12 Nisan 2012 Perşembe

“İnkılâp Türkiyesi”nden notlar - Yavuz Bahadıroğlu

Merhaba sevgili dostlarım...

İzninizle bugün biraz nostalji takılacağım. Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle çıkarılan bir kitaptan söz edeceğim.

Bakalım nereden nereye gelmişiz?

Kitabın adı “Nasıldı Nasıl Oldu?” 

Yani “Osmanlı zamanında nasıldı, cumhuriyette nasıl oldu?”

“Nasıldı?” tarafını bırakalım, çünkü bu bölüm Osmanlı padişahlarına, Osmanlı Devleti’ne, halkına ve hatta inançlarına hakaretlerle dolu. Mesela, Osmanlı Devleti’nin bu kitaptaki adı: “Köle İmparatorluk”tur. Osmanlı insanının tanımı ise “Örümcek kafalı” biçiminde yapılmaktadır.

Biz en iyisi “Cumhuriyette nasıl oldu?” bölümüne bakalım.

Bakalım ki, nasıl olmuş?

Devlet yayını olan ve resmi sıfatları bulunan iki kişi tarafından hazırlanan bu kitabın 21. sayfasında “İnkılâp Türkiyesi’nin insanı” şöyle anlatılıyor:

“İnkılâp Türkiyesi’nin insanı, ışıklı bir kafa taşır. Bu kafada hiçbir yabancı hayat telakkisine yer yoktur. Bu kafayı işleten motor inkılâbın yüksek menfaatleridir.”

Acaba inkılâp insanının kafasını işleten motor dizel midir, benzinli mi, gazlı mı?..

“Gazlı” olması lâzım, çünkü bu kitap baştan sona “havagazı!”

“İnkılâp Türkiyesi’nin insanı”nı okumaya devam edelim...

“İnkılâp insanının kafasında hiçbir yabancı hayat telakkisine yer yoktur...”

Devam edemiyorum, çünkü bu iddia kafama fena halde takıldı. Düşününüz ki, bunu söyleyenler tıpkı bir Alman gibi, bir Fransız gibi giyinmiş insanlar. Bu yazıları da Alman-Fransız alfabesiyle yazmaktadırlar. Aynı zamanda bu insanlar, “Batılılaşma” hesabına milli ve dini tekmil değerlere savaş açmış insanlar. Bu o kadar böyledir ki, aynı kitapta Falih Rıfkı’dan yapılan alıntı ile bu doğrulanıyor. Şöyle diyor Falih Rıfkı:

“Tek mektep dokuz yaşındadır. Arap harflerini bilmeyen okumuş çocukların sayısı 400 bini geçti. Dolaba attığımız son feslerin kırmızı çuhaları ve kara püskülleri çürüdü... Son medreselinin saçı ağardı. Bizim bütün gençliğimizce süren kavganın adı, eski-yeni kavgası oldu. Bu ad yanlış konmuştur. Bu kavganın asıl doğru adı eski ve yeni değil, iki medeniyet, iki kültür, iki çağ kavgasıdır. Bizim ismimiz gâvur, karşımızdakilerin ismi mürteci idi. Haç ve hilal gibi çarpışıyorduk.”

Evet, inkılâbın özü ve özeti bir medeniyet değişimiydi. Savaşın adı, toplumu İslâm Medeniyeti’nden Batı Medeniyeti’ne geçirme savaşıydı. Ama propaganda, “inkılâp insanının kafasında yabancı hayat tarzına yer olmadığı” biçiminde yapılıyordu. Nasılsa bu iddiaya karşı çıkmak mümkün değildi. Kimse gıkını çıkaramazdı. Sehpalar her türlü alternatif fikre göz kırpıyordu.

Neyse, kitabı okumaya devam edelim. Bakalım şu meşhur laiklik hakkında ne diyor? 

“Cumhuriyet Türkiye’sinin cemiyeti laik bir cemiyettir. Fakat bu laiklik sadece din ve dünya işleri arasında, Fransa’da olduğu gibi, bir mütareke mânâsını ifade etmez. Yani pasif bir laiklik değildir.”

Anladınız mı sevgili dostlar, “Türk laikliği” meğer neymiş? Fransa’daki gibi, “devlet laikliği” değil, “millet laikliği” imiş. Meğer kendilerine laik diyenler bu yüzden Müslümanlara saldırıyor, yine bu yüzden sık sık “laiklik elden gitti” diye bağırıyorlar.

Şimdi çevirelim sayfayı ve birkaç satır daha okuyalım:

“İnkılâp nizamını yaşatacak unsurları inkılap maarifi (Milli Eğitim Sistemi) yetiştiriyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin bütün maarif teşkilatı memleket çocuklarına inkılâbın emrine kafasını ve canını vermesini öğreten fikir ve bilgi atölyeleridir.”

Cumhuriyet okullarından, devrim uğruna kelle vermeyi öğrenen çocuklar, 1980 öncesinde bir başka devrim (komünist devrim) uğruna canlarını verdiler. Laik cumhuriyeti korumak için yetiştirilenler, “komünist” olup cumhuriyete silah çektiler...

Bunları yaşadık... Yaşadık da ne oldu? Nerede yanlış yaptığımızı bile sorgulamadık. Çünkü kendimizi sorgulayacak, yanlışlarımıza dönüp bakacak cesaretimiz yoktu. Bu cesareti gösterenleri de damgaladık: “Mürteci!”

Zaman zaman eski defterleri karıştırmak lâzım: Çok ilginç ayrıntılar var...

Sonra devam ederiz.

Hiç yorum yok: