15 Şubat 2012 Çarşamba

Şu bizim müttefiklerimiz - Yavuz Bahadıroğlu


“Batılılaşma”, bir zamanlar, Osmanlı Devleti’ni kaostan kurtaracak yegâne çare olarak görülüyordu. 


Zira Osmanlı Devleti çoktan dünya siyasetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. 


Bu durum savaş meydanlarına da yansıdı ve yenilgiler üst üste gelmeye başladı.
Buna bir çözüm bulunmalıydı...
Bulundu da: Batılılaşma!


Ancak bu reel ve doğru bir çözüm değildi. Sadece kolay gibi gözüken bir çözümdü.
Önce sanayi geliştirilecek, teknolojik gelişmelere ayak uydurulacaktı. 


Sultan III. Selim, II. Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz’in başlattıkları “yenilikçi” hamlelerin temel felsefesi, Osmanlı Devlet müesseselerinin işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması şeklinde olması gerekirken, “taklid”e saplanıp kılık kıyafete münhasır kaldı: Sarık yerine fes, cübbe yerine setre-pantolon geldi.


Sanayileşme hamlesi ise içeriden ve dışarıdan bazı güçler tarafından engellendi.


Sultan III. Selim, yeniçeri isyanları sonunda şehit edildi; Sultan II. Mahmud ise çıkarılan karışıklıklar yüzünden kıpırdayamaz hale geldi...


Sultan Abdülmecid’in başlattığı yenileşme hareketleri, bazı müdahaleler sonucu hızla kimlik değişikliğine uğrayıp yozlaştı. Devleti yeniden ayağa kaldırmaya çalışan Sultan Abdülaziz, tahttan indirilip şehit edildi. 


Bütün bunların sebebi aynıdır: Dışarıdaki “paylaşımcılar”la (Osmanlı Devleti’nden pay kapmak isteyen yabancı devletler) içerideki işbirlikçilerinin oluşturduğu “derin devlet”... 
O güçlerin hâlâ işbaşında olduğunu izlemek insana usanç getiriyor.


Hatırlayalım ki, Sultan Abdülaziz devrinde dünyanın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kurulmuştu. 


Borç alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşasına harcanmıştı. 


Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler ayak oyunlarına başladı. Çünkü Sultan Abdülaziz böyle devam ederse Osmanlı Devleti yeniden güçlenecek, İslâm âlemini derleyip toparlayacak, dolayısıyla İngiltere, sömürgeleştirdiği İslâm ülkelerinden elini çekmek zorunda kalacaktı.


Osmanlı Devleti’nin içinde organize ettiği “derin devlet”i harekete geçirdi. Çeşitli entrikalar sonucu Sultan Abdülaziz şehit edildi. “Güçlü ordu” hayali böylece suya düştü. Donanma ise bakımsızlıktan ve hareketsizlikten çürüdü gitti.


Nihayet Osmanlı Devleti kendini “93 Harbi” denen büyük felaketin içinde buldu. Bu zamansız savaş, Osmanlı ordusunun vurucu gücünü tamamen bitirdi. Nihayet Mondros Mütarekesi imzalandı.
İngiltere rahat bir nefes almıştı, ama Osmanlı’nın da nefesi kesilmişti. 


Tarih şahittir ki, Osmanlı Devleti ne zaman zayıflamışsa, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri artmıştır. Öyle ki, son yüz yıllık devir bir “azınlıklar meselesi” halinde geçmiştir. 
Oysa tarih boyunca Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayrimüslimler, bugün birçok medeni devlette var olan hürriyetten daha geniş hürriyetlere sahiptiler. 


Buna rağmen, Osmanlı azınlıkları üzerinde her Avrupa devletinin çıkar eksenli amaçları vardı. Bu yüzden Fransızlar Katoliklerin; İngilizler Protestanların; Ruslar Ortodoksların “koruyucu meleği” kesilmişlerdi.


Rusya; Balkanlarda, İngiltere; Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa; Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere girişmişti. 


Hıristiyan azınlıkları isyana ilk sevk eden Rus Çarı Deli Petro oldu. 
Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar. 


İngilizler, 1870’lerde Midhad Paşa’nın Tuna Valiliği sırasında her il ve ilçede açtığı konsolosluklar vasıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler. Osmanlı’nın içine fitne-fesat soktular.
Bunları yazmaktan amacım bugünkü müttefiklerimizi “düşman” ilân etmek değil, günlük gelişmelere tarihin ışığını tutmaktır...


Son sözüm şudur: Bunlarla birlikte hareket etmek mecburiyetinde kalan Türkiye, biraz daha temkinli ve hesaplı davranmalı.

Hiç yorum yok: