Endülüs mevsimi
Endülüs'e bir mevsim yakıştırılsa, her halde bu son bahar olurdu! Bu medeniyet, hâlâ bütün dünyayı doyuran olgun meyveler verdi. Din ilimlerinden felsefeye, teknik ilimlere, tıbba kadar bu medeniyetin verimleri yüzyıllar boyunca insanlığın mirası oldu. Elbette bugün herkes İbn-i Rüşd veya İbn-i Hazm okuyarak Endülüs'ü tanımıyor. Hatta mutasavvıfların en sırlısı Muhyiddin Arabi'nin görüşlerini bilerek Endülüs hakkında fikir sahibi olmuyor. Fakat ayakta kalabilmiş Endülüs mimarî mirası bütün insanlığın bediî (estetik) değerlerine istikamet verecek olağanüstü güzelliği, inceliği ve insaniliği ile zamana meydan okuyor.
Bugün Endülüs bizim için mimarisi ile konuşan bir medeniyet. Bu ince ve derinden hitabı duyabilenler onun büyüklüğünü, değerini anlamakta güçlük çekmiyorlar.
Endülüs gerçekten "büyük medeniyet". Yalnız bilginin derinliklerine ermişliğiyle değil, insani güzelliği kavrayışındaki mükemmellikle de muhteşem. Tevazuyu esas alan bu medeniyetin her sahada büyüklüğünü tescil ettirecek emarelerini görebiliyoruz. Gelecek yüzyıllarda mütehakkim Avrupa'nın mirasını talan ederek yükseldiği bu medeniyet neden varlığını sürdüremedi? "Barbarlar" karşısında kendini savunamadı?
Bu sonbaharda Endülüs'teyiz... Mehmet Sılay dostumuzla birkaç ay önce Kaşgar'da idik. Çin sınırında bir başka İslâm medeniyet merkezinin harabeleri arasında dolaşmıştık. Endülüs Kaşgar'dan, Türkistan'dan iki asır önce müslüman dünyanın bir parçası olmuştu. 8 asırlık varlığı 15. Yüzyılın sonunda noktalandığında, Türkistan hâlâ canlılığını koruyordu. Asıl önemlisi, Endülüs'ten iki asır sonra İslâma yönelen Türkler, bir buçuk yüzyıl içinde kuzeyden Avrupa'nın doğusuna ve Karadeniz'e, güneyden Anadolu'ya ve Suriye üzerinden Akdeniz'e ulaşmıştı.
İslâmın batısından inkıraz emareleri görülürken, doğusundan gelen taze güç merkezdeki çöküşü engellemişti. İslâmın bu yeni hayatiyet devrinde dört asırdır İslâma kazandırılamayan Doğu Roma'nın merkez toprakları, yani Anadolu Müslümanların eline geçmişti. İşte bu gelişme Haçlı seferleri olarak bilinen Avrupa'nın barbar saldırısının fitilini ateşledi.
Haçlı Avrupa'nın Kudüs'le, Anadolu ile meşgul olması, Endülüs'ü rahatlatmış olmalıdır. Haçlılar iki asırdan fazla devam eden bu seferlerden askeri olarak mağlup ayrılsalar da, kendi açılarından güçlenerek çıktılar.
Endülüs İslâmın Avrupa'nın batısında neşv-ü nema bulduğu topraklar. Bu toprakların kazanılmasında en fazla adı geçen Tarık bin Ziyad gemileri yakarak muhtemel bir dönüşü engellemek istemişti. Paris yakınlarına kadar ulaşan İslâm ordularının dönüşü, kaç asır sonraki mağlubiyeti içinde barındırıyor olmalıdır. Bir defa yenilmekle geri çekilmek gerçek bir zafiyetten başka nedir ki.
Türklerin Anadolu'da ve Ortadoğu'daki varlığı haçlılara nasıl rahatsızlık veriyorsa, Endülüs Müslümanlarına da güç veriyordu. Nitekim, Endülüs Müslümanları ile savaşan İspanyollar, düşman ordunun içinde mübalağalı sayıda Türk askerinin bulunduğunu iddia ediyorlardı! Bu onlar için Müslümanların yardım beklentisi ile eş değer bir korkuyu besliyordu.
Kastilya kralları, Osmanlı'nın güçlenişini yakından takip ettiler. Osmanlıların balkanlardaki ilerlemelerinden ciddi şekilde tedirgin oldular. Hele Yıldırım Bayezit'in haçlı ordusuna karşı kazandığı Niğbolu zaferi bu tedirginliği zirveye çıkardı.
Elbette çok tarihe dalmak istemiyoruz. Ama, Osmanlıların yükseliş dönemine rastgelen Endülüs felaketini önleme konusunda gerekeni yapıp yapmadıkları sorusunun tatminkar şekilde cevaplandırılamadığı yönündeki tedirginliğimiz bizi tarihe yöneltiyor.
Endülüs'ü gezerken Kurtuba'dan, o efsanevi başkentten başladık. İki medeniyetin karşılaşması, yarışması ve batının galebesini ilan etmesinin nasıl bir şey olduğunu orada gördük.
Kurtuba Ulucamii yüzyıllar boyunca yeni ilavelerle genişletilerek bin küsur sütunlu dünyanın en büyük camilerinden biri haline gelmiştir. Kurtuba'nın düşmesinden sonra galibin mağlubun medeniyeti karşısındaki ezikliğine bir cevap verilmesi gerekmiştir.
Bu cevap yıkarak, yok ederek verilebilirdi. Nitekim öyle yapılması düşünülmüş de, 5. Karlos, sadece bir kısmının yıkılarak büyük bir katedral yapılmasını uygun bulmuş.
Kurtuba camii, kemerlerle geniş bir alanı kapsayan fonksiyonel bir yapı olarak düşünülmüş, böylece de ihtiyaç oldukça genişletilmiş. Her yeni ilave çağının unsurlarını da taşıyor ama, bütüne ters düşmüyor. Katedral ise, bu yatay ve alçak gönüllü mimariye mütehakkim bir cevap mahiyetinde.
Yüksek kubbesi ve içindeki ikonografik unsurlar bu tahakküm hissini apaçık gözler önüne seriyor.
Kurtuba'ya gelenler, camiyi geziyorlar, camiin içindeki bu mütehakkim yapıya sıra gelince de kilise sıralarına oturup iki medeniyetin kıyaslamasını yapıyorlar.
Kurtuba camii için eskiden "Meskito -Katedral" denilirmiş. Yeni ifadede mescit (meskito) lafzı geçmiyor. Sadece "katedral" var.
Eğer Emevi mescidi olmasa idi, Kurtuba'daki "katedral"i gezmeye kaç kişi gelirdi? Avrupa'da sayısız katedral var. Bunların en muhteşemi de bu camiden kazanılmış olanı değil! Ona gösterilen ilgi, hiç şüphe yok ki, caminin yüzü suyu hürmetinedir!
Endülüs rengi
Endülüs mevsimi "sonbahar"sa, rengi de tabiî olarak sarıdır! Güz, yeşilin sarıya, sarının muhtelif tonlarına dönüşme mevsimidir. Sararan yapraklar çürümeye yüz tutarken, yani kahverengileşirken düşer ve toprağa karışır...
Sarı toprak rengidir... "Hâkî", yani "toprak rengi", yeşile çalar sarı renktir. Sonbahar hüznü bu renkle tecessüm eder. Endülüs'e bu rengi biz yakıştırmadık. Bu renk Endülüs mimarisinin galip rengidir. Bugün de o mimari taklid edilerek inşa edilen yapılarda bu renk kullanılıyor.
Endülüs gezisinin ilk gününde, Endülüs Emevi hilafetinin başkenti Kurtuba'nın Ulucamii'ni gezdik. Cami, avlusuyla ve minaresiyle birlikte muhtelif müdahalelere maruz bırakılarak ayakta tutulmuş. Minare çan kulesine dönüştürülmüş. Biz tam gezmeye başlayacakken, eski minareden mütehakkim çan sesleri gelmeye başladı. Bize bir hayli uzun gelen bu çan "resitali" galibin yüzlerce yıllık nutku idi!
Kurtuba'da Cami kısmen muhafaza edilmiş, saray yıkılıp yerine başpiskoposluk merkezi yapılmış. Gırnata, Kurtuba'dan sonra Endülüs'ün en güçlü başkenti. Beni Ahmer devletinin merkezi. Gırnata sarayının bir kısmı yıkılarak hiçbir kralın oturmadığı yine mütehakkim edalı bir saray dikilmiş. Cami ise katedrale dönüştürülmüş.
Avrupa'nın güney doğu ucunu teşkil eden İspanya, yaklaşık sekiz asır Müslüman ülkesi olarak var oldu. Bugünkü İspanya'nın başlangıcı olarak Kastilya Kralı 4. Henri'nin kızkardeşi İsabella ile Aragon kralının oğlu Ferdinand'ın 1492'de evlenmesi kabul edilir. Bu tarihte Gırnata İslâm devleti yıkılmıştır. Bu İspanya'daki Müslümanlar (ve Yahudiler) için bir dönüm noktasıdır. Yahudiler ve Müslümanlar Hıristiyan olmaya zorlanmış veya İspanya'yı terk etmeleri istenmiştir. O yakıcı Endülüs ağıtındaki ifadeyle,
"Endülüs'e öyle bir felaket çöktü ki yok bir eşi."
İspanya'da Müslümanların tarihi sekizinci asrın başlarına kadar gitmektedir. 711 yılında Tarık bin Ziyad şimdi kendi adıyla anılan boğazı aştı ve gemileri yaktı. Böylece Endülüs tarihi başladı. 8 yüzyıl devam eden İslam hâkimiyeti bundan beş asır önce tamamen sona erdi. Endülüs bir taraftan Avrupa kıt'asında Müslüman hâkimiyeti demekti, öte taraftan, baştan beri hızla muhtelif coğrafyalara yayılan İslâm'ın Hıristiyanlardan kazandığı bir anakara idi. Müslüman fetihleri başlangıçtan itibaren genellikle putperest ülkelerine doğru gelişti. Hıristiyanlardan geniş araziler fethedilemedi. Bunun iki önemli istisnası, Endülüs ve Anadolu'dur. Anadolu'nun fethi, Endülüs'ten yaklaşık üç buçuk asır sonradır. Anadolu'nun fethinden sonra Türkler haçlı saldırılarını püskürttüler ve daha batıya doğru akınlarını sürdürdüler; Avrupa'nın ortalarına kadar ilerlediler.
Endülüs'ün beş asır önce Müslümanlardan temizlenmesi yanında batı Hıristiyan dünyasının hedeflerinden biri de Türkleri önce Avrupa'dan atmak, ardından da Hıristiyanlardan fethedilmiş Anadolu'daki varlıklarına son vermektir. Çünkü Anadolu Hıristiyanlardan elde edilmiş bir arazidir, dolayısıyla tekrar Hıristiyanlara dönmelidir. Bu "hamhayal" veya "fanatik" bir düşünce olarak görülebilir. Fakat büyük bir medeniyet ortaya koyan Müslümanların İspanya'dan temizlenmesi de böyle bir düşünce idi. Bu fanatik düşünce sonuca ulaştı. Türkiye için de böyle bir sonun düşünülmediğinden, tasarlanmadığından emin olabilir miyiz? Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşananları, daha savaş öncesinde tezgâhlanan Sevr projesini unutabilir miyiz?
Endülüs'e dönelim; zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir aileden gelen İspanyol tarihçi Rodrigo de Zayas, İspanya'da Müslümanlara karşı yapılan zulüm ve katliamları "İspanya Müslümanları ve Devlet Irkçılığı" adlı bir kitapta anlatıyor. Kitap, 1989 yılında Londra'daki ünlü müzayedeci Sothebey's'den satın alınan 16. asrın sonu 17. asrın başına ait Engizisyon raporları ve kraliyet belgelerine dayanılarak hazırlanmış.
Rodrigo şöyle diyor: "Irkçılık insanlık kadar eskidir. İspanya'nın 16. yüzyılda icat ettiği ise, 'devlet ırkçılığı'dır. Hedef krallığın birleşmesi ve İspanyol Müslümanlığının kökünün kazınmasıdır. Bu hedefe varmak için iki vasıta kullanılmıştır: Birincisi 2 Ocak 1492'de Granada'nın düşmesiyle tamamlanan askeri fetih; ikincisi, Müslümanların zorla asimilasyonu, daha sonra da topluca sürgün edilmeleri."
1492'den sonra Müslümanlar "müdejar" (Hıristiyan ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören teba) haline getirilmiştir. Bir müddet sonra zorla Hıristiyanlaştırılırlar, yani "morisk" olurlar. Artık iş engizisyona kalmıştır. Bir "morisk"in cuma günü çalışmadığı veya domuz eti yemediği tesbit edildiğinde derhal ağır bir cezaya çarptırılır ve malları müsadere edilir. Daha sonraları atalarının Müslüman veya Yahudi olmadığının isbatı istenir. Bunu başaramayanların hayat hakkı kısıtlanır. (Endülüs'ten İspanya'ya, Diyanet Vakfı yayını, 1996)
Endülüs'te Müslümanların başına gelenler anlatılabilir olsa da, insan zihnince kabul edilebilir değildir: "Hıristiyan idareciler, işgal esnasında İslâm zımmi hukukunu tahdit ederek, cizye ödemeleri karşılığında Müslümanlara canlarını, mallarını ve dinlerini muhafaza hakkı tanımışlardı. Ancak Gırnata'nın işgalinden sonra bu hakları tek tek geri alınarak Müslümanları Hıristiyanlaştırma politikası izlendi. Bu politikanın baş mümessili kilisedir. Zira olaylara en yakın kişilerden biri olan İspanyol tarihçi Marmol'un da dediği gibi, kilise Hıristiyan krallardan ısrarla Müslümanları Hıristiyanlaştırma siyaseti gütmelerini istemiş ve neticede bu istek uygulamaya konulmuştur. Bu zora dayalı bir Hıristiyanlaştırmaydı ve en önemli organı da Engizisyon mahkemeleriydi. Bu mahkemelerin Müslümanları çarptırdığı cezaların hangi birinden söz edelim? Diri diri yakılanlardan, derisi yüzülenlerden, vücutları parçalanlardan mı, yoksa kazığa oturtulanlardan veya başları taşlarla ezilenlerden mi? Ne var ki bütün bu baskılar, Endülüs Müslümanlarının İslâm'a bağlılıklarını silmeye yetmedi, yetmediği içindir ki, 1609 senesinde çıkarılan bir fermanla İspanya dışında sürgün edilmeleri kararlaştırıldı." (Aynı kitapta Dr. Mehmed Özdemir'le konuşma)
İspanya'da Müslümanların akıbeti Hıristiyanlaştırma, engizisyon mahkemeleri ve sürgün kelimeleri ile özetlenebilir...
Mevsim sonbahar, Gırnata'da "Gözyaşı" tepesindeyiz...
Endülüs'ün yas rengi!
Şimdi "Ebu Abdullah Muhammed b. Ali es-Sagîr" desem çoğunuzun zihninde bir şey canlanmayacak, biliyorum. "Boabdil" desem de durum değişmeyecek.
Gırnata, Endülüs'te son kale… Gırnata düştükten sonra İslâm'ın bu coğrafyadaki tarihi resmen sona erer. Âdeta sekiz asır boşa yaşanmış gibi olur. Son Beni Ahmer (veya Nasrî) hükümdarının adı Ebu Abdullah Muhammed'dir. İspanyollar ise ona "Boabdil" derler.
İşte Mehmet Âkif'in Balkan Harbi'nin acılı günlerinde hatırlayıp, şiirinde zikrettiği bu gafil sultan oğludur:
Endülüs tâcı elinden alınan bahtı kara,
Savuşurken, o güzel mülkü verip ağyâra,
Tırmanır bir kayanın sırtına, etrafa bakar.
Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar,
Başlar ağlatmaya bîçâreyi hüngür hüngür!
Karşıdan vâlide sultan bunu pek haklı görür,
Der ki: "Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla;
Şimdi, hiç yoksa, kadınlar gibi olsun ağla."
Babasına ağır vergilerden ötürü isyan etmeyi bilen bu "sagir", yani "küçük" hükümdar, Kastilya Kraliçesi İzabel ile Aragon kıralı 2. Ferdinand'la baş edemez. Bu ikilinin, yani İzabel ile Ferdinand'ın evliliği, İspanya tarihinin dönüm noktasıdır.
Neden İspanya'da veya Endülüs'teyiz? Bu sırf turistik bir gezi mi? Yoksa, sanat ve kültür aşkıyla, tarih sevgisiyle yapılan bir seyahatten mi ibaret? Bu düşüncelerle boğuşurken, Endülüs tarihi ile ilgili bir hayli kitap karıştırdım.
Tarık Bin Ziyad, miladi 711'de gemileri yakmış. Endülüs tarihi böylece başlamış. Yani 1301 yıl önce. Gırnata 712'de fethedilmiş, bu hesapça biz bu fethin 1300. Yılını kutlamak için bu şehirde bulunmuş olmalıyız!
Endülüs neden inkiraz etti? Biraz okuyunca, İslâm'ın men ettiği, kabilecilik, kavimcilik bahsinin göbeğinde buluyorsunuz kendinizi. Emevilerin "mevalî" siyaseti burada da uygulandı. Yani kabilelerini, Arapları üstün tutma, değerlerini küçük hatta "köle" olarak görme anlayışı.
Bütün Endülüs tarihi Şamlılarla Yemenlilerin, Berberilerle Müvellidunların iktidar mücadelesi tarihi olarak okunabilir. Otorite parçalanması, ki "mülkü't-tavaif" olarak adlandırılır, o muhteşem medeniyetin sonunu getirir. Emevilerin kavimci tutumları Türkistan'da da olumsuz tesirlere yol açmış ve bu yüzden Türkler Emevî saltanatının yıkılmasından sonra müslümanlığa yönelmişlerdir.
"Müvellidun", yerli müslümanlar demek. Bir de "müsta'ribun" var. Onlar da yerli hıristiyanlar. Zaman zaman müsta'ribun ile müvellidun birleşerek Emevilere karşı savaşıyor. Neredeyse iki yüz yıl süren bu çatışma, 912'de 3. Abdurahman'ın saltanatı ile sona erdirilebiliyor. 11. asırda, Endülüs Emevi halifesi Muhammed el mehdi Berberileri düşman ilan ediyor. Onlarda da hanedandan Süleyman el Müstain'i destekliyorlar…
Alparslan'ın1071 Malazgirt zaferi, Gırnata'nın en parlak dönemi olan Zirî hükümdarı Habbus'un dönemi. Elhamra tepesinde el Kasabatü'l-kadime denilen hükümdarlık şehrinin inşasına o zaman başlanıyor.
1090'da Murabıtlar Gırnata'yı ele geçiriyor ve Zirî dönemini bitiyor. Murabıtların hükümdarı Merakeş'de (Fas) oturuyor, Gırnata onun gönderdiği valiler tarafından yönetiliyor. 1238'de Muhammed Yusuf b. Nasr ile iki buçuk asırlık Nasriye (Beni Ahmer) devri başlıyor. Elhamra sarayı yapılıyor.
1492'da Ebul hasan Ali bin Sa'd'in kardeşi ve oğlu müstakillik ilan ediyor. Ebu Abdullah (Boabdil) babasını karşı vergi isyanı başlatıyor, Gırnata'yı ele geçiriyor. Bu sırada Elhamra sarayının suları uyusa da, uyumayanlar var! Aragon kıralı Ferdinand Kastilya kıraliçesi İzabel'le evleniyor. Bu güçbirliğinden sona Boabdil'den Gırnata'yı teslim etmesi isteniyor. Reddedince kuşatma başlıyor. Altı ay sonra direnç kırılıyor. Halkın canına, malına ve dinine dokunulmaması şartı ile şehir teslim ediliyor. ("Sagîr", yahudiler için de aynı şartları koşmuştur). 2 Ocak 1492'de Hıristiyan ordusu şehre giriyor. 520 yıl önce…(Yoksa biz bu yıldönümü için mi Endülüsteyiz?)
Halkın bir kısmı hemen göçüyor, Gırnata'ya terk ediyor. Önemli bir kısmı da Hıristiyan hükümdarların sözünü tutacağını sanarak kalıyor…1499'da zorla hırıstiyanlaştırma faaliyeti başlatılıyor. Halkın dinî bilgi kaynakları olan kitaplar şehrin meydanında yakılarak imha ediliyor. (Medenî Avrupa'nın kaçıncı kitap yakma bayramı bu?)
Elhamra sarayının karşısındaki tepede, Beyyazin (el-Bayzın)de camiler kiliseye çevriliyor. Halk ayaklanıyor…İsyan bastırılıyor, hıristiyanlığı kabul edenler bağışlanıyor...1502'de o güne kadar Hıristiyan olmayanların ülkeyi terk etmesi emrediliyor. (İşte bir yıldönümü daha!) Göçün şartları zor olduğundan halkın bir çoğu hıristiyanlığı kabul ediyor. Bu zorunlu hıristiyanlığı takip için Engizisyon mahkemesi kuruluyor. (Kurtuba'da Engizisyon müzesi var. O sıralar Avrupa'nın icatcı zekâsının nasıl parlak ürünler ortaya çıkardığı görülmeye değer olsa da, insanın içi kaldırmıyor). Dönme müslümanların son isyanı 1570'de. Bunun ardından sürgün var…
Elhamra sarayı, "kızıl saray". İnşaat harcındaki kızıla çalan renk… Yaprakların sararmadan sonraki safhası…İslâm sanatının günümüze entikal edebilmiş en güzel ve muhteşem örneklerinden biri, Elhamra sarayı ve onun yazlık bölümü olan Cennetü'l-ârifin. Külliye bir buçuk asırda tamamlanıyor. 15. asrın ilk yarısında son şeklini alıyor.
"El Bayzın" tepesindeyiz, Elhamra sarayı en güzel buradan görülüyor. Bir resim ki, günün her saatinde güzel… Burası "ağlama tepesi" ve Endülüs'te matem renginin beyaz olduğunu hatırlıyoruz.
Endülüs'ten Edirne'ye…
İspanya'nın Sevilla havalimanından 23'te kalkan uçağımız İstanbul'a sabaha karşı ulaşıyor. Havada yeni bir güne giriyoruz. 11 Uçağı ile Ankara'ya gideceğiz. İki kişilik boş yer bulup, 6 uçağı ile yola çıkıyoruz. Acelemizin sebebi, ertesi gün Edirne'de olmak mecburiyetimiz.
Edirne'nin dâveti, bu sefer "Akademi Edirne" başlıklı bir programla ilgili. kabiliyetli gençlerin sanatçılarla ve yazarlarla buluşması Edirne Valiliği'nin örnek alınması gereken güzel bir faaliyeti. Urfa vali muavinliğinden beri tanıdığımız Hasan Duruer, şimdi Edirne valisi. Urfa'nın dinî ve tarihî merkez bölgesinin imarı, yeniden yapılandırılması sırasında onun emekleri, gayretleri unutulmaz. Program sorumlusu Fahri Tuna dostumuzun dâvetine Endülüs seyahatinden önce "evet" dediğimiz için, döner dönmez Edirne'nin yolunu tutuyoruz.
Endülüs'ten sonra Edirne'de olmak…Bunun ne anlama geldiğini, Selimiye'nin minarelerini görünce sarsıcı şekilde idrak ettik. Hüznün, acının, burukluğun girdaplarında dolaşırken, Edirne'yi bize bahşettiği için Allah'a binlerce şükrettik.
Bundan tam yüz yıl önce Edirne düşman işgaline uğramış, neredeyse 2. Endülüs olmuştu… Elbette bütün Balkanlar için "2. Endülüs" kavramını kullanabiliriz. Fakat Edirne, müstesna mimarî eserleri ile, Endülüs'ün Kurtuba, Gırnata gibi şehirleri mevkiinde olduğu için farklı bir konumda sayılmalı.
Birkaç gün önce Kurtuba Ulu Camii'ni "Katedral" statüsünde müze olarak biletle ziyaret ettiğimiz, Gırnata'da Elhamra ve yazlık saray Cennetülârif'i aynı şekilde müze olarak gezdiğimiz gibi, muhteşem Selimiye'yi, her biri mimarimizin belli bir devrinin remzi Üç Şerefeli'yi, Eski Camii, Muradiye'yi ve 2. Bayezid külliyesini gezmek için pasaport, vize vs. külfetlere razı olmak zorunda kalacak ve ecdadımızın bizlere emaneti, mirası bu benzersiz yapıları başımız eğik, içimiz buruk dolaşacaktık.
Endülüs ziyaretinin zihnimizde oluşturduğu yaralar, burkuntular canlılığını korurken Edirne'de olmak gerçekten bambaşka hisler uyandırıyordu. Fırsat buldukça şehri gezdik, abidevî eserleri ziyaret ettik, vakit namazlarını buralarda kılmaya çalıştık. Dönüş sabahı da namazı 2. Murad'ın o son ulu camilerimizden Eski Camii'nde eda ettik. Ankaralı Hacı Bayram Veli'nin kürsüsünün hâlâ muhafaza edildiği bu camie hat müzesi hüviyeti veren yazıları kıymetli hattatımız Hüsrev Subaşı ile seyr ü temaşa eyledik.
"Elde olanın kıymeti bilinmez" denilir, elden kaçınca değeri takdir edilir mi? Mantıken öyle olması gerekir. Fakat buna rağmen Edirne'nin kıymetinin yeterince takdir edildiğini, bu şehrin tarihî kimliğine uygun bir hâle getirilmesi için çok fazla şey yapıldığını söylemek zor. İnşaallah yeni valimiz Edirne'yi Edirne yapan değerleri hissetiren bir görünümün ortaya çıkması için elinden geleni yapacaktır.
¥
Endülüs'te son gün "İşbiliye"de idik. Şimdi ismi "Sevilla" olarak yazılan ve fakat "Seviyya" şeklinde söylenen bu şehirde Endülüs tarihinin ibret dersini Alkazar sarayında gördük.
Alkazar, yani "El-Kasır", yani saray…
Alkazar, şehrin hâlâ "Alkazaba" (el-Kasaba) denilen bölgesinde inşaa edilmiş. Sarayı yaptıran Kastilya kıralı 1. Pedro (1334-1369, lakabı "zalim"miş). Yapanlar, Gırnata'dan gelen mimarlar ve ustalar. Gırnata'dan bu ustaları gönderen ise, Pedro sayesinde tekrar tahtına kavuşan Benî Ahmer Sultanı 5. Muhammed'miş. Geniş bir bahçenin içinde inşa edilen saray, sonraki yüzyıllarda defalarca restore edilmiş. Bu arada Avrupa hıristiyan mimarî unsurları da eklenmiş. Buna rağmen "Alkazar" Endülüs'ün şaheser yapıları arasında yer almaya devam ediyor. İslâm sanatının hıristiyanlara uygulanmış şekline "Müdejar" deniliyor. Arapça müdeccen (yerleşik, uyumlu) anlamına gelin bu kelimenin kapsamına giren bir hayli yapı var.
Alkazar hıristiyan bir kıral tarafından yaptırılmış, fakat içinde Arap harfleriyle ve arapça yazılar bilhassa dikkati çekiyor. "Allah", "maaşallah" ibareler kolaylıkla seçilebiliyor. Dantel gibi işlenmiş kemerler ve duvarlarda, küçük ölçekte yerleştirilmiş hıristiyanlık ve kıraliyet sembolleri, ancak dikkat edilirse görülebiliyor.
Alkazar'ın bize ilk dersi şu: Madden güçlü olan savaşı kazanır! Madden güçlü olan katoliklik Endülüs'e hâkim oldu. Mağlubun medenî yüksekliğini bütün eserlerini ortadan kaldırarak tamamen yok etmek yerine daha esnek bir yol takip etti. Eserleri kısmen korudu, hatta o tarzı devam ettiren eserler yapılması için de, en azından bir süre destek verdi.
İspanya gezimiz, tamamen kültürel maksatlı bir gezi idi. Bu maksadı şu veya bu sebeple ihlale teşebbüs etmek katılanların aklından köşesinden bile geçmedi. Değerli dostumuz Dr. Mehmet Sılay'ın dört senedir yılda iki defa düzenlediği bu kültürel Endülüs seferinin arkaplanında Konyalı Erol Duran'ın emekleri var. Bu gidişte, Atlas Jet'in sahibi Murat Ersoy bey de yolcuların rahatı için bir hayli hassasiyet göstermiş. Her ikisine de müteşekkiriz. Endülüs'teki rehberimiz Selahaddin'den bahsetmemek olmaz. Türkiye'de ispanyolca okuyan, ardından da tahsilini geliştirmek için bu ülkeye gelen ve burada evlenerek kalan Selahaddin, bize İspanya'nın güzel yüzünü gösterdiği gibi, eminiz son yıllarda gittikçe artan İspanyol ziyaretçilerimize de Türkiye'nin güzelliklerini hissettiriyordur.
Tanzimat'ın "şair paşa"sı Ziya Paşa'nın Fransız yazar Loius Viardot'tan çevirdiği Endülüs Tarihi, 1863'te yayınlanır. Yaklaşık bir buçuk asır önce... Paşamız şair sezgisiyle Hıristiyanlarca Osmanlılar'dan geri alınacak toprakların, yani ikinci Endülüs'ün uzak olmadığını görmüş müydü? O yaşarken kaybedilen topraklar (meşhur 1877 Rus "93 Harbi"ni gördü), onun vefatından (1880) sonra yitirilen yerler...
Endülüs'ün Müslümanlardan temizlenmesi "Rekonquista" (geri alma, yeniden fetih) olarak adlandırılıyor. Türklerin Balkanlar'dan ve Anadolu'dan çıkarılması ise aynı kavram çerçevesinde "Şark meselesi" olarak tanımlanıyor. Fransız tarihçi Albert Sorel, Avrupa zihnini açıkça ortaya koyuyor: "Ne zaman ki Türkler Avrupa'ya ayak bastı, Şark meselesi başladı..."
Endülüs kaybedilirken yükselen güç olarak Osmanlı'nın gündeminde idi. Fakat 2. Bayezid, Papa'nın esiri Cem Sultan vak'asıyla meşguldü. Hızır ve Hayreddin kardeşler Tunus'tan, Cezayir'den herekete geçip Endülüs Müslümanlarını karşı sahile taşıyarak yardımcı olabildiler. Daha sonra da Müslümanlar zulüm altındayken, aynı işlem devam etti. İspanya'dan Osmanlı ülkesine Yahudiler getirildiği gibi, Müslümanlar da getirildi.
Daha fazlası? Daha fazlası ne yazık ki yapılamadı. İnebahtı deniz bozgunu, Avrupa'da Türklerin mağlup edilebileceği düşüncesini yerleştirdi...
Dört asır sonra, Ziya Paşa Endülüs'ü boşuna hatırlamış olmalıdır. Ziya Paşa'nın Endülüs Tarihi'nden sonra Muallim Naci Endülüs'ün kaybediliş döneminden bir kahraman olan Musa bin Ebi'l-Garzan'ın savaşlarını ve şehadetini anlatan bir destan kaleme aldı. Tanzimat'ın en şöhretli şairi, Şair-i Âzam Abdülhak Hamid de beş piyesinin konusunu Endülüs tarihinden aldı. (Bunlardan en ünlüsü "Tarık veya Endülüs'ün Fethi"dir. Meşhur "Her yer karanlık pür nûr yine o mevki" diye başlayan şiir de bu eserdedir.)
Endülüs'ü 20. Yüzyıl'ın başında tekrar ve büyük acılar içinde hatırlayan Mehmet Âkif'tir. "İslâm'ın son yurdu" kavramı onundur. Yüz yıl önce Balkan Harbi'nin ızdırapları içinde yazdığı Süleymaniye Kürsüsünde şiirinin bir bölümünde son Gırnata sultanının şehri teslim ettikten sonra ağlayışını ve annesinin ona hitabını dile getirir... 20. Yüzyılımızın büyük şairlerinden Yahya Kemal de Endülüs'e alâka gösterenlerdendir. Onun estetik ilgileri yanında, tarih şuuru ile de konuya yaklaştığını tahmin edebiliriz.
Endülüs, "Şark meselesi" var oldukça, Türkiye'nin gündeminden çıkmaz! Bu müzmin "mesele"nin batılıların zihninden silindiğini sanmak safdillik olur. Bosna olayları sırasında bunu bir daha gördük. Büyük Ortadoğu Projesi'nin Şark meselesinin 21. Yüzyıl'daki versiyonu olmadığını kim söyleyebilir? Yeni dünya nizamı, yeni haritalar...
Türkiye, 20. Yüzyıl'ın başında kaybettiği merkez ülke konumunu kazanmak için yumuşak hamleler yaparken, onun güçsüzleştirilmesi için yapılan karşı hamleler... Suriye meselesinin seyri... Güneydoğumuzda yangının sönmemesi için kimler benzinle kurtarıcı pozunda koşuşturuyor?
"Hilâl operasyonu" alt başlığını taşıyan "Türkendülüsiye" isimli kitabımız 28 Şubat'ın ağır havasının devam ettiği 1998'de yayınlandı. Türkiye'nin içinden Endülüs geçen o günlerde, bizi biz yapan değerlerimiz, tarihimiz, büyük şahsiyetlerimiz yıpratıcı kampanyaların konusu idi. Laklik, dini yok ederek alanına yerleştirilmek üzere koç başı olarak kullanılıyordu.
Endülüs seyahatinin ardından Yeni Akit'te dört yazımız yayınlandı: Endülüs Mevsimi (4.11.2012), Endülüs Rengi (5.11.2012), Endülüs'ün Yas Rengi (6.11.2012) ve Endülüs'ten Edirne'ye (10.11.2012)... Milletimizin zihninde silinmez izler bırakan Balkan acısının 100'üncü yılındayız. Bu menhus "savaş" 5 asırlık Müslüman yurtlarını tarümar etti. Dört asır önce Endülüs uzağımızda idi, 2. Endülüs'ü ise bizzat yaşayarak görmüştük.
Endülüs veya Balkanlar'da düşmandan önce kendimize bakmamız gerekiyor. Bu içe bakış bizim için daha ibret verici olacaktır. Balkan kavimleri alttan alta kazan kaynatırken, Sofya elçimiz, Balkanlar'dan "imanı kadar emin" olduğunu söyler! Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa Rusya'nın teminatına güvenerek Balkanlar'dan yüz yirmi tabur yetişmiş askeri terhis etmiştir!
Muhalefete düşen İttihatçılar da savaş tahriki peşindedir. Hesap, hükümetin mağlup olarak düşmesidir! Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ittifakı, Karadağ'ın 8 Ekim 1912'de savaş ilanıyla fiile dönüşür. O gün başlayan Balkan Harbi, 30 Mayıs 1913'e kadar sürer. Dört küçük Balkan kavmine, istiklâl peşindeki Arnavutlar da katılmış ve Arnavutluk o arada istiklâlini ilan etmiştir!
Kurtarıcılık rolünü pek seven iktidar düşkünü İttihatçılar, tekrar iktidar dizginlerini ellerine geçirmek için, askerleri savaştan caydırıcı propaganda yapmak alçaklığını dahi irtikab etmişlerdir. Edirne'yi beş ay zor şartlara, açlığa ve kıtlığa rağmen savunan Şükrü Paşa, gönüllü yazılıp Edirne'ye gelen Talat Bey'in (sonradan paşa) içeriden mukavemeti kıracak faaliyetlerde bulunduğunu, Anadolu askerine "Burası sizin vatanınız değil" tarzında konuşmalar yaptığını İsmail Hami Danişmend'e anlatmıştır. Şükrü Paşa, "gönüllü asker" Talat Bey'i trenle İstanbu'dan uzaklaştırır.
İttihatçılar, Balkan bozgununu öne sürerek Bâbıâli'yi basar ve iktidar dizginlerini ele geçirir...
Bugün olup bitenlere tarihten ibret alarak bakmak zorundayız! Bugün de malûm "kurtarıcı güçler", kurtarıcılık nâmını hak ettirecek bir bozgun peşindeler!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder