Sakın birileri kalkıp “Koskoca başbakan rüşvet verir mi!” diye diklenmesin. Benim yerime, rahmetli Necip Fazıl anlatsın bu rüşvet öyküsünü size de, eski Türkiye’de, nasıl devşirilirmişyandaş gazeteciler öğrenin hele!
“Yıl 1946, Başbakan Recep Peker. Sıkıyönetim Büyük Doğu ‘yu kapatmış. Nedeniyse kapağına koyduğumuz kocaman bir kulak resmi ve üstündeki yazı: Başımızda Kulak İstiyoruz. Demek istediğimiz, milletin derdini dinleyecek bir kulağa muhtacız. Ancak Milli Şefimiz Efendimizin sağırlığıyla alay ettiğimizi varsayarak bizi kapatıyorlar... İyi ki bu kadarla kaldılar, beni zindana atmadılar... Erenköy’deki evde dört dönüyorum çünkü akşam yemeği alacak param yok; hem meteliksizim hem de umutsuz... Mehmet ve Ömer adında biri ikibuçuk, öbürü birbuçuk yaşında iki oğlum var. Kapı çaldı birden. Postacı! Havale gelmiş. Para göndermiş biri, tam 400 lira! Ama kimden geldiği belli değil. Hemen postanenin yolunu tuttum. Para Başbakanlık Özel Kalem Müdür Fuat Bayramoğlu’ndan geliyor. Yani Başbakan’dan!
Akşama doğru ev sahibinin telefonu öttü: “Burası Ankara. Bayındırlık Bakanı Cevdet Kerim İncedayı görüşecek.” Halk Partisi çevresinden tanıdığım ve ilgi gördüğüm, incelik bilir insan...
“Başvekil Recep Bey sizinle görüşmek istiyor. Onda bu ilgiyi ben uyandırdım. Ankara’ya kadar zahmet etmenizi rica ediyorlar. Gönderilen para yol harçlığınız ve masraflarınız içindir. Yarın hemen gelmenizi rica ederim. Doğru bana, bakanlığa geliniz, birlikte gideriz.”
CHP’yi sık sık eleştirdiğim için de bir Başvekil’in bana yakınlık göstermesi mümkün değil. Hele de bunların içinde, İslam nefretinden peklik çeken, en sert kabızlık içinde betonlaşan bir Başvekil’den ne umabilirim, ya da o benden ne bekleyebilir?
Ankara’ya ayak basar basmaz bakanlığın yolunu tuttum. İncedayı gözlerini gözlerime dikti:‘Sizden rica ederim. Başbakana dikbaşlılık etmeyiniz.’
Recep Peker’in odasına girip karşısındaki iskemleye oturur oturmaz, Peker pat diye lafa girdi: ‘O Büyük Doğu adı nedir öyle! O ne yalçın gurur ve azamet ifadesi... Siz özlediğiniz devrimi İslamiyetle, bildiğimiz Müslümanlarla mı yapacaksınız?’
Sustum.
‘Derginizde ‘Sır’ adlı bir oyunun tefrikasına başladınız. Bu, apaçık milleti kanlı ihtilale teşvik, tahrik eden bir eser Savcı beyler nedense bunu anlamamış. Neyse biz sıkıyönetimi uyardık. Yakında hesap verirsiniz. Şükredin, tutuksuz yargılanacaksınız!” Recep Peker açıkça diyor ki, bu odadan olumsuz bir sonuçla çıkarsan, İstanbul’a ayak basar basmaz tutuklanacaksın...
Çekmecesini açtı birden. Merkez Bankasının bandrolüyle sarılı bir deste binlik çıkardı, masaya koydu. Binlikler destesinde gözüme ilk çarpan Milli Şefimiz Efendimizin banknotlara yerleştirilen suratı. Hayret ve dehşet! ‘Her şeye rağmen size yardım etmek isterim. Demokrat Parti’yle uğraşıp bizim yakamızdan düşeceksiniz. Ha, din bağlılığınızı, bizi harekete zorlayacak biçimde açığa vurmayacaksınız. Anlaştık mı!’ Bu öneri hayasızlığın son kertesiydi benim için. Kendimi tutamadım:
‘Ben size ne yaptım, ne umut verdim ki bana bu öneride bulunabiliyorsunuz!’ Ve odadan çıkıp gittim.
Şu anda bu olayın tek tanığı yok; hepsi toprak oldu. Yalnız 1947’de hapse girmeden önce mahkemede anlatmak istedim, lafı ağzıma tıktı savcıyla yargıçlar. Ama sözlerim bazı gazetelerde yayınlandı... Bunun dışında tek tanığım Allah’tır!”
İnanç, namus, haysiyet... Yüz bin değil yüz milyara satılmaz arkadaş! Necip Fazıl’ı rahmetle anıyorum.
(Kaynak: Benim Gözümde Menderes. N.F.Kısakürek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder