Balkanlara yolu düşenlerin hemen fark ettiği bir durum vardır: Müslümanlar arasında bir yanda dine yönelim, arayış artarken diğer taraftan farklı din anlayışları gündeme gelmekte. Özellikle Sovyetlerin çökmesinden sonra Müslümanların yaşadığı geniş coğrafyada farklı ulusal kimlikleri paylaşıyor olmalarına rağmen benzer sorunlarla karşılaşmaları yeni bir durumdu. Bir yanda geleneksel kültürden beslenen bir din anlayışı diğer tarafta özellikle Ortadoğu kökenli eğitimden geçen gençlerin temsil ettiği din anlayışı.
Bu farklı din anlayışı sorunu aslında sadece Kafkaslar, Orta Asya'dan Balkanlar'a uzanan geniş coğrafyadaki Müslümanların yüzleşmek zorunda kaldıkları bir durum değil. Benzer durum farklı boyutlarda Batı'da yaşayan Müslüman göçmenler arasında da gözlemlendi. Ancak Batı'daki sorun Müslümanlar arasındaki farklı anlayışların kendi içlerinde doğurduğu gerilimden çok entegrasyon politikalarının ortaya çıkardığı uyumsuzluk sorunuydu. Ait oldukları kültürün şekillendirdiği İslami kıyafete, İslami hayat tarzına sahip çıkmak batılı toplum ve yöneticileri açısından radikalizmdi. Tek kültürlülüğe alıştıkları için farklılıkları görmeyecek kadar miyop bir bakışla selefî ile sufî dini akımları aynı düzlemde görmeleri normaldi. Özellikle 11 Eylül'den sonra asimilasyon tedirginliğini "terör korkusu" alınca Almanya, İngiltere gibi ülkeler dini akımları yakından takip eden, farklılıkları gözeten ve buna göre yeni politikalar üreten birimler kurmaya başladı. Dolaylı ve doğrudan istihbarat servisleriyle ilişkili birçok entegrasyon kuruluşları devreye girdi, yayınlar yapılmaya başlandı.
Bu konudaki en sert uygulamalarda Almanya'nın başı çektiği söylenebilir. Emperyal deneyimi olmayan, etnik kökene dayalı toplum bilinci güçlü olan Almanya'nın Müslüman gerçeğiyle yüzleşmesi Fransa ve İngiltere'den farklı oldu. 11 Eylül'den sonra Alman devlet desteğiyle Müslümanlara yönelik yayın yapmak üzere kurulan "Qantara" adlı sitede yer alan bir incelemeye göre İngiltere'nin "radikal İslam"la mücadele yöntemleri hayli düşündürücü. Ancak İngiliz istihbaratının ve devlet geleneğinin Müslümanlara yönelik birikimi göz önüne alındığında anlaşılır bir durum. Bana ilginç gelen ayrıntı şu: İngiliz devleti "radikal akımlar"la mücadele etmek, onları topluma kazandırmak (ehlileştirmek) için Selefî gruplarla işbirliği stratejisi geliştirmiş. Başta Amerika olmak üzere tüm batılı literatürde radikalizmin (fundamentalizm olarak da okunabilir) kaynağı olarak belletilen selefîlikle bu akımların önünü kesmek için temasa geçilmiş. Bu çelişik durumu ismini vermeyen bir Anayasayı Koruma Kurumu üyesi şu şekilde açıklamış: Şeytanı kovmak için iblisi üstüne salıyoruz...
Bu ayrıntıyı burada kesip, meseleyi Selefîlik, Sufîlik ya da başka bir din anlayışı tartışması olarak ele almadan olayın siyasi boyutu, özellikle 'uluslararası siyaset aracı' olarak nasıl kullanışlı hale getirildiği üzerinde düşünmekte yarar var. Tekrar Balkanlar'a dönecek olursak, Bulgaristan'dan Bosna'ya kadar Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyada bu anlayış farklılığının birden bire nasıl dini ve toplumsal ayrışmaya dönüştü/rüldü/ğü konusu İngiliz örneğine bakılarak açıklanabilir. İngiliz devleti Müslümanlarla ilişkisinde tek bir model uygulamasa da bu son örnekle soğuk savaş sonrası süreçte yaşananlar çok örtüşmektedir.
Çok iyi tanıdığımı düşündüğüm İngiliz Müslüman topluluğunda genel eğilimi hiç de Selefî akımlar temsil etmez. Çoğu Pakistan ve Hint alt kıtasından gelenlerden oluşan Müslümanların büyük kısmı bu coğrafyadaki geleneksel İslami yapılanmalarla doğrudan ilişkilidirler. Bu cemaatler Pakistan'daki, Bangaldeş'teki hakim dini kültürü ve yapılanmayı İngiltere'ye taşımış, oradaki Müslümanların hem sosyal hem de dini ihtiyaçlarını önemli ölçüde karşılamaya çalışmış yapılanmalardır. İngilizlerin uyumlu oldukları var sayılan bu cemaatler yerine marjinal kalan, radikalizmi beslediği söylenen Selefî akımlara destek vermesi ince bir hesap işi olmalıdır.
Benzer biçimde Balkanlar'daki İslam anlayışı önemli ölçüde Osmanlı geleneğinin devamı olarak şekillenen bir din anlayışıdır.
Soğuk Savaş'ın bitişiyle dini konularda devlet baskısının kalkması sonucunda Müslüman toplumlarda önemli ölçüde dine dönüşün yaşanması kaçınılmazdı. Kafkaslar'dan Balkanlar'a uzanan coğrafyada yeni dini uyanış gözlemlenirken özellikle Selefîlik çerçevesi içinde değerlendirilebilecek (bu çoğu kez Vahabilik olarak da karşımıza çıkabiliyor) dini akımlar gençler arasında önemli bir yaygınlık kazandı.
Çoğu Arabistan gibi ülkelerde dini eğitim alan bu gençler ülkelerine döndüklerinde ailelerinin, kendi toplumlarının, kültürlerinin din anlayışı ile çatışmaya girdiler. Kendisinden başka her türlü din anlayışına kuşkuyla bakan dışlayıcı bir öğreti gençlere mutlak İslam olarak öğretilirken bunlar tüm enerjilerini toplumda örnek olmaya değil anne babaları ve onların din anlayışları ve kültürleriyle çatışmaya harcadılar. Zamanla toplumdan soyutlanan bu ilk neslin enerjisi adeta Müslümanlarla kavgaya harcandı. Temsil ettikleri din anlayışı o coğrafyanın ne kültürüyle ne de din anlayışıyla uyuşmadığı gibi kendileri gibi düşünmeyen geniş kesimlere iyiliği tebliğ etmek yerine onları dışlamaya dayanıyordu. Zamanla soyutlanan, toplumla uyum sorunu yaşamaya başlayan bu neslin bunalıma girmesi, farklı arayışlara girmesi kaçınılmaz oldu. İslami yönelimi, arayışı bu şekilde marjinalize edip İslam'ı adeta terörize ettikten sonra uyumlu İslam politikalarının devreye girmemesi düşünülemezdi.
Sorun Selefî ya da Sünnî olmak değil bu durumun siyaseten neye hizmet ettiğidir. Yani: Şeytanı kovmak için iblisi üstüne salmak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder