13 Ekim 2012 Cumartesi

Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi


Singrid Hunke  
Allahs Sonne Über dem Abendland  
(Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi  
(çev.S.Sezgin).  
Stuttgart 1967; İstanbul 1972).  



Yazar Almanları günlük hayatları içinde ne kadar çok Arapça kökenli  kelimeleri kullandıklarına göstermektedir. Öyle ki; günümüzde kökenini Avrupa sandığımız bir çok kelimenin, aslında Arapça dan geçtiğini ve Avrupa Dillerinin bu kelimeleri kendilerine transfer ettiğini görüyoruz.


Avrupalıların günlük hayatları içinde vazgeçilmez olmuş ve yaşamlarının bir parçası haline gelmiş bir çok kelime, Avrupa ya Doğudan geçmiştir. Bunun ise bir çok sebepleri vardır. Ancak en önemeli sebepleri ise Avrupa nın yedi yüz yıllık bir karanlık dönem yaşaması buna karşılık Doğunun  tam anlamıyla aydınlık bir çağ da olmasıdır. Bu dönemde Doğu ilim, sanat, edebiyat vb. alanlarda Batının çok ilerisindedir. Üretime dönük faaliyetlerinin semeresini alan Doğu yeni üretilen şeylerde isim veriyorlardı. Batı ise yeni karşılaştığıbu ürünlere yeniden isim verme gereği duymuyor onları olduğu gibi kendi dillerine ilave ediyordu. Zaten o dönemlerde Batı için Doğunun erişilmez bir üstünlüğü ve gizemi  vardı. Doğuya ait bir ürüne sahip olan bir Batılı imrenilenler gurubuna dahil oluyordu. O dönemlerde kullanılan,  bu günde hâlâ isimleri değişmeden gelen kelimelerin birkaçı şunlardır: kahve-cafe, ceket-jacke, alkol-alkhol, ıspanak-spinat, divan-diwan, şekersuckerkand, sofa-sofa, koyu leylak-lila,  şifon-chifon, gaz-gaze, alkali, soda, boraks, safran, vb. gibi.(Bu bahsedilen kelimeler Almanca içinde bulunanlardan bir kaçıdır. Ancak, Doğu Dilleri, Avrupa’nın tüm dillerini etkilemiş ve bir dönem Avrupa dileri üzerinde kesin bir hakimiyet kurmuştur.) 


Avrupa’nın günlük hayatta kullandığı eşya ve terimlere ait, İslâm memleketlerinden uzanan, Avrupa dillerinin her tarafına yayılan kelimeler, hemen apaçık görülmektedir. Bunlar bir zamanlar Avrupa’nın aç, çıplak ve kirli bir şekilde yaşadığı günlük hayatları içine eklenen süsler, elbiseler, hayatlarına tat veren, koku veren onları daha temiz ve sıhhatli yapan lüks ve zarafetle güzelleştiren şeylerin isimleridir.


M.S 900 yıllarda Roma ile Bizans “kimse Suriye ve Mısıra ticareti göze alamaz” diyerek özel bir propaganda yapmışlardı. Bu propagandalar içinde Hıristiyanların kutsal saydıkları Kudüs’ü ziyaretleri esnasında, Müslümanların kötü muameleleriyle karşılaştıkları iddia ediliyordu. Aslında iddia edilenin tersine İslâm Dünyasında oldukça geniş bir hoş görü hakimdi. Bunun da en güzel örneği Halife Harun Reşidin Kudüs’te ki mukaddes yerleri herkesin engelsiz bir şekilde ziyaret edebilmesi için, oldukça özverili bir jestle, zamanın Roma kayzeri  Şarl’a  şehrin anahtarını ve hamiliğini vermesidir. Ancak bunlar dahi kötü propagandaların engellenmesine yetmemiştir. Bunun sonucu olarak Avrupa ile  İslâm dünyası arasında ki kapılar kapanmış ve ticaret sönmüştür. Müslümanların asıl ticaret noktaları Çin ve Hint olduğundan bu olayda etkilenen İslâm alemi değil, Batı olmuştur. Buna bağlı olarak Batı gün geçtikçe yoksullaşmıştır. Avrupa’nın tüccar sınıfı ortadan kaybolmuştur. Alışverişlerinde para yerine takas unsuruna tekrar dönülmüştür. Avrupa milletleri üzerinde çok büyük etkisi olan zengin kiliselerin dahi kilerleri bomboş kalmıştır.


MS. 902 de Batının en büyük hükümdarı olan Roma Kralı Huto’ya, Emir’ül Mü’minin elçisi olarak ziyaret eden, İbrahim Et-Tartuşi’nin getirdiği hediyeler, kralın o zamana kadar hiç görmediği şeyler olmuştur. Bunun sebebi ise yukarıda bahsedildiği gibi Batı ile Doğu arasında ki ticaretin ortadan kalkmasıdır. Öyle ki bu ticaretin ortadan kalkmasının etkisiyle, Roma  İmparatoru Huto,  İslâm milletlerinin günlük yaşamlarında alelade bir yere sahip olan eşya ve nesneleri, hayatında  ilk defa görebiliyordu.  


Tartuşi görevini tamamlayıp memleketine dönerken Mainza’da, memleketiyle ile ilgili bir çok eşya ile karşılaşmıştı. Bunlar arsında Semerkantan gelen ve 60 yıl öncesine ait olan bir altın sikke onu oldukça şaşırtmıştı. Ayrıca burada biber, zencefil gibi memleketiyle ilgili ürünleri görmekte onu hayrete düşürmüştü. Tartuşi'nin göremediği fakat gördüğünde onu daha da hayrete düşürebilecek, Carbie Manastırının mutfağında asılı olan ihtiyaç listesinde ki bütün nesneler  Doğu  kökenliydi. Asılı bulunan bu listeye rağmen uzunca zaman kiliselere bu ürünler girememiştir. Çünkü bu listeler Tartuşi’nin ziyaretinden tam 300 yıl önce yazılmıştı. Tartuşi'nin Roma  İmparatorunu ziyaret ettiği yıllarda Avrupa ile  İslâm Dünyası arsasında ticaret çok zayıftı. Bunun sonucu olarak kiliseler, Doğu için çok sıradan, çok küçük olan hediyelere dahi muhtaç kalmıştı.


Doğu ile Batı arasında ki ticareti sınırlıda olsa Museviler yapmaktaydı. Museviler Batı ve Doğu dillerinin çoğunu bililerdi. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya Septe ve Mısır yoluyla deniz ve karadan, İspanyaya seyahat ederlerdi. Batıdan haremağaları, cariyeler, Bizans ipeği, kürk ve kılıçlar taşırlar, Fransa’nınbatı sahilinden gemilere binip Farama’ya geçerlerdi. Dönüşte Hindistan cevizi, sarı samur, kafur ve tarçın ile Şark Ülkelerinin ürünlerini götürürlerdi. Sınırlı olan bu ticaret sonunda ürün fiyatları oldukça yüksek olurdu. Hatta karaborsada bile bu ürünler bulunamazdı.


Hıristiyan Memleketler, Batlık Denizinde ki sahiller ve adalara uzanan Doğu ticaretinin gölgesinde kalıyordu. Kuzey ülkelerinde 9. ve 11. asırlarda Müslümanların madeni paraları kullanılıyordu. Kuzeyli memleketlerin başında gelen Vikinglerin kurdukları devletlerde ise Doğu ile ticaret üst düzeydeydi.  


Romalılar tarafından, Yakın Doğudan kovulan Musevileri kabul eden, daha sonrada Museviliği din olarak benimseyen Hazar Türklerinin kurduğu Hazar Devleti, dönemin en önemli ticaret yolu üzerinde bulunuyordu. Hazar Devleti bu konumundan faydalanarak, Kuzeyli Ülkelerle Doğu arasında bir köprü olmuş ve ticaretini de üst düzeyde geliştirerek oldukça varlıklı bir hale gelmişti. 

İbrahim Bin Yakup adında bir Yahudi’nin anlattığı gibi “Ruslar ve Slavlar, Krakau  şehrinden taşıdıkları mallarıyla Prag’a gelmekte ve bu malları Müslüman-Türk Ülkelerinde geçerli olan akçeler karşılığında, Türkler ve Yahudiler (köleler, kürkler ve kalay) satın alarak memleketlerine götürmekteydiler”. 

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere, Avrupa ve  İslâm dünyası arasında ki ticaret yolu önce Hazar devletinden geçiyor, oradan da Karadeniz’in kuzeyinden ilerleyerek Prag’a varıyor,  buradan ise Avrupa’nın diğer merkezlerine ulaşabiliyordu. Bu uzun yolculuğun sonucunda çok az miktarda gelen ticaret ürünleri de oldukça pahalı satılıyordu.  

Roma ve Bizans  İmparatorluklarının yaptıkları olumsuz propagandalardan yine en çok kendileri etkilenmişlerdi. Bu olumsuz propagandaların sonucunda kendi halkını ve tüccarlarını,  İslâm Devletlerine karşı korkutan Batı, kendi eliyle kendini ve halkını açlığa ve sefalete itmişti.  

Avrupa’nın, bu buhranlı dönemden kurtulmaya başlaması ancak Venedik’in çabalarıyla gerçekleşmiştir. Venedik’in deniz ortasında ki durumu, onu ticarete zorlamaktaydı. Buna mukabil Venedik’in bağılı bulunduğu, Bizans İmparatorluğu, Venedik’in İslâm ülkeleriyle ticaret yapmasını istemiyordu. Hatta bu konuda Bizans İmparatoru, Venedik Kralını tehdit bile etmekten geri kalmamıştı. Ancak Venedik Kralı akıllı politikalarıyla bu tehditlerden korunmuş, ticari huzurunun tehlikeye düştüğü bir dönemden zarar görmeden sıyrılmasını bilmiştir. Venedik’in o dönemde başlattığı bu ticaretle birlikte, Avrupa'ya tekrar Doğu ürünleri girmeye başlamıştır.  

961 yılında Bizans, Girit Adası üzerinde ki Müslüman hakimiyetini kırdı. Böylece Yakın Doğu yolu da açılmış oldu. Kayzerliğin ve Papalığın hiçbir sözü Batılı tüccarlarla Müslümanlar arasında ki ticari ilişkileri kesmeye yetmedi. Doğu ve batı arasında ticaret gün geçtikçe ilerledi. 991 yılında Venedik Kralı 2. Peter Orsoleo, hükümdarlığa başlarken, Venedik ile ilişkiler kurmaları için, bütün Müslüman hükümdarlara elçiler göndermiştir. Lido ve Cenova’dan kalkan ticaret gemileri, Suriye ve Mısır limanlarına düzenli seferler yapmaya başlardır. Fatımi Halifesi El Mustansır, Kudüs şehrinin bir kısmını tamamen Hıristiyan hacılara ve tüccarlara ayırmıştır. Aslında Mısır Sultanının da Hıristiyan tacirlerinin emirlerine  İskenderiye’de uzun zamandan beri tahsis etmiş olduğu oteller (funduklar) bulunmaktaydı. Bu otellerde bir çok ikamet odası, insanlar ve hayvanlar barınacak yerleri, özel bir fırını, esnaf odaları, satış mağazaları bulunmaktaydı. Bu usulü daha sonra Mısırda gördükleri şekliyle,   Almanlar da kullanmaya başlamıştır.  

Akdeniz ticaretinde meydana gelen canlanmayla birlikte, Avrupa’nın bir çok yerine refah ve huzur gelmeye başlamıştır. Alplerden geçen patikalar, birden bire canlı bir ticaret yolu haline gelmiştir. Venedik’te biriken mallar, artık Avrupa’nın bir çok önemli merkezine ulaşabiliyordu. Böylece Avrupa’da tüccar sınıfıyeniden canlanmaya başlamıştır.  

Eğer  Şark ticareti olmasaydı Venedik asla bu hale ulaşamazdı. Müslümanlardan alınan baharat, kumaş vb. gibi ürünlerin ticaretiyle Venedik, döneminin en zengin Avrupa ülkesi haline gelmiştir.  

      Sonuç olarak görülen  şudur ki; Avrupa’nın tekrar canlanmaya başlaması ve Avrupa’ya zenginliğin ve gücün ulaşmasında ki temel neden Müslüman, yemeklerine konan güzel kokulu baharatlardır. Batıda erken refah, Müslümanların ürettiği biberle birlikte gelişmiştir. Biberin gelmediği zamanlarda Batıda iç ticaret çökmüştür. Batı ne zaman Doğu ile irtibatını koparmış ve kendi içine dönmüşse ticareti sönmüş, tüccar sınıfı yok olmuş ve tedavülde ki altınlar ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla Batı, Doğu ile arsında ki bağlarını kopardığı zaman toprağa dönüyor ve üretilen ürünler Batının ihtiyacını karşılamaya yetmiyordu. Doğu ile irtibatı olduğu zaman ise Batıda tekrar canlanma başlıyordu. Yani Avrupa, günlük hayatını sürdürebilmek ve aç kalmamak için Doğuya muhtaçtı. Avrupa,  İslâm ülkeleriyle ilişkilerini kestiği taktirde farkında olmadan kendi kendine ceza veriyor yada  kendi halkının ölümünü hazırlıyordu. 

      Venedik’in ticaretle uğraşarak varlıklı bir hale gelmesi, diğer Avrupa  ülkelerinde ticarete sevk etmiştir. Bu ticari canlanma İtalya, Almanya, Fransa, ve Hollanda’ya yeni gelişmeler getirmiştir. Artık Müslümanların ellerinde bulunan ham maddeler Batıya taşınarak,    İslâm tarzında yeni tezgahlarda işlenmeye başlanmıştır. İslâm Dünyasından getirilen bilgiler ışığında, Avrupa’da basit ve küçük el sanatkarlarından oluşan bir nesil, eski dünyanın en kudretli ve nüfuzlu sınıfı haline geldi. Öyle ki Fugger von Lilie ailesi baharat, pamuk, ipek ve bunlardan yapılan kumaşlarla o kadar büyük bir servet biriktirdiler ki bu servet, sayesinde tarihin akışında etkili olmağa başladılar. Lilie (zambak çiçeği) ismini bu aile bir  İslâm ilhamına borçluydular. Haçlılar, onu 1150’de Fransa’ya, 1170’te Almanya’ya bir arama olarak getirmişlerdir.  İslâm  şövalyeciliğini örnek alan Almanların, hayvan resimlerini flamada kullanma adetleri, arık Batının imtiyaz ve  şöhret yapmaya müsait şövalyeciliği altında yayılıp, âdeta bir arma tutsaklığı, bir arma modası haline gelmişti. Hatta bu konuda ilim bile yapılmaya başlanmıştı. Mavi  ve altından zambak arması ise Doğu Akdeniz bölgesinde yaygın bir sembol haline gelmiş, daha sonrada Fransa’ya ulaşmıştır. Sümer ve Hitit abidelerinde çift kartal başlarına rastlanmaktadır. Bu usul, Araplar ve Türkler tarafında da kullanılmıştır. Almanlar ise Doğudan gördükleri bu simgeleri aynen kullanmışlar ve  Alman Kayzeri’nin armasına yerleştirmişlerdir.  

Batı, kendi gerçek mutluluğunu İslâm’la  kurduğu siyasi, kültürel, ve ticari ilişkilerde bulabilmiştir. Hıristiyan hacıların büyük hac merkezi Sandiago de Compostela’da, Apostel Jacobus’un, mezarını ziyaretten dönerken, Endülüs’te gördükleri ilk kağıt parçalarını memleketlerine götürmüşlerdir. Ayrıca bir çok Hıristiyan hacı, Endülüs’te yazı yazmayı da Müslümanlardan öğrenmişlerdi. Avrupalı  Hıristiyan Devletleri tarafından kağıt üzerine düzenlenen ilk berat 1090 yılında gerçekleşmiştir. Oysa İslâm aleminde, bundan 300 yıl önce ilk kağıt fabrikası Harun Reşit zamanında Bağdat’ta kurulmuştur. Avrupa da ilk kağıt değirmeni bir Müslüman tarafından kurulmuştur. 1340 yılında ise Avrupa’nın ilk kağıt fabrikası İtalya’da, daha sonrada 1389’da Almanya’da kurulmuştur. Yani Avrupa Müslümanlardan aldığı kağıdı, yine Müslümanlardan öğrendiği şekilde üretmeye  başlaması arasından yaklaşık iki asır geçmiştir. Bunlardan başka Müslümanlar, bilgi ve ihtisasları dahilinde olan kağıt fabrikaları inşaatına ait ve su veya rüzgar ile işleyen değirmenlere ait her çeşit buluşlarını da Batıya sunmuşlardır.  

Kağıdı kullanılmasıyla birlikte yeni buluşlar ve icatlar birbirini takip etmiştir. Bunlar arasında matbaa çok önemli bir yer tutmaktadır. Ancak matbaanın mucidi Hollandalı Costar ve Alman Gutenbergolduğu düşünülmesine rağmen, bunlardan daha eski bir dönemde yaşamış olan, Halife 3. Abdurrahman’nın Endülüs devlet dairelerine ve vezirlerine resmi yazılarını, hangi âletlerle teksir ettirip gönderdiği bilinmemektedir. Buda akla bazı soru işaretleri getirmektedir. Sonuç olarak Müslümanlar, resmi yazılarını, satranç, dama, bazı kağıt oyunları ve paralarını şüphe götürmeyecek  şekilde kendi matbaalarında bastıkları anlaşılmaktadır. Buda matbaayı Müslümanların daha önce kullandıklarını ortaya koymaktadır.Pusulanın mucidi olarak bilinen Flavio Goya, aslında bu âletlin kullanımını Müslümanlardan öğrenmiştir. Aslında Batıda bu âleti ilk kullanan da o değildir. Çinliler daha orta çağın başında, mıknatıs ibresinin kuzeyi gösterdiğini biliyorlardı. Ancak onlarda pusulanın deniz yolcuğunda kullanıldığınıyabancılardan görmüşlerdi. Bu yabancılar Müslüman tüccarlardan başkası değildi. Çağdaş İslâmi kaynaklarda bunu teyit etmektedir. Batı,  İslâm dünyasından aldığı pusulayı geliştirmekten başka bir  şey yapmamıştır. 

Bununla birlikte pusulanın mucidi olarak ta bir batılıyı göstermekten çekinmemiştir.  Barutun mucidi olarak Batı, Fransız Berthold Schwarzı bilmektedir. Oysa barut, tarihte ilk defa  Pien King’de Moğollarla yaptıkları savaşta Çinlilerin güherçileli bir yanıcı madde ile attıkları oklarda görülür. Güherçilenin tahrip gücünü Moğollar ise 1270 yılında denediler. Moğol hükümdarı Kubilay,  İslâm sultanından, bu silahları üretebilmek ve kullanabilmek için yardım ister ve   Şam’lı ve Baalbek’li mühendislerin yardımıyla bu silahlar yapılır. Sonuç olarak Kubilay, Çin’in son direnme kalesini de imha eder. 12. asrın İslâm alimleri, barutun formülünü kesin olarak tespit ederler. Barutun gücünden ve caydırıcılığından faydalanmak ve süregelen Haçlı saldırılarından korunmak için,  İslâm hükümdarları, dünyaca meşhur kimyagerlerini, kimyevi bir harp silahı olan barutun yakıcı tahrip edici etkilerini araştırmak üzere barut fabrikalarında çalıştırdılar.  

Avrupa’da barutu harp silahı olarak ilk defa Endülüs Müslümanları kullandı. Müslümanlar, bu konuda da Batının üstadı oldular. 1325, 1331,ve 1341’de Müslümanlar,  İngiliz ve Fransızlarla yaptıklarısavaşlarda barutu kullanarak, çok büyük zaferler elde etmişlerdir. 

Müslümanlar, dünyanın kültür ve ticaretini ileriye götüren bir camia olurken, yoksul Batıya da, kültür ve ticaretlerini sundukları devrin hatıraları, değişik  şekillerde günümüzde de hâlâ devam etmektedir. Örneğin deniz ticaretinin Avrupa’ya tanıttığı, Arapça kökenli, dau (iki direkli yamuk İslâm yelkenlisi),  dingi (küçük ve süratli yelkenli),  karavelle (15. ve 16. asırda ki açık deniz yelkenlisi), feluke(filika), kabel(kablo), arsenal(tersane), admiral(amiral), kalafeterer(kalafatçı) gibi gemiciliğe ait bir çok kelime o devri anlatır. Venedik gondolu bu devrin hatırasıdır.  

Müslümanlar tarafından uygulanmaya başlayan posta güvercinleri uygulaması, Haçlı Savaşları sonrasında Avrupa’da uygulanmaya başlanmıştır. Her  şeyden ziyade Müslümanların ekserisinin mucidi bulundukları sulama usulleri ve ince su sanatları, yalnız Müslümanlar değil, yakın ve uzak doğu milletlerinin, durup dinlenmeden asırlarca güzelleştirdikleri, ilerlettikleri, bir çok kültür bitkisinin üretimi, Batıya aktarılmış ve Batı yine bu gelişmeleri doğudan öğrenmiştir. Roma kiliselerinde kullanılan tespihler, rahip ve papazların giyindikleri süslü elbiseler, kilise adetlerinde ki merasim âletleri, tütünlü maddeler, buhurlar, mihraplar, şark tarzıyla gözleri kamaştıran debdebeleriyle, bugün hâlâ Katolik kilisenin kutsal tanrı hizmetini yükselten, Müslüman ipek dokumalarıyla süslenmiş muhteşem elbiseler,İslâm mirasının varlığını devam ettirmesinden başka bir şey değildir.  

Batı, haçlı seferlerine kadar banyo yapmayı reddetmiştir. İslâm  inancında ise temizlik imanın yarsıeder görüşü hakimdir. Müslümanlar, günde en az beş defa abdest alırlar, çünkü  İslâm’da dinin direği namaz kılmaktır. Namaza ise temiz bir  şekilde yaklaşmak gerekir. Bu temizlik aptest ve gusül ile gerçekleşebilir

Anlaşıldığı gibi,  İslâm’ın özünde temizlik yatar. Hıristiyan anlayışında o döneme ait kesin kanaat, çıplak vücudun  fuhuş,  şehvet ve iffetsizliği getirdiği hakimdi. Bu nedenden dolayı  Hıristiyanlar, banyo yapmazlardı. Hıristiyan vaizler de çıplak vücudun utanç verici bir manzara teşkil ettiğini, banyo yapmanın da bu utanç verici manzara için bir gerekçe oluşturduğunu, itikatlarının bir parçası vaaz etmişlerdir. Batıya giden bir Müslüman için görebileceği manzara dayanılmaz bir koku ve akıl almaz bir durumdan başka bir  şey olamazdı. Oysa Müslümanların yaşadığı memleketlerde binlerce umumi hamam bulunmakta ve kimse kötü kokmamaktaydı.  İslâm örneğini,  şiddetli direnmeye karşı ilk defa Haçlılar,  İspanya ile Sicilyalı seyyahlar, kiliseye karşı savunarak, kaybolan temizlik ve sağlıklarını koruma alışkanlıklarının Batıya tekrar kazandırdılar. 

Hıristiyan Avrupa’nın  İslâmiyet’e karşı oluşturduğu abluka, bir çok defa ortadan kalkmış; yüz binlerce Hıristiyan bizzat kendi gözlemleri sonucunda,  İslâm medeniyetinin hayranları, köleleri, bilhassa talebeleri olmuşlardır.  İslâm medeniyetinin maddi servetleri,  İtalyan gemilerinin kurdukları ticari köprüler; haçlılar, tüccarlar ve seyyahlar aracılığı ile, Batının günlük hayatına, bütün sahalarda zenginleştirici, canlandırıcı etkiler yaptılar. İslâm medeniyetine ait maddi ve manevi servetlerin olağanüstü gücü sayesinde, muhteşem bir ekonomik gelişmeyi temkinli, fakat o derece ehemmiyetli bir kültürel yükselme takip etti. 
    
DÜNYADA  SAYILARIN YAZIMASI 

Almanya’da alfabeye başlayan sayılar sahasında onlar basamağına gelince işlem yaparken problem yaşamaktadırlar. Çünkü Almanca da onlar basamağında ki sayıların okunuşu ve yazılışı birbirinden farklıdır. Örneğin 23 sayısını okuyan bir kişi, önce birler basamağında ki üçü, sonrada onlar basamağında ki yirmiyi okur. Eğer, Almanlar okudukları gibi yazmış olsalardı, bu sayıyı 32 olarak okuyacaklardı. Almanca’da yirmi üç rakamının okunuşu  “zwanzig drei”değil, “drieundzwanzig” olarak okunur. Yüzler basamağında da buna benzer bir sorun ortaya çıkar. İlkin yüzler basamağında ki sayı okunur, daha sonra birler basamağına dönülür, en son olarak onlar basamağı okunur. Böylece ortaya okunması güç bir durun ortaya çıkar. Almanlar, bu yazı sistemini ve şeklini, Araplardan almıştır. Zaten Arap alfabesi de sağdan sola doğru okunur. 

Aslında dünyanın bütün medeni milletleri, sayı işaretlerini Müslümanlardan almış ve Müslümanların öğrettikleri rakamları kullanmışlardır. Bu rakamlar olmaksızın, dünya bu gün geldiği duruma asla ulaşamayacaktı. Çünkü, ekonomi, bilim, istatistik, teknoloji vb. bu rakamlar ve bu rakamlarla yapılan hesaplar üzerine kurulmuştur. 

 Bununla beraber bizzat Müslümanlar sayıları, Hintlilerden aldıkları konusunda bir tereddüde yer bırakmaksızın, kendi Arap rakamlarına “Hint sayıları” demektedirler. Ancak bu sayıların dünya medeniyetlerine yayılması ve kullanışlarındaki kolaylığında Arapların çok önemli bir yeri vardır.  Akdenizlilerin kendilerine has bir rakamları yoktu. Mısırlılar, bir, iki ve üçe ait sayı değerlerini birbirlerini takip eden sıralar halindeki amudi çizgilerle belirtiyorlardı. Babiller sayı yazılarını, dar ve dik açıları, bazen yatay, bazen dikey  şekilde birbiri arkasına dizmek suretiyle sadece üç şekilde faydalanabiliyorlardı. Yunanlar, Hıristiyanlıktan önceki asrın ortasına kadar, sayı kelimelerinin ilk harflerini kullanıyorlardı. Bu ise bir çok birleri, onları, yüzleri meydana getirdiğinden sayı diliyle, sayı yazısı arasında uçurum meydana getiriyordu. Ancak milattan 500 yıl sonra sadece matematik ilminden faydalanılan alfabenin 24 harfi ile Sami kökenli üç ek işareti kullanılan yeni bir sayı sistemi ortaya çıktı. Yunalar bunu Fenikeliler ve İbranilerden almışlardı. Romalıların sayı sistemleri ise basit çentiklerden oluşmaktaydı. 1=I,  5=V,  10=X,  50=L,  100=C,  1000=M işaretleriyle belirtiliyordu. bu işaretler de 50, 100, 1000 rakamlarının baş harfleriydi. 

Bu sayı yazma sisteminde hesap ve işlem yapmak imkansızdı. Ayrıca bu işaretlerle yükselen sayılarıyazmakta zordu. Örneğin; Romalılar 487 sayısını CCCCLXXXVII  şeklinde gösteriyordu. Bunlarla en basit işlemleri yapmak bile imkansızdı. M.Ö. 260 yılında Myles’ de, Romalıların Kartacalılar'a karşı kazandığı ilk deniz zaferinin hatırasına dair ki yazıda 2 200 000 sayısını belirtmek için 22 adet 100 000 i gösteren sayı işaretleri kullanmışlardır. Hintliler, birlerin her dokuz kademesine kendi sayı  işaretlerini eklediler. Bu, insanlık zekasının en önemli icatlarından biri idi. Hintliler, bu sayı sistemi ile akla gelen her değeri yazabiliyorlardı. Bu sistem, birler, onlar, yüzler, binler... olarak sonsuz bir yükseliş içinde idi. Buna benzer bir sayı sistemine sahip olan Çinliler, rakamın yanına sayı bildiren bir harf koymak suretiyle daha sağlam bir hale getirmişlerdi. Örneğin 3952 sayısını 3T9H5Z2  şeklinde yazıyorlardı. Romalılar ise bunu MMMDCCCCLII  şeklinde belirtiyorlardı. Buna mukabil Hintliler, haneleri özel bir işaret ile belirtmeden, bir ila dokuz rakamlarından faydalanıyorlardı. Hintlilerin ulaştığı bu aşamaya, o ana dek yalnızca mayalar ulaşmıştı. 

Hintliler, M.S. 300 yılında sayıları rakamlamaya başlamışlardır. Rakamlar sağdan sola doğru yükseliyordu. 6. Asra kadar birden dokuza kadar olan rakamlarda kaldılar. Böylece bu rakamlar tamamen oluşmuş, 622 yılında Hindistan dışına taşmıştı. Fırat’ ta bir kolej müdürü ve manastır hukuk müşaviri olan Suriyeli bilim adamı Severus Sobokht, Hint hesabının kabiliyet ve kolaylığından bahseder. Severus, bu sayıların sınırsız bir şekilde uzatılacağını belirtiyordu. Ancak yinede bir eksiklik vardır “sıfır”(0). Hint rakamlarıyla hemen hemen bütün rakamlar yazılabilirken, 408 gibi bir rakamın yazılmasında ve işlem yapılmasında problem yaşanmaktaydı. 408’in 48 olarak işaretlenmesi için boş kalanlar hanesine bir işaret konulmalıydı. Hintliler, bu haneye sembol olarak bir daire (0) veya nokta (.) koydular. Bu sayı  işareti, ilk defa MS 400 yıllarında Hindistan’da görülmüştür. 598 yılında astronomi bilgini Brahmagupta, 33 yaşında yazdığı astronomi kitabı“Siddhanta”da dokuz sayı  işareti ve sıfır ile birlikte hesap kurallarından bahsetmektedir. 777 yılında ise Bağdat’ta Halife El-Mansur’un sarayına gelen Hintli astronomi bilgini Kankah’ın çalışmalarındaki hesap cetvelleri, İslâm bilgini İbn’ül-Adami tarafından “inci gerdanlık” olarak isimlendirilmiş ve şöyle belirtilmişti : 

“Hicretin 156. Senesinde, Sindhind ismi ile tanınan hesap usulünde, çok muktedir bulunan Hintli bir şahıs, yıldızların hareketlerini tespit konusunda, Halife El-Mansur'un huzuruna çıktı. Kardaga’ların, Kral Figar adına yazılmış bir kitabı da sunmak istiyordu. El-Mansur, bu kitabın hemen Arapçaya çevrilmesini, gezegenlerin hareketlerine ait temelin Müslümanlar tarafından atılmış olduğunu belirten bir eser yazılmasınıbelirtti. Bu işle görevlendirilen Muhammed b.  İbrahim El-Fazari, bunun üzerine, “astronomlar nazarında büyük Sindhind” isminde bir eser meydana getirdi.  Sindhind kelimesi, Hintlilerin dilinde, sonsuz bir devamlılığı ifade eder. Bilhassa bu devrin bilim adamları, Halife El-Me’mun’un hükümdarlığına kadar, bu esere uydular. Bu eseri,  İslâm memleketlerinde, meşhur olan astronomi cetvellerinin hazırlanmasında da Muhammed b. Musa El-Havarizmi, astronomlar için yeniden işledi. “Sindhind metodunu” uygulayan astronomlar eseri çok beğendiler ve onu hızla yaydılar.”   

Arapça’ya çevrilen bu eser sayesinde Müslümanlar, Hint sayısını tanıdılar. 706 yılında halife 1. Velid,İslâm hakimiyetinin bulunduğu yerlerde, Yunan dilini men etmişti. Ancak Yunan harf sayısını yasaklamamıştır.  

Sayıların, sağdan sola doğru yükselen rakamların anlamı ile sıfırın kavranması hususunda fikri 
faaliyetler ve bu faaliyetlerin doğudan batıya aktarılmasında karşılaşılan güçlükler ve engeller görülünce, o dönemin çalışmaları daha iyi anlaşılmaktadır. Ancak bu sayı  işaretlerinin kabulü ile iş bitmiyordu. Bu işaretlerle bilginler ve tüccarlar işlem yapmaya, kullanmaya, düşünmeye ve bunları usulünce anlamaya, onu mükemmelleştirmeye mecburdular. El-Hıvarizmi, banker, tüccar ve ölçme memurları için Hint sayı işaretlerinin izahı ve uygulamasını içeren bir ders kitabı yazdı. Burada Kur’ân-ı Kerim’e göre miras hukuku, kölelerin serbest bırakılması meselelerine ait örnekler verdi. O, dört asır sonra  İngiliz Bath’lı Alelhart tarafından Latince’ye çevrilen ve batılı bilim adamlarına sunulan “coğrafya ve astronomiye”dair eserler yazdı. Fakat el-Hıvarizmi, matematiğe ait “el-Cebir ve el-Mukabele” adlı eseri ve “hesap sanatlarına dair” eserleri ile ebedileşmiştir. El-Cebir ve el-Mukabele, Latince’ye çevrilirken, çevirmenler, bu Arapça  unvanıaynen korumuş, el-Cebir, bütün devirlerde “Algabr” olarak yaşamıştır.  

El- Havarizmi’nin ikinci ve en önemli eseri sayılan “hesap sanatlarına dair”kitabında, Hint hesabını, sayı yazısını, toplama, çıkarma, ikiye bölme, iki misli artırma, çoğaltma, bölme ile kesir hesabını anlatır. Bu eser 12.yüzyıl da İspanya’da Latince’ye çevrildi.  

El-Havarizmi’nin Hint rakamlarıyla yazdığı hesap kitabına ait Latince çevirilerin ilk nüshaları Alman bölgelerinde görülür. I. nüshası Viyana Saray Müzesi’nde, II. nüshası ise Heidelbeg’de bulunmaktadır. Ayrıca “Algoritmi”, “Algorismus” şeklinde, erkek çocuklarına verilen isim haline gelmiştir.  El-Havarizmi’nin ismi, yeni hesap sanatı ile Batıda bugüne kadar “Algoritmus” olarak yaşadı. Taraftarları, hanelerin sağdan sola doğru yükselen sistemlerden oluşan rakamlarla hesap yapmayı ve sıfırın kesin zaferi için  İspanya, Almanya,  İngiltere ve Fransa’da “Abacist”lerin savunucularıyla uzun süren bir mücâdeleye giriştiler. Böylece tarihte “Algoritmikler” ismini aldılar. Fakat daha 13. Asırda Algorithmus kelimesinin menşei unutulmuş ve bunun menşei tekrar aranmaya başlamıştır. Ne tuhaftır ki bu arayış, araştırıcıları bu buluşla ilgisi olmayan Avrupa milletleriyle özellikle Yunan  milletiyle karşılaştırıyor, araştırmacıların akıllarına İslâm dünyası gelmiyordu. Araştırmacılardan biri “alleos” (yabancı) “gros” (düşüş) kelimelerine atfediyor, ikincisi ise “agris” ve “mos” ile Yunanca bir usul olduğunu söylüyor, üçüncüsü “ares” (kuvvet) ve “sitmos” (sayı) kelimelerinden oluştuğunu, dördüncüsü ise “algos” (beyaz kum) “ritmos” (sayı) kelimelerinden oluştuğunu ve bunun daha ilk çağda, taş ve tahtalar üzerine serpilmiş beyaz kumlarla hesap yapmayı ifade ettiğini söylüyordu. Bir diğeri ise “algos’un” diğer manası sanat ile rodos (sayı) kelimelerinden, sayı sisteminin ortaya çıktığını söylüyordu. “Carmen do algorismo” ya göre; bu sanatın mucidi Algor isimli bir Hintli Kral olmalıydı. O da Kastilya’nın Hristiyan Kralı Algor’a veya Albus isimli bir filozofa vermişti. 1845 yılında Fransız Reinad, Algoridmus ile birlikte el-Hıvarizmi’nin ismini tekrar ortaya attı.  

El-Hıvarizmi’nin ikinci eseri, Müslümanların Batıya sundukları önemli en belgelerinden birisidir. Müslümanların, birlerden başlayarak, rakamları sağdan sola doğru okudukları bu eserde anlaşılmaktadır. ElHıvarizmi ise eserinde, toplama ve çıkarmada şöyle bahsetmektedir : 

       38 
    -  18 
    
       20


“Sekiz diğer sekizden çıkınca, geriye bir  şey kalmaz. Bu taktirde hanenin boş kalması için bir dairecik koy. Dairecik, boş hanenin yerine geçmek zorundadır, eğer bu hane boş kalırsa, diğer hanelerde tehdit edilmiş olurlar. Artık ikinci hane, birinci hanenin yerini tutar. Yani, ikinci hane, birinci haneden başka bir şey değildir.” 

Sıfır, ilk hanenin aksine sola konsa idi, 02 gibi bir sayıda, ikinin sonundaki sıfır, değeri değiştirmediğinden, el-Hıvarizmi’nin yukarıdaki izahatının hiçbir manası olmayacaktı.  Aslında 10. Asrın sonlarına doğru Aurilliac’lı Gerbert, el-Hıvarizmi’nin bu eserini öğrenmişti. 945 yılında  henüz bir bebekken bir kilisenin önüne bırakılan Gerbert, yirmili yaşlardayken, hükümdar el-Hakem devrinde, Vich’li Hotto’nun yanında Kurtuba  şehrinde matematik ve astronomi çalışmıştı. Gerbert, burada Arap sayılarını  öğrenmiştir. Alman Kayzeri 3.Otto ve imparatoriçe Adelheid, Otto’nun oğlu ve torunuyla görüşür. Kısa zamanda 2.Silvester unvanıyla papanın halefi oldu. Onun bilgisi karşısında  şaşıran hasımları onun Kuzey Afrika’da Müslümanlara ait şeytan âletleri ile çalışmalar yapan, şüpheli ve lanetli birisi olduğuna dair dedikodular yayıyorlardı. Öyle ki, rivayetlere göre Gerbert, Kuzey Afrikalı Müslümanlardan müneccimlik ile bazı sanatları  öğrenmek için, geceleri manastırdan  İspanya’ya uçuyor, orada cehennemin meçhul  şahıslarından sihir, insanlığa ait zararlı veya faydalı şeyleri ortaya çıkarıyordu. Gerbert, dokuz rakamla hesap yapan ilk batılıdır. O, dokuz işaretini İspanya’da yaşayan Müslümanlardan öğrenmiştir. Ancak Gerbert, sıfırı tanıyamamıştır.  

Batının Arap sayı yazısıyla tanışması başlıca üç isimle başlar : Arap sayılarını ilk defa batıya öğreten Gerbert idi. Severus Sabokht ise bir diğeri olarak karşısına çıkar. Gerbert ve Severus sıfırı bilmiyorlardı. Ancak Gerbert’ten  yüzyıl sonra Türk  İslâm bilgini el-Hıvarizmi’nin hesap kitabı “sevgili Algoritmis”sayesinde yeni hesap tarzına ait bilgi, her tarafa ulaşmıştı. Zerclaer’li Thomas Almanca yazdığı şiirde, Alman milletine şunları söylüyordu :  

“Alman yurdu! 
  Senin vakarını çok seven bu yabancıya,  
  Misafirperver bir ev sahibesi gibi; 
   Hoş geldin de!”

Öte yandan matematik tarihi, 13.yüzyılda Batının el-Hıvarizmi’si sayılan, Piza’lı Leonardo ile tanışır. Babası, Cezayir sahillerindeki Bugia’da, Pizalılara ait bir ticaret şubesinde memur olan Leonardo, Müslüman bir matematik öğretmeni olan Sidi Ömer’den matematik dersleri aldı. Hint sayılarıyla hesap yapmayı ve Arap usulü kesereyi öğrendi. Ebu Kamil’in, Ömer Hayyam’ın,  İbn’i Sina’nın, el-Biruni’nin ve el-Keseri’nin muayyen, murabba ve mikaplı muadeleleri tertip ve düzenini öğrendi.  İskenderiye ve  Şam’daki bütün kütüphaneleri tepeden tırnağa inceledi. Yunan, Hint ve Arap hesaplarına ait bütün bilgilere sahip oldu. 1220 yılında bu bilgiler  ışığında “Praxis geometri” adlı eseri yazdı. Müslümanların matematik öğretmeninden hesap yapmayı  öğrenip, uzun süren ticaret seyahatlerinde kullanışlarını incelediği sayılardan Leonardo şöyle bahsetmektedir : 

“Hintlilerin 9 sayı işareti şunlardır : 

-9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1  

Bunlarla ve sıfr adı verilen 0 işaretiyle arzu olunan her sayı yazılabilir.”  

Görüldüğü gibi Leonardo, Araplardan öğrendiği şekli ile sayıları yazıyor ve matematik işlemlerini de o tarzda yapıyordu. Mesela; bir buçuğu ½ 1  şeklinde yazıyordu. Arap hesap öğretmeninin talebesi olan Leonardo, Arapça “sifr”i “cephirum” şeklinde Latinceleştirdi. 

Sıfır, Avrupa’da korkunç bir  şüpheyle karşılanmıştı. Çünkü sıfır, herhangi bir sayının yanına konulduğu zaman o sayıyı korkunç derece de arttırmakta, ayrıca tek başına bir hiçi ifade etmekteydi. Böylesine bir işaretin ve sembolün, Avrupa’da şüphe ile karşılanması o devrin batıl inançları ve bağnazlığıyla yorumlanabilir. O devrin en açık görüşünü bir Fransız şu sözlerle göstermektedir : 

“Kartal olmak isteyen bir kelebek, aslan olmak isteyen bir eşek, kraliçe olmak isteyen bir maymun gibi; sıfır da sayı olmak istemektedir.” 

Roma rakamlarında da yeni düzenlemeler yapılıyor, mesela 1482 yılına ait bir sayı MCCCC8II, 1515 yılı sayısı 15X5, 1504 sayısı 15IIII  şeklinde ortaya çıkıyordu. 1220 yılında bir yazar 2814 sayısını II.DCCXIIII şeklinde yazmıştır. Almanlar, 1505 sayısı için sıfırın yerine yüzü belirtmek için küçük bir işaret koymuşlar, IV.V oluşturmuşlardır. O devirde, sıfır âdeta bir  şeytan işareti sayılıyordu. Bu bağnazlık ise, sıfırın anlaşılmasını engelliyordu. Ancak yinede sıfır ve dokuz Arap rakamını, Roma rakamlarıyla kaynaştırmaya çalışan Romalılar, 1502 için  IVOII, 1089 için IOVIIIX  şeklinde tuhaf ve melez bir  şekil ortaya çıkarıyorlardı. Mesela bir yazar, 1200 sayısı için ICCOO  şeklinde tuhaf bir figür ortaya çıkarmıştı. Tüm bu direnmelere rağmen Arap rakamları, Alman rakamlarının üzerinde haklı bir zafer kazanmıştır. Neticede Arap rakamları Batıyı fethetti. Bu rakamların tabi ilimlerde, nakliyatta, teknik ve ekonomideki önemli rolü, Dünyanın bütün medeni milletleri tarafından kabul olundu.  
  
ÜZERİMİZDEKİ SEMA


Beşer ALLAH’ın birliğini ispatta, onun emsalsiz büyüklüğünü, yüce hikmetini,muazzam kudretiyle eserinin mükemmeliyetini yıldızlar ilmi sayesinde idrake muvaffak oldu. El-Battani  (877-919) 

Günümüzde kullanılan bir çok yıldızın ismi  İslâm menşeilidir. Müslüman astronomlardan ders alan Batı, bugün hâlâ Aldebaran, Algenib, Algol, Atair, Wega, Beteuges, Deneb, Fomalbaut, Rigel gibi İslâm sabit yıldızlarının isimlerini kullanırlar. Bugün astronomi ilmi ile ilgilenen her  şahıs, Zenit, Azimut, Nadir, Alhidade ve Theodolit gibi astronomik sembollerin,  İslâm astronomisinden kaynaklandığını bilir.  İslâm astronomisi el–Mansur, Harun Reşid ve özellikle el-Me’mun devrinde çok ileri noktalara ulaşmış ve halifelerin sarayları asırlar boyunca dünyaya rehberlik eden  bir astronomi merkezi haline gelmiştir. ElMe’mun, Bağdat’ın en yüksek yeri Şemmasiye kapısında astronomi çalışmaları için büyük bir rasathane inşa ettirmiştir. Bu rasathaneyi Yahya b. Ebu Mansur’un idaresine bırakmış, Yahya ise burada gezegenlerin hareketlerini sistematik bir  şekilde incelemiştir. Burada çalışan astronomların titiz çalışmaları sonucunda, Batlamyusun astronomi cetvellerinde önemli değişiklikler yapmışlar, bu cetvelleri “Me’mun Cetvelleri” olarak işlemişledir. Halife Me’mun döneminin en önemli bilim adamlarından Musa Bin Şakir'in üç oğlundan biri olan Muhammed İbni Musa  Yahya’nın talebelerinden Yahya'nın talebelerinden biri idi. Musa bir gurup astronomla yeryüzünün ölçülmesi işlemine katıldı. Dünyanın ölçülmesine ilk defa Erastosthenes, güneşışınlarından faydalanmak suretiyle teşebbüs etmiştir. Bu araştırmacılar ise Musul’un batısında Sincar Ovasında, Erastoshenes’ten farklı bir yol izlediler. Aynı noktadan kuzeye yürüyen bir gurup Kutup Yıldızını yükselirken, diğer gurup ise onu batarken görünceye kadar güneye ilerlediler. Böylece her iki rasat gurubunun mesafesinden, meridyen dairesinin bir derecesini, şaşılacak bir doğrulukta hesapladılar. Daha sonra Musa’nın oğulları Muhammed, Ahmed ve Hasan kendi hesap modellerini yaptılar. Bu hesap metotları sayesinde Batlamyus dahil bütün astronomları gölgede bıraktılar. Kendilerinden yüz elli yıl sonra yetişen el-Biruni bu hususta şöyle demektedir: 

“görülüyor ki, her  şeyden önce Musa’nın Oğullarına rasatları kabul etmek ve onlara uymak zorundayız. Çünkü onlar bütün gayretlerini gerçeğe varmak için harcadılar. Müşahedelerinin doğruluğunu gözleriyle bizzat gören daha sonraki alimler, astronomi metotlarına vakıf ve bunları ustalıkla uygulamada, kendi devirlerinde onların biricik, emsalsiz astronomlar olduklarını doğrularlar.”  Muhammed, Ceremona’lı Gerhar’dın Latince ye çevirdiği “Üç Kardeşler” isimli, düz ve küresel yüzeylerin ölçülmesine ilişkin esrini yazar. 

Musa İbni Ahmed ise teknolojik âletler konusunda dahi durumundaydı. O, sıvıların ölçümü için kaplar, bir kabı boşalır boşalmaz hemen dolduran âletler, ihtiyaca göre ayrı veya karışık şarap ve su akıtan şişeler, otomatik yağdanlıklı ve rüzgarda sönmeyen lambalar, sulamanın tamamlandığını belirten otomatik sinyal veren düdüklü âletler, otomatik dolan boşalan banyo testileri ve şarap için ibrikler, değişik figürler meydana getirerek su fışkırtan fıskiyeler vb. bir çok yeni icatlar meydana getirdi. Ahmed, Yunanların semayı dokuz kürenin kuşattığına dair yanlış görüşü çürüttü. Kardeşi Muhammed ile birlikte büyük bir bakır saat imal etti. Yıldızların, doğuş ve batışında ki farklılıkları inceleyen Muhammed’in verilerine dayanarak, son derece doğru çalışan bir âlet icat etti. İbni Rabban Et-Tari bu âlet hakkında şunları söyler: 

“Samarra’da ki rasat hanenin önünde Musa’nın astronom ve mekanisyen oğulları Muhammed ve Ahmed kardeşlerin yapmayı başardıkları cihazı gördüm. Küre şeklinde ki bu âlet, Zodyakların sinyalleriyle yıldız resimlerini tespit ediyordu. Su ile müteharrikti. Semada bir yıldız batınca, aynı anda resmide cihazın içinde ufku gösteren dairenin altına doğru batarak kayboluyordu. Aynı  yıldız tekrar doğunca, altta ufuk çizgisinin üzerende resim görünüyordu.”

Hasan  İbni Musa ise konik kesitlere dair bir eser yazdı. O, elips adı verilen bahçe  şeklinin de mucididir.Musa’nın oğulları, kaybolma tehlikesi altındaki Yunan eserlerini, Arapça ya çevirerek yaşattılar. Ayrıca Musa’nın çocukları, yıldızlara tapan Sabit İni Kurra’yı İslâm Dünyasına kaznadırmışlar ve bilim tapan bir kişinin dini inançlarını dikkate almayarak İslâm’ın bu konuda ki görüşlerini sergilemişlerdir.  İlmi astronomiyi, Yunan astronomisine aykırı düşen Yunan Hipparch kurmuştur. O zamana kadar Yunan astronomisi, genellikle yoklayıcı, teorik ve birazda sistematik rasatlar halinde kaldı. Babilliler ise gökyüzü hakkında yalnızca gördüklerini yazdılar. Yunanlar, M.Ö.500’lü yıllarda gökyüzünü geometrik olarak küre şekline en doğru ve en uygun şekilde vermişler, dünyayı ise silindir şeklinde düşünmüşler ve Dünyayıkainatın merkezine hareketsiz olarak bir boşluğa koymuşlardır. M.Ö. 3. Asırda Aristo ise kâinatın merkezine güneşi koymuştur. Astronominin kurucusu Hipparch’a kadar dünya kainatın merkezinde hareketsiz bir şekilde durmaktaydı. Hipparch, kendi döneminden sonra da uzun bir zaman, en dikkatli ve en titiz çalışmalarıyapmış en büyük astronomu olarak anılmıştır. Onun ulaştığı düzeye ne Hintliler ne de Romalılar ulaşamamıştır. Hipparch’tan sonra astronomi ilminde ki ilerleme  İslâm dünyasında gerçekleşmiştir.  İslâm astronomi bilginleri bu ime sarılırken, Kur’ân-ı Kerim’ den : “onlar, semaya dikkatle bakmıyorlar mı? (onun) ve dağların nasıl yaratıldığını anlamıyorlar mı?” ayetleriyle, Hz. Muhammet ’in; “Allah mutlak ve külli bilgisiyle gökleri ve yerleri yaratmıştır; karanlık ile ışık, O’ nun varlığını hatırlatırlar;O’ nun ilmi, sema vedünyayı kuşatmıştır.” Hadislerini araştırmaları için ilke olarak alıyorlardı. Yani astronomi her Müslüman için dini bir mana taşıyor, gök cisimlerinin hareketleri Allah’ın mutlak kudretine delil teşkil ediyordu. En büyük İslâm astronomlarından biri olan el-Battani : 

“yıldızlar ilmi, her insanın, eşyanın kanunlarını  öğrenmeye çalışması gibi: dinin de kanun ve nizamlarını bilmek ihtiyacından doğmuştur. İnsanlık yıldızlar ilmi sayesinde Allah’ın birliğini ispata; O’nun emsalsiz büyüklüğünü, yüce hikmetini, muazzam kudretini ve eserinin mükemmeliyetini idrake muvaffak olur.” der. 

Ayrıca Müslümanlar, zamanın tayini  konusunda pratik astronomiden faydalanıyorlardı. Çünkü İslâm’da ibadet, zamanın kontrolü ile ilgilidir. Namaz saatleri, Ramazan ayının başlangıcı ve bitişi, imsak ve iftar zamanları güneşin ve ayın konumuna göre belirlenmektedir. Güneş ve ay tutulmalarının zamanı da gözlenmek zorundaydı. Ayrıca Kıble kutup yıldızı ile tespit ediliyordu. Bütün bunlardan dolayı,  İslâm astronomi bilginleri yeni gelen her bilgiyi kapıyorlar, yöneticiler ise  şehrin en uygun yerine astronomi rasathaneleri kuruyorlar, buralara devrin en yetenekli ve bilgili bilim adamlarını tayin ediyorlardı. Bu rasathanelerden en meşhurlarını; el-Me’mun Bağdat ve  Şam’da, Fatımi Halifesi el-Aziz ve el-Hakim Kahire’de, Sultan Adududdevle Bağdat’taki sarayının bahçesinde, Selçuklulardan Melikşah İran  Nişapur’ da, Hülaguhan Maragha’ da, Uluğ Bey Semerkant’da inşa ettirdiler.  

Büyük matematikçi ve astronom Nasir’üd-din et-Tusi, on iki yılda gezegenlerin seyrini gösteren “İlhan-i Cetvelleri”ni hazırladı. Bu o dönem için imkansız bir şeydi. Çünkü güneş sisteminde ki Satürn, güneşçevresinde ki devrini ancak 30 yılda tamamlıyordu.  

Margha da ki rasat hanede bulunan bir âlette, biri  zemini altında tutturulan meridyene, ikincisi ekvatora, üçüncüsü epliktik düzlemine, dördüncüsü yeryüzü dairesine, beşincisi ekinoksa ait olmak üzere bakırdan oluşan bir usturlap bulunuyordu. Bu âletler dünyanın konumunu, yıldızlar arsında ki mesafeyi gösteriyordu. Müslümanlar, bu âletleri kürer içinde daireler kesen torna tezgahlarında yapıyorlardı.  Gökyüzünü incelemede kullandıkları gözlem cihazlarından faydalanan  Batı, daha sonra teleskopu icat etmiştir.  

Yıldızları incelemede çok ileri olan  İspanya Müslümanlarına imrenen, Kastilya Kıralı Alfons, kendi devletinde Müslümanlarınkine benzer bir rasat haneyi, Arapça’yı çok iyi bilen Yahudilerden ve Müslüman bilim adamlarından kurduğu bir ekiple kurdu. Bir çok el yazması kitabı kendi diline çevirtti. Bu sayede İslâm metotlarıyla  şimdiye kadar yapılan en mükemmel usturlabı yaptırttı. Ayrıca Afons,  İslâm astronomu EsSarkali’nin esrini kendi diline çevirtince, eseri “Alfons Cetveli” diye tanıtmaktan kaçınmadı.  Usturlabı Avrupa’ya ilk defa, seyyah öğrenciler birer hatıra olarak götürdüler. Herman, kitabında usturlabın özelliklerinden bahsetti. Batıda ilk defa 14. asırda imal edildi.17. asırda dahi denizciler usturlabıkullandılar.  

Müslümanlar, duvar açı kadranını, seksant ve oktant âletlerini imal ettiler. İlk defa Güneş saatini icat ettiler. Zil vasıtasıyla her tarafa öğle zamanını hatırlatan çalar Güneş saatlerini, bir madeni kupanın içine her saat başı, küreler düşüren su saatlerini, Zodyaklar sayesinde gezegenleri izleyen veya Ayın yarım devresinde geceleyin saat on ikide bir pencereye monte edilince, yarım ayın geçişini belirten devvar aynalarını buldular. Halife Harun Reşidin, Alman Kayzerine hediye ettiği saat hakkında kayzerin tarihçisi şunları belirtmektedir: “saatin pirinçten yapılmış hayrete şayan bir hünerle monte edilmişti. Bu su saati, on iki saatin geçişini hesaplıyor ve saat başlarında olmak üzere on iki kürecik düşüyordu. Her bir kürecik alttaki zile çarpınca, etrafa ses yayılıyordu. Açılan kapıcıklardan aşağı düşen kürecikler, bir saatlik zamanın tamamlanmasıyla dışarı fırlıyordu. Bu sıçrayışların sonunda 12 kapının tamamı teker teker kapanıyordu.”  

Avrupa, tecrübi araştırma kuruluşunda Bacon, Leonardo Vinci, ve Galile’yi öne sürerler. Ancak tecrübi araştırmanın kurucusu da yine bir  İslâm bilgin olan  İbni-Heysem’(Batı onu Alhazen olarak adlandırmıştır) dir. Batlamyus ve Öklid, gözün görülebilen cisimlerin üzerine ışınlar yaydığını öğretmelerine karşın, Heysem “göz görmeye etki edecek bir ışık ortaya çıkarmaz, görülebilen cisimler göze pek çok ışıklar sunarak görülür hale gelirler.” Demek suretiyle onların yanlışlığını ortaya çıkarır. Modern tabii bilimlerini, metotlu şekilde düzenleyip, denemelerle birleştiren de Alhazen’dir. O geometrik optiğin bütün dallarına girdi. Ayın ışık kaynağı hakkında doğru bir görüş ortaya attı. Işığın kırılma nedenlerini, hava ve su gibi çeşitli tabiat olgularına bağladı. Ayrıca troposferin 15 Km kalınlıkta olduğunu şaşmaz bir şekilde bildirdi. Projektörün etki kanununu bulan Alhazen, okuma gölüklerini de  ilk defa kendisi icat etti. Onun Batıya yaptığı etki çok büyüktür. Optik fizik sahasında ki çalışmaları, Yeniçağ başlarına kadar Batıya hükmetti. Bacon’dan Vitello’ya kadar bütün optik “Alhazen Nazariyeleri”ne dayanır. Karanlık oda, pompa, torna ile ilk uçak makinesinin mucidi olarak Leonardo de Vinci gözükse de, aslında buların gerçek mucidi Alhazen’den başkasıdeğildir. Galile’nin teleskopu bulması da  Alhazen’den kaynaklanmaktadır. Bir cismin ışın yaymasını, kürevi bir ayna içinde, noktası noktasına hesaplayan Alhazen Problemi, onun yüceliğini açık bir  şekilde ortaya koyar.  

Müslüman astronomlar, uzun süren çalışmaları sonunda, epliktik açısını buldular. Epliktik açısınıbulan el-Fergani’dir.  İslâm bilim adamlarından el-Sarkali, Güneş ve Dünya arasında ki mesafeyi ölçmeye  çalışmış ve Batıda “Büyük Hoca “ ismiyle anılmıştır. El-Kindi ise açıların pergelle ölçülmesini geometriye kazandırmıştır. Risalesinde “cisimlerin parçalanması imkanı henüz tamamlanmamıştır. Eğer hâlâ daha fazla parçalanamıyorsa, bu bir  şeyler yapmayı henüz başaramayışımızdandır” diyerek atomun açıklamasınıyapmıştır. El-Biruni, Kopernikten 500 yıl önce Dünyanın kendi etrafında döndüğünü söylemiş ve bunu en sağlam delillerle ispat etmiştir. Aritmetiği kullanmanın, aritmetikten bilimde faydalanmanın yolunu ilk defa açan ve aritmetiği sistematik bir şekilde genişleten el-Hıvarizmi’dir. Bu gelişme Batı aritmetiğinin temelini oluşturur. Dünya, Cebirin en yüksek noktasına ulaşmasını, Ömer Hayyam’a borçludur. Leonardo ise başarısını Ebu Kasım es Suca’ya borçludur.  İlk defa kesirleri sağdan sola doğru basamakları yükselen sayısisteminin içine, ters yerleştirmek suretiyle, bu sisteme en mükemmel şeklini veren el-Kaşi’dir. Yani  şu an Batının faydalandığı matematik üslubu tamamen Müslümanlara aittir. Müslümanlar geometride sinüs ve tanjantı bularak trigonometrinin esas  şeklini meydana getirdiler. Sinüs aslında  şekil değiştirmiş bir kelime olup; aslen Arapların cebi, çıkıntılı veya kavisli  şeyleri ifade için kullandıkları “ceyb” kelimesinin Latince çevirisinden kaynaklanmaktadır.  İslâm bilim adamları tam Küreyi, kare kenarların veterleri yerine kürevi üçgen kenar ve açıları kullandılar. Kosinüs, tanjant ve kotanjantın fonksiyonlarını buldular. Bir daireyi altmışa böldüler. Ebu’l-Vefa sinüs cetvellerinin yeni hesaplama metodunu buldu. Diferansiyel hesabını bulan İbni Sina ve Gazalidir. Farabi ise musikiden hareketle intervali bulmuştur.  
   
O halde Rönesans’ın üstatları Yunanlılar değil Müslümanlardır. Matematiğin, astronomini, fiziğin, kimyanın, tıppın, ticaretin vb. birçok şeyin zeki üstatları Müslümanlara Batı, çok şey borçludur. Ancak buna rağmen Batı,  İslâm’ın kendilerine ve dünyaya kazandırdıklarını unutmuş gibidir. Öyle ki, Müslümanlara ait bir çok icat ve buluşları Yunan medeniyetine atfetmekten geri kalmamıştır. 

Bu gün hâlâ cebirde bilinmeyeni gösteren X, ikinci inmeyen Y, üçüncü bilinmeyen Z işareti birer maskenin altında âdeta Latin alfabesinin sıralanışına uygun bir şekilde muhafaza edilmesine rağmen, bunlar tamamen Müslümanlara aittir. Arap alfabesinde X harfi bulunmadığından bu pek mümkün değilmiş gibi görünebilir. Oysa işin aslı şöyledir:  

Matematikte birinci bilinmeyeni Müslümanlar “şey” demişler, kısaltılmışına da “Ş” adını vermişlerdir. “Ş” sessiz harfi İspanyolca’da “X” işareti denk gelir.  

Avrupa, en önemli antik eserleri Müslümanlar sayesinde öğrendi. Onlar Yunan eserlerine ait tercümeleri, komanterleri ve bizzat kendi eserleriyle, Cermen dünyasında ilmi düşünce ve araştırmayıateşleyerek, harekete geçirip, beslediler. Rakamları, geliştirdikleri âletleri, aritmetik, cebir, kürevi trigonometri ve optikleri sayesinde, Batıyı tabii bilimler sahasında artık kendi âlet ve keşiflerine dayanarak, ilerlemeye kalkışacak bir seviye getirdiler.

Orta çağa ait bir başka özellik ise yaygın olarak ortada dolaşan müneccimlikti. Müslümanların, bir ilim olarak uğraştıkları astronomi, Batı aleminde, sihir ve büyünün, temel taşları olmuştu.  İslâmiyet’te yalnızca gökyüzündeki belirli hareketlerle seyir eden gök cisimleri, yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, ayın ve güneşin konumlarında ki olağan değişimler, Batıda bir felaketin habercisi, bir günahın işareti yada tanrının ikazıolarak telakki ediliyordu.    Müneccimlik daha ziyade Batıda gelişmiş,  İslâmiyet’te ise pek fazla bir yer bulamamıştı. Çünkü  İslâm Dini müneccimliği ve falcılığı yasaklamıştı. Batıda ise  İslâm bilginlerinin astronomi çalışmaları ve bilgisi, yıldızlardan haber almaya dayalı skolastik düşüncenin bir ürünü olarak, müneccimlik mesleğini daha da yaygın hale getiriyordu.  İslâmiyet’te astronomi etütleri mecburiydi. Bizzat Kur’ân’da, Allah insanların gökyüzünü incelemelerini emretmiştir. Bu sebeple  İslâmiyet’te gökyüzü Allah adına araştırıldı.  İslâmi eserlerin hepsi Onun adına başlar. Ancak  İslâmiyet’e giren müneccimlik,  İranlıların getirdikleri geleneklerinin bir parçası olarak kalmıştır.    

İSLAM TIBBI 

Orta çağda kendi hekimlerine güvenemeyen haçlı hükümdarları, kendilerini Müslüman doktorlara teslim ediyorlardı. Çünkü Avrupa’nın ilkel tedavi yöntemleri, Müslümanların modern tıp anlayışından tamamen uzak ve tehlikeliydi. Avrupalı doktorlar çoğu zaman hastaya ölümü gösterip sıtmaya razıediyorlardı. Ancak yine sıtma hastalığından öldürüyorlardı. Hastalığın sebeplerini dahi bilmeden ve bilmek için bir çaba sarf etmeden, kendi hayal güçlerine dayalı açıklamalar yaparak, hastalara akıl almayacak derecede korkunç eziyetlerle öldürüyorlardı. Öyle ki Batılı doktorlar bir çok hastalığın sebebini, hastaların Şeytanla sıkı ilişkiler kurduğuna dair hayali sebeplere bağlıyor ve çoğu zaman hastayı şeytandan arındırmak için, hastanın ölümüne yol açan metotlar uygulayarak yada bilerek hastayı  öldürüyorlardı. Yani Avrupa’da hasta olmanın diğer adı ölümdü. Bunlara dair bir çok örnek vardır. Ancak içlerinden bir tanesi o döneme ait mukayesenin en canlı örneklerinden birini teşkil eder. Emir Usamet  İbni Munkiz’in anlattığı bir olay gerçektende çok çarpıcıdır. Bu çarpıcı olay şöyledir: 

“Müslüman tıp adamı Sabit, Fransız garnizonunda dönmüş bulunuyordu. Hastaları nasıl bu kadar çabuk bir şekilde tedavi ettiğini kendisine hayretle sorduk. Doktorumuzda şöyle cevapladı: Bana bacağından çıban bulunan bir  şövalye ile sıtmadan fazlaca zayıflamış bir kadın getirdiler.  Şövalyenin ayağına yakısardım. Çıban patladı; tehlikesiz bir seyir takip etmeğe başladı. Kadını diyete tabi tuttum. Vücut durumunu 10bitkisel gıdalar vermek suretiyle iyileştirdim. Bu sırada oraya gelen bir Fransız doktoru, hastalara dönerek beni gösterip: “bu sizi tedavi etmeyi bilmiyor” dedi. Şövalyeye tek ayakla yaşamayı mı yoksa ölmeyi mi tercih edeceğini sordu.  Şövalye de “bir ayakla”  şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Fransız doktoru, kendisine kuvvetli bir şövalye ile keskin bir balta getirilmesini emretti. Şövalye elinde balta ile göründü. Henüz oradan ayrılmamıştım. Doktor, hastanın bacağını, odun yarmağa mahsus bir kütüğün üzerine koydu. Bir balta darbesi ile bacağı kesmesini  şövalyeye emretti.  Şövalye gözlerimin önünde hastanın bacağına bir balta darbesi indirdi. Ancak bacak ayrılmadı.  Şövalye, ikinci defa baltayı, hasta  şövalyenin bacağına vurdu. Bacağının ilikleri dışarıya fırlayan felaketzede, hemen oracıkta öldü. Doktor, onu takiben kadını muayene etti: “Bu kadının başında aşık buluna bir  şeytan var. Saçlarını kesin” dedi. Kadının saçları kesildi. Hemşirelerin yemeğinden sarımsak ve hardal yedirdi. Böylece ateşi tekrar yükseldi. Doktor: “kadının kafasına  şeytan girmiştir” diyerek bu sözlerle birlikte usturayı yakalayıp, kadının başının derisini haça benzer bir şekilde kesti. Kafa tasını örten kısım tamamen açılıncaya kadar derisini ortadan çekip sıyırdı ve kafasını sadece tuz ile ovdu. Kadın aynı anda öldü. Yapılacak hizmetin bulunup bulunmayacağını oradakilere sordum. Hayır diye cevap verdiler. Böylece benim için, o zamana kadar meçhul bulunan, onların harikulade tıbbını öğrenmiş olarak oradan ayrıldım.”   

Kilise tıbbı neredeyse reddetme noktasına gelmişti, eczaneleri bir dinsizlik yeri, küfür merkezi ilan etmişti.tıpta ise elle hastaları muayene etmek kiliseye göre tamamen sakıncalı,  şehveti ve fuhşu teşvik ediciydi. Bu ise iyi bir Hıristiyan için utanç vericiydi.kilise cerrahiyi ise “kanlı ve haysiyet kırıcı sanat” olarak adlandırmıştı. Papa III.  İnnecent tarafından verilen bir emirde,günah itiraf ettirmeden, hasta muayene eden doktor, kilise tarafından tard cezasına çarptırılacaktı. Ayrıca Hıristiyan olmayan bir doktora muayene olanlarda, kilise tarafından afaroz edilip tard olunacaktı. Aynı şekilde, bir Hıristiyan doktorun da, bir Musevi veya bir Müslüman hastayı muayene etmesi kiliseye tarafından yasaklanmıştı. 

11. asırda ise Müslüman hekim  İbni Rıdvan, doktorun vazifesini açıklarken iki zihniyet arasında ki farkta ortaya çıkmaktadır.  İbni Rıdvan’da gerçek bir  doktor düşmanlarına da, dostlarına gösterdiği ilgiyi göstermelidir. Hiç kimse arasında ayrım yapmamalıdır. 

12. asırda Avrupa’nın en iyi ve en büyük hastanesi olan Paris de ki Hotel Dien’de manzara çok korkunçtu. Avrupa’nın bu en iyi hastanesinin zemininde kat kat samanlar, burada itişe kakışa gezinen hastalar, çocuklar, ihtiyarlar, kadınlarla erkekler bir arada karışmış durumdaydı. Hafif hastalarla ağır hastalar ayrılmamıştı. Ölen birisini cesedi günler sonra hastaneden çıkarılıyordu. Odalar çok ağır bir şekilde kokuyor, hemşireler ve hasta bakıcılar, odalara ağızlarına sirkeli bezler girebiliyorlardı.    

İslâm da tıbba bakış, tıpta uygulama ve hastanelerde ki manzaralar bunun tam zıttıydı.  İslâm şehirlerinde modern hastanelerde en uygun tedavi yöntemleri uygulanıyor, hijyenik ortamlarda hastalara bakılıyor ve onun iyileşmesi için her türlü teknolojik imkanlar kullanılıyordu. Ayrıca  İslâm şehirlerinde bir hastane kurulmadan önce, sağlık için  şehrin en uygun ve en sağlıklı yeri seçiliyordu. Örneğin Sultan Adududdevle, Bağdat’ta yeni bir hastane yaptırmaya karar verir. Hastanenin yapılması  işi içinde, Er-Razi’yi görevlendirir. Er-Razi öncelikle aynı yaş ve cinsten koyunlar keser ve bunlardan pirzola ve filotalıklar ile omuz kemiklerini ve karın parçalarını Bağdat’tın çeşitli yerlerine astırır. Bu etlerin içinde 24 saatte en taze kalanın bulunduğu yere Adudi Hastanesini yaptırttı. Kahire’de ki saraylarından birini hastane haline getirmek isteyen Sultan Selahaddin de sarayları arasında salon ve erzak odaları şehrin caddeleri üzerinde kaynaşan karıncaları üzerine çekmeyenini seçmiştir. Halife ve Sultanlar yaptırdıkları hastaneleri, âdeta kendi saraylarına mobilya hazırlatır gibi en özel mobilyalarla donatıyorlardı. Bu hastaneler içinde en meşhurları; Bağdat’ta Adudi hastanesi,  Şam’da Nuri Hastanesi ve Kahire’de ki Mansuri Hastaneleridir. Hastanelere, o  devre ait en iyi doktorlar baş tabip olarak seçiliyordu.  İslâm dünyasının hastanelerinde, yumuşak yataklar, hastanın konforunu sağlayacak  şekilde düzenlemeler, günlük çıkan taze yemekler, dinlenme salonları, kütüphaneler,  şarkı salonları vb. vardı. hastaneler ancak  günümüzde görebileceğimiz düzen ve titizlikte bir yapıya sahipti.  İslâm hastanelerin de hastalar taburcu edilirken, onlara bir kat temiz elbise ve bir aylık ihtiyacını karşılayacak miktarda altın verilirdi. Hastanelerin konforundan ve rahatlığından dolayı, hastalar, hastaneden ayrılmak istemezdi. Hastaneler, zengin, fakir, hizmetçi, köle, esir, hür, kadın, erkek ayrımıyapılmaksızın halkın tamamına açık ve ücretsizdi. Doktorlar köylere kadar sağlık hizmetleri götürürlerdi. Başhekimlik konusunda birbirine denk onlarca, yüzlerce aday yarıştırılır ve bunlar arasında bilgi ve kabiliyet bakımından en üstünü seçilirdi. Büyük hastaneler ayrıca birer yüksek tıp okullarıydı. Burada Hipokrat ve Galen ile kendi büyük doktorlarının çalışmalarını  öğrenirlerdi. Doktorlar, doktor olmadan önce liyakat sınavlarından geçerlerdi. Eksik bilgi ve kabiliyetçe yetersiz olanlara doktorluk unvanı verilmezdi. Her doktor yalnızca kendi ihtisas alanında doktorluk yapabilirdi. (Böylece, ilk defa tıpta ihtisas alanı İslâm dünyasında meydana gelmiştir.) 12. asır da Bağdat’ta (resmi doktorlar hariç) serbest çalışan doktorları sayısı 860 idi. (aynı yıllarda bütün Rheingau da bir tek doktor bile yoktu. )  Büyük ameliyatlarda,ameliyatı yapan doktorun yanında, asistanlar bulunurdu. Bunlardan biri haşhaş, banotu ve vik içirilmiş süngerini ıslatır, onu hastanın burnunun önünde tutar, bir diğeri nabzı gözetler, üçüncüsü müdahalede bulunurdu. Operasyon azami dikkatle yapılırdı. Günümüzde olduğu gibi tümörlü hastaların vücudunda ki tümörler alınabiliyordu. Bir hastanın muayenesi esnasında, hastanın yalnız  şikayetçi olduğu durumlar değil, hastanın bütün özellikleri hakkında 11çalışmalar yapılır, hastanın bünyesi hakkında fikir sahibi olunur, doktor, hastaya sorular sorarak muayenenin yönünü belirlerdi. Hastanın durumu hakkında sürekli not alınırdı. Bu notlar öylesine birikmiştir ki, Bağdat ve Rey hastanesinde ders olarak okutulacak arşivler meydana gelmişti.    

Günümüzden altı asır önce Paris Tıp Fakültesinde ki kütüphanede yalnızca Büyük Türk ve  İslâm doktoru Er-Razi’nin 30 ciltlik “El-Havi”(Tıbbın Muhtevası)sinin yalnızca bir cildi  bulunmaktaydı. Batının, Rhases olarak adlandırdığı er-Razi’nin kızamık ve çiçek hastalığına dair yazdığı eseri ise, Batıda 1499-1866 yılları arasında kırk defadan fazla bastırılmıştır. Bu gün hâlâ Paris Tıp Fakültesinin St. Cermen bulvarının yanın da ki büyük salonunda er-Razi ve İbni Sina’nın resimleri bulunmaktadır.  

İslâm tıbbının Hipokrat’ı olarak ta isimlendirilen er-Razi, Rey hastanesinin baş hekimi olarak görev yaptı. Buraya kendi gibi bir çok üstün hekim arasından seçildi. Karşısına gelen her hastayı çok yakından takip etti. Tüm gücünü hastalarının iyileşmesi ve tıbbın gelişmesi için harcadı. Er-Razi’nin teşhiste bulunma gücü çok üst düzeydeydi. Çok ilginç rahatsızlıklardan dolayı gelen hastalarından bir tanesini çok sıkı bir muayeneden geçirdikten sonra, hastanın karnında sülük olduğunu tespit etmiş ve hastanın karnında ki sülüğü çıkarmıştır. O Galen devrinden beri hiçbir doktorun ulaşamadığı bilgi seviyesine ulaşmış, ve bu bilgisini her an geliştirmiştir. Er-Razi, o zamana kadar kendisini ilgilendiren bütün tıbbi eserleri okumuş, Yunan, Helen, Hint, Suriye ve  İslâm literatüründe olan bütün doğru kaynakların özetini çıkarmış, bunlara, kendi görüş ve tecrübelerini de ekleyerek müsvette haline getirmiştir. Bu müsvetteler onun ölümünden sonra öğrencileri tarafından derlenerek ortaya çıkarılan, batının, Continens olarak adlandırdığı El-Havi(Tıbbın muhtevası)dir. El-Havi toplam 30 cilttir. Er-Razi’nin yazdığı bir başka esri ise, “bir saat içinde tedavi”dir. “Onun çiçek ve kızamık” a dair monografisinde klinik denemeleri işaret ediyor, kızamık ve çiçeğin mahiyetini araştırıyordu. Bu  eser 1499-1866 yılları arsına kadar Avrupa’da 40’tan fazla basılmıştır. O mafsal romatizmasının, taş, mesane, böbrek ile çocuk hastalıklarına dair bir çok tespitte bulunmuştur. Onları muayene ve tedavi etmiştir. Er-Razi sağlık için temizliği, temiz suyu, evin havalandırılmasını, Avrupa’nın, ahlaksızlık olarak nitelediği, bir çeşit fuhuş saydığı banyo ve beden eğitimini gerekli görür. O bir ilaç imal ettikten sonra onu öncelikle hayvanlar üzerinde denerdi. Faydasını gördükten sonra hastalara uygulardı. . Sistematik bir  şekilde,gerçek tecrübi kimyayı kurdu. O, kimyayı tıbbın hizmetine sunan ilk kişidir.  

Razi doktorluk mesleğini yüksek bir insanlık ahlakı içine soktu. Onun doktorluk ahlakına kendinden önce ki hiçbir doktor ulaşamamıştır. Hipokratçılıkta, doktorluğa başlayan bir genç, Apollon, Asklepis, Panakeia, hygienia ile bütün tanrı ve tanrıçaların üzerine yemin etmek zorundaydı. Hipokrata göre her doktor, içine girmek istediği her evde hastaya faydalı olmaya ve bir iş görmeğe çalışacağına dair yemin ederdi. Ancak bu yemin, tedavisi mümkün olmayan hastalar için geçerli değildi. Öyle ki ümitsiz her hastanın yardım isteğini doktorlar reddetmek zorundaydı. Hiporat eserinde : 

         “Tıp, hastaları ıstıraplarından tamamen kurtarma, ağır hastalık hallerinde  ıstırapları dindirmek, tedavisi mümkün olmadığı kesin bir şekilde anlaşılan hastanın tedavisinden uzak durma sanatıdır.” Der.  Tedavisi imkansız bir hastaya yardım ve özen gösterilmesini ilk defa er-Razi savunuyor, ve doktorun görevini şöyle belirtiyordu: 

“Bir doktor, hastalarını daha iyi olacaklarına inandırmalı ve ona  şifa ümidi vermelidir. Eğer netice alınamayacağından emin değilse, ruhun yaratıcı kudretine vücudun kulak vermesi gibi, doktor da henüz ölüm gerçekleşmeden hastanın cesaretini arttırmalı, ona yaşama kudretini telkin etmelidir.”

Razi’nin bu görüşünü Kaiserberg’li Geyler ahlaksızca bir teşebbüs olarak ifade etmiştir. Razi gibi bir diğer Türk İslâm doktoru İbni Sina: 

“Hastadan ümidini kesen ve artık hiçbir ümidi kalmayan doktor, asla bu durumu açıklamaya yetkili değildir.” demiştir. 

Razi’nin tıp ve kimyadan başka “Uzay Boşluğu” adında bir risalesi ve “Mıknatısın Demiri Çekme Sebebi” isimli bir kitabı vardı. O dünyanın iki mihver etrafında döndüğünü, Güneşin Dünyadan büyük, Ayınsa Dünyadan küçük olduğunu ispat etmek üzere “Dünyanın  Şekline Dair”, “Derinliğin kritiği” içinde kainatın müdürleri beş ilahi varlığı kabul ettiği, İslâmiyet’in karşısında delalete sapanları da gösterdiği “İlahi İlim” adlı eserleri mevcuttur. Er-Razi bütün bu yaptıklarına karşın, önce Horasan Valisi Mansur İbni İshak’ın kırbaç darbeleriyle gözlerini kaybetmiş, daha sonrada 925 yılında tam anlamıyla sefalet içinde hayata gözlerini yumuştur. O kendi döneminin çok üstünde bir doktor ve bütün çağların insanlık modeli için örnek gösterebileceği bir abide idi. İslâm tıbbının özelliği ve başarısını meydana getiren her şey, er-Razi’nin güçlü doktor  şahsiyetinden kaynaklanmaktadır. O mesleki sorumluluk duygusuyla bir doktor, çaresizlerin yardımcısı, öğretmen, iyi yetişmiş bir doktorlar jenerasyonun hocası, kendinden öncekilerinin bütün bilgilerini toplayıp, üzerinde işleyen ansiklobedist, temkinli bir klinikçi, fikir adamı ve gözlemci, bağımsız görüşlü bir kimya araştırıcısı, deneyimci, nihayet kendi dönemine kadar gelen tıbba ait bütün bilim malzemesini düzenleyip ortaya koyan bir sistematikçidir.  

 Er-Razi ile şahlanan İslâm tıbbı, ondan sonrada ilerlemesine baş döndürücü bir hızla devam etmiştir. Dünya tıp literatürüne bir çok yeni buluşlar hediye eden ve ortaçağın karanlık döneminde, âdeta bir güneş gibi parlayan 300’den fazla büyük Müslüman tıp alimlerinden, bugün Avrupa yalnızca birkaçından bahsetmektedir. Bunun da çeşitli sebepleri vardır. Çünkü Müslüman tıp alimlerinin buluşlarından bir çoğunu,Avrupalı doktorlar kendilerine mal etmişlerdir. Bu bilgilere, ciddi olarak ele alınan yeni araştırmalar sonucunda ulaşılabilmekte ve eserlerin gerçek müellifleri  belirlenebilmektedir. Ancak bilim tarihinde meydana gelen yeni gelişmeler ve sonuçlar, bu gün bir çok icat ve buluşların gerçek müelliflerinin,  şu an bilinen isimler olamayabileceği sonucunu doğurmaktadır. Öyle ki İslâm bilim adamlarına ait bir çok buluş ve icada, bazı Batılı araştırmacılar, kendi isimlerini müellif olarak vermek suretiyle, âdeta bir eser yağmacılığıyaptıkları görülmektedir.     

   Bu yağmadan kurtulamayan isimlerden biride  İbni-Nefis’tir.  İbni-Nefis’in  bir çok çalışması, daha sonra başkaları tarafından sahiplenilmiştir. 1924 yılına kadar, dünya tıbbı küçük kan dolaşımının kaşifini, İspanyol, Michael Servet (Miguel Servades) olarak biliyordu. Ancak bu tarihten sora ortaya çıkan belgeler, küçük kan dolaşımının kaşifinin,  İbni-Nefis olduğunu, Servet’in ise bu nazariyeyi kendine mal ettiğini gösteriyordu. Vena pulmonalislerle arteria pulmonalisler arasında, akciğerlerdeki dolaşımı tamamlayan ilişkileri ilk defa  İbni-Nefis bulmasına rağmen, Batılı tabip Colombo, bunu ilk defa kendisinin bulduğunu ileri sürmekten sakınca görmemiştir. 

Ali  İbni Abbas’ın “el-kitab’ül-meliki”ni, Kartacalı Konstantin “Liber Pantegni” adıyla kendine mal etmiş, ancak işin gerçeği yine bir batılı olan Stephan tarafından ortaya çıkarılmıştır.  

Biz ancak gözlerimizin gördüğüne inanabiliyoruz diyen, Bağdatlı doktor Abdüllatif, alt çene kemiğinin ve kuyruk sokumunun tek parça olduğunu  keşfetti.  İbni Abbas ise doğumun, çocuğun kendi hareketleriyle değil, rahmin takallüsü ve çocuğu dışarı atmak suretiyle meydana geldiğini ilk o keşfetti.Ayrıca rahim çıbanları, kollunyumları ve alt karın kanseri hakkında yazılar yazdı.
  
Batının Avicenna olarak tanıdığı Büyük Türk  İslâm hekimi  İbni Sina, enfeksiyoner beyin iltihabını, diğer akut enfeksiyonlardan ayırdı. Bu güne kadar kimsenin daha iyisini yapamadığı bir mükemmellikte ve açık bir  şekilde, menenjit, ikincil iltihap ve menenjizmin ayrı ayrı teşhisini yaptı. Plörezi, pnömoni ve interkostal nevralji karaciğer apsesesiyle peritonitini, bağırsak ve böbrek koliklerinin semptomlarını ayırdı. Yüz felcinin merkezini ve bölgesel sebeplerini belirtti. Şarbonu ilk defa tam olarak o açıkladı. Batı  tıbbının, iltihabı suni bir şekilde arttırılması gerektiğine dair, Hipokrat tan beri gelmiş inancına, İbni Sina karşı çıkmışve cerahatsiz yara tedavisini ortaya koymuştur.  İbni Sina kuvvetli  şarap ve sıcak sargılarla cerahati durduruyordu. Kuvvetli eski şarabın, penisilinle aynı değerde sterilize edici bir etkisi olduğu, ancak Fransız Mosquelier tarafından 1959 yılında bulunup kabul edilmiştir. Ayrıca  damar içi şırıngası ile buz torbası İbni Sina’ya ait icatlardır.  İbni Sina, ilaçla tedavi araçlarının, ruhi tedavi araçlarıyla desteklenmesi gerektiğini, bunların, bedenin fiziksel gücünü tamamlayacağını belirtiyor ve ruhi tedavi hususunda şunları belirtiyordu: “Biz en iyi ve en başarılı tedavinin, hastanın zihni ve ruhi kuvvetlerini takviye eden, cesaretini ve mücâdeleci gücünü artıran, çevresini güzel ve hoşa gider tarzda düzenleyip, müzik dinleten, onu sevdiği kimselerle bir araya getiren tedavi olduğunu, düşünmeye mecburuz”

20 asrın en önemli tıbbi buluşlarından biri olarak gösterilen antibiyotiği, Araplar daha İslâmiyet’i kabul etmeden önce, iltabi yaraları iyileştirmede kullanıyorlardı. Penisilin ve aspergelius’un küf maddesini, Araplar yük eşeklerinin koşumlarıyla, mandalardan temin ediyorlar ve bunu işleyerek, iltabi yaraların tedavisinde kullanıyorlardı. Boğaz iltihaplarının tedavisinde ise küflü ekmeğin yeşilimsi tozunu hastanın boğazına üflüyorlardı.     

Et-Tabari uyuz hastalığını meydana getiren paraziti buldu.  İbni-Zühr de uyuz hastalığının tedavi yollarını belirledi. Ayrıca İbni-Zühr kan ve suni yollarla beslenme sistemini geliştirdi, mide kanserini buldu. İbni-Rüşd ise çiçek gibi enfeksiyonel hastalıklara yakalanan insanların bir daha bu hastalıklara yakalanmadığını, bu hastalıklara karşı bağışıklık kazandığını belirtti.  

20. asırda yaşamış, Stuttgrat’lı jinekolog Walcher’den itibaren, Walcher durumu denilen doğuma yardımcı usulle, ceninin ters doğumuna müdahaleyi ilk belirten Ebul-Kasım’dır. Yine doğuma yardımda özel bir yeri olan kolpeurynter âletinin mucidi de kendisidir. 1552 yılında ilk defa Fransız cerrah Pare’nin uyguladığı sanılan, büyük damarların bağlanmasını da, yaklaşık 500 yıl önce ilk kez Ebul-Kasım gerçekleştirmiştir. 20. asırda Alman cerrahı Freidrich Trendelenberg’in ismiyle anılan, ameliyat dikişleri ve bütün cerrahi müdahaleler de, hastanın yatakta,  şuurunun yüksek tutulması olarak bilinen trendelenburg durumunu ilk defa Ebul-Kasım tavsiye etmiştir. Ancak bu gün Ebul Kasım ismi pek hatırlanmamaktadır. Dünya göz tıbbı tamamen Müslümanların icat ve buluşlarına dayanır. Göz tıbbına ait ilk esri yazan Ali İbn’in kitabı ile Musullu Ammarın eserleri 18. asra kadar Batıda göz tıbbının temeli olmuştur. 

Orta çağın Avrupa’sını, en çok  çaresiz bırakan şeylerden biriside, hiç şüphesiz salgın hastalıklardı. Bu salgın hastalıklardan en yaygın olanlardan birisi cüzzam, bir diğeri ise vebaydı. İslâm dünyası bu hastalıkların sebeplerini tamamen bilimsel yöntemlerle inceleyip çözümler üretirken, Avrupa da ise bu hastalıkların çoğu zaman sapkınlıklarından dolayı    insanları  cezalandırmak için tanrı tarafından gönderdiğine inanılırdı. İslâm dünyası cüzzamı salgın bir hastalık olarak ele almışlar, cüzzama karşı çok başarılı bir mücâdele vermişler, büyük İslâm Hekimlerinden ibni Cessar, cüzzamın sebebi ve tedavisine ait bir eser yazmıştır. Müslümanlar, cüzamlıları  tıbbi  şekilde yönetilen ayrı hastanelere gönderilir, onları insan ve hasta olarak tedavi ederlerdi. Batı ise cüzamlıları toplumdan dışlıyorlar, onları bazen kimsenin uğramayacağı bir adaya bazen bir hücreye kilitleniyor dolayısıyla ölüme terk ediliyordu. Fransa’da cüzamlıların elinde kilise üyeliği alınmadan önce, sözde bir lütuf olarak arzusu soruluyor ve arkasında insani varlığını terk için canlı hasta, bir cenaze ayini ile mezarlıktaki bir çukura konulup, rahip tarafından üzerine üç defa toprak atıldıktan sonra, insanlardan uzak, sapa bir yerde inşa edilmiş olan yere terk edilerek hayattan uzaklaştırılıyordu. 

Bir diğer salgın hastalık olan veba 14. asrın Avrupa’sında çok büyük yaralar bırakmıştı. Ancak bu hastalığı sebepleri hiçbir mantıklı gerekçeyle açıklanmıyor ve çözüm üretilemiyordu. Avrupalılara göre cüzzamın akıl almayacak türden sebepleri vardı. 1348 yılında meydana gelen veba salgınının raporunu hazırlayan bir profesör vebanın yayılmasının sebebini hastanın bakışlarına bağlıyor, hastayı tedavi etmeden önce hastanın gözlerini bağlatıyordu, İsviçre ve Fransa’da vebanın sebebi Yahudilere bağlanmış ve akıl almaz bir  şekilde Yahudiler yakılarak öldürülmüştü. Narbonne’de  İngilizler hastalığın sebebi ilan ediliyor ve İngilizlerin  bedenlerini paramparça ediyorlardı. Megenberg’li Kunrat vebayı depremden sonra yerin altından çıkan gazlara bağlıyordu, bir başka Avrupalı, gök  cisimlerinin konumuna ve tanrının gazabına bağlıyordu. Bununla birlikte Batı, vebayı muska ve sihirle tedavi etmeye çalışıyordu. 

 Buna mukabil Müslümanlar, vebanın temas yoluyla bulaştığını belirtmektedirler. Bu konuda  İbni Hatib, kaleme aldığı çalışmasında, hastalığı epidemiye, hastaya veya hastanın eşyalarıyla gerçekleştirilen temasa bağlamıştır. 

Avrupa’da, veba hastalığından etkili bir şekilde korunmanın yollarını ilk kavrayanlar, Müslümanlarla ticari ilişkilerini devam ettiren Venediklilerdir. Venedikliler, Doğu ile temasları sonucu öğrendiklerini bir araya getirdiler.  İslâm örneğine uygun  şekilde kurdukları sağlık servislerine Müslüman doktorlar getirdiler. Müslümanların dağarcığında bulunan geniş tecrübeler batının hizmetine geçmeye başladı. 

Müslümanların bir çok  şeyin  İslâm menşeili olduğunu Batı kabul etmemiştir. Aksine günümüzde birçok Müslüman icadı, günümüzde  İngiliz, Alman, Fransız veya Yunan malı sayılmaktadır. Buna karşılık İslâm coğrafyasında ki kütüphaneler, hatta Batının kendi arşivleri bile, Batının kendi bilim ve medeniyet tarihine mal ettiği bir çok esrin müellifinin, İslâm olduğunu haykırır. İslâm medeniyeti, bilime hizmet etmek için âdeta nefes bile alamadan çalışmış, gelişebilmek için hep kendini hırpalamıştır. Kendinden sonra gelenler için, yığınlarla kitap ve doküman bırakmışlardır. Er-Razi’nin “El Mansuri” ve emsalsiz kitabı  “El  Havi” zamanın bütün tıp bilgisini içinde toplamıştır. Ali  İbni Abbas, “El-Havi” ve “El- Mansur”dan yola çıkarak meydana getirdiği eser olan  “Sultani kitap”ı (Al-Kitab’ul-Meliki) sağlığın korunması ve hastalıkların tedavileri ile ilgili, her uzman doktorun bilmesi gereken, bütün mevzuların belirtildiği bir kitaptır. İbni Batuta, iklim, gıda, heyecan, karakter, sükunet ve uyku ile uykusuzluğun, faydalı ve zararlı etkilerini ele alan ve bu zararların giderilmesine dair ilaçlar belirttiği “sinoptik cetveli” yazmıştır. Kurtuba’da II. El-Hakem’in sarayında yaşayan Ebu’l-Kasım bir çok  şahsi tecrübelerini de değerlendirdiği “Et-Tasrif”i yazmıştır. Enüdülüs’lü bir diğer tıp alimi  İbni-Zühr ise “Et-Tesir”i yazmış ve bunu talebesi ibni Rüşd’e ithaf etmiştir. İbni Rüşd ise üstadına ithaf ettiği “Külliyat Fi’t-Tıp”’ı kaleme almıştır. Doğuda ve Batıda asırlar boyunca, tıp tarihinde bir benzerine rastlanmayacak derecede muazzam bir etki meydana getiren “kanun”’u ile İbni Sina doktorların şahı unvanını almıştır.İbni Sina’nın “Kanu’nu, yedi yüz yıl boyunca Batının en önemli tıp kitabıolmuş, İbni Sina da en önemli hocası olmuştur. Bu gün Paris tıp fakültesinin konferans salonunun duvarında er-Razi ile birlikte yan yana resimleri asılıdır. 

Avrupa tıbbının, Yunan ve Roma medeniyetinden ilham alarak geliştiği, her ne kadar iddia edilse de, aslında Avrupa tıbbı, İslâm tıbbından temel almıştır. Avrupa’da tıptan bahsetmenin pek mümkün olmadığı bir dönemde, bir Latin, bir Yunan, bir Yahudi ve bir Müslüman’dan oluşan dört kişilik bir gurup tarafından, Salermo’da bir tıp okulu kurudu.bu okul Roma veya Yunan medeniyetlerinin kaynaklarıyla beslenmemiştir. Salermo Tıp Okulu tamamen bir  İslâm mirasıdır. Parlak  İslâm tıbbını yakalayan Avrupa da ki tek merkez olan bu okul, Avrupa da tıbbın gelişme merkezini oluşturdu. Gençlik yıllarında İbni Rıdvan, İbni Butlan ve bir çok Müslüman doktor ve bilim adamının derslerine katılan, daha sonrada Salermo’ya gelerek, Salermo tıp okulunda çalışmalar yapan Kartacalı Kostantin, bu okulu  İslâmi bilim kitaplarıyla donattı. Onun Batı dünyasına en büyük etkisi, kendi ismiyle yayınladığı, fakat daha sonra kendisine ait olmadıkları anlaşılan “Liber Pantegni” (Stephan tarafından bu esrin Ali İbni Abbas’ın “El-Kitab’ül Melikisi olduğu ortaya çıkarılır) isimli eser, “Viaticum” (Demetrius tarafından, bu eser  İbn’ul Cessar’ın “Fakirler  İçin Seyahat Rehberi  ve İsaak Judaeus’a ait “Perhiz,  İdrar ve Sıtma”ya dair eserlerinin tercümesi olduğu ortaya çıkarılmıştır ) adlıkitaplar ile Er-Razi’den iktisap ettiği kimyası ve Ali  İbni Abbas’ın cerrahisidir.Kostantin’in kendisine mal ettiği bir başka  İslâm eseri ise Hunneyn’in göz tıbbına dair, Oculis” adlı eserdir. Hunneyn  İbni  İshak ve Hubeyş’in Hipokrat ve Galen’in Arapça tercümelerini de beraberinde getiren Kostantin bu eserlerin birkaç nüshası Salermoda bulunduğu için bunları maskeleyemedi. Salermo da  henüz bilinmeyen Müslüman bilim adamlarının isimlerini ortadan kaldıran ve bu eserleri kendine mal eden Kostantin’e Batılı bilim adamları çok sert tepkiler sergilemiş, fakat;  İslâm eserlerini Latince’ye çevirdiği ve Batı  tıbbını, ölüm uykusundan uyandıran ilk çalışmaları yaptığı içinde şükran duymuşlardır. 

Avrupa tıbbının ilerlemesine olumlu yönden etki yapan bir diğer isim de, Burgonili Hugo’dur. Hugo Filistin de  İtalyan Haçlıları arasında doktorluk yaparken,  İslâm tıbbını tanımış ve onu yakından incelemefırsatı bulmuştur. Orada Müslümanlardan, cerahatsiz yara tedavi etmeyi, haşhaş, banotu ve adam otu içirilmiş süngerle narkozu, ve kırıklarda hasta tedavisini öğrenir.  

Kostantinden sonra  İslâm eserlerini tercüme etme işlemi oldukça hızlanır. Tıptan uzun süre mahrum kalmış Avrupa,  İslâm tıbbını incelemeleri ve  İslâm eserlerini tercüme etmeleriyle,  İslâm güneşinden aydınlanmaya başlarlar. Emevi Halifesi el-Velid’in ilk  İslâm hastanesini kurması ve oraya doktorlar tayin etmesinden sekiz yüz sene sonra, Batıda ilk defa 1500 yılında Strasburger Hastanesi bir memur doktora sahip olur; bunu 1517’de Leipzig Hastanesi, 1536’da Paris’te Hotel-Dieu takip eder. Avrupa’nın tıpla bu denli uzuca bir süre ayrı kalmasında en büyük etken kilisenin tutumuydu. Kilisenin gözünde doktorlar,tacizci, sapık ve en büyük iğfalkar durumdaydı. 1163 yılında, papazlar meclisinin aldığı bir kararla, tıp okulları kapatılmış, doktorluk mesleği yasaklanarak, doktorlar tasfiye edilmişti. Bu inancın kırılması oldukça zor olmuştur. Tecrübi tıbbın ilk öncüleri üzerinde Müslümanlarla Yunanlıların etkisini Paviç Üniversitesi profesörlerinden Ferrari Da Grada  şöyle tespit etmiştir :  İbn-i Sina’nın etkisi 3 binin üstünde el-Razi ile Galen’nin etkisi 1.000 Hipokrat’ın etkisi ise 150’ dir. 


1500 yılına kadar Galen’nin iki ciltlik eseri bir defa basılmasına karşın “Kanun” 16 defa basılmıştır. Daha sonraki asırlarda bu baskılar hızla devam etmiştir. Bu sebeple dünya tıp tarihinde en fazla okunan kitap İbn-i Sina’nın “Kanun” udur. Şerhlerin baskısı ise sayısızdır. El-Razi’nin “el-Havi’si” 1486-1542 arasında 5 defa basılmış, “Çiçek ve kızamığa dair” isimli eseri 1498-1866 arasında 40 defa basılmıştır. İbn-i Cezelle ve İbn-i Bultan’nın sinoptik cetvelleri birçok defa Latince’ye çevrildi. İslâm medeniyeti yalnız manevi kültür ve ilmin geliştiği bir memleket değildir. İslâm ülkeleri dünya ticaretinin de merkezi idi. Bu konumundan dolayıİslâm medeniyeti her türlü bitkileri tanıyabiliyor, onların üzerinde  şifa kazanmak için ilaç üretme çabasına giriyorlardı. Böylece henüz bilinmeyen kahve, kafur,arke cevizi, kudret helvası, Arap sakızı ve Hindistan cevizi gibi birçok ilaç maddeleri önce İslâm ilaç hazinesine kazandırılır sonra batıya ihraç edilir. O zamana kadar ilgilenilmemiş birçok bitki tıbbi ilaç yapımında ve başka alanlarda hammadde olarak değiştirilmiş ve kullanılmaya başlanmıştır. Müslüman doktorlar ilk defa kahveyi kalp ilacı olarak ve toz halinde bademcik, dizanteri ve ağır yaralara : kafuru ise kalp uyarısına karşı kullandılar.  İbn-i Sina “Kanun”unda 780 ilaç belirtmiştir. İbn-i Sina Galen’nin komplike ilaç terkipleri yerine birkaç misli daha basit ve zararsızlarını imal etti.  İslâm tıp tarihinin en büyük botanikçisi ibn-ül Baytar hayvani ve madeni hariç 1400 den fazla bitkisel ilacın isim, oluşum, madde ve reçeteleriyle kullanış tarzlarını tespit ettiği devrinin bütün farmakolojik malzemesini kapsayan eserini meydana getirdi.  

Maddenin eritilmesi sonucunda, değersiz maddeleri, değerli maddelere çevirme hayalleri ile oluşmuşbir meşguliyet alanı olan simyaya  İslâm dünyasının bilim adamları şiddetle karşı  çıkıyor, simya ile uğraşanların birer hilekar ve düzenbaz olduklarını dile getiriyordu. Ancak kimyaya karşı çok duyarlı ilgileri ve sempatileri vardı. İngiliz tarihçisi Custom bu konuda : 

“Müslümanlar tecrübi kimyayı, modern, organik ve anorganik kimyanın keşifleri için lüzumlu bulunan seviyeye yükselttiler”der.  

9.yy’da Cabir bilinen basit eritilmiş yöntemlerin yerine kendi ürettiği nitrik asit, sülfürik asit ve altın eritme suyunun yardımıyla eritme metodunu geliştirdi. Cabir’in takipçileri bu işlemleri daha da geliştirerek oksit, amonyak, gümüş nitrat, şap, göz taşı, kireçli potas, yakıcı potas ve birçok diğer maddeleri elde ettiler. Cabir’in takipçileri havanın tükenmesi ile ateşin söneceğini ilk kez fark ettiler. Kimyasal uygulama esaslarını geliştirdiler.  İslâm kimyagerleri cam üretimi faaliyetlerine hizmet ettiler. Haleb’in cam ürünlerini değerli ihraç ürünleri arasında yerini aldı. Boynuzlu imbik ve deney küpleriyle cam borular laboratuarlara girdi. Bunların üst ve alt kısımlarının adları Avrupa dillerinde hâlâ “alanbik”ve “alauel”olarak Arapça  şekillerini korumaktadır. Müslüman kimyagerlerin kullandığı terimler yalnız kimyagerlerin değil dünyadaki bütün ev hanımlarının kullandığı kelimeler arasında yer almıştır. Soda, talkum, boraks, alkol bunlardan birkaçıdır. Kimyayı bilinçli olarak tıpta kullanan el-Razi’dir. Bu bilince Batı Paracelss zamanında ulaşılabildi. Razi’nin geliştirdiği ilaçlardan birisi Fransa’da “Blane Rhasis(Razi)”ismini aldı. El-Razi kötü tadı olan ilaçlarıhastalara içirebilmek için özel tatlandırıcı kullandı.  İbn-i Sina altın ve gümüş yaldızlı haplar yaptı. 

Müslümanlar pomant, plaster, pansuman, sargı bezi ve pudraları da dünyaya sundular. Düzenlenen ilacın üretimi özel bilgi ve özelliklerini belirtirlerdi ve ilacı tan etkine ait sorumluluklarını üzerine alırlardı. İlaçların hazırlanması ile reçete safhasını ayırdılar. Müslümanlar ilk resmi eczanelerini 780 yılında kurdular. Hastaneleri tam bir eczane haline getirdiler. Sahra hastaneleri ile beraber taşınan sahra eczanelerini inşa ettiler. 9.asırda el-Me’mun devrinden itibaren eczaneler resmi kontrole tabi idiler. Eczacılar belirli sınavlardan sonra mesleğe katılabiliyorlardı. Bunun yanında sağlık zabıtaları bütün kamu sağlığı ile ilgili noktaları denetlerdi.  

Batı,  İslâm sağlık teşkilatını doğrudan doğruya kendine örnek aldı. Papa tarafından Ruh’ül Kudüs tarikatının hastaneler tesisine memur olması sayesinde ilk başarılı adım gerçekleştirilmiştir.  İslâm eczacılığının tam olarak kabul edenler arasında Sicilya vardı. Sicilya’ya bir örf ve adet hukuku  şeklinde yerleşen bir İslâm teşkilatı ve mevzuatı yerleşmiştir. 2. Roger’in çıkardığı bir kanunla doktorları  sınava tabi tutuyor, mevcut kaideyi onaylıyordu. Salermo Mektebi, doktorların imtihana tabi tutulmasına dair “Roger talimatı” nın bazı kısımlarını aynen almış ve yeni bir mevzuat oluşturmuş, tıp okullarını 8 yıla çıkarmıştır. Bu dönemde  İslâm devletinde olduğu gibi Sicilya’da da doktor ile eczacını görevi ayrılmıştır. Kayzer Fredrick İslâm halifesi ve sultanları gibi, halkın genel sağlığını koruma vazifesini  şuurlu bir  şekilde anlayan, doktorluğu kabul eden eczacıların ehliyetli olmasını belirten ve eczaneleri kontrol altına alan bir nizamname çıkarmıştır. Bu tertip ve nizamname uzun yıllar batıda nizamnamelerin temelini oluşturdu.  İslâm farmakolojisinin çok kuvvetli etkisi altında yazılan Simeon, Seth ve Nicolaus Myrepsos’un eserleri batı eczanesinin bilgisine katılınca,  İslâm medeniyeti batıda ilaç yapımında tamamen baş etken hale geldi. Müslümanların batı farmakolojisi üzerindeki direkt etkisi, hümanizm ve Rönesans’ı da aşarak 19.yüzyıl içlerine kadar devam etti. İbn’ül Baytar’ın farmakolojisi 1758’de yeniden yazıldı.  İbn’ül Baytar  İslâmlın en büyük botanikçisi idi.  İbn’ül Baytar eserinde bu kitabı ne için yazdığını ve hareket tarzının ne olduğunu kitabın giriş bölümünde belirtir.  İbn’ül Baytar bu eserde, ilaçların etkisini ve yan etkisini gözden geçirir, verdiği her bilginin müellifine atıflar yapar. Eski ve modern doktorlar ile kendi bilgilerini ve kişisel gözlemlerinin sonuçlarından yalnız doğrulukları kesinleşmiş olanlarını alır. Gereksiz tekrarlardan kaçınır. Öğrenciye  kolaylık sağlamak amacıyla, konuları alfabetik sıraya göre tespit eder. O zamana kadar yanlışlıkları ispatlanmış ilaçları belirtmiştir. Telâffuzu güç olan ilaç isimlerini kolay telâffuz edilir hale getirmiştir. 

         Bu tarihten sonra konu ile ilgili yazılı belge ve kitaplarla olan bağlar yani literatür ilişkileri kopar. Lakin bugün bütün teşkilatı ile her hastane her kimya laboratuarı, her eczane ve ilaç imal edilen her yer  İslâm dehasının elle tutulan birer abidesi her  şekerlenmiş veya yaldız kaplı hap Müslümanların iki büyük doktorunun ve batının hocalarının gözle görülebilen küçük fakat ebedi birer hatıralarıdır.  

FİKRİN KILIÇLARI 

“Bilgiyi aramak için yurdunu ve ocağını terk eden, Allah’a giden yolun yolcusudur.”  
    Buhari 

“Bilgiye talip olanın mürekkebi, din uğrunda şehit düşenlerin kanından daha mübarektir.” 
   Hadis  

2. asırda  İbn’ül Nedim’in “kitaplar katalogu”(el-Fihirs) adlı eseri on cilt olarak yayınlandı. Bu eser Arap diliyle yayınlanan felsefe, astronomi, matematik, fizik, kimya ve tıbba ait bütün eserlerin isimlerini içermekteydi.  

Halife 2.el-Hakem öldüğü zaman Kurtuba Kütüphane’ sinde yarım milyon ciltlik eser bulunmaktaydı. Bu kütüphane  İspanyolların işgali esnasında yakıldı. Kahire’de 200 memur tarafından korunan Kahire Kütüphanesi’nde ise 2.000.200 ciltlik kitap bulunmakta idi. Fikri yönden, büyük bir sıçrama ile dikkat çeken İslâm dünyasında, İbn’ül- Heysem görme konularını keşfeder. Büyük Türk İslâm bilgini el-Biruni, dünyanın, güneş etrafındaki dönüşünü tartışma ortamına taşır ve bunu ispat eder. Buna mukabil Batı, dünyanın sonunun geldiğine inanıyor ve endişeli bir bekleyişe giriyordu. 

Öyle görülüyor ki bütün Batı uygarlıkları dahil, Hint,  İran, Suriye ve Çin medeniyeti,  İslâm’ın yükselmiş olduğu gelişmeye ulaşamamıştı.  İslâm medeniyeti, kültür bakımından dünyaya 800 sene hüküm etmiştir. Bu bakımdan Yunanlılara göre çok daha uzun süre dünya kültürünü geliştirmek için hizmet etmiştir. Böylesine bir gelişme  İslâm’ın ruhundan kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammet’in vefat ettiği 632 yılında Arabistan politik ve kültürel bakımdan tamamen  İslâm kontrolünde idi. 635 yılında Bizans ordusu mağlup edilmiş, 637 de  İran devleti yıkılmış, 638 de Filistin, 642 de Mısır fethedilmişti. 700’lü yıllara doğru  İslâm devleti batıda Atlantik’e ulaşmıştı. 725’te Rohne Nehri’nin yukarı  kısmı fethedilmiş, Bordox  şehrine yaklaşılmıştı. Avrupa’yı bir yandan doğudan, bir yandan batıdan kuşatan İslâm medeniyetinin ilerleyişini ilk defa Karl Mertel Puvatya Savaşı’nda durdurdu. Öte yandan Sicilya’yı fetheden, daha sora Napoli’yi Benevent Kontluğu ile bütün Apulia ve Kalabariya’yı ele geçiren,  İtalya’nın güneyinde oldukça etkili olan Müslümanlar buraya beşeri yönden olumlu manada çok geniş etkide bulundular. Daha önce tarihte eşine ender rastlanan bir hoşgörü ve toleransla yerli halka hükmettiler.  

Annibal devrinden itibaren Roma devletinin kültürü ölüme mahkum edilmişti. Bu dönemden itibaren yalnızca imparatorluğun gerilemesi engellenmeye çalışılıyordu. Devleti ve eğitimi idare eden kurumlar çöküyordu. Elit kesim ise dini eğitimin dışında bir şeye ilgi duymuyordu. Kültürel çevrede derin bir karanlık hakimdi. Buna mukabil  İslâm medeniyeti tazeliğini zekiliğinin ve öğrenme kabiliyetinin etkisi altında İslâm’ın temelleriyle Batıyı yeniden canlandırmak için oldukça uzun bir dönem çaba sarf etmiştir. İslâmiyet’in ortaya çıkışından 1000 yıl sonra Batı herhangi bir güdüm altında bulunmadan bilim yapmayıöğrenmeye başlayabilmiştir.  İlk defa Teodorik’in akıllı ve adil idaresi altında, durdurulamaz gibi görünen çöküntü, bir yükselme durumuna çevrildi. Hipokrat ve Galenin eserleri öğretildi. Fizik ve astronomiyle uğraşılmaya başlanıldı. Ancak bu da uzun sürmedi. Bizans tarafından gönderilen Yunan ordusu tarafından bu gelişme yok edildi. Ancak kilisenin baskısından kendini kurtarabilmiş Longbardlar, devre uygun, kuvvetli bir ilim yapma gayreti içine girmesi engellenememiştir. 

Kilise Homer ve Virgil’in okunmasını yasaklamış,  İncil’in okunabilmesi için de Latince tercümesini yaptırmıştı. Bu anlayışa göre; dinin kuralları yerine, tabiat araştırmaları ile bu araştırmaların sonuçlarına yönelme aklın gücünü boşa harcamak, onları kötüye kullanmaktı. Bu Allah’a küfretmekten başka bir  şey olamazdı. Tertullian bunu açıkça  şöyle ifade etmişti :  “İncil’in tebliğinden sonra, tabiatı araştırmaya ilgi göstermek, İsa’nın kanaatince bizim görevimiz değildir.” 

M.Ö. 48 yılında Jül Sezar’ın muhasarasıyla meşhur Museion Kütüphanesi’nin büyük bir kısmı
yakılmıştı. Kleopatra Bergama Kütüphanesi sayesinde Roma’nın kültürel gelişmesine katkıda bulunabilmişti. 3. Asırda kütüphaneler planlı olarak yakılmaya başlandı. Museion Kütüphanesi bir patrik tarafından kapatılmıştı. Valents “Cesereun Kütüphanesi”ni kiliseye çevirdi. Kütüphanelerin kapatıldığı, bilgin ve filozofların sihir ve büyücülükle suçlandığı 391 yılında patrik Teofilos, imparator Teodosius’dan antik dünyanın son ve en büyük akademisi “Serepeion” u imha ve değerli kütüphanesini ateşe vermek için izin alır. İnsanlığın bir daha geri getiremeyeceği ve bir daha sahip olamayacağı “serepeion “ ve onun değerli kütüphanesi, büyük bir trajedi içinde yakılarak yok edilmiştir. Bağnaz Hıristiyanlığın, bu çılgın imha hareketleri, bütün hızıyla devam eder. Helenist bilginin birikimleri, bu hareketlerle ortadan kaldırılır. Ogüst’ün saray kütüphanesi 600 yılında yakılır. Bu arada matematik öğretimi yasaklanır. Antik yapıların kalıntıları tahrip edilir.  Şurası açıktır ki, nerede taassup dini toleransa galip gelirse, daha sonra  İslâm dünyasında da olduğu gibi, ilim derhal durur. Doğuda Moğolların, Batıda  İspanyolların yüksek fikir tabakalarını ortadan kaldırmalarından sonra kuru taassubun  Müslümanların, 622 yılında İskenderiye’ye çıktıkları zaman, orada artık uzun zamandan beri büyük ve umumi kütüphaneler kalmamıştı. Müslümanların barbarca imha teşebbüslerine bir misal olmak üzere Büyük İskenderiye kütüphanesini ateşe verdiği  şeklinde “Başkumandan Amr”a 500sene sonra âdeta zevk duyarcasına yapılan suçlamanın defalarca ve son derece itina ile yapılan araştırmalar sonunda tamamen çirkin bir iftiradan ibaret bulunduğu bu gün anlaşılmıştır. Gerçekte bu “İskenderiye Fatihi” her tarafta şehirleri tahrip ve soyulmasını men eder. Şarkın bu eski bilgi merkezi için Hıristiyanların tamamen yabancısıbulundukları bazı şeyleri icra suretiyle kendi zafer alayında hakiki  İslâm toleransının örneğini sunar. Amr fethedilen memleketin halkını daha önceden de mensup oldukları dinlerinin muhafaza ve ibadetlerini serbestçe icra edebilecekleri hususunda teminat verir.  


İslâm barış antlaşmalarının bir örneğinin  içeriği şöyledir: 

“bu anlaşma, bütün hrıstiyan tebaa, rahip, papaz ve rahibelere şamildir. Anlaşma  onlara bulunmak istedikleri her yerde emniyet himaye bahşeder. Bu himaye ayrıca onların kilise ikametgah, tavaf ve haç mahallerine, buraları ziyarete gelen Gürcü, Habeş, Yakubi ve Nesturilerle  İsa’yı tanıyan herkesi kapsar. Hepsi bunu hak kazanmışlardır. Çünkü daha evvel Peygamber Hz. Muhammed bizzat mühürlediği bir emir namesinde bize onlara karşı merhametli olmamızı ve onların emniyetlerini temin etmemizi buyurmak suretiyle onlara lütufta bulunmuştur.” 

Bunlar asla boş bir vaat olarak kalmamıştır.  Tarihin hiçbir döneminde karşılaşılmayan bu uygulamalar,  İslâm’ın ruhundan fışkırmaktadır.  İslâm’a göre imanda zorlama yoktur. Onun için Müslümanlar hakimiyetleri altında ki milletlere ve dinlere karşısınırsız bir tolerans göstermişlerdir. Bu hadise ise o döneme kadar hiçbir dönemde karşılaşılmış bir  şey değildir. 9. Asırda Kudüs Patriğinin, İstanbul Patriğine gönderdiği mektupta: “onlar adildirler, bize haksızlık ve her hangi bir zorlayıcılık yapmamışlardır.” Demektedir. Böylesine bir eşitlik ve tolerans, başka dinlere bağlı tebaanın, gönüllü olarak, kolayca  İslâm’ı tercih etmesine zemin hazırlıyordu. Bu toleranslı yaklaşım altında bulunan kavimler, zamanla  İslâm kıyafetini ve Arapların dilini öğreniyorlar, çocuklarına  İslâm isimleri veriyorlar:  böylece Balbek’li doktor, Musul’lu tacir, Gırnata’lı hukukçu olarak âdeta bir milletin insanları oluyorlardı. 

Müslümanlarda başka dinlere karşı bir  önyargı bulunmuyordu. Bundan dolayı başka milletlerin bilim adamları ve düşünürlerinin eserlerini, bir şeyler öğrenmek umudu ile okuyorlardı. Hz. Muhammet ilim için çabalamayı, kadın ve erkek her Müslüman’a dini görev olarak vermişti :  “İlim için çalışan Allah’a ibadet eder.”, “Beşikten mezara kadar ilmi ara”, “ilim tahsili oruç, ilim öğretmek de ibadet değerindedir.” İslâm’ın peygamberinin ilme bakışını net bir şekilde göstermektedir. Müslümanlar ise bu hadisleri kendilerine düstur olarak almışlardır. “İlim Müslümanların yitik malıdır.”, “İlim Çin’de bile olsa ara.”, “İlim  hangi kaynaktan gelirse gelsin ona uyunuz.”, “İlim kafirin dudakları arasından da olsa alınız.”  Derken, Peygamber aynı zamanda Müslümanların gözlerini devlet hudutlarının ötesine çevirmesini istemiştir.  Buna mukabil Havari Paulus  “Tanrı hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı?”  diyor ve  şöyle devam ediyordu:  

“Şu sözler yazılı olarak mevcuttur; “Bu alimlerin hikmetlerini boşa çıkarmak ve aklın idrakini reddetmek istiyorum” dünyadaki budalaca her şeyi Tanrı, alimleri utandırmak için tertiplemiştir.” İki dünya âdeta ateş ve su gibi farklı bir anlayış yapısındaydılar. Bundan dolayı İslâm ile Hıristiyanlık arasında çok derin bir uçurum vardı. Hıristiyanların gözünde, ilahi hakikatin yegane kaynağı ilham ve vahiydir.  İncil ise bütün kainat için gerekli bilgiyi vermektedir. Dünyanın küre  şeklinde olduğunu söyleyenlere karşı kilise öğretmeni Lacatantius: 

“Ekin ve ağaçların, dünyanın diğer tarafında baş  aşağı asılı bulunduklarını, insanların başlarına nazaran daha yukarda ayaklara sahip olduklarını belirten bu derece manasız şeylere insanların inanmalarımümkün olur mu?” der. Kilise öğretmenlerinden birine göre güneş doğuyla batı arasında devrettiğinden dünya bir tepe  şeklindeydi. Böylesi yaklaşımlar ve zorlamalar, insanlığın fikri yönden yükselişini ortadan kaldırmış, tabi olaylar, sihir veya büyü gibi ilim dışı sebeplere bağlanmıştı.  

İslâmi inançta kul ile yaratan arasında kesinlikle bir aracı bulunamaz. Hıristiyanlıkta ise yaratıcıya ulaşmak isteyen kul, âdeta bir dizi bürokratik engelleri aşmak zorunda kalmaktadırlar.  

Müslümanlar fethettikleri yerlerde ilkin o ülkelere ait kitapları kazanmak isterlerdi. Harun Reşid Amoria ve Ankara’nın fethinden sonra Yunan el yazmalarını ister. El-Me’mun ise Bizans Kralı III. Michael’i yendikten sonra savaş tazminatı olarak antik filozofların eserlerini ister. Dioskürides’in farmakolojisi, Endülüs Hükümdarı III. Abdurrahman’a sunuldu. Müslümanlar kitap kazanma konusunda hiçbir masraftan kaçınmadılar. Yunanistan ve Anadolu ile Helen’lerin, imha ve yağmalardan kurtulan eserlerini büyük meblağlar karşılığında satın aldılar. Bu arayışlar sonucunda kaybolmaya yüz tutmuş bir çok eseri dünya medeniyetinin gelişimine sundular. O dönemlerin iktisadi, sosyal ve fikri seviyesi 9. ve 13. Asırlarda kişinin sahip bulunduğu eserlerle ölçülüyordu. Halife Harun Reşit Bağdat’ta Beyt’ül-Hikme isimli dev kütüphaneyi yaptırdı. Bugün Yunan, Helen ve daha bir çok medeniyetin tarihi vesikalarına sahip olabilmemiz azami gayretli çalışmaların ürünüdür. Bu kurtarılan eserler, Müslümanlar tarafından tercüme edilmiş ve Müslümanlar bu kaynaklardan faydalanmışlardır. El-Me’mun bir “tercüme akademisi” kurar.  Şakir b. Musa’nın oğulları bütün servetlerine tercüme faaliyetlerini harcamışlardır. Hunneyn  İbin-i  İshat ise antik devre ait kitaplar bulmak için Suriye, Filistin ve Mısır’ı kullanmış, olağanüstü bir azim ve güçle, bir çok eseri Arapça’ya çevirmiştir. Müslümanlar olmasaydı hiçbir antik eser bugün olmayacaktı. İnsanlık, Heron, Philo ve Menelaos’un matematiğini, Batlamyus’un optiğine, Öklit’in muvazeneye sini Arşimed’in su saatleri ile yüzen cisimlere ait eserlerini tanıyamayacaktı.  

10. asırda Batı Manastırları, ender olarak sahip bulundukları birkaç düzine kitabı, zincirlere bağlamaya çalışırken Irak’ın Necef gibi küçük bir  şehrinde 40000 ciltlik bir kütüphane bulunmaktaydı. Rey  şehir kütüphanesinin kitap sayısını tespit içinse 10 büyük kataloga ihtiyaç vardı. Her caminin, her hastanenin büyük kitaplıkları ve kütüphaneleri vardı. Kahire’deki Fatımi kütüphanesinde 1.600.000 ciltlik kitap bulunuyordu. Halife Abdülaziz’in oğlu tarafından bu kütüphanenin yanına yaptırdığı 18 salonlu ikinci muazzam kütüphanenin kitapları buna dahil değildi. 963 yılında vezir olan al-Mallebi’nin 117.000 ciltlik bir koleksiyonu vardı.  İbn-i Abbad’ın ise 206.000 ciltlik kitabı vardı. Bir hakimin ise 1.050.000 ciltlik koleksiyonu vardı. Kitap okumak ve tercümelere sahip olmak herkes için yüksek bir sevinç sebebi idi. ezirler beraberinde 30 deve yükü kitap olamadan seyahate çıkmazlardı. 

Ölen bir alimin evinde bütün ilim dallarına ait çeşitli kitaplarla dolu her biri birkaç insan tarafından güçlükle taşınabilen 600 sandık dışarı  çıkarıldığı duyulunca kimse yadırgamazdı.Müslümanlarda kitap sevgisi yalnızca alimlere ait değildi. Büyük devlet adamlarından kömürcüye kadar, öğrenim gören her şahıs, kitapçının devamlı müşterisi idi. Nadir ve değerli kitaplardan oluşan bir koleksiyona sahip bulunmayan bir kimseyi zengin saymak yakışık almazdı. İslâm dünyasının, entelektüellerinin fazlalığı yayıncılıkta yüksek bir ekonomik faaliyeti ortaya çıkarıyordu. Yalnız Bağdat’taki “Nizamiye Medresesi Kütüphanesi”nin  yıllık bütçesine, yeni bir kitap ve yazmalar için ek olarak 1.500.000 altın frank tutarında bütçe ayrılırdı. Kitaplara karşı Müslümanların gösterdikleri bu ilgi sayesinde yüz binlerce insan iş ve ekmek kazanıyorlardı. Bu yönelim, yanında kağıtçılıktaki ilerlemeyi de beraberinde getirmiş ve birçok İslâm merkezinde kağıt fabrikasıaçılmıştır. Ayrıca bu faaliyetler mürekkep ve yapıştırıcı imalatını da tetiklemiştir. Onun için eczacılık gibi kitapçılık da İslâm icadıdır. Bağdat’ta, Basra kapısında yüzden fazla kitapçı bulunan çarşı oluşturulmuştu.  Bilginler isim ve sırasında bizzat yer alan Bağdat kitapçılarından İbn’ül-Nedim, o tarihe kadar Arapça yayınlanan bütün tercüme ve orijinal eserlerin yazarlarına ait biyografileri belirten “ilimler katalogu” (elFihris) adlı eseri piyasaya sunmuştur.  

Her hangi bir  İslâm Ülkesinde bulunan kitaplar, o devletin milli serveti sayılırdı. Iraklı bir kitapçı, Mısırlı hekim Efrayim’den 1.000 ciltlik kitap satın alacağı, Mısır veziri el-Afdal’ın kulağına gidince vezir bu olaydan hoşnut olmaz ve Mısır’da bulunanın Mısır’da kalması gerektiği belirtilerek bu kitaplar satılmaz. Doktorun Iraklı ile anlaştığı fiyatı vezir kendi cebinden doktora vermiştir.  

İslâm dünyasındaki bu geniş okuma aşkına karşın Batıda 9.-12. Asırda halkın en az %95’i okuma yazma bilmiyordu. 1291 yılında St. Galen Manastırı’nın Meclisi’nde hiçbir papaz okuma yazma bilmezken İslâm dünyasındaki köy ve  şehirlerinde 6-11 yaş arasındaki Müslüman kız ve erkek çocukları okullarda düzenli olarak yazı yazıyor ve kitap okuyordu. Her türlü ilimi öğrenmek ve Kur’ân-ı Kerim’i okuyabilmek Müslüman’ın temel vazifesiyken, Hıristiyanlığın mukaddes kitabına yalnızca ruhban sınıfı yaklaşabiliyordu. İslâm ülkesinde eğitim devletin elindeydi. Devlet, okullara resmi öğretmenler atar, fakir çocuklara ücretsiz eğitim verilirdi. Gezici öğretmenler en ücra yerlere bile eğitim götürürdü. Halife II. el-Hakem zamanında Kurtuba’daki 80 resmi okulun yanında, fakir çocuklar için 27 okul tesis etmiştir. İslâm okullarında yükselmek isteyen genç, Kur’ân, Hadis, gramer, filoloji, retorik, edebiyat, tarih, coğrafya, mantık, matematik ve astronomi öğrenirdi. Fakir öğrenciler devlet tarafından okutulurdu. Belirli bir öğrenime devamın, bizzat öğrenmek istemenin diğer bir yolu da camilerdir.  İslâm dünyasında camiler sadece ibadet yeri değildirler. Peygamberin sözlerine göre, kör taassubun çok üstünde taht kuran ilim, camilerin de kıymetli malıdır. Camilerde yükselen sütunların tabanlarına oturan profesörler, etraflarına dizilen dinleyicilerine, kapıları herkese açık bir şekilde ders verirlerdi. Kadın veya erkek, kim olursa olsun herkes bu derslere iştirak edebilir, hocalara sorular yönetebilir ve hocalarının sözlerini keserek, itiraz edebilirlerdi. Bu usul öğretmenlerin sürekli hazırlıklı olmalarını sağlardı. Buralarda dünyanın herhangi bir yerinde çok tanınmış profesörlerde ders verebilirdi. Tarihçi, coğrafyacı, botanikçi ve Hadis veya eski eser toplayıcıları olarak dünyanın dört bir yanınıdolaşan araştırmacılar, gittikleri yerleri ve öğrendikleri bilgileri aktararak, âdeta mecmua görevi yapıyorlardı. Müslümanlar başkalarının sözlerini kendilerinmiş gibi göstermez, müelliflerinin önceden yazılı izinlerini alırlardı. Hiç kimse yazılı bir icazet olmadan hocasının sözünü nakletmezdi. Burada fikri başarıya karşı yüksek bir hürmet vardı. Her yazar, telif hukukundan faydalanırdı. Müellifin ölümünden sonra da fikri servetlerini yalnız mirasçıları kullanabilir; fakat o, bu mirasçıları arasında sadece oğullarını veya oğullarını da ayrı tutarak en iyi talebesini vasiyet edebilirdi. Böylece İslâm yüksekokullarıyla birlikte “İslâm telif hukuku” Batı üniversitelerine intikal etmiştir.  

9.asırda Gerbest devrinden beri gelişen, çoğalan öğrencilerin kendilerine çeken üniversiteleri ile Müslümanlar, dünyası meslek ve ilimlere ait öğretim kurumlarının bir örneğinin Batının gözleri önüne sermişlerdi. Onlar bu konuda Batıya numune oldular. Ancak Müslümanlar, Batıda yalnız takımları değil, şarabı ve ders malzemesini de verdiler.  

Batı tarihçileri, Müslümanları ancak; Yunan ve Helen Medeniyetinin bir aracısı olarak nitelemekte, Müslümanların ilme ve medeniyete katkılarını görmezlikten gelmektedir. Oysa bunun akside rahatlıkla söylenerek, Yunan ve Helen uygarlığını da, Mısır ve Babil uygarlıklarının aracılarıdır denilebilir. Nasıl Müslümanlar, Yunanlıların doğulu atalarının, batı ise İslâm Medeniyeti ile Antik medeniyetin mirasçıları ise, Tales ve Pisagor “Eski Doğu Medeniyeti”nin mirasçıları ve bilgilerinin aracılarıdır denilebilir. 

Müslümanları herhangi bir medeniyetin ölçüleri ile ölçmek haksızlık olur. Yunan tefekkürünün esas eğilimi, eşyanın varlığı ve mevcudiyetini dahiyane bir sezgi içinde tetkik ve inceleme olunca o, daha karmaşık ve zor olan tecrübeden kaçınır. Yunan ilminin yapısı, Yunan tıp, fizik, kimya, zooloji ve botaniği, bu sebeple felsefi olarak değişmeden Yunanlılara mahsus olarak kalır. Müslümanlar ise Yunalılardan aldıkları ilim malzemesini son derece genişletirler. Müslümanlar, tam manası ile tecrübenin bulucuları, tecrübi araştırmanın kurucularıdır. Münferit vakalar, ilk defa    Müslümanlarda bütün araştırmaların çıkış noktası olmuştur. Tümevarım metodu ilk defa İslâm dünyasında ilmi bir metot oldu. İslâm ilmi, Batıya nazaran sekiz yüz yıl önce “ilmin ilk şartı şüphedir” anlayışına sahipti. 

“Roger Bacon, Albertus Mangus, Vitello, Leonardo da Vinci ve Galile de görülen batı tefekkürüne ait ilk hür kanadın metoduna doğrudan doğruya etki eden  İslâm tabii ilimlerinin devir açıcı başarıları, bu hür müşahede ve tecrübeye dayanır. Müslümanlar, Yunan mirasının sadece batma ve unutulup yok olmadan kurtarmakla yetinmediler. Onu sistematik bir şekilde düzenledikten sonra Batıya devrettiler. Onlar bu günkü manada cebir, aritmetik, küresel trigonometri, jeoloji ve sosyoloji ile tecrübi kimya ve fiziğin kurucuları oldular. Genellikle intihali bir kenara iten ve diğer müelliflerin üstüne çıkan bütün tecrübi ilimlerdeki sayısız keşif ve buluşların yanında onlar, gelecek nesle belki en değerli hediye olarak, sonun Batı tabiat bilimlerinin muhteşem inkişafına ve tabiata hakimiyetine yol açan kendilerine has tabi araştırma metotlarını verdiler.” 
          
DOĞU İLE BATININ BİRLEŞTİRİCİLERİ
(SİCİLYADA İSLAM MEDENİYETİ) 

Sicilya’yı fetheden Müslümanlar, kurak toprakları sulanır hale getirmiş, memleketlerinden getirdikleri hurma, dişbudak, portakal ve muz ağaçlarıyla, fıstık, pamuk ve şeker kamışı üretimi ile sefalet içinde yüzen melekti canlandırmışlardır. Sicilya’yı saraylar ve camilerle süslemişlerdir. Coğrafyacı İbn-i Hakvel 970 yılında sadece büyük Palermo’da 300 cami saydığını söyler. Bu saray ve camilerde birçok şairin ve şarkıların neşeli sesleri yükselir. Filozof, doktor ve tabiat araştırmacıları ile, matematikçiler bilgilerini yayarlardı. Sicilya’da alimlerin not ve kitapları beyaz ve zarif kağıtlardan oluşmaktaydı. Norman işgalinden sonra Müslümanların bir kısmı Sicilya’dan ayrılmış, bir kısmı ise tanımadığı bir milletle birlikte yaşamanın ne gibi neticeler getireceğini beklemeye başlamışlardı. Sicilya’dan ayrılan Müslümanların hasret ve  ıstıraplarına dayalı yazdıkları mısralar çok etkileyicidir: 

   Azgın kurtlar gibi şurada burada  
  Geziyorlar, yakılan kül olan ormanlarda  
  Şimdi yalnız felaketler yaşamakta 

  Tarlaları artık kavrulan Sicilya’da Adanın elden çıkması karşısında  şair  İbn-i Hamdis, yeni rejim karşısında duyduğu üzüntüyü  şöyle belirtir : 

Benden bir cenneti ayırmaktasın ey deniz öte sahilinde 
Bilmezdim dert nedir, şimdi o uzak vatanımda  
                       *** 
Ah! Koşup ona gitmeme deniz imkan vermiyor.  
Bu biricik arzuma yalnız o engel oluyor 
                       ***
Bütün bu şiddetli hasretine rağmen o, yabancı hakimiyeti altına düşen memleketine dönmek istemez: bir vatan ki, benden olanları kemikleriyle ruhlarını taşır bağrında; düşünürüm daima göz yaşlarıyla, kalmışlar ayaklar altında.   

Şairin düşündüğü gibi bir kıyım veya asimle çabaları kesinlikle olmadı. Aksine  Sicilya’yı  işgal eden Normanlar, o zamana kadar görmedikleri  bir mimari ve güzellikle tanıştılar ve bu güzelliğin mimarlarıyla yakın ilişki içine girdiler. Adeta burada yaşayan Müslümanların öğrencisi oldular. Dolayısıyla işgal ettikleri topraklarda yaşayan milletin kültürüne teslim oldular. Öyle ki Normanlar papalıkla yaptıkları taht anlaşmasını çarçabuk unuttular.  İslâm emirlerinin ayak izlerine uydular. Arapça isim vermekten ve onları Allah adına ifade etmekten büyük bir haz duyarlar: 

         Bağışlayıcı ve esirgeyici Allah adına                          
         Sessizce dur ve bak 
                                *** 
         Normanlar, diğer Avrupa milletlerinden farklı olarak,  İslâm’a tolerans ve nezaket gösterdiler. Bu da onları diğer Avrupalılardan farklı bir yere koydu. Normanlar, Müslüman tebaaya Batılılara nazaran daha fazla müsamaha gösteriyordu. Ancak burada farklı olan  şey mağlupların galiplere uyması değil, galiplerin mağluplara uyması söz konusuydu. Asil sınıfına ait kişiler Müslümanların giyim tarzını taklit ediyor, kadınlar Müslüman kadınlar gibi örtünüyor, moda olarak  İslâmi tarzı benimsiyorlardı. Hayat tarzı olarak Müslümanlardan farklı olarak dini ayrımdan başka çok az şey vardı. Hatta kiliseye giderken bile Müslüman geleneğine göre giyinip kuşanmaları gelenek haline gelmişti. Normanlar, kimseyi zorla din değiştirmeye yöneltmemişti. Norman devletine ait Müslüman askerleri Hıristiyanlaştırmaya çalışan bir İngiliz misyonerine, Norman kralı çok öfkelenmişti. 

Norman kralı II. Roger devlet idaresinde bir çok Müslüman’a görev vermiş, ülkesinin sınırlarını koruyabilmek için Müslüman askerlerden bir ordu kurmuştu. Roger deniz kuvvetleri amiralliğine bir Müslüman’ı atamıştı. Roger’in görev verdiği diğer memurlar da Müslümanların eğitiminden geçmişti. Normanlar, Antakya’da eğitim almış, George’nin İslâm örneğiyle oluşturduğu deniz filosunu kurdu. O Hıristiyan bir Arap olarak Roger’in güvenini hiçbir zaman kötüye kullanmamış, rüşvete iltimasa asla yer vermemiştir. O Roger’in en güvendiği insan olmuştur. Roger’in ölümü ile Müslümanlar büyük bir mateme girerler. Roger, Batının en zengin hükümdarı olmasını Müslümanlara borçludur. O hem devlet yönetimi, hem de teknolojide İslâm’ın bilgi zenginliğinden faydalanmıştır.  

Roger, ölümünden önce, devrin en değerli coğrafyacısı İdrisi’yi davet ederek, Dünya haritasınıçizmesini istemiştir. İdrisi, 15 yıl süren çalışması sonucu yaptığı haritaları Palermo’ya getirdi. Muhteşem eser 1145 yılında tamamlanır. “İslâm’ın Batlamyus’u” meşhur “Dünya haritası” nı geride bırakan tam 70 harita bırakır. Bu harita iki insan ağırlığında ve iki metre eninde gümüşten bir levhanın üzerine çizilmiştir. İdris-i, atlasına açıklama mahiyetinde coğrafyasını da ekler. Okuyanı, dünyada eğlenceli bir tarzda gezdiren bu eseri, İslâm dünyasında, “Kitab-ur-Rudşoni” yani “Roger’in Kitabı” ismiyle tanınır.  

Araştırıcı tipi coğrafyacıları memleketine  24 yıl sonra dönen İbn-i Batuta, Çin’den, İspanya’ya kadar baştan aşağı dolaşan Bağdat’lı el-Mesudi temsil eder. El-Battani, İbn-i Yunus, el-Biruni ve İdris-i’nin çağdaşı Yakup’un astronomik coğrafyaları, eski bilgi ve sonuçların üzerine yükselerek büyük gelişmeler kaydına arz ve tul derecelerine göre arzu edilen bir yerin coğrafi konumunu yüksek bir doğrulukla tespit etmişlerdir. İbn-i Sina ve el-Biruni, coğrafyanın bir dalını, fiziki coğrafya ve jeolojiyi meydana getirdiler.  İbn-i Sina dağların oluşumunu açıklar. Ona göre dağların oluşumu iki sebebe bağlıdır : 

Dağlar ya  şiddetli depremler sonucu, yeryüzünün yüzeyinde kıvrılmalar meydana gelir ve kendisini yeni bir yol bulmak üzere vadileri aşan nehirlerin tesiri ile meydana gelir. Taş tabakalarının da türleri değişiktir. Bazıları yumuşak, bazıları serttir. Aşınma ve dağılmanın ilk sebepleri sular ve rüzgarlardır.  İdris’in atlası ise üç asır boyunca boşluğu doldurur.  İbn-i Sina’nın minerallere dair eseri 18.asırın ortalarına kadar Avrupa’da jeolojinin temel kaynağı olur. Avrupa, daha uzun süre tecrübe ve görgüye dayanan bir coğrafya bilgisinden uzak kalır. Dünyayı bir küre  şeklinde kabul eden, imkan nispetinde özel veya diğer  şahısların tecrübeleriyle matematiksel hesaplamalara dayanan  İdrisi’nin Atlası, nihayet Batıda İncil’e göre çizilmiş ortasında Cennet bulunan etrafı kainat deniziyle çevrili bir dünya kursundan ibaret atlasları bir kenara iterek onlarla yer değiştirir. Böylece Batının öğretmeni, hakikatte Batlamyus değil, bilakis İdrisi olur. 

Sicilya kralı İslâm’ın etkisi ile, Arap kültürü ve dilini iyice benimsemiştir. Palermo kadınları “Arap dili ve  İslâmi tarzını” zarafet içinde Müslüman kadınları gibi örtünür. Müslüman modasına uygun olarak  şık mantolar ve renkli peçelerle süslü, ayaklarına altın yazmalı ayakkabılar, güzel kokular sürerek tam bir debdebe içinde kiliselere giderlerdi.  

Yıllardır süren, iki medeniyet arasındaki çekişmeyi, Hıristiyan hakimiyetinde bir barış ihtiva etmeyi Sicilya’da başarabiliyordu. Bu da Sicilya’ya hakim olan Normanların  İslâmi hoşgörüyü uygulamalarıyla, mümkün olabilmiştir. Diğer yandan Frederic’in İslâm devletiyle yaptığı diyalog yeni gelişmeleri getirdi. Kan dökülmeden, Mısır Sultanı el-Kamil ile mukaddes yerlerin,  serbestçe ziyareti konusunda anlaşabilmişlerdir. Frederic’in, geçmişteki Haçlı ruhundan sıyrılıp, böyle uzlaşmacı bir tutum izlemesi, onun daha çocukluğundan itibaren Müslümanlarla yakın ilişki içinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Sicilya kralı II. Willhem’in yeğeni Frederic, kendi devletinde, Müslümanları tanımayıp, gereken hürmeti onlara göstermese idi, bu tarzda sıcak bir atmosfer, şahsi ve tamamen samimi bir dostluk mevcut olmasaydı, bu eser başarılamazdı. Böylece Frederic, kendisinden önce kimsenin başaramadığı büyük bir başarı elde etmişti.  Frederic, Sultan el-Kamilin devletinde gördüğü memuriyet  şeklini ve  İslâmi Devlet teşkilatını kendi ülkesinde uyguladı. Böylece orta çağın feodal devlet  şeklini duraklatan, geleceğin monarşik, merkeziyetçi memur devlet tipini ortaya çıkardı. Kont I. Roger Sicilya’yı ele geçirdikten sonra Fatımîlerin maliyesini kendi ülkesinde aynen tatbik etti. Sicilyalı Müslümanları kullandığı emlak vergi sistemlerini bir değişiklik yapmadan muhafaza etti. Frederic ise bir çok kritik malzemenin üretimini devletin kontrolü altına aldı.  İç gümrüklerin yerine, resmi sınır vergisini getirdi. Bunu sonucunda feodal beylikler büyük bir darbe aldı. O ticari hayatı canlandırmak için  İslâm ülkelerinde gördüğü fundukları yaptırttı.  İslâm menşeli antrepo ve oteller, gezginci tacirler ve Alman  Şövalye Tarikatları tarafından beğeniyle kabul edildi. Frederic  İslâmi mimariyi ve tekniği son derece iyi kullanmış ve devletinin gelişmesi ve yaşaması için üst düzey bir insani portre sergilemiştir. Vergi sistemi olarak  İslâmi tarzı kabul etmiştir. Frederic, cizyeyi Müslümanlar ve Yahudilere uygulamıştır. Frederic,  İslâm gümrük ve Amme Hukuku’nu almış, bunu bütün Batılı devletlere tanıtmıştır.  İslâm devletinde olduğu gibi, sağlık sektörüne çok büyük önem vermiş ve tıp okullarına girebilmek için, öğrencilerden  üç yıl mantık dersi görmüş olmayı ön şart olarak kabul etmiştir. Doktorlara, fakir hastaları ücretsiz tedavi etmek zorunluluğu getirilmiş, burada da İslâm örneği ön plana çıkmıştır. Ayrıca eczacılar da fakir hastaların ilaçlarını ücretsiz temin etmek durumundaydılar.  İslâm devletinde ki gibi, eczacıları yeminli zabıtalar denetlerdi. Kilisenin ve Papanın karşı çıkmasına rağmen, Sicilya’da bir çok yerde hamamlar kurulmuştu. Kilise banyoyu bir  şehvet aracı gördüğü için, banyo yapan herkes kilise tarafından günahkar sayılıyordu.  

Frederic bütün bu gelişmeleri, engin hoşgörü sahibi Müslümanlarla iyi diyalog kurmasına ve onların sahip olduğu ilimi ilerlemeyi yakından takip etmesine borçludur. O henüz küçük yaşlardan itibaren Müslümanlarla yakın ilişkide bulunmuş ve onları yakından tanıma fırsatı yakalamıştır. Onun için ayrı bir dost olan  fahreddin’le vedalaşmasından sonra yazdığı şu mektup onun dostluğuna verdiği önemi daha da iyi ortaya koymaktadır. 

Şefik ve rahim olan Allah’ın adıyla: 

Yolculuğumuza Rağmen demir attı kalplerimiz sağlam zemine; 
Bu kalpler cisimlerimizden tamamen çözülüp ayrılsa bile,  
onlar artık dostluğumuzun icrasına verilmiş bulunuyorlar; 

sonra oradan kanatlanıp kudretimizin içinde birleşiyorlar.  Duyduğumuz hüzünden, bizleri  ıstıraba bürüyen sevgiden, içimize kadar sızan ve içimizi acıtan kederden, Fahreddin’in sohbetinde bulunduğumuz o insana ruh verici, zevk dolu hasretimizden bahsetmek niyetlisi değiliz. 
                                                      *** 
Ne yapayım ki, sizinle olan o huzur verici sohbetlerinizden sonra, kendimizi birden bire yalnız kalmışbir insanın ruhi perişanlığı içinde hissetmekteyiz. 
                                                       *** 
Sen ayrılıp gidince, bana sanki hangisini tercih ediyorsun, uzak kalıp ayrılmağı  mı, yoksa ölmeyi mi sualini soruyorlarmış gibi geldi. İçimden şöyle cevap verdim: “inayet buyur ve hangisi lazımsa onu yap!”        

Frederic, ülkesinde ki bütün halka eşit mesafede durmuşsa da Müslümanlara daha fazla teveccüh etmiştir. İlmi gelişmeyi yakından takip etmek ve aklına takılan sorunları çözebilmek için, sürekli Müslüman bilim adamlarıyla istişarelerde bulunmuş, âdeta onları soru yağmuruna tutmuştur. Bu soruları, devrin en güçlü alimleri çözerek, Frederic’e cevabını gönderirlerdi. Frederic İslâm mektebinde talebelikten hocalığa yükseldi. Bir kere öğrendikten sonra, bütün koltuk değneklerini fırlatıp atarak artık kendi başına yürümeye başlanmasına mukabil, Rönesans ise yeni otoritelerin eteğine yapışır. Frederic,  İslâm mektebinden sadece bilgiyi almaz; bizzat ortaya koyucu olarak da modern tabii ilmin kurucusu olur. Skolastik, hümanizm ve reformasyonun canla başla gayret sarf eden otoritelerinin dışında kalan, Albertus Magnus, Roger Bacon, Leonardo da Vinci, Francis Bacon ve Galile gibi mütefekkirler silsilesinin birinci halkasını teşkil eder. 


Başlangıç mı? Yoksa İslâm fikir dünyasından buraya uzanan zincirin bir halkası  mı? Zira Albertus Magnus, Roger Bacon ve Leonardo dahi doğrudan doğruya Müslümanların omuzlarına dayanırlar.  İslâm ilmi ayrıca “Sicilya Sarayı”ndan bilhassa II. Fredrik’ten de onlara ulaşır.  

Modern Batı, asılarca Normanlar’la Alman  İmparatorlar neslinden gelme Kayzerlerin hakim 
bulunduğu Sicilya’da dünyaya geldi. Onun dünyaya gelmesinde ki en önemli etken İslâm zekasıydı. Kayzerin Doğu ile Batı arsında kurduğu bağlantıdan yeni bir laik iklim, kritik ve tecrübi tabi ilimlerin etkileri içinde yeni bir dünya görüşü ortay çıktı. Hıristiyan ve  İslâm dünyası arasında ki bu devlette  İslâm Dehası II. Frederik’in  şahsiyetiyle birleşip, onunla el ele verdi. Siyasi sahada pek uzun sürmese de, ilim sahasında asırlıca Batı ile Doğunun barıştırıcı unsuru oldu.  

ENDÜLÜS ARABESKLERİ (İSPANYADA İSLAM MEDENİYETİ) 

Hz. Muhammed’in muvaffakiyetinde olduğu gibi, hakikat her tarafa nur saçabilmelidir; tek ve eşsiz Allah mefhumunu aşılamakla o, bütün dünyayı yenmiştir. 

Goethe, (Westöstlicher divan)  
İslâm Dünyasında kadının çok özel bir yeri vardır. Ona büyük bir saygı gösterilir. 
Alman aşkı, erkeği kadının efendisi şeklinde kabul etmiş, bunun dışındaki her durum kilise tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Bununla beraber, İslâm örneği beklenmeyen ve gayri mümkün sanılan şeyi tamamen ölçülü bir  şekilde meydana getirmeyi başardı.  İslâm örneği, kadın düşmanlığını ortadan kaldırarak, Alman kültürünü olumlu yönden etkilemeyi bildi. Bütün devirlerin güzellik, asalet ve zenginliklerini, onun asalet ve zihniyetinden alacakları derecede o, “Doğunun çocuğu” olarak Avrupa’nın cânı gönülden bir parçası oldu. Doğu çocuğu, Avrupa sanatkarlarını,  şair ve  şarkıcılarını son derece etkilemiş olmasaydı, Batı şiirinin ve edebiyatının engin sahaları, şüphesiz bunların en sevimli ve en güzel kısımları hüzün verici bir şekilde fakir ve verimsiz kalırdı. 

Müslüman kadını, sosyal hayatın kaderini değiştiren bir rolü üstlenmişti. Kimi yerde kan davalarınıdurduracak derecede kendisini seven kişiyi büyülüyor, kimi zaman ordularına zaferler kazandıran erlerin birer kahraman olmasını sağlıyordu. Onların ağzından çıkacak güzel bir söz en büyük iltifat sayılıyordu. İslâm Peygamberinin arzuladığı ilim ve bilgiyi,  İslâm dünyasında, kadın da erkek gibi araştırırdı. Çeşitli ilim dallarında tahsilini tamamladıktan sonra ders verme izni alan alim kadın, “şeyha”, “kadın profesör” ve “kadın iftiharı” olarak anılan kadın hukukçularının üstadı bulunuyordu. Kadın  şairler, erkek şairlerle şiir müsabakaları yaparlar, bunu kimse yadırgamazdı.  

Ancak bunun yanında halifelerin anneleri olan  İran ve Yunan cariyeleri ile birlikte, harem ile kadın esareti ve  İran usulü örtünme,  İslâm cemiyetine girmiştir. Kurân-ı Kerim ve hadisler, kadının örtünmesini emretmekle beraber, cemiyet hayatına etkin olarak dahil olmasını belirtmektedir.  İran modasına göre örtünme, harem ağalarının sevk ve idaresi altında, kadının hareme kapatılması, kadının umumi hayattan çekilip alınması,  İslâm’ın esasını temsil etmekten uzaktır. Müslüman kadın dünyasına bu öldürücü darbeyi dar görüşlü halife el-Kadiri’nin sert emirnamesi indirmiştir. 

İslâm dünyasında birden fazla kadınla evlilikte dörde kadar izin verilmiş, ancak buna rağmen tek eşlilik tavsiye edilmiştir. Birden fazla evliliğe taaddüdü zevcat denir. Taaddüd-ü zevcat her  şeyden önce kalabalık aile sayesinde itibar kazanmaya, mücâdele gücünü arttırmaya, aile bağlarını kuvvetlendirmeye ve kan davalarında kayıplara karşı tedbirli bulunmaya yarıyordu. 

İlk asırlarda bir ihtiyaç olarak beliren taaddüdü zevcat, İslâm Devletinin istikrarından sonra, doğrudan doğruya eski Arap soy ve hanedanlarının hakimiyetini temin istikametine yönelmiştir. Harem parmaklıkları arasındaki taaddüdü zevcat, hareket serbestliğine sahip, hür, şuurlu ve hemen hemen erkeklerle eşit haklara sahip Müslüman kadınların mahvına sebep olur. Artık onlara, köle tüccarlarının Küfe’de, Bağdatlı yüksek tabaka mensuplarıyla şehrin gençliğini, şehvete ve israfa alıştırmak için kurdukları çalgılı kahvelerde yetişen, erkekleri tahrik eden, ahlaken düşük kadınlar tercih olunur. Ancak bu  İslâm dünyasının  İran usulünde dışa yansıyan şeklidir. Sosyal hayatın içine girildikçe, İran etkileri uzaklaşır ve Arap örneği kendisini gösterir. Bedevi kadın, hiçbir zaman peçe taşımadığı gibi, harem ticarethanesinde de yaşamadı. Hz. Peygamber tarafından dört kadınla sınırlanan taaddüdü zevcat, Kur’ân-ı Kerim’ de “erkeğe, eşlerinden birine bakması nasıl yakışık alıyorsa, diğerlerine de aynı şekilde bakmasını, bir, iki, üç ve dördüncü eşlerine adalet ve müsavat dairesinde muamelede bulunmasını, aksi takdirde haksızlıktan içtinap için en basit çare mahiyetinde, sadece bir kadınla evlenmesini, adalet endişesinden ileri gelen bir şey olarak tahmil etmiştir.  

Böylece o adalet uğruna her erkeğin bir kadınla evlenmesini söylüyordu. Zaten  İslâm dünyasında zenginlerden başka, taaddüdü zevcat usulü uygulanmıyordu. Aslında Arap tarihçilerinden biriside, bir Arab’ın sadece bir sevgilisi bulunduğunu, bu biricik sevgilisini ölünceye kadar bırakmayacağını, nazarındaki değerini daima aynen muhafaza edeceğini belirtir. Bu sebeple,  İslâm kadınının timsali, o derece mazinin mağrur ve şuurlu yaratığına yaklaşır. Onun için  İslâmiyet’in ilk asırlarındaki bedevi kadını,  Şam sarayının sosyete kadınlarına nazaran daha hür, daha bağımsız ve daha etkilidir. Öyle ki Emevi sarayındaki bedevi kadınının hür hayata karşı duyulan şiddetli arzu ve hasrete dayanamayıp ram olduğu çok görülmüştür. Bunlardan birisi de Muaviye’nin bedevi eşi Maysune’dir. Maysune’nin çöl hayatına karşı duyduğu hasretini dile getiren ve sarayın şatafatını yeren namelerini duyan Muaviye, eşi Maysune’yi boşayarak onu özlediği hayata gönderir. Buna mukabil Endülüs, birçok alanda olduğu gibi, kadınlara verilen değer bakımından da Doğunun önüne geçmiştir. Endülüs’teki gelişmeler, devrinin çok ilerisinde bir yere sahipti. Endülüs Müslümanları, Doğuda olduğu gibi, gelişmiş kültürlerin etkisinde pek kalmadı. Çünkü  İspanya’da geliştirilmeye değer hiçbir  şey mevcut değildi. Onun gelişmesi çoğu zaman, kendi coğrafyasında patlayan volkanlar gibi çevresine yayıldı. Adeta İspanya, yeni keşfedilmiş bir kıta gibi, sıfırdan imar edildi. Endülüs bu gelişmeyi ne İran, ne de Yunan tefekkürüne borçludur. Bu gelişme yalnızca  İslâm tefekküründen fışkırmıştır. Bu tefekkür  İspanya’da kaybolunca, memleket sefalete ve bir ölü sessizliğine büründü. Daha acıklı olan taraf ise onun artık ortaya koyucu kuvvetini kaybetmesiydi. 

Endülüs’teki bu baş döndürücü gelişme, 800 yıllık hakimiyeti esnasında, eski Arap soylularından gelme hükümdar sülaleleri tarafından meydana geldi. Kurtuba’da Emeviler,  Sevil’de Abbas Oğulları, Gırnata’da Nasır-iler bu mucizenin meydana gelmesini sağladılar.  

Endülüs medeniyetinde, Doğu kültür ve mimarisi kök salarken ilk hurma ağacı da Kurtuba’ya 
dikiliyordu. Bu ağaç Avrupa’daki bütün hurma ağaçlarının atası oldu. 
Sanki kız kardeşlerin gibi konuştun; 

    Güzel ağaç senden uzaklaştığında 
Ben de dostlarımdan büsbütün ayrıldım; 
Bu gövdemle yayılınca engin bir sokağa 
Ben tamamen garip, benimkilerinden uzak  
Sen ise şimdi yabancı topraklarda 

Bu, vatan hasretiyle yazılmış şiir,  Şam’da Emevilerin fevkalade  şahsiyete sahip hükümdarlarından, genç Abdurrahman’a aittir. Abdurrahman, 20 yaşındayken Şam’daki sülalesi kanlı bir şekilde imha edilmişti. Abdurrahman, o ağaçla birlikte  İslâm sanatının bitkilerini de Endülüs topraklarına eker. Bunlar  İslâm’ın mimari, musiki,  şiir vb. edebi sanatlarıdır. I.Abdurrahman’ın, Kurtuba’da inşasına başladığı caminin yapımında, halefleri ilaveler yaparak en yüksek zirvesine ulaştırırlar. I.Abdurrahman, sadece bir katedralin satın alınması için 100.000 dinar (günümüze göre 5 milyon mark) öder. Abdurrahman’ın ödediği 100.000 dinarla Hıristiyanlar, tahrip olan diğer kiliselerini tamir eder. Tarık b. Ziya ise fetih yıllarında, savaş esnasında tahrip olan kiliseleri tamir ettirmiş ve diğer dinlere mensup olanların ibadetlerini tamamen serbest bırakmıştır.  

İslâm mimarisi, Endülüs’te büyük bir yayılma ve etkinlik sahsı bulmuştur. Bu mimaride öncelikle İslâm ibadetlerinden ileri gelen, kendisine has karakteristik özellikler dikkati çeker.  İslâm mimarisinin şaheserlerinden olan cami, din adamının vasıtasıyla, içinde müminin Allah’a yaklaştığı, takdis edilmiş bir Allah evi değildir. Oysa Hıristiyan kilise yapısı, mecazi olarak değil, kelimenin tam manasıyla İsa’nın içinde hüküm sürdüğü semalar beldesi, gökten yere inmiş olan Lahuti Orşelim’in ta kendisidir. Bu yapıların içinde Hıristiyan dininin manası yükselir. Cami ise bütün bunları ifade etmez. O daha makul ve daha gerçek bir mana ifade eder. Böylece olağanın arkasında değer kazanır. Kur’ân bu konuda  şöyle diyor: “Onun için nereye dönerseniz, daima orada bizzat Allah’ın vechi mevcuttur.” Bu bağlamda Müslüman için ibadetini icra eden mukaddes din adamı yoktur.  İslâmiyet’te, Allah ile kul arasında aracılar yoktur. Müslümanlar  şahsi ibadetleri dışında kalan sadece müşterek ibadetlerinde bir araya toplamak mecburiyetindedir. Müşterek ibadetin yapıldığı ev camidir. Ancak cami, yalnızca dini anlamda bir yer işgal etmez. Orası ayrıca eğitim, mahkeme ve içtimai meselelerinin görüldüğü bir yerdir. Caminin görünüşü önem arz etmez. Belli bir figür veya yapı şekline büründürmek zorunluluğu yoktur. Camide herkes arasında tam anlamıyla bir eşitlik mevcuttur. İmam, cemaata yalnızca camide namaz kıldırırken rehberlik eder. Camilerde dış görünüş ne kadar sade olsa da,  iç görünüşte süs ve bezekler çoğu yerde dikkati çeker. Ayrıca camilerde buhur, tütsü gibi kiliseye ait etkinliklere yer verilmez. Camide cismani olmayan, hisler yolu ile aktarılmayan hususlar insanlarıetkiler. Buna mukabil yine göze görünmeyen, her türlü zaman mefhumuyla insan vasıflarının dışında, fiziki varlığın ötesinde, kendi kendine bir bütünlüğe sahip ve kimseye benzemeyen bir mevcudiyet söz konusudur. İsminden de anlaşılacağı üzere tamamen bir Arap eseri olan arabeskin mazisi de bundan farklı değildir. Şarkıfikir dünyası Goethe’yi oldukça derinden etkilemiş, O, İslâm ruhunun bir kanuniyetini dile getirmiştir:   
                                    
Senin bir sonun yok büyüklüğün burada! 
    Nasıl ki başlangıç, senin alın yazın! 
    Semaya kalkmış olan şarkıların, kubbelerin altında durmadan dönen yıldızlar gibi; 
    Senin başlangıcın sonundan, sonun başlangıcından farksız 
    Ya başlangıcın ile sonun arasında bizlere hangi gerçeği getirmektesin? 
Hiç şüphesiz olarak şunu: 
Sonda baki kalacak olan, başlangıçta mevcut olandı. 

İşte bu sebeple  İranlılarla Mısırlıların çiçek ve bitki tezyinatlarını, doğadaki  şekil ve cismaniyetlerinden tamamen soyup, onları tecrit etmek suretiyle,  İslâm sanatı, kendi  şekil ve tezyinat anlayışını ortaya koyarak, arabeski meydana getirmiştir. Bu olaydan sonra  Cermenler ve Normanlar da arabesk sanatını  öğrenerek, ona dört elle sarılmıştır. Böylece arabesk Avrupa’da, Rönesans tezyinatında büyük rol oynar. Zira her  şeye hakim olan arabesk, yazıyı da ele geçirmiştir. Canlı varlıkların resmini yapmayı, yaratıcı fiilini taklit mahiyetinde gören müctehitler, bunu hoş görmezler. Fakat figürleri hiçbir zaman men etmemişlerdir. Bu tür resimler, daha sonra saray tavanlarını, duvarlarını, yemek sofralarınısüslerken, havuz kenarlarında, aslan sıfatıyla mermer havuzlarda su püskürtür. 

Resim ve oymalar, Müslüman saraylarını birlikte süslediler. Bu resimler bitki ve hayvan  şekillerinin yanında, insan resimlerini de kapsamaktadır. Kral ve kraliçeler, avcı ve şairler, güzel kadınlarla  şövalyeler, duvar ve kapılarla, sütunlardan aşağıya doğru bakarlar. Hatta İslâmiyet’in mukaddes tasvirlerini de, Ashab’ülKeyf ile Nuh’un kargalarına benzer şekilde bilhassa Kurtuba Camiinde resimle ifade edilir. Kendine has üslubu ile arabesk, zarif  ve ince figürleriyle mimarinin en canlı örneklerini sunar. Sivri kemer ise üç asır geçtikten sonra  İslâm sanatından, Hıristiyan sanatına intikal eder. Bu intikal Fatımiler aracılığıyla Sicilya’ya, oradan Papa III. Viktor ismiyle Desiderius Kilisesi’nden, Gotik kiliselerin avlusuna yürür. 

Avrupa’da  İslâm mimarisinin etkisi asırlarca sürmüştür. Bugün hâlâ  İspanya’da, mimar, duvarcı ve inşaat işçiliği ile ilgili birçok tabirin  İslâm menşeili olmaları,  İspanyalı  Hıristiyanların, Endülüs’ü geri aldıktan sonra sadece kilise ve saraylarını Müslüman mimar ve sanatkarlara inşa ettirmekle yetinmediklerini gösterir. 

Batı’nın, Doğu ticaret şehirleri ile devamlı teması, Müslümanlara ait her şeye karşı olan ilgiyi daha da arttırır. Böylece en güzel  İtalya Romantik Stili olan Piza Romantik Stili ortaya çıkar ve oradan da yayılır. Haçlı seferlerinden dönen  şövalyeler, Müslümanların savunma tekniğine ait unsurların bir kısmınımemleketlerinde de uygularlar. Açık alandaki kuşatmacıların başına kızgın yağ veya zift dökülmesini sağlayan balkonları, İslâmi modele göre inşa ederler. XIV. asırdan itibaren, bütün İspanya, Fransız ve İngiliz kaleleriyle,  İsviçre ve Alman hisarlarının kapı ve kapı kuleleri, birçok dökme ve çıkıntılardan oluşan bir galeri taşırlar. Bu Batı hisarlarının bir sembolü haline gelir. Haçlılar, ayrıca beraberlerinde kuleleri taştan külahlarla kaplama hususundaki İslâm adetini de, doğudan beraberlerinde getirirler. 

Endülüs’teki en önemli  İslâm eserlerinden biri de I. Abdurrahman tarafından inşasına başlanan Kurtuba Cami’dir. Bu caminin yapımına ve detay işlemelerine kendisinden sonra gelen I. Hisam, I. Hakem, II. Abdurrahman, I. Muhammed, III. Abdurrahman ile II. El-Hakem ve el-Mansur tarafından silsile şeklinde devam etmiştir. Bu hükümdarların her biri camiye çeşitli ilaveler ve ayrıntılar eklemişlerdir. Böylece bu bina, Emevi Hanedanı’nın yükselişine eşlik etti. Ancak Emevi Hanedanı, Endülüs’teki hakimiyeti esasında yalnızca güzide inşa faaliyetleriyle yetinmediler. Musikide en yetkin ve zengin gelişimini bu hanedana borçludur. Özellikle Siryab’ın Endülüs’e gelmesiyle artan musiki heyecanı, II. Abdurrahman’a, Kurtuba’da bir konservatuar yaptırmasına yol açtı.  

Araplar eski devirlerden beri musikiyi son derece seven bir milletti. Musiki, anne kucağından ölüme kadar devam ederdi. Güçlü duyguların her bir çalışmanın ritmi, oyun sevinci, aşkın mutluluğu ve elemi, mücâdele hırsı, intikam arzusu, ölümün keder ve matemi onlarda musiki ile yaşanıyordu. Müslümanlar, muhtemelen Sami kaynaklar vasıtasıyla  İran ve Mısır’a ulaşan bu yollarla kendilerine gelen “Pitagor Gamı”nı kullandılar. Bununla beraber  İran ve Bizans’tan gelen bu gam, mevcut musikinin yerini alamadı. Yalnızca kendine has karakteriyle “İslâm köküne” aşılandı. Bununla beraber  İslâm musikisinin asıl karakteristik özelliği ritmiydi. 

Tenasübü, uzunluk ve kısalıklarla kuran antik şiir gibi, antik musiki de ritmik değil, sadece metrik bir şekilde düzenlenmişti. Orta çağın ilk eski kilise musikisi de ne ritmik ne de metrik bir esasa dayanmaz. Bağımsız fakat tenasuptan mahrum bir melodi bütünlüğün kaidesi içinde meydana gelir. Halbuki ritmik yapı şarka aittir. Ritim, usul musikisinin eğitimini teşvik eder ve doğrudan doğruya usule götürür. 

Batı gezgin  şarkıcılar ve Endülüslü cariyeler sayesinde XI. asırda musikiyi tanır.  İspanya-Arap eserlerindeki usul teorisi de XII. ve XIII. asırlarda Latince musiki çalışmalarına girer. Batılı müzik severler, ayrıca Arabesk müzik tarzında bir şekle bürünen melodiyi ederler. Batı, çoğu musiki âletlerine sahip olmayı Müslümanlara borçludur.  İslâm musiki âletlerinin çoğu, Arapça isimleriyle birlikte  İspanya’dan Batı’ya gelirler. Telli musiki âletleri olarak; ud, gitar, mandola, mandolin, pandora ve psateriyon, yaylı musiki âleti olarak; rübab, rebek, nefesli musiki âleti olarak; flüt, kaval, trompet, timbal ve boynuz boru, vurucu musiki âleti olarak; zimbel, tambur, davul, kastenyet ve naker bunlar arasındadır. X. asrın ilk yarısında piyanonun öncüsü kanun’u, Farabi icat etmiştir.  İslâmi musiki âletlerinin büyük kazancıda bilhassa udun Batı’da çok fazla sevilmesidir. Batı’yı armoni ilmine muhtemelen İslâm musiki âletleri sevk etti. İslâm örnekleri Endülüs sanat formları vasıtasıyla VIII. ve XII. asırlarda Avrupa sanat ve halk müziğini etki altına aldı. 

İngiliz Walter Odington’a göre  İbn-i Sina hâlâ birinci sırada gelen musiki üstadıdır. El-Farabi’nin eserleri XVII. asrın ortalarına kadar musiki, ilmin dikkatini aralıksız olarak üstüne çeker. Batı majör gamda S=4, minör gamda S=6 aralık ilkesini, İbn-i Sina ve Farabi’den öğrendi.  

Suablı Kont Hermanus Kontractus, el-Kindi’nin musiki nazariyatına ait eserleriyle uğraşır ve “İslâm nota yazısını” el-Kindi’nin eserlerinden alır. 

Siryab, sanatsever hükümdarın sarayında büyük bir hürmet görüyordu. Ancak bir o kadar da 
kıskanılıyordu. Özellikle  şair Yahya ibn-i Hakem, ona hiciv dolu şiirler yazıyor ve büyük bir münakaşanın içine itiyordu. Abdurrahman ise Siryab’ı İstanbul’a göndererek bu kavgaya son verdi. Abdurrahman, Sevil’i düşüren Normanlarla dostane ilişkiler kurmak istiyor, bunun içinde saray şairini Norman elçisinin refakatçisi olarak gönderiyordu. Norman Kraliçesi’nin hisli aşk şarkılarıyla, ihtirasını yakıp kavuran şiddetli ateşini bir müddet Jutland’a gönderdi. 

Sevgiliye hasretin ıstırabıyla yüklü olan ey kalbim,  
Sen, onun içindeki bir aslanı yenmeye çalışıyorsun. 
Bense, güzelliğinden müsaade almadan, 
Güneşin batmadığı, bir Normanlıya aşığım. 

Kendisi için pek uygun olmayan bir zamanda Kurtuba’ya dönen Siryab; rakipleri tarafından tekrar ablukaya ve alaya alınmaya başlanır. Gülünç duruma düşen Siryab’ı Abdurrahman saraydan kovar. Endülüslülerin fazla itibar göstermediği, Bağdat’ta Kurtubalı şair yeni hürmet ve şerefler elde etmeyi başarır. Doğu ile Batı arasında ki uzlaşma konusunda oldukça etkili olur. 

Endülüs’ün ihtişamı, yöneticilerinin ve Endülüs halkının çalışma aşkı ve öğrenme gayretinden kaynaklanmaktaydı. Endülüs halkı kurak toprakları verimli kılabilmek için kuyular açıp 20-30 metre çapındaki su çarklarıyla su taşıma araçları yaptılar. Dağların sularını 5 km’ye kadar genişleyen havuzlarda topladılar. Buralara düzenli sulama kanalları inşa ettiler. Bu suları büyük ve düzenli su tesisleriyle memleketin her tarafına ilettiler. Kuru ve verimsiz görünen tepeler ve dağ yamaçlarında teraslar meydana getirip planlı bir  şekilde işlediler. Bu günkü  İspanyanın ihraç mallarının büyük bir kısmını Müslümanlar o dönemde memleketlerinden getirmişler ve  İspanya’da üretmişlerdir. Müslümanlar araziyi daha verimli kullanabilmek için köylülere düzenli olarak kurslar vermişlerdir. III. Abdurrahman zamanında modern tarım sayesinde yılda üç dört kez hububat üretilebiliyordu. Hayan yetiştiriciliğine büyük önem verildi. 

Bu devirde maden ocakları açıldı. Bin yıldır kapalı olan demir, bakır ve cıva çıkarılan galeriler işletildi. Endülüs’teki ekonomik gelişme dış göçü de beraberinde getirdi. 950 senesinde nüfus 30 milyona yükseldi. Büyük Abdurrahman bütçe gelirinin üçte birini harcanmadan alıkoyuyor, üçte birini de cami, köprü, asker sevkine mahsus yollar, sulama kanalları ile işsizlere iş imkanı sağlayacak tesisler kuruyordu. Onun en fazla hayranlık uyandıran eseri, Kurtuba yakınında ki saf altın, mermer, kristal abanoz ve görkemli bahçeleriyle ölen eşinin vasiyetini yerine getirmek umuduyla ve onun ismini ölümsüzleştirmek amacı ile yaptırdığı esSahra şehridir. Endülüs nazarında şehirlerin şehri Kurtubadır. Kurtuba 113.000 ev, 600 cami, 300 hamam, 50 hastane, 80 resmi ilkokul, 17 daha yüksek eğitim yeri, bir çok yüksek okul, 100.000 cilt kitabıyla 20 resmi kütüphanesi vardı. O tarihlerde  İstanbul hariç hiçbir  şehir 300.000 den fazla nüfusu, hiçbir belediyenin hastanesi, dikkate değer kütüphanesi ve umumi bir hamamı asla yoktu. Aynı tarihlerde  şehirlerin caddeleri pislik içinde ve sağlıksız durumdaydı.28 Nisan 1819 tarihinde bile “Kölnische Zeitung” gazetesi caddelerin sokak lambalarıyla aydınlatılmasını, dini sebeplerden dolayı ayıp bir  şey olarak yayınlayıp, ilahi düzen ve karanlığı insanın bozamayacağını ileri sürerken, 950 yılında Kurtuba caddeleri, öküz arabalarıyla düzenli olarak temizleniyor, caddeler evlerin duvarlarına tespit olunan lambalarla aydınlatılıyordu.  İlk defa 1185 yılında Avrupa’nın birinci  şehri Paris’te,  İslâm örneğine küçük çapta uyuldu. Bu örnek Avrupa’nın diğer kısımlarında, XIII. asrın ortalarına doğru yayıldı. Nihayet Avrupa’da  şehirlerin sokaklarında akıp gitmekte olan mevcut pislikler, özel oluklarla başka yerlere akıtıldı. 

Kurtuba’nın ihtişamı ve Endülüs’ün ilme gösterdiği büyük eğilim Kurtuba’yı batıda ilmin merkezi haline getirdi. Endülüs, II. El-Hakem zamanında tam anlamıyla zamanın alimlerini cezbedici bir merkez haline geldi. Bir çok değerli alim Kurtuba’da ikamet etmeye ve orada çalışmaya başladı. El-Hakem zamanında Endülüs, fikri yönden medeni milletlerin üstüne çıktı. El-Hakem, Kurtuba’da fakir çocuklarıeğiten öğretmenlerin maaşlarını bizzat cebinden verdiği 27 okul daha yaptırdı. O, devrinin tüm kitaplarına sahip olmak arzusundaydı. El-Hakemin 400.000 ciltlik kitabı okuduğu ve kenarlarına  şahsi notlar aldığısöylenmektedir.  

Endülüs hükümdarı  sıfatıyla kendini ilme veren yalnızca el-Hakem değildir. Badajoz Emiri elMutasaffir, Saragoza Emiri el-Muktedir bilimin çeşitli alanlarında oldukça yorucu işlerle meşgul oldular. 1031 yılında Emevilerin teslim olması ve Kurtuba’da halifeliğin yıkılmasından sonra ortay çıkan küçük emirler, saraylarında ilimlerle, güzel sanatların ilerlemesi için yarışa girdiler. Sadece ilimler ve plastik sanatlar, bu küçük emirler sayesinde, samimi ilim ve sanat severlerle kavuşmadı. Onlar sayesinde ayrıca şiir sanatı da en büyük şairlerinden birini buldu. Veliaht Abu’l Kasım Muhammed ile dönemin büyük  şairlerinden  İbni Ammar sahil yolunda gezinti yaparlarken, görünen manzaradan ilham alan Abu’l Kasım Muhammed: 

“Bak suları nasıl bir muharip zırhına bürüdü rüzgar” 

şeklinde başladığı şiirin öteki mısrasını tamamlamasını İbni Ammar’a söyler. Fakat  İbni Ammar tereddüt etmekte ona uygun bir mısra ve kafiye hemen tertipleyememektedir. Uzayıp giden sessizliği, bir kızın cümlesi bozar. 

“zırha bürünmüş olurdu eğer donsaydı sular.” 

Bu cevaptan oldukça etkilenen  İbni Ammar ve Abu’l Kasım Muhammed kızın saraya götürülmesini emredeler. Bir köle ve asılda adı Romayka olan bu kızı, Muhammed satın almış ve özgürlüğünü vererek onunla evlenmiştir. Romayka, Sarayda  büyük bir itibar görmüş ve el-Mu’tamid adını almıştır. ElMu’tamid’in şiirleri kendisini dönemin en büyük şairi yapmıştır. 

“Kadeh sun saki! Sabah rüzgarı esiyor vadilerde tepelerde 
Sıktı dizginlerini Ülker yıldızları, bitti gece yolculuğu.”

    Şeklinde başlayan bir şiirinde İbni Ammarla aralarında ki dostluğu tesis etmiştir. 
İlhamıyla bir muharebe ve ordunun kaybına neden olan Veliaht el-Mu’tamid’i, Sevil emiri elMu’tamid’in attığı zindandan bilhassa kendi şiirleri kurtarmıştır. Şiirleri kullanarak cezadan kurtulan,  İslâm dünyasında yalnızca el-Mu’tamid değildir. resmi paraları zimmetine geçiren Kurtulalı bir maliye memuru da alacağı cezadan kurtaran okuduğu şiirler olmuştur. Yerinde ve zamanında söylenmiş etkileyici bir şiir ise Fas Emicini, Gırnatayı istila etmekten vazgeçirmiştir. 

Arap dili, şiir yazma ve sanatlı anlatım konusunda çok üstün bir yapıya sahiptir. Bundan dolayıdır ki Araplarda herkes kolayca  şiir yazabilir ve irticalen  şiir söyleyebilir. Günlük hayatında ve bütün içtimai ilişkilerinde tamamen dil gibi bizzat şiire yönelen böyle bir milletin içinde iyi bir şiir, pek çok şeyler yapmaya muktedirdi. Bu milletin nazarında  şiir, aslında dilin özel bir  şeklinden başka bir  şey değildir. Orada herkes şiire hakimdi.  Şiir bilgin, üniversite mezunu gibi tarlada ki köylünün veya eşekçi kadın gibi, kraliçenin de dudaklarından doğal ve kolayca akıyordu. Hemen her sınıftan insan, hazırlıksız ani mısralar oluşturabilmeye özen gösteriyordu. Arapça’yı bütün Sami dillerinden ayıran bilhassa misal olarak Hinde-Germen dillerinden böylesine farklı kılan kendine has vasıf, her kelimeyi bir sesiz harfler iskeletinden – genellikle üç sessiz  harf- meydana getirmesindendir. Sessiz harfler, kelimenin değişmeyen kökü,  esas manasının da taşıyıcılarıdır. Sesli harfler ise mütehavvil mahiyetindedir. Sessiz harfler iskeletine can ve kan ile fizyonomiyi evvela bunlar verirler. Yine her defasında özel manayı ilk önce sesli harfler tamamlar asıl manayı özelleştirir veya gramatik ilişkileri belirtir. Fakat vokaller her zaman belirli kaidelere tabidir. Sesli harflerin sabit  şemaları, her defasında sessiz harfler gurubuna yerleştirilirler. Böylece dil, değişik sessiz harfler iskeleti içinde telaffuz ve imla itibarıyla aynı, fakat mana itibarıyla ayrı, sonsuz bir miktara ulaşır. Ancak değişik sessiz harfler iskeletine mukabil, birbirine benzeyen müteselsil sesli harfler meydana çıkar. Yani hem ahenk kelimeler meydana gelirler. Bu sebeple Arap şiirinde, kelimelerin yardımıyla gelen havayı, orada olduğu kadar bariz bir mükemmeliyette tercüme etmeye imkan yoktur. Mahiyet itibarı ile bariz bir ritim meydana getiren bu dilin kendine has özelliği, nazımla kafiyeli nesrin içine şairane şekil vermeye davet eder. Bu ritmik ve sonu kafiye ile biten nazım tarzı, Arap- Sami Diline mahsustur. Bu nazım tarzı Batı ve Dünya Edebiyatını feshetti. Müslüman sanatının baskın etkilerini, Hıristiyan dini  şiirlerinde, Latin Noel  şarkılarında açık bir şekilde görmek mümkündür. İslâm şiir formu İtalya da Franz Von Assisi’yi ve Dantey’i oldukça etkilemiştir. İslâm örneği en kuvvetli bir  şekilde Umbrien, Toskana ve Venedik Halk  şiirine tesir etmiştir. Bilhassa Lorenzo de Medici ve Machiavel  İslâmi ritimler içinde  şiirler yazdılar. Sicilyalı Müslümanların etkisiyle Güney İtalya’da “Sone” meydana gelmiştir. Arap lirizmi Avrupa da destan ve badlan’nın yerini almıştır.  Araplar Cahilliye döneminde uğraştıkları şiir yazma sanatın İslâmiyet’ten sonrada devam ettirdiler. Bu kez şiirlerin içine İslâmi karakterler de dahil olmuştur. Müslümanlar, Hz. Muhammed’in elçiliğini kendilerine ilan ettiği Kur’an’da ki kafiyeli ayetlerin büyüleyici dil kudretini kavramaya, harekete geçip ona hakim olmaya mecburdular: 

Yemin olsun soluyarak koşanlara, 
Nallarıyla etrafa ateş saçanlara, 
Şafak sökümünde saldıranlara, 
Etrafı toz dumana boğduranlara,  
Düşman kafilesine ortadan saldıranlara,    
              *** 
Güneş örtüsüne bürünüp, yıldızlar bulandığı zaman, 
Dağlar harekete getirilip, yaşlı ana develer başı boş bırakıldığı, 
Vahşi hayvanlar birbirine karışıp denizler taştığı zaman, 
İnsanlar çift çift bir araya getirilip, diri diri gömülen kızın; 
Hangi suçuna karşılık öldürüldüğünü sorduğu zaman, 
Cennet yakınlaştırıldığı zaman, 
Anlar herkes tedariklerinin ne olduğunu. 
                    *** 
Filhakika yemin ederim o seyyarelere,  
Süratle hareket edip gezinenlere, 
Ortalığı bürüyen geceye 
Nefes almağa başlayan sabaha yemin olsun ki  
O, bir Resulü Kerimin sözüdür. 

Arapların en çok sevdiği hayvanlarını başka bir şekilde canlandırmak için yazdıkları şiirler sayısızdır:  

Bir at mı önümden fırlayıp geçen, hemen uzaklarda kaybolan 
Yoksa çakan bir şimşek gibi bir meteor mu süzüldü? 
                             *** 
Bir Endülüslü okunun şunları hakettirmiştir: 
toz duman savaş meydanı üzerinde bulutlar yapıverince 
çöküntü saftan safa intikal eder 
pür hiddet başbuğlar birbiriyle çarpışır,  
ölüm, başları üzerinde uçuşmağa başlarsa, 
havale ederim ben çarpışan düşmana 
umduğundan çok erken hayatının son dakikasını
hilal gibi doğarım ben savaş sahasına  
oklarım parlar gecenin yıldızları gibi
İbni Şeref de gün doğumunu tam hareket halinde tecessüm eder. 
Uzundu gece, o kadar ki, gündüz kendini sefere tam hazırladı. 
Yıldızlar şikayet edip durdular, bu sefer o kadar beklediler diye. 
                                *** 
En sonra kendisini gösterdi güneş etrafa ışıklarını saçarak, 
Kayboldu gecenin karanlığı, gündüzün eteklerinde.

Bir başkası Kuadalkuvir de ki sahilde manzarayı  ağaçlarla sular arasında bir harp olarak takdim etmiştir. 

Bahçelerin üzerinde yükselen kavaklar,  
Uçlarında ipek bayrakçıklar taşıyan mızraklar gibi,  
Nehrin karşı kıyısında kıtalar gibi, 
Daldılar suya, rüzgarın nehrin üzerine yaydığı zırhı görünce 
Dalgalarıyla püskürtü onları geriye. 
Bununla beraber çullandılar onun üzerine; 
O mağlup oldu hafif bir sesle pes dedi. 

İslâm  şairleri mevzuları canlandırmaya, derin imgelr kullanmaya özen göstermişlerdir. Bu konuda Arapça’nın kendilerine sunduğu sınırsız imkanı en iyi şekilde kullanmışlardır. Hayvan veya cansız varlıklar oluşturduğu temaları, insani duygular gibi sonsuzdur.  İslâm lirizmi yakıp kavuran bu  ıstırabın,  şaşkına çevirdiği bir ümitsizliğin, şiddetli bir kinin, dayanılmaz bir üzüntü ve fevkalade bir sevincin bütün seslerini tespit eder. Saray hekimi İbni Zuhr’un küçük oğlunun hasretinden dolayı yazdığı şiire oldukça üzülen Sultan, şaire hiç haber vermeden gizlice şairin ailesini İspanyadan getirtmiş ve ayrıca maaşını da arttırmıştır. Sultanıböylesine derinden etkileyen mısralar : 

Benim çocuğum en sevimlisi çocukların, 
Kalbimi yanında bıraktığım varlık 
Mahzunum, çünkü uzağım yanından onun 
Mahrumum görmekten sevgili küçük yüzünü. 
Ondandır bütün hasretim benim, onun ki bana,  
O benim ardımdan ağlar, ben ise onun, 
Mecalsiz arzusu ikimizin, 
Bu karşılıklı sonsuz tahavvülden.  

İslâm medeniyeti  şiir ve güzel sanatlarla tamamen iç içe yaşamıştır. Yergilerinden, taktirlerine, sevgilerinden öfkelerine kadar bütün duygu ve düşüncelerini özellikle  şiirle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunu hazırlayan en önemli unsur hiç şüphesiz Arap dilinin onlara sunduğu sınırsız imkandır. Dünyanın hiçbir dili şiir konusunda Arapça kadar yetenekli olamamıştır. Ayrıca Arap dünyası da şairlere karşı büyük bir saygıgöstermiştir. Şiiri sevgiliye sunulan çiçek, bir armağan olarak gören Araplar  şiir sanatını sürekli en yüksek noktada tutmuşlardır. Çünkü şiir sevgiliye duyulan hislerin en güzel ve bir o kadar da zor ifade biçimidir. ElMu’temid’in eşi İtimad’a duyduğu aşk gibi İslâm dünyasında aşka köle olmak  alışılagelmiş bir gelenekti.  

İşkenceye, zulme kaçmana rağmen, 
Güzelsin, hem de ne kadar.  
Yap ne istersen onu sen zira 
Yaptığın her şey tamamen sende bir mana. 
Rızana da reddine de katlanırım. 
Çekerim bütün nazı niyazını. 

800 yılında Endülüs emiri olarak bulunan I. el-Hakem gibi sert ve zalim bir hükümdar bile aşkın karşısında :  

Kıldı tahammülfersa aşkı bir köle 
O kadına, haşmetli kralı  
İtaat yaraşır artık hür adama,  
Oluverince bir kere aşkın kölesi. 

Doğu halifeliğinden Müslümanların her  şeye kadir 4 hükümdarı Harun Reşid aynı tarihte  şu  şiiri yazmıştı : 

Üç sevgili hakimdir benim dizginlerime, 
Girmişlerdir kalbimin en derin yerlerine  
Şaşmak elde değildir herkes bana mutiyken, 
Ben onlara metbuyum, onlarsa isyan içinde. 
Budur aşkın kudreti, onlara kudret verir, 
Onlar benden kudretli, artık elden ne gelir. 
Kurtuba halifesi Süleyman’da başka şekilde sormamıştı : 
Ne çıkar ben aşkıma köle olmuşsam ? 
Aslında onlar benim metbuum iken. 
Ayıplamayın sakın aşka boyun eğen kralı, 
Krallık, saltanattır; aşk önünde diz çökmek  
aşkta tenezzül şereftir. 

Harun Reşid’in sarayında yaşayan aşk şairi Abbas İbn’i Ahnef : 

Güzelliği sebebiyle bir yaratılana tapmak mümkün olsaydı; 
Benim kraliçem, o zaman tanrı olurdu.  

İbn’i Vaki ise : 

Bilmiyorsan eğer kölen olduğumu, 
Emret yapayım ne dilersen, 
Göresin kulluğumu. 

Seven, ubudiyetini gösterebilmesi için kadın mağrur, kaprisli, bilhassa merhametsiz olmasını, kendisini ittiği derin uçurumun içinden bu öfkeli ilahenin sonra da lütuf ve semahatiyle çekip çıkarmasını ister : 

Katlanacağım mağrur olsan,  
Sabredeceğim fahur olsan. 
Baş eğerim böbürlensen, 
Dönsen sana yönelirim.  
Konuşsan dört kulak kesilirim, 
Emretsen itaat gösteririm.  

Diyen İbn’i Saydun kalbinin ilahesi Velide’ye böyle yalvarıyordu. 

İbn’i Hazm 1020 yılında yazdığı  aşağıdaki mısralar sevgiliyi, ilahi aşkta bir şefaatçi gibi tasvir eder. Sevgilinin bu tarz tasviri Dante’yi tamamen yanına çeker : 

Sen melek aleminde mi Adem oğlundan mısın? 
Acz içinde benim iz’anım, bana sen söyle  
Gerçi beşerdi gördüğüm şekil,  
Dikkat edince gördüm bir semavi varlık.

Allah’ın seviyesine yükseltilen ideal kadına tapmada benzerlikler Dante ile büyük  İslâm tasavvufu İbn’ül Arabi arasında daha kuvvetlidir.  İbn’ül Arabi ile Dante arasındaki benzerlikler  İbn’ül Arabi’nin sevgilisi Nizam gibi Dante’nin Betrice’si vardır.  

Kadınlar şairlerin ilham gerekçesi olmaları yanında İslâm’da bir çok kadın şair de bulunmaktadır. Ud çalmada olduğu kadar şiirde de usta olan Hind şaire olarak şöhreti ve şair Ebu Cafer ile beraber yazdığı acıklıroman, bütün Endülüs’te yayılan kabiliyetli ve zeki Hafsa, heyecanlı prenses Amar al-Kiram ve bir şarkısında Endülüs’ün aşık hükümdarı el-Mansur’un işitebileceği  şekilde vezirine sevgisini alenen itiraf eden, hızla irticalen söylediği bir şiiriyle kıskanç ve öfkeli Emir’in hiddetinden kendini kurtaran basit şarkıcı kadın gibi şiire sarılan ve onda hayat bulan Müslüman kadınlar da vardır.  

İbn’i Ferid’in şu mısraları tamamen aşk lirizmine uygun sesler çıkarırlar :

Bırak seni iştiyakla bekleyeyim, buna layık olduğumu bilirsin  
Bana zulmet : 
Güzellik, harcadı fazlaca sendeki lütuf bolluğunu,  
Kaderim senin elindedir.  
             *** 
Ben senin tebaanım, sen benim kraliçem  
Yüksek sesle bunu itiraf ediyor ve bununla gururlanıyorum.  
Ben senin kölenim asla düşünme beni azat etmeyi  
             *** 
Aşk benim için kölelik oldu.  

Batı daha önce bu tarzda bir ses duymamış şairlerden hiçbiri herhangi bir yerde aşkını bu manada ifade etmemişti. Daima sonu kafiyeli şiir formları gibi tasvir ve hareketlere ait kelimelerde şimdi İslâm örneklerine uyarlar. Sevgilini gerçek ismini gizli tutan ve yerine daima bir erkeğin ismini yerleştiren Abbas İbn’i Ahnef ile başlayan usul ve yine Endülüs aşk şiirinin diğer bir çok motifleri de Batıya gelirler. Bununla beraber arada bir fark mevcuttur. Endülüslünün hakiki ve samimi duyguları Batıda bir özenti olur. “provans trubaduru” erkeğe “kadının mutlak hakimiyeti altında” onun “muti ve sadık uşağı veya kulu” olmaktan ve kadının onu “lütuf ve semahatine” tabi bir köle şeklinde bulunduğundan daha fazla bir şeyin olmayacağını teyit ve bundan ısrar edince bütün Batıda bir özenti halinde yapılan kadına karşı yapılan bir türlü hitap  şekilleri erkek ile kadın arasındaki sosyal oyunda bir mücamelet teminini sağlar. Endülüslünün teslimiyet ve ubudiyet, Ovitvari öğütlere hakim oldular. Onlar bundan böyle Avrupa’da kadına prestijin, bilhassa cinsiyetler arasındaki sosyal ilişkinin bu güne kadar vazgeçilmeyen bir unsuru olarak kaldılar.  

Batının İslâm kültürünün tesirleri altında kaldığına dair bir iddiaya karşı Batıda duyulan nefret bilhassa Burdach’ın Trubadurlarda da kabul ve itirafından itibaren bütün şiddetiyle patlak vermiş, bu nefret bu güne kadar bir türlü giderilememiştir.  

Müslümanların Batı üzerindeki tesirleri nasıl en kuvvetli bir şekilde Endülüs’ten gelmişse Trubadurlar üzerindeki tesirleri Burdach’ın da açıkça belirttiği üzere, aynı yollardan yani Endülüs’ten gelmiştir. Endülüs, coğrafi ve siyasi ahvali ile bunun için lüzumlu bütün şartlara haizdi .   

Endülüs aşk  şiirinin büyük mutasavvıf   İbn’i Arabi’nin “Mekke mektupları”, “Aşkın müfessiri” ve “Aşkların hazineleri” adlı eseri ile çok kuvvetli bir şekilde beslenen dereleri tamamen Dante’ye doğru akarlar. Aynı zamanda kuvvetli bir akım Güney Fransa’dan Orta Avrupa ile Alman bölgesine doğru kendisine yol açar. O tarafın dünyadan nefret eden, korkulu ve tövbekar bir kıyafete bürünmüş şiirinin ortasında köpürerek fevkalade berrak bir ilkbahar meydana getirir.  

Kadını, sadece kadın olduğu için, ilahi emirlere aykırı faaliyetlerin sebebi olarak suçlayan ve bu sebeple de onu erkeğin disiplinine terk eden bir devirde bu, inanılmayacak bir değer kazanmadır. Daha dün şeytanın âleti sıfatıyla erkeği Tanrı’ ya giden yoldan saptırdıkları ileri sürülen, ruhen ve dinen alçaltılmış, mustarip çehreli kadınlar;  şimdi önünde lütuf ve semahatleri uğruna aynı erkeğin sabır, itaat ve ubudiyetle eğildiği, masum, yüce ilaheler haline gelirler. Bu özenti kısa süren bir yayılma devrini takiben ortadan kaybolur. 2 Ocak 1492’de Kardinal D. Pedro Gonzales de Mendoza, Nasırilerin kral sarayı el- Hamara’nın üzerine haçı dikerken yalnız İspanya üzerindeki Emevi hakimiyeti son bulmuyordu. Böylece İslâm- Endülüs hakimiyeti ile birlikte, ortaçağ boyunca Avrupa kıtasına yayılan muhteşem ve son derece canlı bir kültürle nihayet buluyor; örnek teşkil edecek idare olunan, ileri bir memleketin medeniyeti, halkın refahı,  şehirlerin zenginliği, ticaret ve önemli sanayinin gelirleri, toprağın verimliliği, eşsiz sanat eserleri ve binaların “büyük düşünce ve zihniyetini” belirten abideleri son buluyordu.  

Müslümanlara karşı hayranlık ve üstün bir kanaati bulunan Talavera’nın hayırhah tesiri altında galip Hıristiyan iktidarı, sekiz yıl daha anlaşma hükümlerine riayet  eder. “Müslümanlarda  İspanyolların imanı, İspanyollarda ise, gerçek bir Hıristiyan olabilmek için Müslümanları  iş ve hareketleri noksandır.” Şeklindeki sözü, onun başka bir dine mensup olanlara karşı nasıl bir bitaraf görüşe sahip olduğunu gösterir. Talavera’nın İspanya Hıristiyanlarının noksan taraflarını belirten bu sözü, aradan fazla bir zaman geçmeden hemen kendini gösterdi.  

Başpiskopos Juan Ximinez devrinde, her tarafa dehşet saçan bir bağnazlık denizinin içinde 
Müslümanlar batıp yok oldular. Gelişen kültürlerinin bakiyelerini, bu dini bağnazlık denizinin dalgaları tamamen yuttu.  

İnançlarının her  şekli, dillerinin her kullanılışı, her kelime, her  şiir, musiki âletlerinden birinin her çalınması, aile adlarının taşınması, milli ve dini kıyafetlerini giyme, hatta hamamlara gitme, kürek, zindan, sürgün, diri diri yakma cezalarına tabi tutuldu. 

Bir yandan Mağrib’ten gelen Berberiler, diğer yandan Hıristiyanların tahribatında arta kalan İslâm ilim ve  şiirinin hazinelerini, başpiskopos Ximinez’in hafiyeleri bütün kütüphanelerde saklı buldukları yerlerden çekip alarak muazzam odun yığınlarının alevlerine attılar. Tıbba ait birkaç eseri, sadece Dispens saklayabildi. Ximines’in şahsi hayranları bir milyon beş bin ciltten fazla esrin tahribini tamamladılar. 

Böylece 800 senelik bir zihni faaliyetin ürünleri menfur ve manasız bir kine kurban gittiler. İşte şiiri seven bir milletin, Endülüs topraklarında son yazdığı ve Kuzey Afrika da ki kardeşlerini yardıma çağıran mektupla birlikte, onlara gönderirlerken hükümetin eline geçen şiir: 

Bu sesim sana o meşhur Endülüs’ten geliyor, 
Bilsen o küffara nasıl boyun eğiliyor. 
Şaşkın kuzular gibi ateş çemberi içinde, 
Ölümü arıyoruz, sabrettikçe günler çekilmez oluyor. 
Zalimane zorlanırız inançlarına, 
Onlar gibi putlara diz çökmemiz isteniyor.  
Yaşarız meşakkat, eziyet, korku içinde, 
Çan sesi ile, şekilli, resimli ibadetlerine gitmemiz isteniyor. 
Kuşatan çemberleri içinde öldürmeye yemin etmişler,  
Allah’a kendi dilinde hamd eden derhal mahvoluyor. 
Daima hafiyeler seferber suçlu bulmak için,  
Binlerce mil ötede ki bir masum suçlu gibi sürükleniyor. 
Karanlık zindanda taş taban üstünde uzanmaya mahkum 
“akıllan artık!” diye sabah akşam ona haykırılıyor. 
O bedbahta sadece kalan emri düşünmek, 
Bir emir ki o gözyaşı dökerken, kulağına haykırılıyor. 
O korkunç zindanda hep gündüz hasreti çekiyor. 
Altında suların derin ve korkunç uçurumları, 
Ötede aşılması imkansız “sahili görünmez derya uzanıyor. 
Sürüklenir işkence odasına, kırılır 
Adeta kemikleri işkence sehpasında iplerle bend olarak. 
Toplanır et-Tevvabin (Attavbin) meydanına o zelil Hıristiyanlar, 
Kurarlar odun yığınları üzerine bir idam cihazı, 
Yuh o alçaklara! Buna derler kıyametin hesap günü. 
Ölümle cezalandırılmayanlara giydirirler bir tövbe elbisesi, 
Bir kısmı da odun yığınlarının alevlerinde kıvranarak can verirler. 
Ah! Bilsen ne felaket, ne ateş çemberi içinde kuşatılmışız, 
Akla gelmedik her işkenceyi bizden esirgemiyor düşmanlarımız. 

Otodafe’nin (İspanyada bu devirde tatbik edilmiş olan ateşle yakma suretiyle katliam.) dehşeti ve halk yığınlarına tatbik edilen genel cezalandırmalar (Genosit), dünyanın en gelişmiş bir memleketinin nüfusunu azalttı ve onu kısa zaman da tekrar çöle çevirdi. İslâm medeniyeti üzerinde ki Hıristiyan zaferi(!) bu şekilde tamamlanmıştı.  

Endülüs Emevileri’ nin ilim, sanat, kültür ve birçok alanda gerçekleştirdiği faaliyetler, bugün hâlâ  İspanya’da etkisini göstermektedir. Her alanda büyük buluşlar ve yenilikler getiren İspanyalı Müslümanlara yalnızca bugün ki İspanya değil, tüm Avrupa çok şey borçludur. Avrupa medeniyeti, günümüzde temizliğinden giyim kuşamına, sanatından bilimine kadar, gerçek medeni dünya içinde önder konumda olmasını, tamamen bir zamanlar Endülüs’te var olan bu eşsiz medeniyete borçludur.  


















Hiç yorum yok: