Uzak ülke
Bir zamanlar … diye bir yer vardı. Yine var, ama artık o benim bildiğim … değil. Orada insan uçsuz bucaksız bahçelerin içinde neler görürdü neler. Hatırımda kaldığına göre ağızda eriyen dutlar, dudaklara değer değmez çatlayan iri çavuş üzümleri, kütür kütür erikler, top gibi yarma şeftaliler olurdu. İneklerini sağan kadınların sütü köpüklenmiş bozaya benzettiklerini, çayır çimen gezen besili kazları hindi niyetine güttüklerini hatırlarım mesela. Yoncalar biçildiğinde buram buram tabiat kokar, domatesler tarlayı dalga dalga ıtırlandırır, çağıl çağıl akan ırmağın kıyısında gölgeler, koylar ve asude zamanlara yansımış hasretlikler olurdu. Su pınarının başında komşu kadınlar buluşur, söyleşir, gençleri çekiştirir, birbirilerine yakıştırırlardı.
Bir zamanlar … diye bir yer vardı. Sonbaharda başka, baharda başka güzel gelirdi bize. Yaz günlerinde topraktan önce hava serinler, hayata ferahlık verirdi. Orada meyveler mevsim mevsim, sebzeler bahçe bahçe anılırdı. Ayvaların, narların tadı hissedilmeden orada yaz bitmiş sayılmazdı. Orada halk sanki geleneklerine daha bağlıydı, sünepelik, nobranlık, taklitçilik ve snopluk, evlerimize bu derece pervasızca girip çıkmazdı. Buna rağmen insanların tebdil-i hava ettiği zamanlar olur, hatıraları yığmak için başka sahil kasabalarına gitmeleri gerekirdi. Belki gerekmezdi de bize öyle gelirdi.
Bir zamanlar … diye bir yer vardı. İnsanları daha güzel ve sıcak, sokakları daha erdemli ve berraktı. Çocukluk hatıralarıma göre orası sanki dünyanın en İlahi manzaralarından birine sahipti ve ben yakındaki dağın ardında dünyanın son bulduğuna inanırdım. Orası manalı ve duyguluydu. Güzel ve muhteşemdi. Oradan bakılınca dünya daha güzel görünürdü. Ben orada yaşamaktan mutluydum ve orası dünya kadar küçüktü, dünyanın büyüklüğünü öğrendiğim vakit üzülmüştüm. Falanca kavak ağacı, filanca tepe, feşmekan ırmak ve şehre giden şose… Çocuklukların büyülü mekanları…
Bugünlerde sık sık orayı hatırlıyorum ve dilime dolanıp kalan bir cümleyi tekrarlıyorum: “Bir zamanlar … diye bir yer vardı.” Acaba hâlâ yerinde duruyor mu? Duruyorsa beni hatırlayan birileri de var mı? Oradan çok mu koptum, sıla duygusunu mu yitirdim? Orayı kendi haline bırakıverdiğim için şimdi pişman mıyım? Orayı korumasız, ruhsuz bıraktığım için acaba bana gücenik mi? Dile gelse, acaba bu nankörlüğümü yüzüme vurur mu? Belki de asaletinden ve güzelliğinden hâlâ hiçbir şey eksilmemiştir.
Bir zamanlar … diye bir yer vardı. Bir müddet için tebdil-i mekan edip yine oraya mı gitsem acaba?!...
Berceste
Gelir her kişinin seng-i havâdis başına âhir
Gerek merd ü gerek zen etdiğini bula gelmişdir
Kabulî (16. yüzyıl)
Kişinin ektiğini biçme yolunda hakkında takdir olunan her şey erinde gecinde başına gelir; çünkü erkek olsun, kadın olsun, herkes ettiğini bir gün bulur.
AĞAÇ VE ODUN
Biz bir ağaca benziyorduk; meyveleri, yaprakları, çiçekleri, dalları, budakları olan bir ağaca. Kökümüz mazimize uzanıyor, kültürümüz çeşit çeşit, lezzet lezzet meyveler veriyor, anlayışlarımız renk renk dal budak salıyor, nesillerimiz elvan elvan çiçekler açıyordu.
Biz birer ağaca benziyorduk; yan yana duruyor, dallarımızla birlikte kuytularımız ve gölgelerimiz karışıyordu birbirine; dallarımız el uzatıyor, meyvelerimiz yan yana desenleniyordu. Çorak vadilerde bereket, bozkırlarda toprağa yapışma gücü buluyorduk birbirimizden. Sert rüzgarlarda gövdelerimizi siper ediyor, fidanlarımızı koruyorduk.
Biz bir ağaca benziyorduk, bir bahçede, bir dağ başında, bir parkta… Dallarımız, budaklarımız, gölgelerimiz hep bir bünyenin eseriydi ve ağaç ağaç çoğalarak yaşıyorduk. Bir ağacı korumak, ağaçlarımızı kestirmemek için hepimiz ağaç kesilmeye razıydık. Dallarımız birbirine uzanırken meyvemiz, rengimiz, yaprağımız, görünüşümüzde ayrı gayrı olmaz, dal ile budak, meyve ile yaprak aynı resmin desenleri oluverirdi. İyi de, biz bir ağaca benzeyip dururken, desen desen değerlerimizi, renk renk fikirlerimizi, kök saldığımız mazimizi, dal budak kültürümüzü kaybederek nasıl oduna döndük?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder