilir?” soruma cevap ararken Esam al-Amin’in iyi araştırılmış ‘Büyük tezgâh’ başlıklı makalesiyle karşılaştım. Sawiris ve dostlarını, süreç içerisinde neler yaptıklarını, içte ve dışta kimlerden destek aldıklarını, Mursi’yi deviren tezgâhta ABD’nin rolünü pek güzel anlatmışal-Amin...
Kanıtlarıyla hem de...
‘Fulool’ diyormuş Mısırlılar ülkelerinde yolsuzluk ve adam kayırmaca sayesinde zenginleşmiş işadamlarına... Fulool ‘derin devlet’ ile irtibatlıymış... Aralarında Amr Moussa, Hamdein Sabbahi ve Mohammed ElBaradai’nin de bulunduğu, seçimlerde oyları yüzde 25’in altında kalmış politika heveslilerini de ‘Milli Selamet Cephesi’ (NSF) adıyla bir grup oluşturmaya onlar yönlendirmiş...
Naguib Sawiris’in de içinde yer aldığı grubun sözcülüğünü ElBaradei üstlenmiş...
Başka, başka? 2012 yılı kasım ayında Suudi Arabistan istihbaratının başı Prens Bandar bin Sultan’ın CIA aracılığıyla Amerikalılara iki ayrıntılı plan sunduğunu yazıyor al-Amin. ‘A Planı’Mursi’yi aralık ayında bir darbeyle devirmekmiş... ‘B Planı’ ise, istikrar bozucu halk hareketlerini Mursi devrilene kadar sürdürdükten sonra Müslüman Kardeşleri sandıkta yenecek biçimde muhalefeti birleştirmek...
Yazar, “Amerikalılar planı biliyordu, kulakları üzerine yatmayı tercih ettiler” diyor...
Önce ‘A Planı’nı içine suikast katarak denemişler, ama sâdık bir koruma 5 Aralık tarihi için planlanmış suikastı fâş edivermiş...
Al-Aminbu planın ‘Al-Shaab’ gazetesinde deşifre edildiğini kanıtolarak sunuyor...
İlk planda başarısız olunca ikincisi devreye sokulmuş anlaşılan; sokakları hareketlendirme ve darbe sonrası muhalefeti birleştirip sandıktan farklı bir tablo çıkartma planı...
“2013’ün mart ayında birdenbire kendilerine ‘Temerrüd’ (isyan) ismini uygun gören bir grup ortaya çıktı” diyor yazar. Amaçlarının, Mursi’nin seçimde aldığı 14 milyon oydan fazla imza toplamak olduğunu ilân etmişler... Sawiris milyonlarca dolarını Temerrüd’ün kullanımına tahsis etmiş... Mübarek döneminin bütün unsurları imza toplamak üzere devreye girmiş...
Medya geri kalır mı? Bir düzineden fazla özel kanal ile al-Arabiyya televizyonu derhal habbeden kubbe yapan yayınlara başlamış... Toplanan imzaların sahihliğini sorgulamadıkları gibiTahrir’de toplanan kalabalığı olduğundan beş misli, on misli göstermeyi de ihmal etmemişler...
Ülkenin öndegelen hukuk otoriteleri ekranlara çıkıp Mursi’nin neden gitmesi gerektiğini hukuku çarpıtma pahasına savunmuşlar...
Elektrik kesintileri, benzin kıtlığı da tam bu sırada çıkmış...
Suudluların ‘Okaz’ gazetesi, ardından yarı-resmi el-Ahram darbeyle sonuçlanacak süreci günler öncesinden en ince ayrıntılarına kadar yazmış... El-Ahram “İstifa etmezsen devrileceksin” manşetiyle çıkmış...
Peki ya Amerika’nın rolü? Onu da anlatırım.
Bir okurum, uzaklardan, “Gelecek yazıda Mısır’da yaşananlarda ABD parmağını işleyecekmişsiniz, aman ne olur tuzağa düşmeyin” uyarısında bulundu.
Haklı. Gezi Parkı olayını Neo-Çılgınlar’a bağlama hevesiyle yapılan bazı haberler geri tepti gerçekten...
Neo-Çılgınlar’ın çatı kuruluşlarından American Enterprise Institute’de (AEI) birilerinin eteklerini zil çaldırmış oldu yanlış haberler... Danielle Pletka imzasıyla yaptıkları açıklamada, yalnızca‘bir kısım basın’ dediklerine çatmakla kalmadılar, o yayınları vesile edip hükümete ve Başbakan Tayyip Erdoğan’a da saldırdılar...
Gerçekten de tuzağa düşmemek gerekiyor...
11 Eylül (2001) sonrasında uğursuz eylemlerin nasıl yapıldığını öğrenip okurlarla paylaşırken ne kadar mayınlı bir arazide yürüdüğümü fark etmiştim. En ufak bir hatanın peşinde kalabalıklar var. Çare? Çareyi yalnızca Batı ve ABD kaynaklarına hatta onun da ‘merkez’ sayılan yayın organlarına dayanmakta bulmuştum. Yine ‘komplocu’ filân dediler, ama sonradan kitaplaşan (11 Eylül: O Kader Sabahı, Timaş) o yazılar hâlâ zamana meydan okuyor...
Wall Street Journal(WSJ) ABD’nin ‘merkez’ sayılan gazetelerinden; Rupert Murdoch tarafından satın alınıp Neo-Çılgınlar emrine verilmiş olsa da öyle sayılıyor... Herhalde WSJ’den yapacağım alıntılar yüzünden tuzağa düşmem...
Generallerin uğrak yeri Nil kıyısındaki bir orduevinde, aylar önce ‘darbe’ toplantıları yapılmaya başladığını yazıyor WSJ... Üst düzey katılırmış toplantılara, bir de muhalefet liderlerinin danışmanlarıyla yakın mesai arkadaşları...
“Mesaj şuydu: Muhalefet yeterli sayıda insanı sokağa dökebilirse ordu müdahale edecek ve zor kullanarak Mursi’yi yerinden edecek...” WSJ’ya toplantıları anlatan kaynak,“Muhalifler askerlere ‘Yeniden bizimle misiniz?’ diye sorduklarında ‘Evet’ cevabını aldılar” demiş... WSJ’nin iki muhabiri “Onun verdiği bilgiyi başkaları da doğruladı” demekte...
Demek ki, neymiş? Aylar öncesinden planlanan bir ‘darbe’ gerçekleşmiş Mısır’da...
Peki ülkenin seçimle işbaşına gelmiş cumhurbaşkanı, Muhammed Mursi, ülke içi ve dışında yapılan kendisini devirme amaçlı toplantılardan haberdar olmamış mı? Olmuşsa neden tedbirini almamış?
Tedbirini kendince almış Mursi, ‘sâdık’ birini Genelkurmay başkanlığına getirmiş, daha ne yapsın adam? Fakat ‘sâdık’ sandığı Gen. Abdülfettah el-Sisi’nin ‘esas darbeci’ olduğunu fark edememiş...
Esam al-Amin, Gen. Sisi’nin kendisini atayan Cumhurbaşkanı Mursi’ye “Hiç merak etmeyin efendim, darbe-marbe olmaz” dediğini yazıyor CounterPunch’taki makalesinde... Bir yandan insanları Tahrir’e dökmekle sonuçlanacak ‘muhtıra’ yayınlarken, bir yandan da Mursi’ye, “Bunu altımı tutmak için yapıyorum” mazeretini sunuyormuş Sisi Paşa...
ABD’nin Mısır’daki büyükelçisi Anne Patterson da, Mursi’ye, “Demokratik yöntemlerle seçilmiş bir cumhurbaşkanını devirmeye kalkacakları ABD’nin asla desteklemeyeceği”güvencesini veriyormuş...
Süreç içerisinde en uğursuz rollerden birini oynayan ElBaradei de, uluslararası bir kurumda uzun yıllar çalışması sayesinde edindiği çevreyi ‘darbe’ zemini hazırlamak için kullanmış... Temmuz başında, Alman Der Spiegel dergisine, “Her ikisi (Obama ve Kerry) ile de uzun boylu konuştum ve Mursi’yi göndermekten başka çare olmadığına iknaya çalıştım”demiştiElBaradei...
Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice da, Mursi’nin danışmanı Essam al-Haddad’a, “Bu iş bitti, istifa etmezse devrilecek” mesajını vermekte tereddüt etmemiş. (Merak etmeyin, bu bilginin de kaynağı WSJ).
Chuck Hagel, ABD Savunma Bakanı, süreç boyunca Gen. Sisi’yi yönlendirirken, Kahire’ye gönderdiği yardımcısı William Burns de muhalefet cephesiyle görüşmekteydi. Washington Post,Burns’ün “Çoğu Mısırlı’nın bizden kuşkulandığını biliyorum, ama önümüzde hiç de kolay olmayan bir yol var” dediğini kaydediyor...
William Burns, 2012 mart ayında, Müslüman Kardeşler (MK) rehberi Muhammed Bedie’ye, “MK olarak İsrail ile barış anlaşmasına sâdık kalacağınızı açıklayın, size Körfez’den 20 milyar dolar gelmesini sağlayalım” demiş, ama kabul ettirememiş...
Paralar şimdi Sisi’nin Mısır’ına akmaya başladı.
Bunlar herkesi kör, âlemi sersem sanıyor galiba... Baksanıza, yapacaklarını yaptılar, ama yapılanın arkasında kendilerinin bulunduğunun bilinmesini istemiyor, ortaya çıkacak diye olağanüstü çaba gösteriyorlar...
Kimler mi? Amerikalılar elbette...
Mısır’da halk tarafından demokratik yöntemle seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren askerlerle aralarında yakınlık bulunduğu bilinmesin istiyor ABD; dışişleri bakanı John Kerry yakınlığı ele veren bir yanlışlık yaptı diye neredeyse çarmıha gerilecek... Kerry’nin başında bulunduğu bakanlıktan “Hayır, öyle demek istemedi” açıklaması geldi; ardından Beyaz Sarayda “Başkan Obama’nın politik çizgisine aykırı” diyerek açıklamasıyla araya mesafe koydu.
Kerry’nin, “Ordu Mısır’da demokrasiyi işletmek için müdahale etti” özet cümlesiyle anlattığı mâlumun ilâmı aslında... Washington’un askeri müdahaleye ‘darbe’ diyemediği görülür görülmez, dünyanın her tarafındaki gözlemciler, daha ilk gün ‘Bu işin arkasında Washington var’ demişti çünkü...
Dışişleri bakanı Kerry o sözleri Pakistan’da Geo TV’den Hamid Mir’e verdiği mülâkatta sarf etti.
Amerikalılar gittikleri ülkede televizyonda kimin karşısına oturacaklarına dikkat ederler. Hamid Mir Pakistan’ın genç kuşak (d. 1966) gazetecilerinden; şöhrete 11 Eylül (2001) uğursuz eylemleri sonrasında ‘Üsame bin Laden ile son mülâkatı yapan gazeteci’ olduğu anlaşılınca kavuşmuştu. ‘Eylemleri El-Kaide örgütü yaptı’ kanaatinin bütün dünyada yaygınlaşmasında en büyük paylardan birinin sahibiydi Mir...
“Nasıl olsa ondan zarar gelmez” diye mi düşünmüştür Amerikalılar? Karşısına oturur oturmaz Mir’in ilk sorusunun Mısır ile ilgili olması ve verdiği geçiştirici cevap üzerine lâfını açmaya çalışmasıyla Kerry ne kadar şaşırmıştır kimbilir...
İlk soru şuydu: “ABD demokrasiye inanıyor. Bütün dünyada demokrasi şampiyonu geçiniyor. İyi de, neden Mısır’da demokratik yöntemle seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’yi deviren askeri müdahaleye karşı açık tavır almıyor?”
Cevap: “Yerinde ve önemli bir soru bu, ben de doğruca cevaplayacağım. Hepsi de ülkenin kaosa ve teröre maruz kalmasından endişeli milyonlarca insan tarafından ordu müdahaleye davet edildi. Bize göre, idareyi ele almadı ordu; ülkeyi sivil bir hükümet yönetiyor. İşin aslı, demokrasiyi yeniden işletmeye çalışıyor...”
Devam sorusu: “Sokaklarda insanları öldürerek mi?”
“Çattık belâya” diye iç geçirip “Beni bu adamın karşısına kim oturttu?” diye hesap sormacasına sağa-sola baktığına eminim Kerry’nin...
Böyle durumlarda hep olduğu gibi, şaşkınlıkla işbirlikçilerini fâş etmişe benziyor ABD dışişleri bakanı. “Hepsiyle doğrudan konuştum” dediği isimleri bu noktada sıralamış zira:Cumhurbaşkanı Mansour... Yardımcısı ElBaradei... Gen. el-Sisi... Dışişleri bakanı Nabil Fahmy... Ardından, sıra dışarıya gelmiş ve AB’nin dış ilişkilerden sorumlusu Lady Catherine Ashton’un da adını zikretmiş...
Mısır’da kimin esas sorumlu olduğunu ise “İnsan kanı dökülmemesi konusunda Gen. Sisi’yi defalarca uyardım” cümlesiyle ele vermiş Kerry...
Ertesi gün ABD dışişleri bakanlığı kırıkları toplama çabasına girişti, ama beceremedi. Kerry’nin yardımcısı William Burns ertesi gün geldiği Kahire’de gönüllerini kazanmaya çalıştığı darbe-karşıtlarından “Ne yani, insanlar Washington’da da sokaklara dökülse, ABD savunma bakanı Chuck Hagel duruma müdahale edip Başkan BarackObama’yı devirebilir mi?” tepkisini aldı...
Gen. Mursi 2005 yılında, henüz tuğgeneral iken, ABD’nin Harp Akademisi’nde bir yıl ağırlanmış... Esas hoca kalp krizi geçirdiği için o dönem öğrencilerine Akademi içerisinde faaliyet gösteren Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Prof. Sherifa Zuhur ders veriyormuş...
İşe bakın, Amerikan vatandaşı olan Sherifa Hanım aile tarafından Mısırlı... Filistin konusunda duyarlı biri de... Economist dergisinden bir muhabir kendisini arayıp “Amerika’dayken Sisi nasıldı?” sorusunu yöneltmiş; ama dergide çıkan yazıda yalnızca iki cümlesini kullanmış.
Sherifa Hanım kızmaz mı, kızmış tabii...
Yarını beklerseniz, Economist’in kullanmadığı ayrıntıları burada okuyabilirsiniz..
Herkes Pensilvanya’daki Amerikan Kara Harp Akademisi’nde yapılmış bir master tezinin peşinde... Dün birkaç Amerikalı yazar akademiye yaptıkları başvurudan sonuç alamadıklarını yazdılar; diğer tezlere kolayca ulaşılabildiği halde, o tez, kem gözlerden saklanıyor...
Sebep basit: Tezin sahibi 3 Temmuz’da Mısır’da idareye el koyan Gen. Abdülfettah el-Sisi... Darbeci generalin ülkesini hangi yöne götüreceğinin ipuçlarını barındırdığı anlaşılan hepsi 17 sayfalık ‘Ortadoğu’da demokrasi’ başlıklı ve ABD’nin Irak’a müdahalesi üzerinden ‘zorla demokrasi olmaz’ temasını işlediği anlaşılan tezin ele geçmesini istemiyor Washington...
Tezin danışmanı Stephen J. Gerras adlı bir albay; ona resmen konuşma yasağı konmuş... Akademi yönetimi başvurulara cevap vermiyor... Economist dergisi aslında önemli bir kaynağa ulaşmış, ama anlattıklarından yalnızca iki cümleyi cımbızla çekmeyi uygun görmüş
Herhalde taraf tuttuğunu düşünerek... Oysa Dr. Sherifa Zuhur’un memleketlisi de saydığı Gen. Sisi’yi pek sevdiği söylenemez... Girişkenliğini, liderlik özelliğini takdir etmiş, aile fertlerinin birbirlerine bağlılığını da; ancak işte o kadar...
Yıl 2005... Dünyanın değişik ülkelerinden 38 üst rütbeli subay Harp Akademisi’ne gelmiş... Aralarında İsrailli de varmış... Türk subay neden olmasın? Sisi henüz tek yıldızlı bir general; öğrencilerin çoğundan daha kıdemsiz... Derslerde anlatılanlara itiraz edilmesi gerektiğinde, Arap subaylar içlerinden birini sözcü seçerlermiş; âdetleri böyleymiş... Çoğu kez sözcülük göreviniSisi üstleniyormuş...
Dr. Şerife (artık kendisinden ‘Şerife’ diye söz edebilirim herhalde) aslında Akademi’de öğretim elemanı değilmiş; bağlı bir enstitüde araştırmacı olarak çalışıyormuş... Hocalardan biri kalp krizi geçirince görevini Şerife Hanım’a vermişler...
Amerikalı 300 askeri öğrenciyle birlikte değişik ülkelerden 38 subaya Ortadoğu politikası üzerine herbiri 4,5 saat süren on ayrı kursu Şerife Hanım üstlenmiş... Kurslardan biri Arap medyası üzerineymiş... Ayrıca terörle mücadele konulu bir panelde de konuşmacıymış...
Her yıl sadece tek subay geliyormuş ülkelerden... Bir yıl önce (2004) gelen öğrenci de yakınlarda Gen. Sisi tarafından genelkurmay başkanlığına atandığı için önemli: Gen. Sedky Subhi... “Her ikisi de ABD’nin Irak macerasına eleştirel yaklaşıyorlardı” diyor Şerife Hanım ve ekliyor: “Kültür (ve kadınların bölgedeki etkisi), ekonomi, milli çıkarların çatışması konularında ilginç tartışmalarımız oldu Sisi’yle. İran’ın ve İsrail’in bölgedeki amaçlarıyla ABD ile işbirliğini de ilgi alanında tutuyordu.”
Akademi sınırları dışında pek görüşmeleri olmamış anlaşılan; “Ben tek kadındım öğretim elemanı olarak; tabii erkek-erkeğe sosyalleşmelere katılamıyordum; bazı öğretim üyeleri ve öğrencilerin evlerinde biraraya geliniyordu, bayramlarda buluşuluyordu, onlara katılıyordum” diyor...
Sisi Ailesi’yle tanışmış Şerife Hanım; eşi ve iki kızıyla... Kızlarından biri başörtülü, diğeri peçeliymiş... “Ama başkalarını etkilemeye çalışan türden biri değildi Sisi; inançlarını ille başkalarına aktarmaya çalışmazdı. Benim ailemden çoğu ondan daha dindardır...” Cumhurbaşkanı Mursi’nin onu savunma bakanı yapmasının sebebini Müslüman Kardeşler (MK) ideolojisine yakınlığıyla açıklayan yorumlara katılmıyor Şerife Hanım... Ona göre, Sisi, MK’nın değil ordunun tercihi olarak o konuma gelmiş olmalı...
Herhalde Economist dergisinin bu tespit hoşuna gitmemiştir: Dindar, eşi ve kızları kapalı, ama siyasi çizgi olarak MK’dan ve Mursi’den farklı düşünen biri...
Pensilvanya’daki eğitiminden sonra meteorik hızla yükselmiş zaten: Önce İskenderiye ve Kuzey Orduları Komutanı olmuş, sonra Askeri İstihbarat’ın başına getirilmiş...
“Suudi Arabistan darbeyi niye destekliyor?” sorusunu yönetenler oluyor ya; onu da Şerife Hanım bilmeden sağlamış olabilir. Akademi’de düzenlenen bir konferansa ülkesini Washington’da temsil eden Prens Suud el-Faysal’ı konuşmacı olarak o davet etmiş...
Prens Faysal uzun yıllar Suudi Arabistan istihbaratının başındaydı...
Sisi Paşa’nın Amerika günleriyle ilgili başka ayrıntılar da var. Bakarsınız, bulunulamayan ‘tezi’ de ele geçirivermişim...
İlhan Kesiciyalnızca Türkiye’de olup bitenleri yakından izlemekle yetinmez, dünyanın başka yerlerindeki gelişmelere de bigâne değildir. Mısır darbesi lideri Gen. Abdülfettah el-Sisi’nin Amerikan Kara Harp Akademisi’nde geçirdiği bir yılın (2005) sonunda kaleme aldığı master tezinin peşinde olduğumu anlattığım yazı sonrası, bana, “Sen nasılsa bulursun, aman peşini bırakma” mesajı göndermişti.
Dün erkenden aradı. “Sabah gazetesi senden önce bulmuş” haberini verirken beni ayıplar gibiydi. Tatildeyim sanıyormuş... “Hayır” dedim, “Tatilde değil, tatilcilerin ensesindeyim...”
Sabah’ı tebrik ederim. Keşke, “Taha Kıvanç’ın peşinde olduğu tezi bulduk” diye verselerdi haberi; hem daha fazla ilgi çekerdi, hem de bana ulaşan dostlarımın günboyu “O mu?” diye sormalarına mahal bırakmazlardı.
Neyse.
Sabah’ın haber konusu yaptığı ‘tez’ benim burada Şerife Hanım’la (Sherifa Zuhur) irtibatlı dillendirdiğim tezdir. Herhalde Sisi Paşa’nın “Aman kimseler görmesin” tembihi yüzündenAkademi Komutanlığı’nın gözü gibi sakladığı 17 sayfalık tez, sonunda ele geçirildi.
Tezi okuyabilmek için Akademi’ye pek çok başvuru yapıldı... Bunu bir tahmin olarak değil, bilgi olarak yazıyorum. Akademi her başvuruyu kütüphane görevlisine yöneltti, o da hepsine tek tek aynı cevabı verdi: “General Albülfettah el-Sisi’nin araştırmasının üzerinde ‘yalnızca ABD hükümetinin yetkilendirilmiş birimleri görebilir’ kaydı bulunmaktadır, kusura bakmayın göremezsiniz.”
Mısır’da darbeyi gerçekleştiren cuntanın içinde yer alan ve sonrasında Genelkurmay başkanlığına atanan Gen. Sedky Subhi’nin Akademi’de geçirdiği bir yılın sonunda yazdığı teze herkes erişebiliyor; ancak Gen. Sisi’nin ‘Ortadoğu’da demokrasi’ başlıklı tezini ara ki bulasın...
Gen. Subhi’nin tezinde belirgin bir anti-Amerikan ton olduğu için, Amerikalılar, “Acaba Gen. Sisi’nin siyasi çizgisi de onun gibi mi?” merakındalar... Birileri ileri derecede meraklıların kulağına “Ondan da ileri şeyler var tezde” gibi bir şeyler fısıldamış da olabilir...
Artık elimizde tezin tamamı var. İngilizce bilenleriniz fazla zorlanmadan metne ulaşabilirler.
Tezlerin başında bir özet bulunması âdettendir. Yazdığı sırada rütbesi henüz Tuğgeneral olan Abdülfettah el-Sisi de âdete uymuş:
“Bu çalışma, Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önemini anlatıyor. Ortadoğu’da şu anda mevcut stratejik ve siyasi şartları değerlendirip demokratik yönetim biçiminin getireceği riskleri, avantajları, sorunları ele alıyor. Ortadoğulu ve Batılı kültürler arasındaki farklı bakış açıları, fakirlik, eğitimsizlik ve dinin etkilerini, stratejik vizyon eksikliğini, insanlar ve hükümetlerin psikolojik tabiatını ve yeni demokrasilerin içerdiği riskleri de inceliyor. Çalışma, son olarak, demokrasinin Ortadoğu’daki geleceğini değerlendiriyor.”
İddialı, değil mi?
Çok açık seçik ifadelerle yazımından sekiz yıl sonra gerçekleştirdiği ‘darbe’ye ışık tutan bölümleri de var tezin... Meselâ, Arap ülkelerinde ordu ve polisin iktidar partisine sâdık olduğu, iktidar değiştiği taktirde yeni gelenlere aynı sadakati göstermeyebileceği (s. 2) gibi... Partiye değil devlete sadakat öğretilmeli, halk da katılıma hazırlanmalıymış...
Tezin neden bu denli sıkı korunduğu merakını kısmen giderecek bölüm hemen bundan sonra geliyor: Körfez ülkelerini, Suudi Arabistan’ı ‘Ortadoğu’da sevilmeyenler’ arasında sayıyor... Bir sevilmeyen de ‘erken Saddam dönemi Irak’ imiş...
“ABD kendi çıkarınaysa demokrasi istiyor” da diyor Gen. Sisi...
Sıra din ile devlet ilişkilerine geldiğinde, Gen. Sisi, Batılı zihinler için ‘garip kaçacak’ şeyler söylüyor. “İllâ Batılı tarzda olamaz, bizde dini bağlar daha kuvvetli olmak zorunda” diyor sözgelimi.
Hilâfettaraftarı bir Gen. Sisi portresi çıkıyor daha sonra (s. 5) karşımıza. Bütün kuvvetlerin (yasama, yürütme ve yargının) dini esaslara dayanmasını öngörüyor. “Teokrasi değil, ama İslâmi esaslara göre oluşmuş demokrasi olmalı” diyor...
Gen. Sisi’nin tezini ‘ABD’nin yetkilendirilmiş birimleri’ olağanüstü dikkatle okumuş olmalı.
Tek bölümlük Akbaba filmi
Bu günlerde kendimi ‘Akbaba’nın Üç Günü’ filminde Robert Redford’un canlandırdığı Joe Turner karakterine benzetiyorum. İşi-gücü dünyanın dört bir yanında çıkmış gazete, dergi ve kitapları okuyup karşılaştığı alengirli noktaları kayda geçirmek olan bir araştırmacı, farkında olmadan gizlenmeye çalışılan öldürücü bir gerçekle karşı karşıya gelir ya...
Filmde Joe’nun çalıştığı merkez basılır ve çalışanların tümü öldürülür... O esnada arkadaşlarına kahvaltılık almaya gittiği için bir tek Joe sağ kalır... Filmin geri kalanında adamın bir yandan gerçeğin bütününü öğrenmeye çalışırken, bir yandan da hayatta kalma gayretini izleriz...
Amerikan Kara Harp Akademisi’nde bir yılını geçirdiklerini öğrendim ya Mısır’daki darbenin lideri Gen. Abdülfettah el-Sisi ile onun Genelkurmay başkanlığı koltuğuna oturttuğu Gen. Sedky Subhi’nin; önce her ikisinin Akademi’de kaleme aldıkları tezlerin peşine düştüm...
Elimde o tezler... Her iki tezi okurken zihnimde pek çok lâmbaların yanıp söndüğünü hissettim... Orada kalsam iyi, ardından beni başka bir merak sardı: Acaba aynı akademiye Türkiye’den de subaylar katılıyor mu? Katılıyorsa onlar ‘master tezi’ olarak hangi konuları işliyorlar? Akademinin Türk-olmayan öğrencileri arasında Türkiye’yi ilgilendiren konularda tez hazırlayanlar varsa onlar neler yazmış?
Tehlikeli olduğunu sezdiğim sorular bunlar... Ama merak nasıl kediyi öldürürürse, beni de cevabını bulamadığım sorular kahreder... Sonra, kimbilir kaç kez buradan da ilân ettiğim üzere, tehlikeye de bayılırım ben...
Böyle bir araştırma için yola çıkacak olan herkese ABD Başkanı adına her yıl yayımlanıp Beyaz Saray internet sitesine konulan ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi’ adlı belgeyi okumayı tavsiye ederim. Sonuncusu 2010 yılında hazırlanmış 52 sayfalık belgeye göre, ‘güvenlik, uluslararası düzen ve değerler’ ABD’nin kalıcı ulusal çıkarlarını teşkil ediyor. ABD bu yüzden başka ülkelerle ilgili politikalar geliştiriyor.
‘Uluslararası düzen’ ABD için hayati önemde...
Kara Harp Akademisi’nde herbirine ülkelerinin askeri liderleri gözüyle bakılan öğrencilere tez çalışması verilirken, anladığım kadarıyla, en fazla göz önünde tutulan ölçü, ABD’nin ilgilendiği alanlarda birer çalışma olması... Pek az genel konu işlemiş öğrenciler; çoğu tez konusu güncel sorunlarla ilgili...
Martin C. Claussen Amerikan ordusunda albay ve 2012 yılında Akademi’de tez hazırlayarak kurmaylık eğitimini tamamlamış... Tezi şu başlığı taşıyor: ‘Türkiye: Kalıcı müttefik mi, yoksa yeni düşman mı?’...
Tezin sayfaları arasında dolaşırken, kendimi Pentagon’da bölgemize ve ülkemize dönük kararlar almakta olan Amerikan askerlerinin zihin dünyalarında dolaşıyormuş gibi hissettim...
Aynı sıralarda bir yıl önce oturmuş Amerikalı öğrencilerden Albay Christopher R. Parsons da bizi ilgilendiren güncel bir konu seçmiş kendisine. Başlığı şu: ‘Kürdistan: ABD’nin Ortadoğu politikası üzerindeki etkisi’...
Joe Turner’ın başını döndürecek bir durum sizin anlayacağınız...
Ya bizden giden subaylar? Onlar ne tezler hazırlamışlar?
Herhalde bizim subaylardan kimlerin Akademi’deki eğitime katıldığını isim isim vermesem şaşırmazsınız... Bu bilgiler aslında ‘gizli’ değil; benim kadar meraklı ve benim kadar ısrarcı olan herkes şu anda bildiklerimi kısa bir araştırma sonucu öğrenebilir. O sebeple ben merakları gıdıklama amacıyla isimleri vermeyip yalnızca 2000 yılından bugüne Akademi’ye Türkiye’den katılanların tez konularını sizlerle paylaşacağım.
2012: ‘Siber güvenlik: Türkiye için yol haritası’. 2011: ‘Karadeniz’in 21. Yüzyıl güvenlik yapısıyla ilgili bir öngörü’. 2006: ‘Türkiye’nin terörle savaşa önemli katkıları’. 2005:‘Türkiye’nin AB’ye kabulünün Türkiye-AB ve Türkiye-ABD ilişkilerine etkileri’. 2002: ‘Kafkaslar’da istikrarsızlık; Orta Asya ve Hazar Denizi çevresi enerji kaynaklarının yönetimi’. 2001: ‘Türkiye, Suriye ve Irak arasında su çatışması’. 2000: ‘Türkiye’de terör’...
Robert Redford’a Joe Turner rolü çok yakışıyordu.
“Aptal gibi suç olsam, yine de oynar mısın benimle?
Sorunumu okuduğum bir yazı çözdü.
Mısır’da kendisini Genelkurmay başkanlığı ve savunma bakanlığına atayan seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi deviren Gen. Abdülfettah El-Sisi’nin hepi topu 17 sayfalık malum ‘tezi’yle ilgili en önemli ayrıntıyı nasıl sunacağımı bir türlü bilemiyordum.
İşte o sorunu pazar günü Habertürk’teki yazısıyla Murat Bardakçı çözdü.
Seneler önce, Hürriyet’i Kahire’de temsil ederken, o sırada Müslüman Kardeşler (MK) örgütünün lideri Muhammed Hâmid Ebu’l Nasr ile bir mülâkat yapmış... Açık sözlü biriymiş Ebu’l Nasr...
“Hilâfet yeniden kurulacak” demiş o mülâkatta... Okuyalım: “Hilâfet ileride mutlaka yeniden kurulacak ve İslâm Dünyası’nı yeniden yönlendirecektir. Ronald Reagan bugün (1987) nasıl Batı’dan Mihail Gorbaçov Doğu’dan sorumlu ise, Halife de İslâm Dünyası’ndan sorumlu olacak, Müslümanlar’ın kararlarını hilâfet makamı verecek.”
Ebu’l Nasr “İllâ Mısır’da kalsın” görüşünde değilmiş Hilâfet’in... “Türkiye de olur, Suudi Arabistan da, başka bir memleket de...” demiş ve eklemiş: “O aşamaya gelindiğinde İslâm ülkeleri anlaşırlar ve bir Hilâfet merkezi seçerler...”
Kötüsü de varmış halifelerin iyisi de; “Biz tamamını değil her zaman için iyilerini savunuruz” demiş Ebu’l Nasr...
Uzun uzun aktarmamın sebebi, Gen. Sisi’nin de neredeyse tıpa tıp aynı görüşleri ‘tez’inde savunması...
“Ortadoğu’da demokrasi Hilâfet kavramı kavranılmadan anlaşılamaz” diyor Sisi, ‘Ortadoğu’da Demokrasi’ başlığını uygun gördüğü tezinde... Hz. Peygamber döneminin ‘ideal bir yönetişim biçimi’ olduğunu ve ABD’nin ‘hayat, özgürlük ve mutluluk peşinde olma’ idealleriyle örtüştüğünü söylüyor. Ortadoğu açısından uygun olan demokrasi biçiminin ‘dürüstlük, adalet, eşitlik, birlik ve iyilik’ kavramlarına cevap vermesi gerektiğini ileri sürüyor.
Bu esaslara dayalı demokratik Hilâfet’in iki özelliğine daha dikkat çekiyor: El-Bey’a ve El-Şura... “Biy’at” diyor, “Halife’nin seçilmesi sürecidir; Şura ise Hilâfet’in danışma ve denetleme mekanizmasıdır... Şura ile Halife görevlerini islâmi esaslara göre yerine getirir. Bu süreçlerin dini-tarihi yönleri olduğu gibi bu yolla demokrasi de ortaya çıkar...”
Zorlandığım konunun ne olduğunu herhalde anladınız: Darbeci generalin aslında Mısır için ‘Halifelik’ sistemini öngördüğünü, ideal demokrasinin İslâm’ın esaslarına dayanması gerektiğini savunageldiğini iddia etmek kafa karıştırıcı olurdu. Gerçi Murat Bardakçı’nın eski mülâkatına bakılırsa Gen. Sisi aslında Müslüman Kardeşler’in kuruluş yıllarından (1928) beri savunageldiği‘Hilâfet’ten yana’ çizginin adamı oluyor, ama olsun; böylece kafa yapısı daha iyi anlaşılıyor...
Gen. Sisi’nin ‘Hilâfet’ ile demokrasiyi birbiriyle ilintilendiren görüşlerini bir yılını (2005) geçirdiği Pensilvanya’daki Amerikan Kara Harp Akademisi’nde hazırladığı tezinde ifade ettiğini de hatırlatmam gerekir.
Tezi Akademi yönetimi gözlerden saklamak için büyük çaba sarf etti; ama işte görüyorsunuz, sonunda elime geçtiği için ‘darbeci’ Gen. Sisi’nin ne düşündüğünü artık bilebiliyoruz...
Yarın ya da öbür gün, binlerce insanın kanını döktükten, devirdiği Cumhurbaşkanı Mursi’nin örgütü Müslüman Kardeşler’i ‘yasa-dışı’ ilân ettikten sonra, Gen. Sisi, kendini ‘Halife’ ilân eder ve Mısır’da ‘İslâmi demokrasi’ adını verdiği rejimi uygulamaya koyar mı?
Sizlere tuhaf gelebilir bu sorum, ama Mısır’da Mübarek’in yerinden edilmesinden bu yana meydana gelen her şey bana zaten tuhaf geliyor... Böyle bir gelişme olursa, birbiri ardına meydana gelen tuhaflıklar devam etmiş olacak sadece...
ABD-destekli, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin mali katkılarıyla hayat bulan askeri darbe ‘İslâm’ adına demokrasiyi öldürür ve yanlış işler yapmaya başlarsa bu size garip mi gelir, yoksa şimdiye kadar cesaret edilmemiş çapta muazzam bir oyun oynanmakta olduğunu mu düşünürsünüz?
İngiltere bu tablonun neresinde? İngilizler olmadan bu oyun iyi oynanmaz da ondan soruyorum...
* Bülent Ortaçgil’in şarkısından
Hilâfet oyunu, sil baştan?
“Son zamanlarda yazdığın en ilgi çekici yazıydı” dedi dünkü yazım için tarih meraklısı dostum ve sordu: “Siyasilerden ne tepki aldın?”
Hiçbir tepki almadım. Okudularsa üzerinde düşünmelerini tepki vermelerine yeğlerim...
Mısır’da darbe yapan askerlerin lideri Gen. Abdülfettah el-Sisi, yazdığım gibi, Hilâfet’in yeniden canlandırılmasından yana; tıpkı devirdiği Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ninMüslüman Kardeşler örgütü gibi...
Gen. Sisi 2005 yılında öğrencisi olduğu Amerikan Kara Harp Akademisi’nde ‘master tezi’ olarak kaleme aldığıçalışmada, “Ortadoğu’ya demokrasi ancak İslâm yoluyla gelir; bunun için Hilâfet kurumuna ihtiyaç var” görüşünü işliyor...
Amerikalılar çalışmadaki bu görüşü önemli bulmuş olmalılar... Akademi her isteyene açık tuttuğu tezlerden bir tek Sisi’nin ‘Ortadoğu’da Demokrasi’ başlıklı çalışmasını meraklı gözlerden saklıyordu; başarılı olamadı. 17 sayfalık tez şimdi isteyen herkesin uzanabileceği yakınlıkta...
Konuya ilişkin son yazımı “İngiltere bu tablonun neresinde? İngilizler olmadan bu oyun iyi oynanmaz da ondan soruyorum...” cümlesiyle bitirmiştim; tarih meraklısı dostumun tepki beklediği de o bölüm...
İngilizler ‘Hilâfet’ konusunda hayli duyarlı bir millet... Hadi Osmanlı-Büyük Britanya rekabetinin zirvede bulunduğu uzun asırlarda, Londra’nın, “İstanbul’daki Sultan’ın yapacağı bir açıklamayla Burma’dan Hindistan’a, Mısır’dan Timbuktu’ya reayamız olan Müslümanlar ayaklanabilir” kaygısı taşımasını anlarım. Hatta o kaygıyla Lozan’da “Hilâfet kaldırılırsa iyi olur, dinin baskısı altından kurtulursunuz” tezini işlemelerini ve sonunda muratlarına ermelerini de hiç yadırgamam...
Devletlerinin başı olan Kral veya Kraliçe aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin de başıdır; yani bir tür ‘Halife’ sayılabilir; ‘Anglikan Dünyası’nın Halifesi’... Dinin uluslararası arenada etkin bir güç olduğunu İngilizlerden daha iyi kim bilebilir?
Hilâfet 3 Mart 1924’te kaldırıldıktan sonra, İstanbul’un Hilâfet merkezi olmaktan çıkması için muazzam gayretler göstermiş olan Londra, çabalarını bu defa tam tersi bir gelişmeyi sağlamakta yoğunlaştırdı: Kendisine bağlı bir ‘Halife’ ortaya çıkarma çabası... Bu amaçla 1926 yılında Kahire’de bir ‘Hilâfet Toplantısı’ düzenlemeye bile kalkıştı İngilizler...
Amaç, kendilerinin etkisine açık birine ‘Halife’ unvanı kazandırabilmekti... Hicaz’da Philby-Lawrence işbirliğiyle krallığını ilân etmiş Şerif Hüseyin’in aynı zamanda ‘Halife’ unvanını da almasına göz yummuşlardı; orada fazla kalamayacağını bile bile... Çölden gelen Suud Ailesi onu ve oğullarını Hicaz’dan kovuverdi (1924 sonu). Oğullarından biri pekâlâ ‘Halife’ ilân edilebilirdi.
Padişahların taktığı görkemli nişanları ve heybetli İttihatçı bıyığıyla Mısır Kralı Fuad ne güne duruyordu?
İngilizler’in Kahire’de toplantıya çağırdıkları Müslüman temsilcilerden beklediği, kendilerinin işaret edeceği birini ‘Halife’ ilân etmeleriydi.
Bekledikleri olmadı. Toplantıya pek az kişi katıldı ve daha ilk günden o planın tutmayacağı belli oldu. Özellikle Hint Altkıtası’nda yaşayan Müslümanlar “Biz Türkler’den başka bir milletten Halife istemeyiz” tavrını sürdürünce, İngilizler’in ‘kendilerine bağlı Halife’ projesi suya düştü...
Şimdilerde Hindistan, Pakistan ve Bangladeş gibi üç ayrı devlete bölünmüş olan Altkıta Müslümanları, İstiklal Savaşı’mız sonrasında da eski birlik ve dirliğimizin devam etmesi için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Hindistan’dan gelen heyetlerin biri dönüyor, diğeri geliyordu Ankara’ya ve hepsi de “Aman Hilâfeti koruyun” temennisinde bulunuyordu...
Ayrıca İngiltere’yi de Türkler üzerinde baskı uygulamaması için uyarıyordu Hint Müslümanları, aksine davranışın pahalıya patlayacağını göstermek için de müstemleke yönetim merkezleri önünde gösteriler düzenliyorlardı.
Yalnızca Sünni Müslümanlar da değil; İsmailiye adlı farklı bir dini anlayışın lideri Ağa Han da bu keskin tavırda başı çekiyordu.
Hint Müslümanları’nın tavrı yüzünden İngilizler’in projesi gerçekleşmedi.
Sisi Paşa’nın “Bize özel demokrasi Hilâfetli olmak zorunda” görüşünden sadece Amerikalılar değil, herhalde İngilizler de haberdardır.
Ne düşündüklerini merak ediyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder