12 Nisan 2012 Perşembe

Eski karakterimiz ve şaşırtan hoşgörümüz- Yavuz Bahadıroğlu

• Sultan II Mahmud döneminde Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi gündeme gelmiş ve işe kıyafetten başlanmıştı (hep böyle olur).

Ordunun modernleştirilmesi için de Avrupa’dan bazı “askeri danışman”lar getirilmişti...

Aralarında Prusyalı (Alman) general Helmuth von Moltke de vardı...

Moltke, kurulmak istenen yeni Osmanlı ordusunu hatıralarında şöyle hicvediyor:

“Bu ordu kaputları Rus, talimatnameleri Fransız, tüfekleri Belçika, sarıkları Türk, eğerleri Macar, kılıçları İngiliz ve öğretmenleri her milletten, Avrupa sisteminde bir ordudur!”

• 1850’lerde İstanbul’da yıllarca kalarak toplumsal yapımızı inceleyen meşhur Fransız tarihçi M. A. Ubicini, “Osmanlı” şemsiyesi altında özgürce yaşayan halkların özelliklerini şöyle vurguluyor:

“(alış veriş yaparken) bir kaide olarak Ermeni tüccara istediği fiyatın yarısını, Rum’a üçte birini, Yahudi’ye dörtte birini veriniz. Fakat bir Müslümanla alışveriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz ve istediğini veriniz (pazarlık etmeyiniz).”

Aşağıdaki tespitler de ona aittir: 

“Avrupa’nın hiçbir yerinde Türk imparatorluğu kadar ayrı cinslerden, başka başka ırklardan oluşmuş bir imparatorluk mevcut değildir. Bu bir millet değil, bir milletler karmasıdır, bileşimidir. Yekûn olarak otuz beş milyona varan halk üzerinde hâkim olan ırk (Türkler) bunun aşağı yukarı üçte birine zor ulaşır. Geri kalanı ise kendi fizyonomilerini ve kendi öz kişiliklerini kaybetmemiş olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Rumenler, Slavlar, Arnavutlar, Araplar, vs. den meydana gelir. 

“Bütün ırklar, bütün dinler, eski kıtanın bütün dil ve lehçeleri Sultanın geniş ve sakin toprakları üzerinde yan yana varlıklarını hâlâ hiç kusursuz devam ettirmektedirler. İster Anadolu yaylasından geçsin, ister Avrupa Türkiye’sinin içlerine doğru uzansın yahut da dağları ve Suriye çöllerini dolaşsın, bir yolcuyu gittiği her yerde en çok şaşırtan şey, Osmanlı İmparatorluğu’nun halkları arasındaki bu din, dil, adet, giyim ve fizyonomi değişikliği ve bu daimi zıtlık ve başkalıklardır. Doğrusu garip bir manzara bu ve bunun sebeplerini araştırmakta bir o kadar merak konusu elbette...

“Genellikle uzun veya kısa bir mücadeleden sonra, fethedilen milletler, fetheden milletler içinde eriyip gider ve kaybolur. Gallo-Romainler, Frankların içinde, Saksonlar da Normandlar’ın arasında kaynayıp gitmişlerdir. İspanya’da ki Araplar gibi, yalnız Türkler, bilmem hor görmekten, bilmem tedbirsizlikten, Bizans İmparatorluğu’nun yenik düsen ırklarını asimile etmeyi (içlerinde eritmeyi) ihmal etmişlerdir...

“Bu hadiseyi neye bağlamak lazım? Öyle sanıyorum ki, Asya milletlerine has bir kafa yapısına olduğu kadar bizzat fethin kendisine ve özellikle de Müslüman ırkların din anlayışına bağlamak gerekir.”

Gördüğünüz gibi, Ubicini başka ırkları Türkleştirmememizi yeteri kadar kavrayamıyor. Çünkü bütün Avrupa işgal ettiği bölgelerin insanlarına asimilasyon uygulamıştır. Biz ise her anlamda özgür bıraktık. Bunu inancımızın gereği olarak böyle yapmak zorundaydık. Çünkü “insan”, inançları sebebiyle değil, bizatihi varlığıyla kutsaldır. 

Şeyh Edebali, daha kuruluş aşamasında insana dikkat çekmiş, Osman Gazi’ye “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” şeklinde bir öğüt vermiştir.

Şeyh’in öğüdü tüm Osmanlı asırları boyunca belirleyici olmuştur: Çünkü kaynağı Kur’an’dır.

Artık “nereden nereye” geldiğimizi sorgulayabilirsiniz.

Hiç yorum yok: