1699-1938-1854-1876-1908 serisi devam ediyor
Bugün Türkiye’yi analiz ederken biraz geriye gitmek ve bazı “kareleri” sizlere aktarmak istiyorum. Bunlara dikkatli bakar ve özellikle “neler olduğunu” bir kez daha hatırlarsak “Türkiye’nin durumunu” riskler ve muhtemel yapabileceklerimiz ile birlikte daha iyi analiz edebiliriz...
Geçmişe dönelim ve “Dünya-Türkiye sorgulamasını” birlikte satırbaşları eşliğinde yapalım;
“... 1- Bill Clinton Mayıs 1997’de ‘Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi’ adı verilen belgeyi imzaladı. Belgenin özü ‘çıkarlara dayanan ekonomik milliyetçiliğin’, gerekirse silah gücüyle dünyaya egemen kılınması üzerine bina edilmişti. Aynı belgede şu cümleler yer aldı “... 200 milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi bölgesi (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kafkasya, İran, Kuzey Irak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu) dünyanın artan enerji talebini karşılamada önemli bir rol oynamaya adaydır... Kendi petrol kaynaklarımız tükeneceğinden bu bölgedeki kaynaklara ulaşmak, ABD’nin yaşamsal çıkarlarından biridir...”
2- Bölgedeki dinamiklerin ve ABD’nin tavrının değiştiğini düşünen Türk Genelkurmay’ı, 1997’de “Milli Askeri Strateji Konsepti’ni (MASK)” değiştirdi ve “aktif güvenlik politikası, bölgenin bağımsızlığı, TSK’nın modernize edilerek bağımlı olduğu noktaların tespit ve iyileştirilmesi” gibi dinamiklere farklı bakmaya başladı...
3- Bölgeye yerleşmek isteyen “güçler”, TSK’nın “bölgede barışçıl merkezli bir yapıya sıcak bakmasından ve kararların Brüksel veya Washington yerine Ankara’dan alınmasından” ciddi anlamda rahatsız olmuştu. Ayrıca MASK’ın, ABD ve NATO’suz değiştirilmesi “eleştiriliyor” ve “...Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik faktörü olarak güçlenmesi ve artan askeri gücü, istikrarsızlığı artırmaktadır” deniliyordu... Bütün bunlar olurken Türkiye özellikle 1999’un başından itibaren kendini “pembe yalanlara” kaptırmaya başlamış ve “AB-IMF beklentisi eşliğinde Türkiye’de finansal giyotin” kurulmaya başlamıştı! Türkiye hayal dünyasına dalarken, 1997-2001 arasında “makro planı” oluşturanlar yazdıkları raporlarda “Türkiye’nin 2015 yılına kadar alacağı tavrın ve ülke içindeki gelişmelerin” ABD’nin “ana çıkarlarının” bulunduğu Büyük Ortadoğu bölgesinde belirleyici olacağı belirtiliyordu.
4- “Pembe tablolara” kapılmak 2001 sonrası Türkiye’ye “pahalıya patladı” ve ekonomimiz 1999-2001 arasında tarihinin en büyük “finansal manipülasyonu” ile karşı karşıya kaldı. 57. Hükümet “pasifize” edilip Kemal Derviş’e teslim edilirken, koalisyon partileri siyasi dinamik içinde eridi.
5- 2001 sonrası ortaya çıkan “yeni küresel tehdit algılaması” TBMM’den geçmeyen tezkere, “küresel güçleri” daha da kızdırdı. 2001 “finansal paketine” konulan Türkiye, 2003’te Süleymaniye’de çuvala doldurularak, KÜRESEL KOALİSYON için VAKUMLU PAKET tamamlanmış oldu... AMA UNUTTUKLARI bir detay vardı; istenilen Derviş Hükümeti olsa bile, Halk Erdoğan “demeye hazırlanıyor” ve Türkiye Türk halkının bilinç ve bilinçaltının refleksi ile “yolunu açacak liderin” peşinden gidiyordu!
6- Ortadoğu ve Orta Asya’da “kendi amaçları doğrultusunda” Türkiye’yi özellikle de TSK’yı “tasarrufu” altına almak isteyenler her türlü baskıyı” sadece TSK değil toplumun her kesimi üstünde kurmayı deniyor ve halkın özgür iradesi de YEREL-KÜRESEL güçler tarafından paketlenmeye çalışılıyordu!
7- Türkiye, yukarıda anlatmaya çalıştığım “küresel-yerel” denklem içinde “IMF’ye teslim edilmiş” bir halde 2003 yılına kadar geldi. 2003 sonrasında “üstündeki baskıyı” her anlamda atmaya başlayan Türkiye özellikle 2008’de IMF’nin kovulması ve değişen dış politikası-güçlenen “mali yapısı” ile 1997’de yazılan senaryoların dışına ilk adımını attı.
8- 2008 sonrası gelişme hızlanırken, demokratikleşme ve özellikle savunma başta olmak üzere birçok alanda ortaya çıkan YERLİLEŞME, Türkiye’nin önünü daha da açtı. İsrail’e verilen “one minute” notası dengeleri değiştirirken, ORTA DOĞU-ORTA ASYA denkleminde öne çıkan Türkiye “lider olma” yolunda çok büyük adımlar attı...
9- Gelişmeler “hayal” değil sonuna kadar gerçekti. Türkiye büyüyor, güçleniyor, gündemi belirliyor ve ÜRETİYORDU! 1699’dan itibaren sahipsiz kalan Orta Asya-Orta Doğu-Afrika coğrafyası ilk defa “lider-merkez” gibi kavramları hissediyor 2003 sonrası ABD’nin bile “Orta Doğu ve Kürt denklemleri” Türkiye’nin “ana bileşen” olduğu yeni yapısına doğru değişiyordu!
10- Son 10 yılda GSMH’sını 3 katına çıkaran, faiz giderinde düşen oran ile 600 milyar TL üstünde parasını cebinde tutabilen Türkiye, YERLEŞİK SARMAŞIKLARI ayıklıyor ve nefes alarak ayağa kalkıyordu. 800 milyar dolar GSMH, üç nükleer santral, borç-gsmh oranı AB’den daha iyi, faizi 4,60’lara kadar düşüren bir Türkiye’ye, artık daha fazla katlanmak bazıları için mümkün değildi!
Sevgili dostlar, Türkiye’nin “bugünlerini” ve özellikle dışarıdan-içeriye tüm halkaları “neler oluyor” dinamiği içinde sorgularken; 1997-2011 arasında yaşananları çok detaylı hatırlamamız ve “ülke olarak en küçük bir zaafiyetimizde” başımıza neler gelebileceğini öngörebilmemiz gerekli... Türkiye, ayağa kalktığı, 300 yıldan sonra doğrulduğunda başlayan “31 Mayıs hareketini” ve arkasındaki güçleri 1980’lerden başlayarak büyük resim içinde görmeyi deneyelim ! 1908’de “bugün olduğumuz kadar” bilinçli olsaydık, şimdi ORTA DOĞU-ORTA ASYA-AFRİKA haritası ve DÜNYA DENKLEMİ farklı olurdu! Bugün ne oluyor derseniz, olan hep aynı 1699-1839-1956-1876-1908 serisi devam ediyor! UYAN TÜRK HALKI! Sen uyursan milyonlarca kilometrekare içinde insanlar acı çeker, katledilir! UYAN bu senin tarihe, ecdadına, geçmişine geleceğine karşı görevin! UYAN!!
Önemli soru: Hükümet “TSK’ya şöyle yaptı, böyle yaptı” diyenler, yukarıdaki akışı okuyun ve vicdanınız varsa şu soruya cevap verin; gerçekte TSK’ya hangi iç-dış güçler ne yaptı?
Bir altbaşlık daha atayım; Hükümet mi yoksa patronlar mı?
Son birkaç gündür, içeride ve özellikle İngiltere merkezli medyada, “Türkiye’de Hükümet gazeteci kıyımı yapıyor” algılaması yayılmaya çalışılırken, “yaşananların doğrusunu ve olayların özünü bilen bazı köşe yazarları da” bu algılamayı destekliyorlar hatta ABARTMAYA çalışıyorlar...
Sevgili dostlar, Türkiye’de 1960 darbesinden bugüne gazetecilerin başına ne geldiyse arkasında HÜKÜMETLER değil, GAZETECİLERİ KENDİ ÇIKARLARI DOĞRULTUSUNDA YÜCELTEN SONRA TERK EDEN VE/VEYA YERİN DİBİNE SOKUP SONRA KENDİ KADERİNE BIRAKAN PATRONLARI VARDIR! Hatta daha açık yazayım; Türkiye’de BURJUVA sınıfı olmaması ve 1946 sonrası Devlet-Millet varlıklarının transfer edilmesiyle “ÇAKMA BURJUVA” oluşturma denemesi, hiçbir devirde “kendi gibi duramayan”, karakteristik özellikleri olmayan patron yapısına yol açmış ve bunun en büyük sıkıntılarından biri de BASIN sektöründe görülmüştür... Gazetecileri harcayan Hükümetler değil, onları kendi istedikleri kapıları açmak için araya sokup, eğip büken sonra da çöpe bırakan patronlarıdır!
Sevgili dostlar, her dönemde Devlet-Hükümet ikilisinden bir şeyler bekleyen “BURJUVA ve patronaj”, gazetecileri CEO gibi kullanmaya alışmış ve bunun en uç örneği de 1994-2001 arasında bir gazete genel yayın yönetmeni olan X’in HOLDİNG GENEL MÜDÜRÜ gibi gazetecilik yapması ve Hükümetler ile çıkar ilişkilerini yönetmesidir. Bu arkadaşın açtığı yol, Türkiye’de gazetecilik mesleğine yapılan en büyük kötülük olup, 2001 sonrasında da patronların bu beklentisi devam etmiştir. 2001 sonrası YERLEŞİK MEDYA DÜZENİ’ne alıştıklarını vermeyen, mesafeli duran bir Hükümet ortaya çıkmış ve Hükümetlerin DNA’sına yerleşmeye alışan basın düzeni de bu şekilde iflas etmiştir...
Bu noktada soralım; durması gerektiği gibi duran, Halkın menfaatlerini koruyan ve YERLEŞİK MEDYA DÜZENİ ile işbirliği yapmayan bir Hükümet mi yanlış davranmıştır yoksa bu YERLEŞİK DÜZEN’e alıştıkları için gazetecilerini bu yolda kullanmayı deneyip, kullanamayınca harcayan patronlar mı!
DÜRÜST OLUN EFENDİLER! Kimi kandırıyorsunuz! Alıştığınız “hortumlar kesilip”, istediğiniz düzen çalışmayınca, gazetecilerinizi eskiyi özleyerek ve/veya panik halinde bu yolda harcamaya başladınız! “Biz manşetlerle iktidar olmadık, manşetlerle de gitmeyiz” diyen bir Başbakan beklemiyordunuz, alıştığınız bu değildi! Nasıl davranacağınızı da BİLEMEDİNİZ!
Dostlarım, ne Hükümet, ne de Başbakan Erdoğan, “medya patronları” ile eski Hükümetler ve Başbakanlar gibi “DEĞİŞİK” bir ilişkiye girmedi hatta buna, bir nokta kadar izin vermedi! Bu yolda “Burjuvazi” olmayan-olamayan “transfer edilmiş” SERMAYE, gazetecilerini insafsızca harcadı ve gazetecileri, “kurumsal kendi duruşları” olmadığı için türbülans içinde kayboldu gitti! Bir vatandaş olarak halk ile bütünleşmesi gereken Hükümet’in “olması gerekene uygun davranmasını” ve YERLEŞİK DÜZEN’e kapıdan giriş izni vermemesini sonuna kadar destekliyorum! Bu ülkede pijamayla Başbakan karşılamak ne kadar kolaydı değil mi!
Sevgili dostlar, Türkiye’nin 1938-2003 arasında yaşadığı bütün sorunların temelinde tek bir gerçek var; “güçsüz hükümetler, kudretsiz Başbakanlar ve karşılarında GÜÇLÜ BİR YERLEŞİK DÜZEN”!
Daha açık yazayım; kendilerini “establishment” olarak tanımlayanlar ve onların HALKIN SEÇTİKLERİNE “yönetimi” vermeme ısrarı ve attıkları adımlar... Bu noktada soralım; bu dönem en kısa olarak nasıl tarif edilebilir; çok zor değil; ülkeyi kendi tasarruflarında sananlar o kadar “dibe doğru kök” salmışlardı ki; bu yapının beslenmesi için ülkeyi yönetenlerin onlar kadar dibe doğru uzanmadan havada kalmaları gerekliydi ve 1946-2003 arasında da tam istedikleri gibi oldu... Tam bu noktada bir soru soralım; böyle bir SİSTEM kuranların, “medya patronajı” sizce nasıldı!
Son söz: Türkiye’de son 60 yılda petrol, gaz çıktı veya birileri “Apple’a, Samsung’a, Microsoft’a rakip olacak” adımlar attı da, BİZLER mi kaçırdık? Çıkmadı, kaçırmadık, atlamadık... Peki o zaman soralım; bugün gördüğümüz “camlı binaların içindeki dünya çapındaki servetleri” bu arkadaşlar yani ESTABLİSHMENT nasıl elde etti? Tek bir cümle ile özetleyeyim; Türkiye, 1946-2003 arasında 2.2 trilyon dolar, 1980-2003 arasında 1.5 trilyon dolar faiz ve anapara ödedi... Kime? O “Establishment” diye dolaşan “biz çok büyük işler yaptık” diyen arkadaşlara... Bu noktada soralım; transfer ettiği bu para ile oluşan “çakma burjuvazi” sizce olması gerektiği gibi bir BASIN ortaya koyabildi mi yoksa “bu transferi destekleyen” bir mekanizma mı kurdu! VE EN ÖNEMLİSİ İSTEDİĞİ ORGANİK BAĞLANTIYI KURAMADIĞI BİR HÜKÜMET İLK DEFA İŞ BAŞINA GELİNCE, SİSTEM DUVARDA MI PATLADI! Bu sorular çok önemli! Cesareti olan herkesle tartışmaya hazırım!
ÇOK ÖNEMLİ NOT: Hasan Cemal başta olmak üzere son dönemde Türk Basını ile ilişkisi kesilen bütün isimlerin dosyalarında, büyük haksızlık edilerek iddia edildiği gibi, Siyasi Otorite’nin “en küçük bir izi” YOKTUR! Sorun gazeteciler ile patronlar arasında “maddi ilişki başta olmak üzere başka sebeplere dayanan” bir zincire ulaşır! Aksini iddia eden varsa, BEN BURADAYIM! Bu haksızlık artık YETER! Herkes gerçekleri bilsin!
Petro’nun yaptıkları ve Cumhuriyet aydınlarımız
Çok değerli bir dostum hep şu cümleyi söylerdi; “ithal aydınlar, bir ülkeye çok büyük zarar verebilir... Aynen 1830’lar sonrası Osmanlı ve 1930’lar sonrası Türkiye’nin düştüğü durum gibi”...
Sevgili dostlar, bu cümle ilk bakışta “normal” bir tespit gibi görülse bile detaylı düşünüp bazı sorular sorunca farklı noktalara varan bir analiz çıkarılabilir... Bu noktada hakkında sürekli konuşulan başka bir ismi de “analize dahil edelim” ve soralım; Petro Rusya’ya ne yaptı? 1830’lar sonrası “Batılılaşıyoruz” kafasında olanlar Osmanlı’ya ne yaptı ? Hatta 1930’lardan özellikle Atatürk’ün ölümünden sonrası sahayı ele geçiren “ithal kafalar”, nelere sebep oldu? Cesurca tartışmaya hazırsanız, başlayalım...
Sevgili dostlar, önemli Rus düşünürlerden yaptığım alıntıyı paylaşayım; “Avrupalı olma sevdasıyla Rusya’ya neşter vuran Petro, Cengiz Han’ın o topraklar üzerinde bıraktığı en önemli miras olan ‘hizmet devleti’ kavramını yıktı ve vatandaşların etnik, dini, sosyal ayrışmadan bağımsız değerlendirilmesi dinamiğini ortadan kaldırdı”! Bu noktada şu soruyu soralım; Rusya’da yapılan “geçmiş-gün” ilişkisini kesmekti peki Osmanlı-Türkiye geçişi sırasında yapılan neydi?
Sevgili dostlar, Cumhuriyetin kurulduğu, imparatorlukların tasfiye olduğu bir dönemde; “kuruluş-ulus inşa edilmesi” sürecinde “taşıma ve özenti akıl ile” zorlanan evrim ve reformlar, Türkiye’yi topraktaki köklerinden kopararak, “topraktaki ağacı, saksıdaki bitki haline getirmiş olabilir mi” sorusu çok önemli! Bir soru daha; Türk insanı “Petrovari denemeleri” kabul etti mi?
Bu noktada cevap ararken geçmişe dönelim ve birlikte sorgulayalım;
1940’lar sonrası “saksıya konan ağaca yapılmaya çalışılan her aşıya”, toplumun, özüne hitap eden “tezleri” ortaya atan Demokrat Parti, AP, ANAP ve son olarak da çok geniş ve uzun süren bir katılımla AK Parti-Erdoğan çizgisinde cevap vermesini çok iyi anlamalıyız. Saksıdaki inorganik yapıya yapılan 1946, 1960, 1970, 1980, 1997, 2001 aşıları kabul görmedi ve toplum her defasında “özüne doğru” hamle yaptı! Daha açık yazayım; özellikle 1946 sonrası başlayan “finansal-sosyal-siyasal kalıba dökme” sevdası “taşıma akıl” ve uzantılarına istediklerini vermedi!
Bu tespit sonrası “Petro örneğini de analize katarak” devam edelim;
1- Petro sonrası Rusya’yı içine çeken “Avrupa hayranlığı” tuzağı ile Osmanlı’nın 1850’lerden itibaren içine gömüldüğü BATILILAŞMA tuzağı aynı “yerden pompalanan” ve aynı amaca hizmet eden tezlerdir
2- 1854’ten itibaren “işbirliği yapılsa” dünya genelini değiştirecek “Türk-Rus” modeli Batılılar tarafından bozularak Rusya ile savaş körüklenmiş ve 1854-1876 arasında Osmanlı bu savaş tuzağında “Londra-Paris hattında” borçlandırılarak “yok edilmiştir”!
3- Atatürk en doğru adımı atmış, “o gün için en doğru modeli kurmuş” ama gerek sağlığının bozulması gerekse arkadan gelenlerin yetersizliği sonucu “Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllardaki atılıma rağmen, özellikle İngiliz-Alman oyunlarıyla” köklerinden koparılarak “topraktan saksıya” taşınmıştır. Bu 1920’lere özgü bir gerçek değildir, bu “KOPARMA” süreci 1850’lerden başlamış ve BATI hayranı “entelijansiya ve burjuvazi” oluşturma süreci şekillendirilmiştir.
4- 1960-1980 ve diğerleri, “Batı hayranı kalması gereken” Türkiye’nin Rusya’dan uzak tutulması ve en önemlisi kendi “kökleri ile buluşmaması” için özellikle İngilizler tarafından tahrik edilmiş, 1980 sonrası tanımlanan “iç tehdit” kavramında Türk insanının “dini ve etnik çeşitliliği” en büyük düşman olarak “Devlet tarafından” tanımlanmıştır! Milli Güvenlik Safsatası altında çocuğunu kışlada göremeyen “başörtülü annemiz” o anlayışa göre ciddi bir “iç irtica tehlikesi” olarak algılatılmış ve Osmanlı-Din-Halife-Etnik Köken gibi kavramlar “öcü” haline getirilmiştir.
5- Türkiye’nin 2003 yılına kadar Batı hayranlığı ve Batı ittifakı bağlılığı görünümü altında “komşuları ile ilişki kuramaması” daha doğrusu kurmasına engel olunması, bu “tezin” bir parçasıdır. Komşular ile ilişki kurma, köklerine bakma. Sadece Batı’ya bak ve oradan borçlan! Aynen 1854!
6- Bugün de Türk kamuoyunda “yerleştirilmiş düşünenler-konuşanlar-yazanlar” tarafından pompalanan AB üyelik süreci aynı “oyunun” devamıdır. Erdoğan’ın en büyük başarısı bu “oyunu görmesi” ve “İNORGANİK Türkiye’yi saksıdan çıkararak ORGANİK hale getirme” yolunda attığı kararlı adımlardır. AB “stratejik vizyon” olabilir asla fazlası değil!
7- Ergenekon ve benzeri operasyonlar, YERLEŞİK İÇ-DIŞ UNSURLAR’ın “bu sistem bozulmasın, saksıda kalsın, istediğimiz yere çekelim, toprağa dönüp ağaç olmasın” diye kurdukları MEKANİZMALARIN durdurulması ve “bizi boğan” ESTABLISHMENT’ın ellerinin boğazımızdan çekilmesidir...
Sevgili dostlar, bugün Türkiye ve Rusya’daki “lidere olan güven ve birlikte hareket etme” toplumsal isteğine bakınca, çok net şunu görebiliriz; bu ülkelerde “ÖZ’ü arama ve zorla ÖZ’den koparılmaya karşı durma” dinamikleri devam ediyor... “Ruslar başarabilir mi?” bir şey söyleyemem ama ülkemiz için şu tespiti yapabilirim; Türkiye ve bu topraklar üstünde yaşayan insanlar olarak bizler, özü “BİR” olan coğrafyamızın ve geçmişte kurduğumuz devletlerin ortaya koyduğu olumlu kavramları kolaylıkla bugüne taşıyıp, ÖZ’ü kazanarak “olumsuzlukları” rahatlıkla atabiliriz...
Basınımız genelde olayların popüler kısmı ile ilgilendiği için bazen hatta çoğunlukla “satır aralarındaki” önemli detayları atlıyor. Bu noktada Türk kamuoyuna bir soru sormak istiyorum; Başbakan Erdoğan’ın TOBB konuşmasındaki “tüketici ile başlayan” cümleleri doğru algılayabildik ve analiz edebildik mi?
Sorum bu kadar, cevabı tartışmya açıyor ve Türkiye’de 1800’lerin başından bugüne bu “toprakları kontrol altına alan” EKONOMİK-FİNANSAL VESAYET BİTECEK tezime geçmek istiyorum...
Sevgili dostlar, ne zaman “ekonomik vesayet altında” kalmaya başladık?
Cevap çok zor değil; Osmanlı’nın tasfiye edilme sürecinde “Hasta Adam” olarak damgalanıp, özellikle Avrupa sermayesi kontrolüne “borç alma” dinamiği ile sokulduğumuzdan beri...Cesur bir tespit daha; Cumhuriyet Kurtuluş savaşı ile kuruldu ama “ekonomik kurtuluş savaşı” yapılamadı ! Peki nasıl bir adım ileri gideceğiz ? Bu cevap da çok zor değil; “YENİ DÜNYA DÜZENİ’nin YENİ HASTA ADAM’ı AVRUPA ile anılmaktan kendimizi kurtarıp, bağımsızlığımızın algılanmasına imkan verdiğimiz “ andan itiabaren...
Sevgili dostlar, Türkiye’nin Osmanlı’dan bugüne “ekonomik-finansal” tutsaklığını iyi analiz eden biri olarak, 2001 krizinden bugüne aynı tezi savunuyorum; Türkiye, 1930’lardan sonra “içine çekildiği” YALNIZLAŞTIRMA- ÇARESİZLEŞTİRME denkleminden çıkarak geçmişinden getirdiği gücü geleceğe taşıyacak şekilde AVRUPA harici projeleri sorgulamalı...
Bu noktada soralım; bu adım atıldı mı? Dikkatli bakanlar ve yakın geçmişi hatırlayanlar, Başbakan Erdoğan’ın “Türkiye her türlü sorgulamayı yapacak güç ve bağımsızlıktadır” çıkışlarını hatırlayacaklar. İsterseniz bir tanesini ben hatırlatayım. O günlerde de yazmıştım, aynı cümleleri tekrar ediyorum; “...bir Türk vatandaşı olarak, Türk Başbakanı ağzıyla Türkiye AB’ye yeter diyecek hatta Şangay için adım bile attık sözlerini duyacağımı 10 sene önce söyleselerdi inanmaz, rüya mı görüyorum-Türkiye nasıl AB batağından kendini kurtarabilir derdim! Bugün artık rüya değil, ülkem AB’den daha iyi şartlara sahip, ülkemin başına AB çorabı ören medya teşkilatı darmadağın ve en önemlisi ÜLKEM, BAĞIMSIZ, KENDİ KARARINI VEREBİLEN bir yapıya kavuşuyor...”
Sevgili dostlarım, yukarıda sadece bir karesini örneklediğim sözleri duyduğum dakikadan itibaren; kendim, çocuğum, torunum adına çok daha umutluyum. Bu topraklar 1830’lardan sonra içine düştüğü “batı hayranlığı-batı sömürüsü” ve içeride 1930’lar sonrası”BATI sahipliğinde oluşan montaj burjuvazisi ve uzantıları” tarafından kurulan “finansal vesayet” döngüsünden kurtulmak, kendi geleceğini çizmek için yola çıkmış durumda! Bundan sonrası oluşacak BİLİNÇ ile çok daha hızlı ve kolay olacak.
Sonuç: 1980 darbesi sonrası ve özellikle 28 Şubat süreci ile “Türkiye’nin geçmişi ile bağlarını koparma” ve AB algılaması adı altında içerideki YERLEŞİK YAPI tarafından TURBO KAPİTALİZM ve BATI EMPERYALİZM’ine teslim edilme süreci hızlandı...2001 krizi bu sürecin “zirve noktasıydı” ve bu kriz çıkmadan önce-sonrasında”yerleşik medya” teslim alınma şartlarını içeride “dikta etmeye” ve “kamuoyunu alıştırmaya” başlamıştı. 2003 yılından itibaren bu yapı kırılma yoluna girdi ve 2003-2013 arasında Türkiye TAM BAĞIMSIZ olma yolunda çok büyük yol aldı. 2013 yılının ilk ayında şimdi çok daha net idrak ediyoruz ki; her türlü senaryonun sorgulanabileceği yeni bir yola giriyoruz. Bu 10 yıllık bir yol ve ilk hedefimiz 2023...
Son söz: Türkiye’yi AB ve IMF çıpasına “medya silahi zoruyla” bağlayan YERLEŞİK YAPI, biz kıpırdayamazken içimizi boşalttı-kaynaklarımızı transfer etti. 10 yıllık bu yapıdan kurtulma döneminde Türkiye önüne bakmayı ve “yeniyi-doğruyu” sorgulamayı öğrendi. Şimdi bu zorla YERLEŞTİRİLEN PARADİGMA Başbakan Erdoğan tarafından kırılıyor...Bu yeni bir BAŞLANGIÇ ve Türk Halkının da bu YENİ ALGILAMAYA göre zihnini “şartlanmalardan” kurtararak ileriye bakmayı denemesi, sınırları zorlaması gerekli...Haydi Türkiye bu 100 yılda gelen bir şans, KULLAN bu şansını ve kır iç-dış EKONOMİK VESAYETİ !
Ergenekon ile ilgili ne düşünüyorum?
Dava sonuçlandığı andan itibaren birçok dostum ve yayın kuruluşu aynı soruyu soruyorlar; sonuç hakkında ne düşünüyorsun...
Sevgili dostlar, bu ülkede DARBECİLİĞİN suç olduğunun tescil edilmesi açısından süreç çok önemli olmakla birlikte, YARGITAY öncesi “ilk sonuç” hakkında yorum yapmak doğru değil. Yargıtay süreci de tamamlanınca kesinleşmiş hükümler hakkında elbette konuşacağız, söyleyecek çok şey olacak!
Bu noktada benim açmak istediğim başka bir ilgili başlık daha doğrusu soru var; Ergenekon görünen kısmıyla tamam da “paranın konuşulmadığı yerde” bütünü gördüğümüzü iddia etmek doğru mu? Başka bir ifadeyle; yapılanmalar tez sonrası ikincil enerjilerini maddi kaynaklardan alırlar, bu mantık eşliğinde bakınca “nasıl finanse edildiğini, kimler tarafından enerjisinin sağlandığını” atladığımız yapıları çökertmemiz mümkün olabilir mi ? Şöyle düşünün; bir araç ele geçiriyorsunuz, her tarafını çözdüm, analiz ettim diyorsunuz ve tekerleri-motoru-yürüyen aksamı söküp, ENERJİSİNİ NASIL SAĞLADIĞINI anlayamadan işi bırakıyorsunuz!
Sevgili dostlar, Türkiye’deki DERİN YAPILANMALAR’ı analiz ederken, ortaya çıkartırken ve özellikle çökertirken, FİNANSAL ANA PARÇALAR’ı atlamadan sistem ve bileşenlerini bir bütün halinde çözmeli ve o şekilde analiz etmeliyiz. Sahadaki elemanlara “hareket veren” ENERJİ, TEZ-DOKTRİNASYON-KOORDİNASYON gibi ANA AKIL bileşenlerini ortaya çıkaramaz ve “saha elemanları” ile “BİTTİ” dersek, yapılanmaları veya köklerini değil sadece çiçeklerini kopartmış oluruz. Türkiye’de “ULUS DEVLET” inşa etme sürecinde özellikle dış destekli BURJUVA oluşumu toprak altındaki ana temel olduğu için FİNANSAL OLAN da en altta kalmış, gölgelenmiş, hala ulaşılamamış olabilir. Önemli olan üst kaltlardan başlayan sorgulamanın temele yani finansal-entellektüel dinamiklere ulaşması ve DERİN yapılanmanın tamamen deşifre edilmesidir...
Sonuç: Ağaçların dalları önemlidir! Çiçekleri de önemli olabilir ama hiçbir uzantısı ANA GÖVDE ve KÖKLER kadar önemli olamaz ! Ve bir YAPI kökü ve gövdesi “algılanıp-analiz edilip” karşı hamle yapılmadan devrilemez ! Son 100 yüzyılı ve özellikle 1946 sonrası yapılanları ortaya çıkaracaksak PARA’yı konuşma zamanı geldi! Türkiye’ye hayırlı olsun... Nice mutlu, huzurlu bayramlara...
Önemli not: Cuma akşamı konuk olacağım DERİN ANALİZ programında TRT ekranında bu konuyu çok geniş olarak ele alacağım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder