2 Şubat 2013 Cumartesi

Zikirhaneler kapandı; hakimiyet kimin?-Muhalifleri bitirme kumpası: İzmir Sûikastı-Şapkadan sonra heykel furyası-İstiklâl kahramanı, İstiklâl Mahkemesinde- M.Latif Salihoğlu


Zikirhaneler kapandı; hakimiyet kimin?

Millet Meclis'inde 1925 yılı sonlarında olağanüstü bir gün yaşandı. 30 Kasım günü itibariyle çıkartılan kànunlar ve yapılan değişiklikler, adeta baş döndürücü bir sür'atle gerçekleştirildi.
Bu gelişmeleri aşağıdaki maddeler halinde sıralamak mümkün:

BİR: Beş gün önce (25 Kasım) "Şapka Kànunu"nu onaylayan tek partili Meclis, 30 Kasım günü de, sarık başta olmak üzere diğer dinî/ruhanî kıyafetlerin giyilmesini yasaklayan zecrî kànunu kabul etti.


İKİ: Meclis, yine aynı gün içinde, bilumum "Zikirhanelerin kapatılması" ile "Tarikat ve tasavvuf geleneğine son verilmesi"ni ön gören kànunu kabul etti. Böylelikle "Allah, Allah..." diye zikir çekmek yasaklanmış oldu. Bu kànun metninde yer alan ifade şöyle: "Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına, türbedarlık ile bir takım unvanların men' ve ilgasına dair kànun..." (Bkz: Zabıt Ceridesi, XIX Cilt, s. 312.)

ÜÇ: Ne gariptir ki, zikirhanelerin kapatılarak "Allah, Allah" demenin yasaklandığı aynı gün, Meclis kürsüsünün arkasındaki duvarın salona bakan cephesine Osmanlıca harflerle "Hakimiyet Milletindir" levhası asıldı. (Bu tarihten 4–5 yıl kadar sonra, Osmanlıca ile birlikte "huruf–u Kur'ân" da keyfî kànunların icbarıyla yasaklanmış oldu.)
* * * 
Demokrasilerde, rey sahibi millet olduğu gibi, iradesini hür olarak beyan etme hakkı da ona aittir. 
Ancak, o tarihler itibariyle Türkiye'de demokrasinin varlığından söz etmek kadar abes birşey olamaz. 
Zira, muhalefeti temsil eden biricik parti TCF, bir takım uydurma bahanelerle keyfi bir sûrette kapatıldı. 
Ülkemizin idaresi, böylelikle tek partinin hegemonyası altına girdi. 
Hal böyle olunca, demokrasiden, dolayısıyla milletin iradesinden de eser kalmadı. 
Tuhaflığa bakın ki, bu ufunetli, bu garabetli manzaranın tepesine tutup "Hakimiyet Milletindir" tabelası konduruldu. 
Aslında, bu aldatmacanın zımnında yatan mânâ şuydu: "Allah'ın hakimiyetine—hâşâ, sümme hâşâ—son verilmiştir." 
Esasen, o dönemdeki büyük başların en büyük mücadelesi de "İktidarı gökyüzünden yere indirme mücadelesiydi."
Evet, 27 yıllık tek parti zihniyetinin asıl maksadı, dininden ve bütün mukaddes değerlerinden koparılmış yeni bir nesil vücuda getirmekti.
Nitekim, bunun için ne yapılması gerekiyorsa, fazlasıyla yapılmaya da çalışıldı.
Ancak, yine de tam mânâsıyla muvaffak olunamadı.
Zira, müsebbib–i hakiki, Cenâb–ı Haktır. Takdir onundur. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini olun elinde.
O, Kadir–i Küll–i Şey'dir ve her şeyi de hikmet dairesinde yapar.

Tarih mahkemesi

"Hâkimiyet milletindir" maskesi altında, hem milletin iradesini, hem de kudsî değerleri hiçe sayan bir zihniyeti, burada tarih mahkemesinin huzuruna çıkarıyor ve şunları sormamak istiyoruz: "Meclis Kürsüsünün üst tarafına 'Hâkimiyet milletindir' serlevhasını asarken, aynı gün içinde almış olduğunuz "tarikatı yasaklama ve zikirhaneleri kapatma kararı" hakkında neden milletin reyine, görüşüne müracaat etmediniz? 
Kezâ, neden "Ey hâkimiyet sahibi olan millet! Biz şu şu yasakları getirmek istiyoruz. Bu hususta senin fikrin nedir? Kabul ediyor musun, yoksa red mi ediyorsun?.." diye sorma gereğini duymadınız? 
Bu derece hayatî bir meselede millete hiç danışılmaması, adam yerine konularak millete hiçbir şey sorulmaması gösteriyor ki, dönemin "Halkçı" iktidarı o meşhûr levhayı yüzüne maske yapmış ve onun arkasına gizlenerek bu milletin "irtica" diye damgaladığı mânevî değerlerine ihanet etmiştir.
 Zira, 1950'ye kadar devam eden zaman zarfında ortada ne "millet iradesi"ne itibar gösterildi, ne de "millî hakimiyet"ten bir eser. Millî hakimiyet elden gitti; CHP'nin mutlak istibdadı başladı. Onlara göre ise "Egemenlik ulusun" oldu. 
"Millet" ve "hakimiyet" gibi, zamanla daha birçok dinî, millî, medenî, harsî ve edebî değerlerimizin yerinde de yeller estirildi... Plân, belli ki çok önceden hazırlanmıştı. Tâ, Lozan günlerinden...
Söz konusu yasakçı kànunların çoğu—millet nezdinde itibar görmemekle beraber—resmî olarak ve kâğıt üzerinde halen de geçerliliğini koruyor.
Bu ise, bir mânâda şu demektir: Meclis'te "Egemenlik ulusundur" diye yazmakla beraber, hakimiyet, kâmil mânâda henüz milletin olmuş değildir.
Zira, dokunulduğunda "cısss" eden tabularla totemlerin tortusu henüz kafalarda, kalplerde ve bilhassa resmî cenahta temizlenebilmiş değil.

Büyük başlar gaflet içinde

Camiler haraç–mezat satıldı
Tek parti (CHP) döneminin en katı ve karanlık safhasını içine alan 1926–1948 yıllarında devletçe satılan cami, mescit, medrese, türbe ve zaviyelerin haddi hesabı yoktur.
Devlet, bu tarihlerde bir yandan özel veya özerk olarak işletilen hemen bütün şirketleri satın alıp resmileştirirken, bir yandan da mâbetlere ait bulunan arsa ve binaları özel kişilere satmanın yolunu tuttu.
Haraç–mezat satılan bu önemli arsalara talip olanların çoğu Yahudî veya Hıristiyan azınlıktan kimseler oldu.

İstanbul'dan sonra Edirne

Camileri, mescitleri en çok satılan şehir, aynı zamanda Osmanlı'nın başşehri İstanbul'dur. 
Ondan sonra da Edirne geliyor.
Edirne, hem bir serhad şehri, hem de İstanbul'dan önceki Osmanlı başşehridir.
Bilhassa bu iki mühim şehirdeki mabedlerin satılmasına ağırlık verilmesinin bir sebebi İslâmiyete olan tahammülsüzlük ise, diğer sebebi de Osmanlı'dan, onun kültürel varlığından duyulan rahatsızlık olsa gerektir.
Edirne'de çıkan aylık kültür dergisi YÖRE'de, vaktiyle mülkiyeti satılan ve az bir kısmının geride sadece küçük belirtileri kalmış bulunan bu camiler hakkında geniş ve tatminkâr bilgiler yayınlandı.
Bu bilgilerden biri de, 22 Ocak 1948 tarihli duyuruyla yapılan Balaban Paşa Camii yanı sıra 14 camiye ait mülkiyetin satışıyla ilgilidir.
1440'larda Tokat ve Menteşe Beylerbeyliği de yapmış olan Balaban Paşanın kendi adına inşa ettirmiş olduğu bu cami, eldeki malûmata göre 1926'da tamamıyla yıkılmış olarak görünüyor. Caminin taşları ise, aynı sene içinde 30 lira bedelle kaldırım inşasında kullanılıyor.
Arsasının bir kısmını da, 1940'ta metre karesi 23 kuruş bedelle belediyede ambar memuru ve merkez tahsildarı olan kişi satın alıyor.
Mülkiyetin geri kalan kısmı ise, 22 Ocak 1948'de 350 lira tahmini bedelle açık arttırmaya çıkartılıyor. Bina kısmından geriye hiç eser kalmayan bu mülkiyetin yeni sahibi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir Yahudi oluyor.


Muhalifleri bitirme kumpası: İzmir Sûikastı


Muhalifleri bertaraf etmek için daha evvelden tasarlandığı anlaşılan muhayyel "İzmir Sûikastı Hadisesi", 14/15 Haziran (1926) gecesinde ifşâ edildi.
Söylentiye göre, İzmir Valisi Kâzım Dirik'e gelen Giritli Motorcu Şevki isimli şahıs, bazı kimselerin M. Kemal'e sûikast plânladığı ihbarında bulunuyor. 
Ortaya atılan "resmî iddia"ya göre, eski Lazistan mebusu Ziya Hurşit ile arkadaşları, iki gün sonra İzmir'e gelmesi beklenen M. Kemal'e sûikast yapıp kaçmayı plânlamışlar. 
İhbarı ciddiye alan valilik, derhal harekete geçer ve adı geçen şahıslar tutuklanmaya başlanır. Tevkifler, İzmir'le sınırlı kalmaz, ayrıca Ankara ve İstanbul'dan da tanınmış şahsiyetleri içine alacak şekilde genişletilir. 
Tutuklananlar arasında Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat ve Erzurumlu Rüştü Paşa gibi eski İstiklâl Harbi komutanlarıyla, yakın zamanda kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TCF) şöhret kazanmış şahsiyetleri de var. 
Hadiseye neresinden bakılırsa bakılsın, yapılan işin bir tertip, bir komplo ve bir kumpas olduğu âşikâr. 
İktidardaki Halk Partisi, muhalifleri sindirmek için, yine kendisinin plânlamış olduğu entrika dozu yüksek bir operasyondur, muhayyel İzmir Sûikastı Hadisesi. 
Evet, bu sûikast iddiası, tamamıyla hayalidir. Zira, M. Kemal, o tarihte henüz Balıkesir'de olup, ortada teşebbüs edilmiş bir sûikast mevcut değildir. 
Nitekim, bilâhare İzmir İstiklâl Mahkemesine çıkarılan eski Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa da, orada gördükleri karşısında hayrete düşer. 
Karabekir, hiç ilgisiz insanların, hayatta hiç tanışmamış ve görüşmemiş kimselerin nasıl olup da aralarında işbirliği yapmış oldukları iddiasıyla mahkemeye sevk edildiklerini hayretle sorar. (Bkz: Günlükler)
Ankara'dan İzmir'e sevk edilen uyduruk İstiklâl Mahkemesi, hayalî sûikastten birinci derecede sorumlu ilân ettiği Ziya Hurşit ile 13 arkadaşını idam cezasına çarptırır. Yani, hiç vuku bulmamış bir sûikast ihtimaline binaen tam 14 vatan evlâdı orada idam ettirilir. 
İdam edilmeyenler de, siyasetten ve ülke yönetiminde bulunmaktan büyük ölçüde men'edilir. 
Düşünün ki, idamdan kıl payı kurtulan Karabekir Paşa bile, ömür boyu casus takibi altında bulundurulur. Fakir ve sefil bir hayata mahkûm edilmek istenir. Elindeki evraklar ile yayına hazırlamış olduğu kitaplar yakılarak yok edilir. 
Öyle ki, paşanın yeniden siyasete atılması dahi, ancak 1939 seçimlerinden sonra mümkün olur. 
Netice itibariyle, yakın tarihteki bu ve benzer olaylara baktığımızda, gerek Şeyh Said Hadisesi ve onunla bağlantılı addedilen TCF denemesi, gerekse Menemen Hadisesi ve yine onunla irtibatlı kabul edilen SCF denemesinin, esasında bir tertip, önceden tasarlanmış bir kumpas olduğu kanaatine varıyoruz. Bunlara, Dersim operasyonlarını da dahil etmek mümkün. 
İktidardakiler, muhaliflerini ezmek ve bertaraf etmek için, her yolu mübah görmüşler ve her türlü zulümkârlığı irtikâp etmişlerdir.

Her ihtimale karşı 14 idam

Tarih, 13 Temmuz 1926: İzmir sûikastı dâvâsı nihaî karara bağlandı. 
Dâvânın soruşturma müddeti bir ay bile sürmedi. Ne hayrettir ki, sadece üç haftalık bir mahkeme safhası ardından 14 idam ve birçok kişiye de muhtelif ağır cezalar kesildi. 
Birçoğu mebus olan idamlıklar listesinde şu meşhûr isimler yer alıyor: Saruhan milletvekili Halis Turgut, İstanbul milletvekili İsmail Canbulat, Erzurum milletvekili Rüştü Paşa, eski Lazistan milletvekili Ziya Hurşit, Trabzon milletvekili Hafız Mehmed, eski Ankara valisi Abdülkadir, Kara Kemal ve diğerleri...

İzmir'den tekrar Ankara'ya

Hayalî "İzmir Sûikastı" bahanesiyle muhalif kişilere yönelik cezalandırma işlemine İzmir'den sonra Ankara'da da devam edildi.
13 Temmuz 1926'da İzmir'de karara bağlanan dâvâ neticesinde, asker ve siyaset erbabından onlarca kişiye ceza yağdırıldı. Bazı asker ve mebuslar idam edildi.
İktidar kanadının muhalifleri bitirme planı henüz tamamlanmamıştı. İzmir'den sonra Ankara'ya gelen İstiklâl Mahkemesi üyeleri, aynı dâvânın devamı mahiyetinde burada da faaliyetine devam etti.
Ankara İstiklâl Mahkemesinin 26 Ağustos 1926 tarihli tebliğ kararına göre, aralarında Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay'ın da bulunduğu birçok asker ve siyasî muhalifin daha cezalandırılması isteniyordu.
Verilen karar gereği, Rauf Bey ve bir grup arkadaşı çeşitli hapis ve sürgün cezasına çarptırılırken, birçok mebus, bürokrat ve askerin de aralarında bulunduğu kimseler ise Ankara'da idam edildi.
Baskıların artması üzerine, önce milletvekilliğinden istifa eden Refet Bele Paşa, bir süre sonra askerlik mesleğinden de ayrılmak zorunda kaldı.
Mahkemede idam edilmekten kurtulabilen, ancak askerî ve siyasî faaliyetlerine takoz konulan diğer meşhurlar ise şunlar: Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Paşalarla milletvekillerinden Faik, Sabit, Halet, Feridun Fikri, Kâmil Zeki, Bekir Sami...
* * *
Halk Partisi zihniyetine muhalif görülen asker, sivil, bürokrat, siyasetçi, onlarca vatanperveri cezalandıran İstiklâl Mahkemesi, başlangıçta (1920) başka maksatlarla (vatan hainlerini cezalandırma maksadıyla) kurulmuştu. 
1924'ten sonra ise, bu mahkeme doğrudan doğruya tek parti zihniyetine muhalif olanları ezme, sindirme ve hatta yok etme politikalarının âleti haline getirildi... Evet, İzmir Sûikastı hayalî bir vakıa olduğu gibi, verilen ağır kararların gerekçeleri de birer bahaneden öteye gitmiyor... Düşünün, koca devletin istihbarat teşkilâtı ile bilumum emniyet birimlerinin göremediği, tesbit edemediği bir suikast plânını İzmir'de balıkçılık yapan Şevki isminde bir motorcu görüp tesbit etmiş...
Bu arada, muhbirlik yapan motorcu Şevki'ye de o günün parasıyla devlet kesesinden 6500 liranın mükâfat olarak verildiğini hatırlatmış olalım.

Yeğen Orbay anlatıyor

O dönemi en iyi bilen şahitlerden biri de, ilk başbakanlardan Rauf Orbay'dır. 
Rauf Orbay'ın yeğeni Zafer Orbay'ın konuyla ilgili hatıraları Aksiyon dergisinin 574. sayısında (05.12.2005) yayınlandı. 
Zafer Orbay, İzmir Sûikastı hakkında dayısından edindiği bilgiler ışığında şu değerlendirmeyi yapıyor: "Baştaki paşalar, ülkede yeni bir yönetim istiyor. Bu sebeple muhalif partilerin kurulmasına da müsaade ediliyor. Ancak, niyet başka. Meselâ, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması için birçok komplo hazırlandı. Bunlardan bir tanesi de İzmir Sûikastiydi." 
Bu, doğru bir tesbittir. Zira, Şeyh Said hadisesiyle birlikte muhayyel İzmir Sûikastı da bahane edilerek CHF'ye muhalif olan bütün kişi ve gruplar sindirildi. Bununla da yetinilmeyerek partileri kapatıldı ve siyasî hayatları bitirilmek istendi. 
Nitekim, İstiklâl Harbini ilk başlatan Kâzım Karabekir Paşa bile, ancak M. Kemal'in ölümünden sonra (1939) mebus seçilerek Meclis'e geri dönebildi.


Şapkadan sonra heykel furyası
Lozan Antlaşmasının imzalanmasından hemen sonra (1924) Hilâfet makamı ilga edilmiş, medreseler kapatılmış, Şer'iye Vekâletine son verilmişti.
Bundan bir sene sonra ise, kılık–kıyafet inkılâbı adı altında sarık yasaklanmış, cebrî bir kànunla şapka giyilmesi mecburi kılınmıştı. (Bu arada, şapkaya muhalefet edenlere idama varan ağır cezalar verilmeye devam ediyordu.)
"Avrupalılara benzeme" furyasının had safhaya vardığı o günlerde şapka giyilmesi "medeni olmanın göstergesi" şeklinde lanse ediliyordu.
Müslüman Türkiye'yi ve Türkiye halkını Avrupalılara benzetmek için, sırada bekleyen daha başka adımlar ve düzenlemeler vardı.
Şapkadan bir sene sonraki (1926) adım, heykel meselesinde atıldı.

Sarayburnu'na ilk heykel

İstanbul Sarayburnu'ndaki M. Kemal'in heykeli, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görünür yere dikilen ilk heykeldir. 
Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel'e yaptırılan bu heykelin açılışı için, tek parti hükümeti tarafından 3 Ekim 1926'da resmî bir tören düzenlendi. 
Heykelin masrafları, İstanbul Belediyesi tarafından karşılandı. Bu tarihteki belediye başkanı Muhittin Üstündağ'dı. Açılış merasimini organize eden de oydu. 
(NOT: Bu şahıs, 1970'li yıllarda uzun süre CHP Genel Sekreterliği de yapmış olan Mustafa Üstündağ'ın babasıdır.)
Sarayburnu'ndaki heykel, aynı zamanda yeni rejimin "Avrupailik ideolojisi"ni sembolize ediyordu. 
Sarayburnu mevkii ise, İstanbul'un en gözde, en stratejik noktalarının birini teşkil ediyor.
Bu müstesna mevkiin arka (kara) kısmında Gülhane Parkı ile Topkapı Sarayı, sağında Marmara Denizi, solunda Haliç, önünde ise İstanbul Boğazı yer alır.
Dolayısıyla, ister sâhil yolu, ister demiryolu ve isterse deniz yolundan, İstanbul merkezine kim nereden gelirse gelsin veya nereye giderse gitsin, illâ ki Sarayburnu'ndan geçmek, hiç olmazsa burayı görmek durumunda kalıyor.
İşte, bu heykel için İstanbul'un, dolayısıyla Türkiye'nin en gözde, en stratejik noktasının tercih edilmesinin asıl maksadı şudur: Dünyadan, bilhassa Avrupa'dan denizyolu veya demiryolu ile gelecek diplomat ve turistlerin en rahat şekilde bu heykeli görmeleri sağlanırken, bir taraftan da Türkiye'den dünyaya, hasseten Batı'ya şu mesaj verilmek isteniyordu: "Bakın, biz değiştik. Artık eskisi gibi değiliz. Dinde reform yaptık. İslâmdan uzaklaşarak size benzemeye başladık. Haberiniz olsun. İşte gözünüzle görüyorsunuz." 
* * *
Yapım ve döküm işi Avusturya'daki bir atölyede tamamlanarak İstanbul'a getirilen Sarayburnu'na dikilen 3 metre yüksekliğindeki bu heykelin "açılış merasimi" vesilesiyle, Birinci Reis M. Kemal'den de bir tebrik mesajı gelir. 
Telgrafla gelen mesajda şu ifadeler kullanılıyor: "Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm–i küşat (açılış töreni) münasebetiyle hakkımda izhar buyrulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arz ederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır." (Gültekin Elibal, Atatürk ve Resim–Heykel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1973, s. 194.) 
Aynen öyle oldu. Heykelperestler ile heykeltraşlar, bu tarihten sonra Türkiye'de söz sahibi oldular; hemen her tarafa heykel diktiler ve bu işten çokça para kazandılar. 
1926'dan beri devam edegelen heykelcilik faaliyeti, Türkiye'yi büyük ihtimalle dünya birincisi olma noktasına getirmiştir.

Bediüzzaman'la heykel tartışması

Şimdi biraz gerilere doğru gidelim ve yeni Türkiye'de ilk heykelcilik teşebbüsünün ne zaman ve nasıl başladığını irdelemeye çalışalım. 
Heykelcilik tartışması, Türkiye'den henüz Cumhuriyet kurulmadan başladı. 
Bizim tesbitlerimize göre, ilk büyük tartışma 1923 yılı başlarında M. Kemal ile Said Nursî arasında yaşandı. 
"Son Şahitler"den Vanlı Tevfik Demiroğlu, ilk Meclis'te Siverek mebusu Abdülgani Ensari, Av. Hulusi Bitlisî Aktürk ve Afyon'da askerliğini yapan Şarköylü Hasan Ergen, bu noktaya müştereken parmak basıyorlar. Onların görüp anlattıkları birbirini tamamıyla teyid ediyor. 
Bu şahısların, gerek bizzat müşahade ederek ve gerekse Said Nursî'nin kendisinden dinleyerek aktardıklarına göre, 1923 yılı başlarında Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî ile Meclis Başkanı Mustafa Kemal arasında dört konuda çok sert tartışmalar ve münakaşalar yaşandı. 
O tarihte münakaşa ettikleri konular sırasıyla şöyledir: 
1) Said Nursî'nin mebuslara hitap ederken öncelikle imandan söz etmesi ve namazın ehemmiyetini nazara vermesi. 
2) M. Kemal'in içkiye dair fetva istemesi. 
3) Aynı şekilde, kadınların açık gezebilmelerine dair fetva istenmesi. 
4) Heykellerin dikilebileceğine dair fetva istenmesi. 
Son üç madde ile ilgili fetvanın istendiği tarih, tam da II. Lozan görüşmelerinin Türkiye ve Avrupa gündemini işgal ettiği günlerdir. 
Belli ki, gizli Lozan görüşmeleri esnasında, Türkiye'de bir "dinî reform" hareketinin başlatılması ve bazı örneklerinin âcilen sergilenmesi istenmiştir. 
Bu süreçte, henüz Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmamıştır. Ankara, Şeyhülislâmlık makamından da kopmuş olduğundan, bu konuda en yetkili, en otoriter şahsiyet olarak Dârü'l–Hikmeti'l–İslâmiye âzâsı olan Said Nursî görüldüğü için, fetva da ondan istenmiştir.

İstiklâl kahramanı, İstiklâl Mahkemesinde

Yakın tarihimizin gerçek kahramanlarını bugünkü nesil pek bilmiyor, tanımıyor.
Onlar hakkında var olan bilgilerin çoğu ya eksik, ya da yalan–yanlış şeylerden ibaret.
Çünkü, o yiğitlere sahte kahramanlar tarafından hain damgası vurularak devre dışı bırakıldılar, yahut bertaraf edildiler.
İşte, çok zalimâne bir manevra ile bertaraf edilen o cesur kahramanlardan biri de Erzurumlu Rüştü Paşadır.
Şimdi, bir şehid–i mazlûm olduğuna kanaat getirdiğimiz bu mümtaz paşamızı biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

Rüştü Paşanın idamı

Dadaşlar diyârı Erzurum'un gözbebeği, İstiklâl Harbi kahramanı, İstiklâl Madalyası sahibi Rüştü Paşa, İstiklâl Mahkemesinin hakkında idam kararı vermesi üzerine, 3 Kasım 1926'da karar hükmü infaz edildi. (Bkz: TC Kronolojisi, TTK Yayınları, s. 463) 
Rüştü Paşaya isnat edilen suç şuydu: İzmir Sûikastını tertipleyenler arasında yer almak.
Oysa, Rüştü Paşa, sehpaya doğru giderken, ölüme giden bir insanın yalan söylemeye tenezzül etmeyeceğini hatırlattıktan sonra, yemin–billah ederek, hakkındaki iddiaların asılsız olduğunu ve sûikast tertibi ile bir alâkasının bulunmadığını haykırarak ilân etmiş dürüst bir şahsiyettir. 
Gerçekte ise, sırf M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşaların ekibine taraftar olmadığı ve 1925'te siyaset sahnesine çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına dahil olduğu için, onun ismi kasten sûikast hadisesine karıştırılmış ve zulmen idam edilmiştir.
(NOT: Rüştü Paşanın idam edildiği gün, fikir ve dâvâ arkadaşı Refet Bele de milletvekilliğinden istifa eder.)

Mezar yeri meçhûl

1872 senesinde Erzurum'da dünyaya gelen Rüştü Paşa, 1893'te harp okulunu bitirdikten sonra, sırasıyla Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşına iştirak etti. 
Bilhassa, 1915 yılı başlarındaki Sarıkamış Harekâtı esnasında defalarca ölümle burun buruna geldi. 
Benzer tehlikeleri, İstiklâl Harbi esnasında atlattı. 
Gaziydi, harp madalyası sahibiydi, büyük ordulara defalarca kumandanlık yapmış bir kahramandı.
Ne var ki, Ağustos 1923'te Erzurum mebusu seçildikten sonra, hayata bakışı ve dolayısıyla hayatının seyri değişmeye başladı. 
Ankara'da ayyuka çıkan siyasî çirkefliklere ve ayak oyunlarına şahit olunca, eskiden beri tanıştığı, can dostu olarak gördüğü nisbeten temiz, dürüst adam Kâzım Karabekir Paşanın yanında ve başında bulunduğu TCF safında yer aldı. 
Rüştü Paşa, bu yaştan sonra daha fazla ilgi ve itibar beklerken, ne yazık ki, hiçbir alâkasının bulunmadığı suçlarla itham edildi ve aylar süren yargılamaların neticesinde idam sehpasına götürüldü.
İdam edildiğinde, henüz 54 yaşındaydı. Mezar yeri hakkında ise, net bir bilgiye ulaşamadık. Birkaç kader arkadaşıyla birlikte İzmir'de meçhûl bir yere defnedildiği kuvvetle muhtemel görünüyor.
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Eski dostlar düşman oldu
Nutuk'taki Karabekir
Mustafa Kemal, 15–20 Ekim (1927) tarihleri arasında yapılan CHP İkinci Kurultayında meşhûr Nutuk'u okudu.
Altı gün boyunca okunan bu Nutuk'ta 1919–1927 yılları arasındaki hadiselerden söz ediliyor. Son bölümde ise, daha ziyade Kâzım Karabekir Paşanın ismiyle bağlantılı şekilde zikredilen Şeyh Said hadisesi, şapka meselesi, Terakkiperver Fırkası ile İzmir Sûikastı olayları anlatılıyor.
Haliyle, bütün bu olayların günahına en büyük hissedar olarak Karabekir Paşa ortak ediliyor.
İşte, bu ithamları duyunca büsbütün kahırlanan Karabekir'in siyasî ve askerî hayatı da, bu tarihten sonra bütünüyle değişmeye başlıyor. 
İzmir'de kurdurulan İstiklâl Mahkemesinde de yargılanan ve idamdan kılpayı kurtulan Karabekir Paşa, Ankara'dan ayrılmak ve İstanbul'a gelip yerleşmek mecburiyetinde kalıyor.
Ne var ki, İstanbul'da da rahat bırakılmadı, tam 10 yıl müddetle daimî bir takip ve tarassut altında tutuldu.
Karabekir, hatıralarını yazdığı "İstiklâl Harbimiz" adlı eserini bu dönemde kaleme aldı. Ancak, hükümetin kararıyla bu eseri daha basılamadan toplatılıp yakıldı.
Kezâ, hanesine defalarca baskın yapılarak evrakları toplattırılıp götürüldü ve imha edildi. 
En az 70 çuval dolusu tarihî belge ve bilginin evinden götürüldüğü tahmin ediliyor.
İşte, hayatının en sıkıntılı yıllarını bu dönemde (1924–39) yaşayan Kâzım Karabekir, o kahredici günlerin ardından, nihayet 1939'da yeniden mebus seçilerek parlamentoya girdi.
26 Ocak 1948'de kalp krizi sonucu vefat ettiğinde, Meclis Başkanlığı makamında bulunuyordu.

Hiç yorum yok: