2000 yılı başlarında birkaç Avrupa ülkesine seyahat ettiğimde dikkatimi çeken en büyük sorun 'nüfus yaşlanması' idi. Başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın bir kâbusuydu. Nüfus yaşlanması ekonomik ve sosyal birçok sorunun da sebebi. Hükümetler çocuk sayısını artırmak için birtakım teşviklere başvurmuş olsalar da sorun çözülebilmiş değil.
Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü(OECD)'nün yaptığı bir araştırmaya göre 2060 yılına kadar, nüfus yaşlanmasından dolayı Almanya kadar hiçbir sanayi ülkesi dünya ekonomisindeki etkisini kaybetmeyecek. 50 yıl içinde dünya ekonomisine etkisi bakımından, Meksika ve Endonezya'nın bile gerisinde kalacakmış Almanya.
Sadece Batı Avrupa'da değil, Japonya gibi geçen yüzyılın ileri teknolojiye sahip sanayileşmiş ülkelerde de aynı sorun yaşanıyor. Bu ülkelerde evli çiftler ya hiç çocuk yapmıyorlar yahut az çocuk yapıyorlar. 'Doğum kontrolü' ile başlayan süreç neredeyse 'doğumsuzluk' olarak neticelendi. İnsanın kendi kendini kısırlaştırdığı bir durum meydana geldi. Kısırlaşmanın sosyal ve ahlaki değerlerde de yaşandığını belirtmeliyiz.
'Felaket çağı'nın bedeli
'Nüfus neden yaşlanıyor' sorusu geçen yüzyılın karakteriyle ilgili. 20. Yüzyıl bir 'felaket çağı', 'topyekun savaşlar çağı', 'katliamlar çağı' olarak nitelendiriliyor. Bu nitelemeler 20. Yüzyıl'ın insan belleğindeki yerini anlatıyor. Mesela felsefeci İssiah Berlin 20. Yüzyıl'ı 'Batı tarihinin en dehşet verici yüzyılı' olarak hatırladığını söyler.
İngiliz bir sanatçı ise 20. Yüzyıl'ı, insanlığın o zamana kadar idrak ettiği en büyük umutları canlandırdığını, ancak bütün hayalleri ve idealleri de yıktığını ifade eder. 20. Yüzyıl'da yazılmış romanlar, öyküler, şiirler (ve resimler) bu ruhsal yıkımı anlatan birer belgedir. 20. Yüzyıl insan belleğinde 'babaların oğulları gömdüğü bir yüzyıl' olarak kalmıştır.
İnsanlık I. Dünya Savaşı'nın acılarını atlatamadan, ilkinden daha şiddetli bir ikincisini yaşadı. Sonrasında dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan 'vekalet savaşları' bu insanlık dramasını sürdürdü. Bütün bunlar 'nasıl bir dünyada yaşıyoruz' sorusunun daha derinden hissedilmesini sağlayan bir kaygıyı ifade ediyor. Nüfus yaşlanmasının ileri boyutlarda olduğu ülkelerin, her iki dünya savaşını yaşayan sanayileşmiş ülkeleri olması tesadüf değil.
Sınırsız büyüme arzusu
Teknoloji insanlara büyük bir rahatlık sağladı ama mutlu etmeye yetmedi. Savaşların yıkıcılığının yanısıra 'sınırsız büyüme arzusu' ve bu arzuyu kamçılayan 'imkanların kıtlığı' algısı insanların iç dünyalarında büyük kırılmalara sebebiyet verdi. Dinin ortak yaşamdan uzaklaştırılması da moral değerler üzerinde yıkıcı bir etki meydana getirdi. Bu yüzden 20. Yüzyıl, 'kaygı'nın yeni hastalıklar ve saplantılar ürettiği bir yüzyıldır.
Kaygı'dan beslenen saplantılardan biri de insanların çocuk yapmaktan kaçınması. Evlerin neşesi azaldı, bencillik arttı, geleceğe dair umutlar tükendi ve bir büyük yalnızlık sardı insanları. Yaşam ömrü uzadı, ancak yaşamdan duyulan haz da azaldı.
Kurgulanmış bir kıtlık algısının 20. Yüzyıl'ın Batı Avrupa insanı nezdinde yarattığı kaygılardan biri nüfus artışıydı. Mesela meşhur sanat tarihçisi Ernst Gombrich '20. Yüzyıl'ın başlıca karakteristiği dünya nüfusundaki müthiş artıştır. Bu bir felakettir: Ne yapacağımızı bilemiyoruz' demişti. Oysa nüfus artışı bir yerde insanın gelecekten umutlu olmasıyla ilgiliydi. Teknolojik ilerleme ve sanayileşme bu umudu beslemiş görünüyordu.
Arnold Toynbee başta olmak üzere birçok Batılı filozof doğum oranlarının yasalarla desteklenerek düşürülmesi gerektiğini savunmuştı. 21. Yüzyıl'ın başında ise Avrupa kâbusa dönüşen nüfus yaşlanmasını nasıl önleyeceğini bilemiyor. 'Kıtlık algısı' ve Kaygı'nın tükettiği 'hayat'ı yeniden kazanmak, insanı ve dünyayı yeniden yorumlamakla mümkün. Hayatı insanlığa yeniden kazandırmak için 'ekonomi'nin anlamını ve yönünü değiştirmek gerekiyor. Bu görev daha çok, büyük bir genç nüfusa sahip İslam dünyasının aydınlarına düşüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder