20 Şubat 2012 Pazartesi

Dünyanın Yaratılışında Yanardağların Görevi


Etiyopya, Doğu Afrika. Burası Afar Bölgesi. Haydutlarla dolu bir ülke. Bu yüzden uçuş için Etiyopya ordusundan yardım istedim. Şu anda gezegenimizin en sıcak ve en ücra yerlerinden birinin üzerindeyim. Dünya’daki en büyük gücü hareket hâlinde görmeye geldim. Bu yerde su yok, barınak yok, hayat yok. Bana söylenene göre birkaç yılan varmış. Ama bence buna gerçekten değecek. Bu kadar yolu gezegendeki en olağanüstü volkanlardan birini görmeye geldim. Erta Ale. Afar yerlilerince “Dumanlı Dağ” anlamında kullanılıyor. Buranın, Yeryüzü’ndeki diğer volkanlardan çok daha uzun süre ve devamlı olarak püsküren volkan olduğu düşünülüyor. Ama kimse tam anlamıyla emin değil. Çünkü ancak 40 yıl önce layıkıyla incelenmeye başlamış. Yaşadığım zamanda birçok volkan görecek kadar şanslıyım. Ama kraterinde kalıcı olarak erimiş lav gölü bulunan bir volkan daha görmedim.
Afrika‘da kaynayan yanardağ kazanı Erta Ale.
Aktif bir volkanın kenarında duruyorum. Büyük bir erimiş lav havuzunun hemen yanındayım. Bu lav gölünü müthiş bir manzaradan ziyâde kılan şey onun Dünya’nın derinliklerini görmemizi sağlayan bir pencere olması ve gezegenimizi şekillendiren güçleri anlamamıza yardımcı olması. Lav gölünün deviniminin nasıl hızlandığına bakın. Hayret verici bir şeyler oluyor. Lavın hareketi, belirli bir yolu takip ediyor. Kraterin bir tarafında boşalıp soğuyarak koyu bir kabuk oluşturuyor. Sonra bu kabuk, altında kaynayan lav tarafından bir yandan diğer yana sürükleniyor. Sonunda kabuk yine lava gömülüyor. Sonradan keşfedeceğimiz üzere, yüzeyin altında kaynayan erimiş kayanın bu döngüsü gezegenimizin tamamını etkiliyor. Çünkü bu lav gölü Dünya’nın derinliklerindeki muazzam bir ısı kaynağıyla bağlantılı. Sanırım çoğumuzun günlük hayatına, ayaklarımızın dibindeki gezegenimizin inanılmaz derecede sıcak olduğundan tamamen bîhaber devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. İnce bir soğuk kaya tabakasının üzerinde yaşıyoruz. Tehlikeli bir konumda, yukarıda dondurucu derecede soğuk bir dış uzay ile aşağıda kızıl ve sıcak bir ocağın ortasındayız. Bu ocak öyle büyük bir güç kaynağı ki Dünya’nın ısısı, volkanları körüklemekten fazlasını yapıyor. İlk atmosferi ve okyanusları oluşturan bu ısıydı. Gezegenin yüzeyini sürekli olarak şekillendiriyor devâsâ sıradağlar oluşturuyor ve kıtaları hareket ettiriyor.
Gezegenimizin iç sıcaklığının nereden geldiğini anlamak için dört buçuk milyar yıl öncesine, Dünya’nın doğum zamanına gitmemiz gerekiyor. “Hadean”, ismini Cehennem Krallığı “Hades”ten alan bir jeolojik dönemdi. İsim iyi seçilmiş, çünkü bu; sıcak, zorlu ve düşman bir dünyaydı. Tanıdık gelmeyebilir, ama bu henüz ilk günlerindeki gezegenimiz. Güneş’in etrafında dönerken çarpışan birkaç kaya parçasından başka bir şey değil. Bu çarpışmalar öyle şiddetliydi ki, muazzam ölçülerde sıcaklık oluşturdular. Ayrıca Dünya’ya büyük miktarda radyoaktif madde taşıdılar. Sonunda gezegenin dış katmanları soğuyunca bu iki güçlü ısı kaynağı, kocaman ve sıcak bir çekirdek içinde sıkışıp kaldı. Gezegenimizin merkezi, Güneş’in dış yüzeyi kadar sıcaktır. Bu, Dünya’nın engin ısı enerjisinin kaynağı. Günümüzde volkanları kamçılayan da budur. Gezegenimiz Dünya’nın sıcak çekirdeğinde sıkışmış bu enerji, durmadan hâyal edilemez miktarda ısı yayıyor. Dört buçuk milyar yıldan sonra bile hâlâ çok sıcak olduğunu hesaba katarsak, nasıl bir ısıdan söz ettiğimizi varın siz düşünün. Dünya’nın iç sıcaklığı, gezegenin dış yüzeyini akıl almaz derecede dinamikleştiriyor. Güneş Sistemi’nin başka hiçbir yerinde bulunmayan, kıpır kıpır ve sürekli değişen yer şekilleri oluşturuyor. Bu bir yıkım ve yenilenme dünyası.
İzlanda ülkesi volkanik patlama sonucu okyanus içerisinde oluşmuştur.
Dünya çekirdeğine yakın bu ülkede birçok sıcak su kaynağı bulunur.
Burası İzlanda. Dünya’nın iç sıcaklığının, gezegenin manzarasını nasıl sürekli değiştirdiğini tam olarak anlamak için mükemmel fırsatlar sunan bir yer. Erimiş kaya, genellikle yerin yüzlerce kilometre altında bulunur. Ancak burada, Etiyopya’da olduğu gibi yüzeye çok daha yakındır. Yine de, neticesi çok farklı. Yayılan sülfürlü gaz ve fokurdayan sıcak göletler yüzeyin hemen altındaki gücün göstergesi. Adanın her yerinde, ulusal eğlenceye dönüşmüş bir banyo keyfi sunan doğal, sıcak havuzlar var. Bu kaplıcalar rahatlamak için birebir. Tabi eğer çevrenizdeki insanlara aldırmıyorsanız. Zengin mineralli suyun iyileştirici özelliği olduğu bilinir. Buradaki insanlar, suyun tam olarak nasıl ısındığını bilselerdi, bu kadar rahat olmayabilirlerdi. Hemen altımızda kaynayan sıpsıcak ve kıpkırmızı bir erimiş kaya kütlesi var. İzlanda’nın sadece kilometre altında “baca” olarak da bilinen, muazzam bir kızgın kaya kolonu var. Yakın zamanda, bu sıcak kaya sütununun haritası çıkarıldı. 100 km genişliğinde ve en az 600 km derinliğinde. milyon yıldan uzun bir süre önce oluşmuş. Gaz sütunu, devamlı olarak Dünya’nın çekirdeğinden yükselen sıcaklıkla besleniyor. Ancak bu dev kızgın kaya sütunu İzlanda’daki kaplıcaları ısıtmaktan çok daha fazlasını yaptı İzlanda’nın kendisini oluşturdu. 1963′te bunun nasıl gerçekleşmiş olabileceğini görme şansımız oldu. Bir volkan, deniz yüzeyinin hemen altında infilâk ederek su üstüne yükseldi. Yepyeni bir ada, Surtsey, doğdu. 50 milyon yıl önceki İzlanda da yüzeye ilk püskürdüğünde muhtemelen buna benziyordu.
İzlanda yeraltından dünya çekirdeğine kızgın kaya kolonu ile bağlıdır.
Okyanus adaları büyük volkanik patlamalar sonucu oluşur.
İzlanda’yı müstesna kılan, yalnızca sıcak bir bacanın üzerinde bulunması değil. Bu küçük ada da Dünya’nın iç sıcaklığıyla şekillendi. Ancak, başka ve çok daha güçlü bir şekilde. Burası Thingvellir. Burası insanlık tarihi için önemli bir yer, çünkü M.S. 930 yılında İzlandalı bir grup kabile reisi, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için burada toplandı. Burası dünyanın ilk parlementosuna yıl ev sahipliği yaptı. Ama burayı önemli yapan başka bir sebep var. Kendileri bunu bilmese de demokrasinin ilk temsilcileri olan o insanlar, parlementolarını en sıradışı kaya satıhlarından birinin gölgesinde kurmuştu. Havadan bakınca bu kaya sathının ne kadar sıradışı olduğunu görebiliyorsunuz. Bu, Dünya’nın yüzeyinde yüzlerce kilometre uzanan bir çatlak. Ancak şu anda baktığımız, çok çok daha büyük bir şeyin küçücük bir parçası. Burası, Yerkabuğu’nun dev bir levhâsının kenarı ve bu noktadan başlayarak km’ler boyunca Atlas Okyanusu’nun dibinden ABD’nin diğer ucundaki California’ya kadar hiç kırılmadan uzanıyor. Bu, Kuzey Amerika Levhâsı olarak biliniyor.
İzlanda Thingvellir bölgesindeki yarıklar dünyanın kabuklarından ayrıldığı hatlardan birisidir.
Hareket halindeki dünya kabuğu
Dünya’nın yüzeyinde “levhâ” adı verilen büyük yarık vardır. Bunlar öyle muazzam ki, kıtaların tamamını taşıyor ve okyanusların derinliklerine uzanıyor. Atlas Okyanusu’nu çekip kaldırın. Göreceksiniz ki iki levhâ arasındaki bu uzun hat, okyanus tabanınca sürüp giderek dalgaları aşıyor İzlanda’yı ikiye bölüyor sonunda Thingvellir’deki kaya sathıyla birleşiyor. Bu levhâ hattını tamamıyle farklı bir açıdan görmek de mümkün. Burası sualtı dalışı için oldukça soğuk bir yer. Su yalnızca santigrat derece. Ama buna değer, çünkü şu anda İzlanda’yı boylu boyunca uzanan iki dev levhâ arasındaki yarıkta yüzüyorum. Solumda Kuzey Amerika Levhâsı var, sağımda ise Avrupa. Bu dik kaya satıhları bir zamanlar birleşikti. Ancak büyük jeolojik güçler, yeri ikiye bölerek bu çatlakları oluşturdu ve içlerini suyla doldurdu.
Okyanus derinliklerinde kıtaları ayıran çatlaklar.
Kıtaları hareket ettirebilen bir gücü hayâl etmek dahi güçtür. Yine de Dünya’nın iç sıcaklığının nelere muktedir olduğu gayet açık. Bunun sebebi Dünya’nın çekirdeğinin ısıttığı sıcak kayanın yükselmesi. Yüzeye yaklaşınca kaya iki yöne ayrılıp yanlara gidiyor. Isı kaybetmeye başlıyor. Sonunda çok daha soğuyan kaya tekrar dibe çöküyor. Bu döngü boyunca Yerkabuğu, çok yavaş bir biçimde ayrılıyor. Kıtaların hareket etmesine sebep olan da budur. Erta Ale’deki lav gölü, aynı döngünün minyatür bir örneğidir. Görüldüğü üzere kızgın lavın hareketi gölün yüzeyinde oluşan kabuğu, tıpkı kıtaların Yerkabuğu’ndaki sürüklenişi gibi bir yandan diğer yana sürüklüyor. Kıtaların hareket ettiği fikrini anlayabilmek için insan ölçülerindeki zamanı unutup bambaşka bir zaman kavramıyla düşünmek gerekiyor. Burada kıtalar birbirinden her yıl cm uzaklaşıyor. Bu da benim ömrüm boyunca yalnızca birkaç adım eder. Bin yılda bile sadece 20 metre. Bunun ne demek olduğunu ancak milyonlarca yıllık zamanı düşününce anlayabilirsiniz. milyon yıl önce gezegenimizin görünümü çok farklıydı. Bütün kıtalar “Pangaea” adı verilen bir tek süperkıta hâlinde birleşiktiler. Levhâlar hareket ettikçe bu süperkıta parçalandı. Kıtaların kürenin etrafında sürüklenmesiyle yeni okyanuslar oluştu. Dünya’nın bugün bildiğimiz şeklini oluşturan da işte buydu. Ama levhâlar asla durmaz. Uzak bir gelecekte, kıtalarımız bir kez daha yeni bir dev süperkıta hâline gelmek üzere birleşecek. Levhâlar ayrıldığında ne olduğunu gördük. Ancak birbirlerine çarptıklarında sonuçlar çok daha dramatiktir.
Yer kabuklarının sıkışması sonucu oluşan Yeni Zelanda dağları
Gezegenimizdeki en muhteşem sıradağlar Yeryüzü’ndeki levhâların çarpışması sonucu oluşmuştur. Nasıl oluştuklarını görmek için Yeni Zelanda‘nın Güney Adaları’na geldim. Bu müthiş tepeler adanın batı kıyısında km’ler boyunca uzanarak etkileyici bir omurga meydana getirmiş. Maori efsânesine göre bu dağlar, Dünya’ya bir kanoyla yolculuk yaparken karaya oturan dört tanrının taş kesilmiş bedenleridir. Göğe geri dönmeye çalışırken büyük bir fırtına kopar ve kanoyu alabora eder. Güçlükle güverteye tırmanıp birilerinin onları kurtarmasını beklerler, ama kimse gelmez. Zaman içinde yavaşça taşa dönüşürler. Ancak olayın biraz farklı bir jeolojik açıklaması var. Maori efsânesi kadar şâirâne olmasa da en az onun kadar destansıdır. Şimdiki Yeni Zelanda’yı oluşturan, bir zamanlar bölük pörçük olan bir grup adaydı. Pasifik ve Avustralya levhâlarının çarpışması bu adaları bugünkü tanıdık Yeni Zelanda’nın dış hatlarını oluşturan bir birleşmeye zorladı. Çarpışma hattı boyunca yer büküldü ve bir dağ silsilesi yükseldi. Yeni Zelanda dağları yaklaşık 5 milyon yaşında. Kulağa çok eskiymiş gibi gelebilir ama bu sadece jeolojik bir göz açıp kapamadır. Bu kadar kısa bir süre bile bu tepelerin birer deve dönüşmesine yetmiş. Dünya’nın bütün büyük sıradağları bu şekilde kıtaların çarpışmasıyla oluşur. İnsan ancak uzaydan baktığında Yeryüzü’nün nasıl buruştuğuna dair bir fikir edinebilir. Bunlar Avrupa Alpleri Güney Amerika And Dağları ve Orta Asya’nın Himalayaları Hepsi nispeten genç ve yakın zamandaki levhâ çarpışmaları sonucu oluşmuş. Zaman zaman gelişimlerinin sancısını görebilirsiniz.
Okyanus tabanlarında tüten hidrotermal bacalar.
Depremler korkunç birer yıkım enerjisidir. Şehirleri haritadan silebilir, müthiş can kaybına sebep olabilirler. Ama gezegenimiz büyük sıradağlarını inşa etiğinde bunlar oluyor. Ekim 2005′te yıkıcı bir deprem kuzey Pakistan‘daki batı Himalayaları vurdu. Muzafferâbad şehri ve havâlîsi tamamen yerle bir oldu. Ancak bölgenin depremden önceki ve sonraki yüksekliğini ölçen bölge uyduları başka bir şeyin daha gerçekleştiğini ortaya çıkardı. Kırmızı ve sarı renkler depremin merkez üssünün doğusundaki tepelerin sahiden de depremden sonra nasıl 5 metre kadar yükseldiğini gösteriyor. Binlerce kez tekrarlanan bu süreç, Himalayalar’ın Dünya’nın en büyük sıradağları hâline gelmesini sağladı. İyi ki Dünya’nın iç sıcaklığı dağları yukarı itmeye devam ediyor. Çünkü dağlar kocaman olmasına rağmen, mütemâdiyen saldırılara maruz kalırlar. Yeterli zaman verildiği takdirde, onları tamamen yok edecek bir güç var. Uzak bir ihtimal gibi görünebilir, ama bu güç sudan başkası değil. İronik bir biçimde dağlar, kendilerine saldıran yağmuru oluşturuyor. Atmosfer etkisini devre dışı bırakıp kendi hava durumlarını oluşturacak kadar yüksekler. Dağlar ne kadar yüksek olursa hava, geçmek için o kadar yükselmek zorunda kalır. Dolayısıyla hava soğuyup yağmur üreten bulutlarla yoğunlaşır. Suyun gücünün ne kadar etkili olabileceği gerçekten şaşırtıcı. Akarsular kayaları aşındırmakla kalmıyor aynı zamanda onları alüvyon hâlinde dağlardan denizlere taşıyor. Bu devâsâ bir ölçekte gerçekleşiyor. Güney Amerika’daki Amazon her yıl And Dağları’ndan 2 milyar tondan fazla alüvyon alıp Atlas Okyanusu’na boşaltıyor. Ve Hint altkıtasında Himalaya tepelerinden dökülen Ganj Nehri her yıl yaklaşık bir milyar ton kayayı un ufak edip 3000 km nehir yatağından Hint Okyanusu’na döküyor. Eğer yeni dağ sıraları oluşturan levhâ hareketleri olmasaydı su, sonunda gezegenimizdeki bütün kara parçalarını aşındırıp yok ederdi. Düşünmesi zor, ama eğer levhâların hareketi dursaydı, gezegenimiz sonunda bir su dünyasına dönerdi. Çok uzun zamanda bile olsa sonunda karalar denizlerin içine doğru aşınır ve Dünya, birkaç kilometre derinliğinde engin bir okyanusla örtülmüş olurdu. Yani hâlâ üzerinde bulunduğumuz yeryüzünü, karayı yükselten sürekli levhâ çarpışmalarına borçluyuz.
Günümüzde karbondioksitin iklim değişikliğinde yıkıma yol açan tehlikeli bir gaz olduğu düşünülür. Ama aslında karbondioksit, gezegenimiz için daima hayatî bir öneme sahip olagelmiştir. Çünkü ısıyı atmosferde hapsediyor. O olmadan bu ısı uzaya dağılırdı. Karbondioksitin Dünya için ne kadar önemli olduğunu anlamak için yakın komşularımıza bir bakalım. Mars donmuş bir çöldür. Isı ortalaması -60 derecedir. Bunun sebebi, atmosferinde onu sıcak tutmaya yetecek kadar karbondioksit bulunmaması. Diğer bir tezat da, Venüs’ün yüzeyindeki sıcaklığın kurşunu eritecek kadar yüksek olması. Bunun sebebi Güneş’e daha yakın olması değil Venüs’ün atmosferinde Dünya’dakinden bin kat daha fazla karbondioksit bulunmasıdır. Genç Dünya şimdikinden çok daha volkanikti. Çünkü o zamanlar çekirdeği çok daha sıcaktı. Böylelikle zayıf Güneş’in eksikliğini telâfi edecek karbondioksiti karşılanmış oluyordu. Genç Dünya’nın donmasını engelleyen volkanlardı. Dolayısıyla ilkel yaşam da korunmuş oldu. Ama bu bile, volkanların Yeryüzü’ndeki hayat için yaptıklarını anlatmaya yetmez.
Yaşamın karşı karşıya kaldığı en ciddi badire Yaklaşık milyon yıl önce gezegenimiz soğumaya başladı. Bu bir buz çağının başlangıcıydı. Ama bir farkla. Kimse tam olarak nedenini bilmiyor. Ama anlaşılan, kutuplardaki buz Dünya’nın tamamını bitmek tükenmek bilmeyen dondurucu bir kışa gark edene kadar ilerledi. Buna “Kartopu Dünya Zamanı” diyorlar. Çünkü gezegenin tamamı, bir buz topu gibi görünüyor olmalıydı. Jüpiter’e yapacağınız bir seyahât, Dünya’nın nasıl görünmüş olabileceği konusunda size bir fikir verebilir. Europa, Jüpiter’in uydularından biri. Tam da Dünya’nın kartopu zamanında olduğu gibi tamamen buzla kaplı. Dünya’nın nasıl göründüğünü bilmek şartların ne kadar çetin olabileceğini anlamaya yetmez. Kış ortasında Alpler’in tepelerindeki bir kar fırtınası bulabileceğimiz en yakın örnek. Şartlar kesinlikle dehşet verici olmalıydı. Hayatımda hiç bu kadar üşüdüğümü zannetmiyorum. Rüzgârla birlikte ısı -20 santigrat derece olmalı. Sorun şu ki, Kartopu Dünya boyunca her şey çok daha kötüydü. Günümüzde Dünya’da, gezegen yüzeyindeki ortalama sıcaklık derecedir. Kartopu zamanı boyunca ortalama yüzey sıcaklığı -50 santigrat dereceye düşmüştü. O donmuş koşullar Dünya’daki hayatın varlığını tehdit etti. Kartopu Dünya’yla ilgili korkutucu olan gezegenimiz sonsuza kadar o derin dondurucuda sıkışıp kalabilirdi. Buz, gezegeni neredeyse tamamen kapladığında Güneş’ten gelen sıcaklığın büyük kısmı uzaya geri yansıyordu. Dünya bir daha asla ısınmayacak gibi görünüyordu. Ama görünen o ki, bir şey oldu. Gezegenimizi kartopunun buzlu pençesinden kurtaran bir şey. İmdâda yetişen, volkanlardı. Buzun gezegenin tamamını örtmesine rağmen volkanlar, kalın buz örtüsünü yırtarak patlamaya devam etti. Bu sıradışı bir zaman olmalı. Buna en yakın deneyimimiz 2004′te İzlanda’nın merkezinde kaydedilen bir patlamanın buzdan örtüyü yırtarak püskürmesi oldu. Kartopu zamanındaki de böyle olmalıydı. Ancak, küresel bir ölçekte. Muhtemelen volkanların sıcaklığı buzu delikler hâlinde eritti. Ama gezegenimizi kurtaran bu değildi. Esas marifet, volkanların açığa çıkardığı tonlarca karbondioksit gazınındı. Volkanlar patlamaya devam ettikçe atmosferdeki karbondioksit seviyesi durmadan arttı. Yaklaşık 630 milyon yıl öncesine gelindiğinde karbondioksit katmanı öyle kalınlaştı ki gezegeni buzun pençesinden kurtarmaya yetecek sıcaklığı atmosferde hapsetti. Sonunda bir çözülme başladı. Buz evi seraya dönüştükçe şiddetli fırtınalar gezegeni dövdükçe dövdü. Yalnızca birkaç yüz yılda sıcaklık -50′den 50 santigrat dereceye yükseldi. Dünya, tarihindeki en büyük mevsim değişikliğinin ıstırâbını çekiyordu. Neyse ki gezegenimizin iklîmi zamanla istikrâra kavuştu ve Dünya yavaşça normale döndü. Tehlike kılpayı atlatıldı. Birkaç canlı türü, Kartopu’ndan sağ çıkmayı başardı.
Dünya’nın güçlü volkanlarının, gezegendeki hayatın tarihinde oynayacağı bir rol daha vardı. Bu rol, bizim gibi karmaşık yaşamın hayatta kalması için bugün hâlâ büyük önem arz ediyor. Bu, volkanların yaşamla kurduğu şaşırtıcı bir birliği, bir ortaklığı içeriyor. Bu ortaklık gezegenimizin ısısını düzenliyor. Bunun sebebi, volkanların atmosferimizi değiştirecek güçte olması. Bu sıradışı ortaklığın nasıl işlediğini görmek için Sicilya’ya gidiyorum. Burası tüm gezegende en sevdiğim yer. Sicilya Adası’nda deniz seviyesinden . metre yüksekteyim. Görebileceğiniz gibi, burası çok soğuk ve rüzgârlı. Ama Fenikeliler buraya “Kazan” diyor. Romalılar buraya “Ateşli” dediler. Araplar içinse burası “Ateş Dağı” idi. Biz ise burayı Etna Dağı olarak biliyoruz. Binlerce yıl sonra bile burası hâlâ Dünya’daki en aktif volkanlardan biri. Etna gibi yıkıcı yanardağların yaşamla bir ortaklık geliştirebileceğine inanmak zor olabilir. Ama aslında birlikte çalışarak Dünya’nın ısı derecesine ince ayar veriyorlar. Atmosferdeki karbondioksit miktarını kontrol altında tutuyorlar. Bu süreç, tahmin edemeyeceğiniz bir yerde başlıyor “Plankton” adı verilen canlıların yaşadığı okyanuslarda. Tek tek baktığınızda mikroskobik olabilirler. Ama sayıları öyle çok ki, bir araya geldiklerinde uzaydan görülebilirler. Her yıl o kadar hızla çoğalıyorlar ki, okyanusu yeşile boyayan çiçeklere benziyorlar.
Gözle görülemeyecek kadar küçük planktonlar toplu halde uzaydan görülebilir.
Planktonlar çok bereketli olduğu için gezegenimizin iklîmini düzenlemeye katkıları büyük. Okyanuslar atmosferdeki karbondioksiti emer. Planktonlar ise, bu karbondioksiti gelişmek için kullanır. Plankton öldüğünde deniz tabanına çöker ve burada binlerce yıldan fazla bir süreçte kayaya dönüşür. Bu şekilde, gezegenimizi sıcak tutan büyük miktarlarda karbondioksit atmosferden alınıp deniz tabanında saklanmış olur. Eğer hikâye burada bitseydi gezegenimiz durmadan soğuyan bir yer olurdu. Bereket versin ki, Etna gibi yanardağlar buna izin vermiyor. Etna, özel bir volkan türüdür. Yeryüzü levhâlarından ikisinin çarpışması sonucu oluşmuştur. Buradaki, Afrika Levhâsı’yla Avrupa Levhâsı’nın çarpışması. Levhâlardan biri batıyor veya diğerinin altına giriyor. Bu çarpışma volkanları oluşturuyor. Batma sonucu oluşan volkanlar gezegendeki en büyük ve en güçlü volkanik patlamalara sebep oluyor. Levhâların çarpıştığı yerde Dünya’nın derinliklerine batan deniz tabanındaki kaya bünyesindeki ölü planktonlardan aldığı karbondioksiti de beraberinde götürüyor. Bu kaya katmanı alçaldıkça ısınıyor ve eriyip karbondioksit açığa çıkarıyor. Patlama olduğunda bu gaz atmosfere geri dönmüş oluyor. Olağanüstü döngü tamamlandı. Yaşamla volkanların, atmosferimizde mâkul miktarda karbondioksit bulundurmak için, birlikte çalışarak gezegenimizin bakımını yapması ve bizi konforlu bir ısıda tutması gerçekten esrârengiz.
Dünya kabuğunun hareketleri ve yanardağlar.
Gezegendeki tüm hayatı ayakta tutan bu döngünün muazzam bir bedeli var. Batmayla oluşan volkanlar, Dünya’daki en şiddetli volkanlardır. Ne kadar patlayıcı olduklarını anlamak için şu ana kadar kaydedilmiş en ünlü patlamaya bakmak yeterli. 18 Mayıs 1980′de Birleşik Devletler’deki St. Helens Dağı paramparça oldu. Dakikalar içinde, volkanın 2.8 milyar metrekübü çevredeki kırsal alana saçıldı. Son yıldır St. Helens Dağı hayli sâkin görünüyor. Ama geniş kraterinde büyüyen devâsâ bir kaya konisi var. St. Helens Dağı, altındaki basıncın gücüyle başka bir patlama için hazırlanıyor. İroniye bakın ki, batmayla oluşan volkanlar gazla dolu oldukları için çok patlayıcı ve yıkıcıdır. Ama gezegenimizin selâmeti için gerekli olan da bu gazın serbest bırakılmasıdır. Kayalarda gizli karbonu atmosfere geri döndürmenin anahtarı işte budur. Yaşam için uygun sıcaklığı ayarlayan bütün bu tafsilâtlı sistem ince ayarlı bir termostat gibi işliyor.
1980 yılında patlayan ABD’de ki St. Helens Dağı’nın külleri 20 km yukarı yükseldi,
2 hafta içinde tüm yeryüzüne dağıldı, 600 derecelik lav akıntıları bölgedeki tüm ormanı yok etti.
Mount St. Helens dağının yeni görünümü. Yanardağ patlamaları her ne kadar tahripkar görünseler de,
yeni bir hayatın zeminini hazırlarlar.
Dağlar olmasaydı insan hayatı da olmazdı. Kuran-ı Kerim bunu en açık bir şekilde belirtiyor.

Hiç yorum yok: