27 Mart 2013 Çarşamba

Zaman mekan kamera-Akif Emre


Zaman mekan kamera

Hayat mekanla sınırlı, zamanla kayıtlı… Mekanla sınırlanmış hayatımıza, eşya ile kurduğumuz ilişkiler ağı farklı bir boyut katıyor. Zamanı iplik iplik ören bu çok katmanlı ilişkiler yumağı da hayatımızın anlamına dair dışa vuran görüntüler. O an, orada ve onunla boyut kazanan, hayatı mekanikleşmekten kurtaran, ona anlam katan şey nedir? İnsan oluşumuzu anlamlı kılacak olan da bu anlam arayışı değil mi? İnsan zaman, mekan ve eşyayı aşan anlam boyutunu çoğu kez izah etmekte zorlanır. Sanki eşyanın da bir ruhu vardır; belli bir zamanlamayla o mekana doğru karşınıza çıkmak üzere yol almaktadır.

Kamera, insanoğlunun hayatına gireli çok az zaman geçti. Ama teknolojik bir buluş olması eşya olma niteliğini değiştirmiyor. Hayatın katmanları içinde o kendi, anlamını buluyor.
Fotoğrafa dair Susan Sontag'ın bir tespiti bana hep çarpıcı gelmiştir. 'Fotoğraf bizim fethetme duygumuzu karşılar (tatmin eder).' Başkalarını, başka mekanları ele geçirme, fethetme belki de hükmetme tutkumuzun ifadesi… Bir fotoğraf karesinde dondurduğumuz o görüntünün, içimizde itiraf edilmemiş duyguların yansıması olarak, böyle bir boyutunun olması her zaman geçerli bir durum mudur?
Kafamda hem bir projeyi gerçekleştirmek hem adeta tarihin, mekanının katmanları arasında, kaybolan hakikatini ortaya çıkarmak, bir tür bilgi arkeolojisi yapmak gibiydi belgeselle uğraşmak. Bunun en son ve çarpıcı deneyimini İspanya'da yaşayacaktım. Endülüs'ün izinde, zamanının unutturamadığı, sis perdesinin tümüyle gizleyemediği, mekanının yok edemediği bir tarih yolculuğuna dönüşmüştü çekimler…
Her şey, daha önceden tasarlanmış çekim takvimine göre işliyor. Yer yer ilaveler, öngörülmemiş çekimler, çekim sürecinde değişiklikler yapmayı gerektiriyor. Hesapta olmayan unutulmuş detaylar yahut keşfedilen yeni bir unsur, tüm öngörüleri altüst edebiliyor. Bu nedenle çekim planında bir kaç kez değişiklikler yapmak zorunda kalıyoruz.
Çekimler ilerledikçe planlanan çekim sırası da, zamanlama da alt üstü oluyor, sıralama değişiyor. En sona bırakılan bir çekim daha ön sıralara alınabiliyor. Canlı röportajlar, randevular, beklenmedik aksamalar vb. yeni bir çekim planı yapmayı gerektiriyor.
Haftalar süren, çoğu Alpujara dağlarındaki köylerde geçen çekimlerden sonra Cebeli Tarık Boğazı'na iniyoruz. Elmeriye'den Malaga'ya doğru uzanan sahil şeridinde Akdeniz'le Atlas Okyanusunu birleştiren mavilik tüm yorgunluğu unutturuyor… Sahil boyu bir kaç kilometrelik aralıklarla görülen kuleler…
Bir zamanlar Osmanlı denizcilerinin baskınlarına karşı inşa edilmiş bu kuleler ne çok şey anlatıyor… Silindirik yüksek kuleler hala ufuktan gelecek yelkenlileri bekler gibi… Sahil boyu ilerlerken daha önce görmediğim, bu nedenle de çekim planına almadığım bir yapı karşıma çıkıyor: Bir Endülüs murabıt kalesi… Sahilde çok büyük olmasa da askeri bir karakoldan daha fazlasını içine alan bir kale… Endülüs sahilindeki bu erken dönem murabıt kalesi sahilden gelecek baskınlara karşı Daru'l-İslam'ı korumakla görevli… İspanyolların gözcü kulelerini çekmek isterken karşıma çıkan bir murabıt kalesi tarihin derinliklerine götürüyor sanki.
Asıl mekan, tarih ve kamerayı buluşturan sahneyi başımı biraz yukarı kaldırınca görecektim… Murabıt kalesinin hemen üstündeki tepede bir İspanyol gözcü kulesi… Evet, ikisi aynı karede şu an.
Aşağıda Daru'l-İslam'ı korumak için yapılmış bir Endülüs murabıt kalesi, onun hemen üstende İspanyolların Müslüman denizcilerin baskınlarına karşı inşa ettikleri kule... Sanki tarih ters yüz edilmiş gibi. Yukarıdaki kule Moriskoların imdat çığlıklarını hatırlatıyor…
Tarihin ters yüz oluşunu bu kareden daha iyi ne yansıtabilir. Belki kamera burada tarih ve mekanın kesiştiği ana tanıklık ediyor; tarihe ve mekana hükmetmese de keşfediyor…
Artık ikindi vakti yaklaştı. Güneş ufka iyice yaklaşmış, günün son ışıkları denize başka bir derinlik katıyor. Aşağıda deniz ve denize açılan vadi… Gırnata'dan buraya, Akdeniz'e açılan vadi… Günbatımına yakın bu vadiyi çekerken Gırnata'nın düşüşünden sonra akın akın buraya gelen Endülüslü Müslümanların çığlıklarını, hüzünlerini, yenilmişliklerini görür gibiyim. Gırnata düştükten sonra Endülüs Müslümanlarının anayurtlarını terk ettikleri son sahil… Bir zamanlar gemileri yakarak bu toprakları vatan edinen Tarık'ın ahfadı karşıya, Afrika'ya, Cezayir'e, Fas'a geçmek için yaktıkları gemileri bekliyor…
Vadiye hakim tepedeki villanın sahibi, izin alıp bahçesinde çekim yaparken, güzelim manzaranın benim için neleri çağrıştırdığının farkında olmadan, 'manzara nasıl' diye soruyor. 'Müthiş' diyorum… Tek kelime…
Günün son ışıkları bitmeden, Gırnata'nın düşmesiyle kitleler halinde bu vadiden sahile akan kitlelerin mahşeri çığlıkları, hüzünleriyle beraber yavaş yavaş gurub ediyor güneş…
Ve o an… Her şey bittikten sonra bir şeyi fark edecektim. Çektiğimiz bu sahnenin, yani Müslümanların Endülüs'teki varlıklarının sona erdiği, memleketlerini terk ettikleri bu sahilin bizim de Endülüs'te belgesel için çektiğimiz son sahne olduğunu fark ettim. Bu sahili çekmeyi planlamıştık; ancak akış gereği zamanlama olarak son çekim olarak değil... Ne yaman, ne sarsıcı bir durum. İşte kader denilen zaman ve mekanın eşya ile buluşturduğu o görünmez plan… Zaman, mekan ve kamera ancak bu kadar kendi başına bir mesaj içerebilirdi.
Belgeselin çekimine Tarık'ın gemileri yakarak çıktığı mekandan başlamamıştık ama bu sahil final sahnesi, çekimlerin son karesi oldu. Ertesi sabah, Tarık'ın Endülüs'e çıkışından bir yıl önce, beş yüz Müslüman savaşçının keşif için çıktığı sahilden, Tarif Limanı'ndan Tanca'ya doğru yola çıkacaktık.

Hiç yorum yok: