28 Temmuz 2013 Pazar

Toplumu kaplayan inanç-Avni Özgürel

Tarikat yapılanmasının bulunmadığı din yok. Bu açıdan Musevilik ve Hıristiyanlık tarikat okyanusu sayılabilir.


Tarikat yapılanmasının bulunmadığı din yok. Bu açıdan Musevilik ve Hıristiyanlık tarikat okyanusu sayılabilir. Keza Hinduizm... Günümüzde bunlardan kaçının yaşadığı bilinmiyor. Ama bir hesaba göre geçmişte sadece Musevi ve Hıristiyan inancı çevresinde kurulmuş iki bine yakın tarikat var. Üstelik bunlara her sene yenileri ekleniyor. İslam çevresinde kümelenmiş tarikat sayısı da az değil.

İslam dünyasında tüm tarikatlar kendilerini Hz. Ebubekir ve Hz. Ali'yle ilişkilendirmelerine karşılık, bugün bilinen manasıyla ilk tarikatın Yemen'de ortaya çıktığı konusunda ittifak var. Kurucusu da Hz. Muhammed'e onu görmeden büyük bir sevgiyle bağlanan ve görmek için Yemen'den Medine'ye kadar yaya gelen Üveys. 

Uhud Savaşı sırasında Resulullah'ın iki dişinin kırıldığını duyduğu zaman, onun çektiği acıyı kendi nefsinde hissetme arzusuyla bütün dişlerini çektiren Üveys'e; Hicret'in 37'nci senesinde, yani peygamberin vefatından 26 yıl sonra Cebrail'in görünerek, Allah'ın onun dünyadan elini ayağını çekmesi ve duayla meşgul olması isteğini ilettiğine inanılıyor. Üveys'in bu emre uyarak inzivaya çekildiği, hayatının kalan yıllarını Allah'ın ismini tesbih ederek geçirdiği ve çevresindekileri de kendisi gibi hareket etmeye teşvik ettiği söyleniyor.

Efsaneler üstüne

Daha sonra kurulan ilk tarikatların geçmişinde de dilden dile nakledilen ve böylesi olağanüstü olaylara dayalı tablolar var. Rufai tarikatının kurucusu peygamber soyundan gelen Ahmed el Rufai'nin ismi etrafında oluşan efsane de bunlardan biri. Rufai tarikatının kurucusunun hacca gidip dönüşte Medine'de Hz. Muhammed'in kabrini ziyareti sırasında yaşanan olayın bir tarikatın çıkış noktasına dönüştüğüne şüphe yok. 

Ahmed el Rufai'nin kabre yaklaşmak istediğinde, orada bulunan ve devrin ilgi gören büyük âlimlerinin kuşatmasını aşamadığı, bu sırada peygamberin türbesinden, "Selam ya veledi!" diye yeri göğü inleten bir ses duyulduğu, Ahmed el Rufai'nin herkesin şaşkın bakışları arasında lahde yaklaştığı sırada tabut kapağının aralanıp öpmesi için bir elin uzandığı anlatılır. Gördüklerine inanamayan ve rüyada olup olmadıkları konusunda tereddüde düşen insanların ellerine geçirdikleri sivri cisimleri vücutlarına sapladıkları ve onların bu davranışının daha sonra Rufai tarikatının ritüeli haline geldiği biliniyor. Aynı dönemde kurulan Kadiri, Bedevi, Şazeli, Desuki, Halveti tarikatlarında da benzer efsaneler var.

Seyyid Ahmet Yesevi

Türklerin İslamiyeti kabulünün ardından Orta Asya'da benzer yapılanmalar görüldü. Türkistan'da, Seyram'da doğan Seyyid Ahmed Yesevi'nin kurduğu Yeseviye, Türk dünyasında ilkti. İslam inancını Orta Asya Türklüğünün kültür ve mizacına uygun bir üslupla sunan Yeseviye, müritlerin kalplerini mürşitlerine kuvvetli bir bağla bağlayan Sünni bir tarikattı. Ve bu cemaat Nakşi ve Bektaşi kollarıyla Anadolu'da yayıldı.

Nakşiler, Yeseviyye'nin 'tarik-i hacegân' adı verilen özel zikir yöntemini Bektaşiler Divan-ı Hikmet adlı eserine dayanan yolunu benimsediler. Aynı çağda Mevlana Celaleddin Rumi tarafından Konya'da kurulan Mevlevilik'le rekabete başladılar. 

Orta Asya Türklüğünün Mevleviliğe itirazı, İran Türklerinden olan Mevlana'nın çevresinde toplanan cemaate Farsça hitabetmesi ve ünlü eseri Mesnevi'yi Farsça yazmış olmasınaydı. Bu rekabetten Bektaşiliğin 'galip' çıktığını söylemeye gerek yok. Osmanlı devletinin kurulmasını takiben Sultan Orhan zamanında ortaya çıkan ve Yeniçeri adı verilen ordunun bu tarikatın manevi himayesine emanet edilmiş olması onu bir tür şövalye tarikatı haline getirdi.

Tarikatlar 13. yüzyıldan itibaren çığ gibi çoğaldı, bunların hemen tamamı için Anadolu taraftar toplama sahası haline geldi. Osmanlı'da padişahlar dahil bir tarikata mensup olmayan yok gibiydi ve tekkeler yüksek rütbeden kişilerin kendilerine mensubiyetiyle güçlerini kanıtlıyorlardı. 

Sakarya Nehri sahilinden Keşiş Dağı tepesine, Basra'dan Tuna kıyılarına kadar her köşede bir tekke vardı. Fatih fetihten sonra İstanbul'a girerken yanındaki Bektaşi dervişleri gün geçirmeden Sütlüce'deki ilk tekkeyi kurdu. Yavuz Selim'in Mısır seferinden dönerken beraberinde getirdiği Arap şeyhlerin de her biri Osmanlı başkentinde kendilerine tahsis edilen mekânları derhal dergâh haline getirdiler. Üsküdar Perşembe Pazarı'ndaki Rufai asitanesi o günlerin hatırası oldu. Osmanlı ordusu sefere çıktığında en önde ellerinde teber denilen iki taraflı baltalarla Bektaşilerin yürümesi âdetti. Ama bir süre sonra Nakşiler ve Mevleviler de İstanbul'da göründüler. 18. yüzyılın sonunda İstanbul'da faal dergâhların sayısının üç bin olduğu rivayet ediliyor. Bunların hepsi devlet hazinesinden destek alıyor, vakıf imkânlarından yararlanıyordu kuşkusuz.

Ulemadan itirazlar

Bunlara şiddetle muhalefet eden ulema kitlesi de yok değildi. Âlimler arasında, "Bazı kimseler bir araya toplanıyorlar, bir taraftan Cenab-ı Hakkın ismi şerifini zikrederken, diğer taraftan hay huy diye bağrışıyorlar, ayakta halka olup dönüyor, ileri geri, sağa sola sallanıyor,el çırpıp def ve saz çalıyor, ney üflüyorlar. Bu adi bir oyundan ibarettir;yapanlar da kâfirdir" diyenler vardı. Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlığı döneminde ahali önüne düşen din adamlarının telkiniyle tekkelere saldırmaya başladı. Köprülü bunun önünü bazı kışkırtıcıları İstanbul'dan sürerek kesti. Sonraki yıllarda özellikle yeniçeriliğin ilgası sırasında yaşanan katliam ve öfkeden Bektaşiler de nasibini aldı. Asırlarca Osmanlı'nın bayraktarlığını yapan, pek çok padişaha kılıç kuşatan kitle suçlu muamelesi gördü.

19. yüzyılın sonunda Osmanlı, dergâhları disiplin altına almak için 'Meclis-i Meşayih' (Şeyhler Meclisi) adı altında Şeyhülislamlığa bağlı bir merci ihdas etti. Kimin, nerede şeyhlik yapacağına bu meclis karar veriyordu. Şeyhlik yapacakların ehliyetlerini sınavla kontrol etmek, dergâhları buraların yolsuzluk ve suç barınağı olmasının önüne geçmek için denetlemek de bu meclisin göreviydi. Yedi kişilik Meclis-i Meşayih'te Mevlevi dergâhını temsilen bir Bektaşi şeyhi ve şahsiyetlerine herkesin itibar ettiği diğer tarikatların şeyhleri görev yapıyordu. 

Cumhuriyet devri

Cumhuriyet devrimleri sürecinde dergâhlar yeni rejimin halk nezdinde kabul görmesinin önünde engel görünerek kapatıldı ve tarikat faaliyeti yasaklandı. Atatürk'ün bu kararı 'geçici' bir dönem için aldığı söylenir. Nitekim Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasında cephede derviş kıyafetiyle savaşa katılan Mevleviler başta olmak üzere önde gelen dergâhların şeyhleriyle ilişkilerini koparmadı. Ancak İngilizlerin kışkırtmasıyla Nakşi dergâhının güneydoğudaki ayaklanmanın içine çekilmesi, ardından Kubilay hadisesi sonrasında yaşananlar güven duygusunu ortadan kaldırdı.




Notlar yayımlanıyor

İki hafta önce Atatürk'ün not defterlerinin artık açıklanması gerektiğini yazmıştım. Cumhuriyet'in kurucusunun notlarının Genelkurmay ATESE Başkanlığı'nda olduğu bugüne kadar resmen ifade edilmemiş, araştırmacıların incelemesine açılması dahil yayımlanacağına ilişkin beyanda bulunulmamıştı. 12 Eylül döneminde Kenan Evren'in girişimiyle başlayan yeni harflere aktarılması işi bittiği halde defterlerin yayımlanması için girişim olmamıştı. Geçen hafta Genelkurmay ATESE Başkanlığı Genel Sekreteri Dr. Öğ. Kd. Bnb. Zekeriya Türkmen, 5. Uluslararası Atatürk Kongresi'ne sunduğu bildiride not defterlerini konu aldı ve Atatürk'ün Harb Okulu öğrencilik yıllarından itibaren 1935'e dek 32 deftere notlar yazdığını bunların 23'ünün ATESE arşivinde, sekizinin Anıtkabir Müzesi arşivinde birinin de Köşk arşivinde bulunduğunu; bunların yakın zamanda Genelkurmay tarafından yayımlanacağını açıkladı.

Hiç yorum yok: