Sabır, sebat, sebatkârlık
Bekir Sıtkı Erdoğan’ın güftesiyle ne güzel bir türküdür: “Dağlar taşlar şu hasretlik derdinde/Sabır sebat etmez gönül yurdunda …”
Gönül bu, sabır ve sebat istemez. Peki hiç sorduk mu hangisini istemeli? Sabır mı iyidir, sebat mı?
Doğrusu kalıp halinde (sabr u sebat) kullanılırken her iki kelime de sanki anlamdaş veya yakın anlamlı gibi duruyor. Sabrın, “katlanılması zor olan olumsuz haller (sıkıntı, acı, hastalık vb.) için gösterilen tahammül gücü”nü anlattığını ve tasavvufta önemli bir düstur olduğunu biliriz. Hani gönüller sultanı Cüneyd der ya; “Sabır, yüzünü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmektir cancağızım.”
Sebat, sabır gibi değildir. Onun muhtevasında olumsuz bir şeye tahammülden ziyade salt ısrar hali öndedir ve bu yüzden çoğunlukla sebatkârlık anlamıyla dilimizde kullanılır. İlk bakışta sebat ile sebatkârlık arasında fazla bir anlam farkı yokmuş gibi düşünülse de insanların sebat ettikleri şeyler ile sebatkârlık gösterdikleri şeylere bakıldığında aslında iki kavramın birbirinden çok ayrı ve farklı sonuçlar verdiği görülür. Nitekim sözlükler de sebatı, “Bir işte azim ve kararlılık göstermek” olarak karşılarken sebatkârlık için “anlaşmaya, sözleşmeye, verdiği söze sadakat gösterme” anlamını verirler. Bu durumda sebat kavramının içinde gizli bir inat hali seziliyor ve kötü alışkanlıkların da bir tür sebat haliyle izahı mümkün oluyor. Yani insanın sebat ettiği husus iyiden de, kötüden de olabiliyor. Aklımıza taktığımız şeyde sebat göstermemiz belki de yanlışta ısrar ettiğimizin bir delilidir. O halde yanlış mı, doğru mu olduğu konusunda zihnimizde netlik bulunmayan bir işte ısrar etmek (sebat göstermek), aklımızı yanıltıp bizi adaletten saptırabilir. Dilimizdeki “Sebatsızın ne dostluğunu iste, ne düşmanlığından kork” atasözünde bu iki keskin uç birlikte yer almıştır. Buradaki adalet kavramı, sebat ile sebatkârlık arasındaki ayrımın da nirengi noktasıdır. Çünkü sebatkârlık olumsuz anlamı dışlar ve salt adalet için uygulanır. Nitekim ıstılah sözlükleri bu kelimeyi “Doğru olan bir şeyi devam ettirmek, yanlışlığı ortaya çıktığı zaman ise derhal vazgeçmek” diye karşılamışlardır. Hani anlaşmalara yahut verilen sözlere sadakat gibi. Kulun, daha ezelde “Elestü bi Rabbikum?” sorusuna karşı “Kalu: Bela!” mukabelesindeki anlaşma ve ahit gibi. Kul bu anlaşmada mutlak bir sebatkârlık içinde olmak durumundadır ki bu hal, sebatkârlığın baştan sona takdir edilesi bir tavrın adı olduğuna delildir. Ama bu hususta sebat gösterdiğini (sebatkâr davrandığını değil) söyleyen pek çok kişi zaman zaman kararsızlık ve tereddüt içinde bocalayabilir.
İmdi, insanlar sebat ettikleri hususlarda kendilerini değerlendirmeli, eğer yanlışlık üzerinde sebat ettiklerine dair şüpheleri var ise kendilerini gözden geçirmeli, adaletten sapma söz konusu olursa da sebattan vaz geçmelidirler. Değerlendirme sonucu doğru çıkarsa, sebatın sebatkârlığa tahvili mahza hayırdan yana bir tavır olacaktır. Ancak o zaman “Sebât u sa’y ile âsân olur dünyâda her düşvâr (Dünyanın bütün zorlukları sebat ve gayret ile kolaylaşıverir)”.
Bütün bu izahtan kafanız karıştı ise meseleye tersinden bakın ve sebatı ve sebatkârlığı terk etmek halini düşünün. Sebatın zıddı sebatsızlık (kararsızlık, tereddüt) olarak görünür ama sebatkârlığın bir zıddı yoktur, o ancak adaleti yolundan saptırır. Yani sebatı terk eden kişi belki zararından dönecektir ama sebatkârlığı terk eden kişi behemehal hayrı yarıda bırakmış olacaktır.
İmdi, bir yöneticinin kendisine emanet edilen insanlara karşı muamelelerinde sebat mı yoksa sebatkârlık mı göstereceğine iyi karar vermesi ve bu ayrımı çok ince hesaplar içinde yapması gerekir. Topluma hükmeden kimseler kendilerini inciten sıkıntılardan dolayı sebat yahut sebatkârlık kararını verirken ahiret hayatında pişman olup olmayacaklarının da hesabını görmek zorundalar. İçimizi kavuran öfkelerin, irademizi çökerten zilletlerin, nefsimizi kabartan övgülerin sebatımıza mı yoksa sebatkârlığımıza mı kapı açacağı mutlaka hesabın içinde tutulmalıdır. Çünkü bunlar ateş gibidir, onunla ısınmak isteriz ama içine düşersek yanarız.
Hayırlı işler sebatkârlık gerektirir. Şüpheli işlerde sebattan dönülebilir. Sabır ise bir husustaki sebatın zaruri sonucu olan sınav halidir.
Berceste
Dergâh-ı nifak arı kovanı gibi işler
Sayyâd-ı duhan nâzır-ı dîvân-ı sadakat
Kanî
Nifak dergahı arı kovanı gibi işliyor; sadakât divanının nazırı ise duman avlamakta…
ÖLÜMDEN SONRA
Endülüs’ün nadide alimi İbn Hazm şöyle anlatıyor:
“Ölüm hakkında hep hayret etmişimdir. Bir grup insanla ruh-beden ilişkisi gibi gerçek sevgiye dayalı bir dostluk kurmuştuk. Bunlar ölünce bir kısmını rüyamda gördüm ama bazılarını görmedim. Oysa içlerinden özellikle biriyle, hangimiz önce ölürse, imkân bulduğunda (geride kalan dostunu) rüyasında ziyaret etsin diye hayattayken anlaşmıştık. Ama benden önce ahirete gittiğinden beri onu rüyamda hiç görmedim. Bilmiyorum unuttu mu, derdi başından mı aşkın!.. (bk. İbn Hazm, Ahlak ve’s-Siyer, trc.Mustafa Çağrıcı, Ahlak ve Davranış Tarzları, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2012, s,79)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder