27 Şubat 2012 Pazartesi

Teşkilat-ı Mahsusa var mıydı?-İlber Ortaylı


İttihat ve Terakki içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurulduğu, doğru dürüst belgesi bile ortaya konamayan bir faraziyedir
Murat Bardakçı 12 Şubat tarihli makalesinde MİT’in atası denen Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluş tarihinin de gerçek anlamda bir devlet veya parti istihbarat teşkilatı olarak var olduğunun da tartışılabileceğini ileri sürdü. Burun kıvıranlar varsa, peşinen söyleyeyim ki ben de o kanaatteyim. Hiç şüphesiz ki Osmanlı devleti de daha evvelki İslam imparatorlukları da içte ve dışta istihbarat, gizli inceleme faaliyetlerini örgütlemiş, bunu bilhassa tüccar grupları ve posta hizmetleri aracılığıyla da başarmışlardır. II. Abdülhamid’in geniş jurnal faaliyeti bağımsız bir istihbarat teşkilatından değil, saray Mabeyn dairesinden ve Zaptiye Nezareti’nden geçerdi. Dış istihbarat ve ecnebi gazeteleri satın alma işini de sefarethaneler yürütürdü.
II. Abdülhamid istihbaratımızı olduğundan daha iyi gösterdi
İttihat ve Terakki iktidarının en sert yıllarında kullandığı silahşörleri doğrudan doğruya Talat ve Enver Paşa yönetirdi. 1913 yılında İttihat ve Terakki partisi içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurulduğu, doğru dürüst belgesi bile ortaya konamayan bir faraziyedir. 1913 yılı kasım ayında Enver Paşa’nın kurduğu Umur-u Şarkiye Dairesi Doğu İşleri Bürosu, Süleyman Askeriey başkanlığında resmi bir kuruluştu. Bu, harpte başarısız bir savunma yüzünden intihar edecek kadar fedakar asker gibileri hiç şüphesiz ki hem İttihat ve Terakki saflarında hem de orduda vardı.
İstihbarat teşkilatı ise başka bir şeydir. Gerçi uzak Asya bölgelerinde dahi RusyaBritanya,Hollanda ve Fransa gibi devletleri ürküten bir istihbarat faaliyeti vardı ve II. Abdülhamid Han bu gibi görevlileri ve faaliyetlerini olduğundan daha abartılı göstermeyi başarmıştır. Azmi Özcan dostumuzun da eserlerinde belirttiği gibi çoğu zaman Cava’daki Hollanda idaresi, Hint’te Britanya ve bilhassa Kafkasya’da Rusya sık sık bir alay konsolosumuzu bu gibi faaliyetleri yönelttikleri gerekçesiyle ‘Persona non grata’ ilan ederek dışarı yollamışlardı.
Türkiye devletinin istihbarat teşkilatı şahsi başarıların dışında bir anane, bir eğitim olarak ne derecede sivrilebilmiştir, bunu tartışmak bizim bilgimizin dışına çıkar. Ama son krizde bu istihbarat faaliyetlerini toplumun tarihi ananesi içine oturtamadığımızı gösteren bazı noksanlar var gibi. Zaman ve olaylar zaruri bir olgunlaşmayı getirecektir. Çünkü istihbarat hizmetleri bilhassa bu bölgede devletler için hava ve su gibi vazgeçilmez bir gerçektir. Bence tarihçilerin açılmayan Cumhuriyet dönemi ve yakın tarih arşivlerinin düzenlenmesi ve açılması için talepte bulunmaları gerekir. Sonra araştırmaların yapılması söz konusu olmalıdır. Nihayet bütün örgütler gibi bu örgütlerin de iyi tanınması ve adli makamlarla olan ilişkilerin sağlam hukuki esaslar üzerinde düzenlenmesi kaçınılmazdır.
Türk karşıtı Avrupa’nın papası
Bu yıl Avrupa biraz gecikmeyle Papa XI. Innocente’nin 400’üncü doğum yılını kutluyor. Esas doğum günü 1611 yılının 16 Mayıs’ıdır. Milano büyük dükalığının içindeki Como’da doğmuştur. Avrupa hâlâ bu ismi saygıyla anar. Azizlik rütbesi olmasa da Vatikan’ın ölümünden çok sonra 1956’da kendisini ‘beatitud’ (ebedi ahret saadeti) rütbesiyle donattığı, yani tıpkı Polonyalı II. Jean Paul gibi yarı aziz olarak kutsadığı papalardandır.
Laiklik lafları bol bol edilse de, kiliseler eskisine göre boş kalsa da Avrupa’nın kimliği Hıristiyandır ve bu kimliğin merkezindeki portrelerin başında XI. Innocente gelir. Bugünün AB’si büyük toplantıları, önemli protokol imza törenlerini onun devasa sanat eseri heykelinin altında yapar.
1683 yılında Osmanlı orduları Viyana’yı kuşattığında birleşmesi hayal bile edilemeyecek Avrupa devletleri onun diplomasisi ile bir araya gelmişlerdi. Papa iyi bir diplomattı, bu vasfıyla Vatikan’a yakışıyordu. Ama daha çok iyi bir hukukçuydu, öyle yetişmişti ve bir banker ailenin banker oğluydu. Kiliseye kapandığı andan itibaren Rönesans papalarının aksine mutedil, mümkün mertebe az lüks, dindar bir hayat sürmüştür. Denebilir ki çağdaş bir papanın yaşam ve tutumunun ana hatlarını o oluşturmuştur.
Ulusların ve laik hayatın doğmaya başladığı barok Avrupa XI. Innocente’yi çok gölgeledi. XIV. Louis’nin Fransa’da kilisenin üstündeki tahakkümüne ve regalia (krallık) haklarına karşı taviz vermek istemiyordu ama ‘Güneş Kral’ onu dinlemedi bile. Papa bu gerilemesine rağmen XIV. Louis, Polonya kralı III. Jan Sobieski ve Alman imparatoru, Avusturya arşidükü I. Leopold arasında ittifak teşkil etmekte şaşılacak derecede başarılı oldu. Bu ittifak genişledi; herkese düşman kuvvetlerden Rusya ve Venedik dahi ittifaka girdi.
Akraba kayırmaya şiddetle karşıydı
Ama 1699 Karlofça Antlaşması sırasında Osmanlı’ya karşı kurulan mukaddes Liga devletleri yanında bir devlet daha vardı: İran. Osmanlı İmparatorluğu’nun ise tek müttefiki İsveç’ti. Demek ki dünya değişiyordu; değiştiren sadece Papa XI. Innocente değildi. O bu değişikliğe kısmen uymayı bilmiştir.
Papa Barok devrin ruhani lideriydi. Entelektüeldi, kilisenin yönetiminde nepotizme yani ahbap-akraba kayırıcılığına şiddetle karşı durmuştu. Avrupa hükümdarlarının milli haklarına karşı çıkarken çok başarısızdı, anlayışsızdı ama Avrupalıları kendi dışlarındaki Türklere karşı birleştirmekte çok etkiliydi.
Papa, Viyana kuşatmasındaki Türk ricatından sonra 1686’da Buda’nın da düşüşünü de gördü. Ama Türk imparatorluğu 16 sene savaşmakta direnç gösterince nihai zaferi göremedi. 1699 Karlofça
Antlaşması’nda Hıristiyan ve Müslüman dünya, Roma hukukunun ilkeleri etrafında diplomasilerini yürüttü. Avrupa birbiriyle didişmeye ve Fransa’nın yaptığı gibi kısmen Türklerle ittifaka devam etti.
Bugünlerde Roma’da benim de katıldığım XI. Innocente sempozyumunda gözlemlediğim husus; Avrupa düşüncesinin iyi bir tarihçi tekniğe sahip olsa da eski dünya görüşünden çok uzaklaştığını görmek mümkün değildir. Tarih mi hayatı öğretiyor yoksa gelişen hayatı göremeyenler mi kendilerine göre tarihe sığınıyor, değerlendirmesi zor.

Hiç yorum yok: