11 Ocak 2013 Cuma

Yüz yıllık milliyetçilik anaforu-M.Latif Salihoğlu


Yüz yıllık milliyetçilik anaforu (1)

Türk Ocaklarının fikrî/ideolojik zemini, 1909'da Hareket Ordusunun yönetime hakim olmasından sonra sür'atle şekillendirilmeye başlandı. Çeşitli konferanslarla, üniversitede ve basın yoluyla yapılan neşriyat ve propaganda faaliyetleriyle "Türkçülük hareketi" olgunlaştırılmaya çalışıldı. 
Dört yıl müddetle aralıksız şekilde sürdürülen bu tarz faaliyetlerin içinde bulunan ve aynı zamanda 25 Mart 1912'de resmî kuruluşu gerçekleşen Türk Ocakları'nın kurucular listesinde yer alan tanınmış şahıslar şunlardır: Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi, Ziya Gökalp, M. Emin Yurdakul, Halide Edip, Adnan Adıvar, A. Ferit Tek, Fuat Köprülü, Ahmet Ağaoğlu. 
Kurulduktan sonra birkaç kez açılıp kapanan Türk Ocakları, 22 Nisan 1924'te tekrar açıldı. Bir gün sonra I. Kurultayı yapılan yeni Türk Ocaklarının başkanlığına "Türkçü" kimliğiyle öne çıkan meşhûr hatip ve siyasetçi Hamdullah Suphi Tanrıöver getirildi.
Hamdullah Suphi, Meşrûtiyet döneminde de (1913) aynı teşkilâtın başkanlığını yapmıştı.
* * * 
Yukarıda ismi zikredilen şahısların ortak bazı özellikleri var: 
I) Bunların bir kısmı "hakikî Türk" olmadığı halde, kamuoyu nazarında ırkçılık sınırına kadar gelip dayanan ateşli Türkçü ve milliyetçi kimseler olarak bilinirler. 
II) Hiç istisnasız şekilde bunların tamamı eski İttihat–Terakki hareketinin içinde yer almışlar, hatta aktif görevlerde bulunmuşlar, sonradan da yollarını ayırır gibi yapmışlardır. Ne var ki, dem ve damarlarına işleyen İttihatçılık huy ve karakteri, son nefeslerine kadar kendini bir şekilde göstermiş veya hissettirmiştir. 
III) Yıllarca Türk Ocakları hareket veya fikriyatı içinde bulunanların bir kısmı, özellikle 1925'ten sonra CHP ile yollarını ayırma cihetine gitti. M. Kemal ile ters düşenler ise, siyaseti bıraktı, yahut Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Bu Türkçülerin hayatta kalan önemli isimleri 1946'dan sonra kurulan DP ile yakın temasa geçti, hatta bu partinin listesinden milletvekili seçilenler oldu. Ancak, nimetinden çok istifade ettikleri bu partiye fayda yerine zarar verdiler. Hiç umulmadık bir anda DP'yi terk edip gittiler. 
IV) İşte, 1946'dan sonra DP'nin sırtından Meclis'e giren, ancak ilk fırsatta gemiyi terk ederek başka limana demir atan meşhûr bazı "Türkçüler"in listesi: 
1) Fevzi Paşa: 1946'da DP listesinden bağımsız mebus seçildi. Bu partinin cumhurbaşkanı adayı oldu. 1948'de DP'yi bölmek için kurulan ve 1950'ye kadar DP'li mebusların yarısını koparmayı başaran Millet Partisinin fahrî başkanlığını yaptı. 1950 Nisan'ında öldü. 
2) H. Suphi Tanrıöver: 1950 ve 1954 seçimlerinde DP listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1957'de DP'yi bölmek için kurulan Hürriyet Partisine girdi, milletvekili adayı oldu, ancak bu kez seçilemedi. Hayatının sonuna (1966) kadar Türk Ocakları Merkez Heyetinin başkanlığını yürüttü. 
3) Halide Edip: Selânik dönmelerinden Edip Beyin kızıdır. Türk Ocaklarının en ateşli hatiplerinden biridir. 1917'de ikinci evliliğini Adnan Adıvar'la  yaptı. Kurtuluş Savaşında "Halide Onbaşı" olarak cepheye gitti. 1925'te CHP ile zıtlaştı. Kocasıyla birlikte ülkeyi terk etti. M. Kemal'in ölümünden sonra yurda döndü. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi. 1954'te partiden ayrılarak inzivaya çekildi. 
4) Adnan Adıvar: 1917'den sonra evlendiği Halide Edip'le aynı siyasî kaderi paylaştı... 1950'de Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçildi, 1954'e kadar bağımsız milletvekili olarak TBMM'de yer aldı. 
5) Fuat Köprülü: Türkçülük hareketine akademik çalışmalarla destek verdi. 1946'da DP'nin kurucuları arasında yer aldı. 15 Nisan 1955'e kadar yürütmüş olduğu Dışişleri Bakanlığı görevinden, 7 Eylül 1957'de ise partisinden resmen istifa etti. Aynı yıl yapılan genel seçimde DP'yi bölmek için kurdurulan Hürriyet Partisine girdi. Seçimi kaybeden parti kendini fesih ile CHP'ye katıldı. 
* * * 
22 Nisan 1924'te yeniden kurulan Türk Ocaklarının başkanlığına getirilen Hamdullah Suphi, kurultayda yaptığı konuşmada "Yeni Türk Ocağının, yapılan ve yapılması planlanan inkılâpların bekçisi olacağını" dile getirdi. (Dağyolu–I, s. 140–149) 
Aradan geçen zaman, elhak bu sözlerin doğruluğunu gösterdi. Bir müddet "Halk Evleri"ne de dönüştürülen Türk Ocakları, o tarihten bugüne kadar Türkiye'de yapıla gelen gayr–ı millî "Avrupaî inkılâplar"ın hep bekçiliğini, hatta zaman zaman borazanlığını yapmıştır. 
Hatta öyle ki, bugün "ulusalcılar" diye bilinen kesimin, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı gelmesinin altında yatan en önemli sebep, bir asırdır devam eden işte bu "bekçilik misyonu"yla alâkalıdır. 
Zira, şimdiki AB kriterleri, seksen yıl önceki "Avrupaî moda"ya ters düşüyor, hatta reddediyor. Haliyle, bu da "asırlık bekçiler"in ağırına gidiyor.

Derin, hassas yaramız
 Evet, bundan yüz küsûr sene evvel İslâm dünyasında ve bilhassa Ortadoğu coğrafyasında tesirli olmaya başlayan Avrupa patentli "Frengî illeti", öncelikli olarak Türklerle Arapların arasını açmayı hedefledi. 
Bu illeti kullananlar, bir yandan Osmanlı aydınlarına "Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü" dedirtiyor, bir yandan da casuslar vasıtasıyla Arapları Osmanlı'dan koparmaya ve kendilerine yakınlaştırmaya gayret ediyordu. 
Ne yazık ki, bu gayretlerinde bir ölçüde muvaffak oldular. Osmanlı aydınlarının yüzünü Batı'ya, sırtını ise Araplara döndürdüler. Sonra da, "Türkleri arkadan" vurdurmayı başardılar: Sırtını döneni vurmak, elbette ki daha kolaydı. 
Araplarla düşmanlıkta başarı ve irtibatı zayıflatma merhalesinden sonra, sıra başka düşmanlıkları tetiklemeye geldi. Sırada Müslüman Kürtler ve diğer unsurlar vardı. 
* * * 
Yukarıda değindiğimiz gibi, Türkiye'de 1909'lardan itibaren daha çok Türk olmayanların inisiyatifiyle Türkçülük/Turancılık hareketleri başladı. 
Yahudî, mason ve dönmelerin tesiri altına giren siyasî İttihatçılar, ülke genelinde asimilasyona dayalı görünen bir "Türkleştirme politikası"nı başlattılar. Türk Ocaklarının kurulmasına ve faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasına alenen destek ve kuvvet verdiler. 
Bu ocakların hücûm okları ise, ağırlıklı şekilde Kürt vatandaşların üzerine doğru yönlendirildi. Haliyle bu durum bir "aksülamel" meydana getirdi. 
Aksülamelin kurbanı olan bazı Kürt aydınları da harekete geçti ve 1918'de ilk siyasî Kürt teşkilâtını kurdu: Kürd(istan) Teâli Cemiyeti. (Said Nursî'nin bu cemiyete üye olduğu kaskatı bir yalan ve iftiradır. Talep edenlere bu konuyla ilgili dosyayı gönderebiliriz. MLS)
Bu cemiyetin en aktif aktörlerinden olan Celadet Bedirhan'ın tâbiriyle, "İtiraf edeyim ki, Türk Ocakları ne kadar Türkçü yetiştirdiyse, o kadar da Kürtçü yetiştirdi." (1933 tarihli "M. Kemal'e Mektup", s. 22.) 
Esasında, son yüz sene içinde insanlarımızın huzurunu kaçıran, onları tarifsiz acılara gark eden bu "menfi milliyetçilik" illetinin kaynağı dahilde değil, kesin olarak hariçtedir. Yani, bozulmuş "İkinci Avrupa"dadır. 
Fakat, ne yazık ki, fitnenin âleti haline gelen bir kısım gafil insanlar, bu illete sahip çıktılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Sonradan da birbirinin gözünü oymaya başladılar. 
Ne yazık ki, aynı fitne ateşi bizden can almaya ve yürekleri yakmaya devam ediyor. 
* * * 
Bu tür fitnelerin önüne nasıl geçileceği, bu yakıcı fitne ateşinin nasıl söndürüleceği aslında bellidir. 
Asr–ı Saadetteki muhacir–ensar yardımlaşma ve dayanışması, bunun en güzel, en çarpıcı örneğidir. Kezâ, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve etrafındaki sâdık, halis, fedâkâr talebeleri ve ihvanlarının durumu, bu zamana mahsus bir başka örnektir. 
İşte, bugün için Türkiye'de yaşayan hemen bütün Türkler ve Kürtler, bir bakıma muhacir ve ensar konumunda bulunuyor. Hemen herkes, şu ya da bu sebepten dolayı doğduğu yerin dışında, yani bir başka şehirde, kasabada, köyde yaşıyor. 
Ve bu insanlar birbirine düşman edilmek, vurdurulup kırdırılmak isteniyor. Fitne odakları bu fecî oyunu oynamak istiyor. 
Oyunu bozmanın yolu ise, evet ensar ruhuna sahip olmaktan geçiyor. Bu ruh ve anlayışa sahip olanlar, düşman gibi gösterilmek istenen kardeşine hiç tereddüt göstermeden sahip çıkmak, onu savunmak ve ona her bakımdan yardımcı olmak durumundadır. 
Ensar ruhunu benimsemek, böylesi bir fedakârlıkta bulunmayı gerektiriyor. Evet, Türk ve Kürt kardeşler, kendilerini değil, yekdiğerini savunacak ki, fitnekârların hevesi kursaklarına hapsolsun. 
Elhâsıl: din kardeşini savunan kimse, aklen, ruhen, vicdanen daima müsterih olur. Zira, Üstad Bediüzzaman'ın tabiriyle, aynı dine mensup olanların "Milliyeti bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imândır."



Yüz yıllık milliyetçilik anaforu (2)

Bozuk İttihatçıların Türkçülük/Turancılık mârifeti
Bozuk İttihatçıların eseri olan "Türk Ocakları"na yeniden canlılık ve işlerlik kazandırıldı. 22 Nisan 1924'te yeni dönemin I. Türk Ocakları Kurultayı çalışmalarına başlandı. Bu gelişme, "Bozuk İttihatçılık" fikrinin Cumhuriyetin ilk yıllarında da aynen devam ettirildiğini gösteriyor.
Zira, İttihat ve Terakki Komitesinin devlet ve hükümet birimlerine hakim olduktan sonra (1909) teşkil edilen ve günden güne yaygınlık kazandırılan cereyan "Türkçülük–Turancılık" cereyanı oldu.
Hiç vakit kaybetmeden, bu meyanda hummalı bir faaliyet başlatıldı. Bir yandan dersler, konferanslar verilmeye, bir yandan da gazetelerde hamaset yüklü makaleler, destanlar döşenmeye başlandı. Türkçülerin reislerinden Ziya Gökalp'in "Alageyik" şiiri, işte bu dönemin bir eseri. Birkaç mısrası şöyle:
Kaya deldin, dağ yardın,
Geldin, beni kurtardın.
Ah o imiş anladım,
Sevincimden ağladım,
Dedim, Turan Meleği!
Türkün yüce dileği!
Yüz milyon Türk bu anda
Seni bekler Turan'da.
Keza, Kırımlı Yusuf Akçura'nın ortaya koyduğu "Üç Tarz–ı Siyaset" fikri, yine bu dönemde kuvvet buldu. Bunlar ise: 1) Tevhid–i Etrak; 2) Türklük; 3) Türk Milliyet–i Siyasîyesi kavramlarla ifade edildi.
Akçura, aynı zamanda 3 Temmuz 1911'de faaliyete başlayan ve 22 Mart 1912'de resmî kuruluşu gerçekleşen Türk Ocakları'nın da kurucu en aktif üyesidir.
Hem ona, hem de Ziya Gökalp'e bir nevî "idol" nazarıyla bakılıyordu ki, her ikisi de "hakiki Türk" değildir.
Buna rağmen, günümüz bazı milliyetçileri bu iki şahsa hâlâ "Türkçülüğün öncüleri" diye itibar gösteriyor.

Misyon devam ediyor
Turancı İttihatçılar, II. Meşrûtiyet yılları boyunca gayr–ı Türk ne kadar unsur varsa, hemen tamamını Türk'e düşman noktasına getirmeyi başardılar.
Aynı muzır faaliyet, Cumhuriyet'in ilk döneminde de kesintisiz şekilde devam etti.
1924'ten itibaren yurdun hemen her köşesinde açılan Türk Ocaklarının şube sayısı 1926'da 217'ye, üye sayısı 30 bine ulaştı.
Türk Ocaklarının kapatıldığı 1931 senesinde ise, şube sayısı 278, üye sayısı 32 bin olarak tesbit edildi. (Bkz: Zekeriya Sertel, "Türk Ocakları Nasıl Islâh Edilebilir?"; Son Posta, 19 Mart 1931)
Türk Ocaklarının bu tarihte kapatılmasının sebebi, o dönemde kurulan birkaç aylık faaliyetiyle CHP'lilerin gözünü korkutan Serbest Cumhuriyet Fırkasının faaliyetleriyle doğrudan ilgili olarak gösteriliyor.
Halk Partililere göre, Türk Ocakları, siyaseten yer yer tarafsız veya pasif kaldı. Oysa, bu ocakların CHP'ye kayıtsız şartsız destek vermesi isteniyordu.
Kapatılan Türk Ocaklarının malları satışa çıkarıldı, borçları ödendi; geri kalan mal ve emlâkı ise Halkevleri'ne devredildi.
Ocakların tasfiye işlemi tâ 1944'e kadar devam etti.
Türk Ocaklarının Cumhuriyet döneminde gerek canlanması ve gerekse 1930'lu yılların başından itibaren sönmeye yüz tutması, doğrudan M. Kemal'in tutum ve yaklaşım tarzıyla izah edilebiliyor.
Bu yaklaşım tarzı esas alınarak, Bakanlar Kurulunun 2 Aralık 1924 tarihli toplantısında, Türk Ocaklarının "12 senedir halkçılık ve milliyetçilik prensiplerinin memleketin en uzak köşelerinde neşir ve tamime çalıştığı" özellikle belirtiliyor. (Bkz: Başbakanlık Arşivi, Bakanlar Kurulu Kararları, No: 30.18.01/12.58.16.)
Türk Ocaklarının işlevi, 1931'den sonra "Kemalist Türkçülük" şeklinde Halkevlerinde devam etti.

Türk dili ve tarihi Josif ile Agop'a emanet
Merkezi Ankara'da olan Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin kurucuları arasında yer alan Yusuf Akçura, bir yıl sonra (8 Nisan 1932) bu cemiyetin başkanlığına getirildi. Öldüğü tarihe (11 Mart 1935) kadar da bu görevde kaldı. 
Rusya (Simbir/Olyanovski) doğumlu olan Akçura'nın, baba tarafından Tatar, anne tarafından da Yahudi olduğuna dair bilgiler var. Babası ölünce annesiyle birlikte İstanbul'a gelip yerleşir. Annesi Dağıstanlı Osman Bey ile evlenir. Osman Bey, onun tahsiliyle ilgilenir ve götürüp askerîyede okutur. 
Zaman zaman Rusya'ya gidip gelen hatta Bolşevik İhtilâlinden kısa bir süre önce Avrupa'da Lenin ile de görüşen Akçura'nın Rusya'daki ismi Yosif/Josif Aqçura'dır.
* * * 
Akçura'nın Türkiye'de yaptığı ilk faaliyet ırkçılık mânâsındaki "Türkçülük" olmuştur. Akrabası olan ve İstanbul'da ilk kadın dergisi çıkaran Gaspıralı İsmail'in de Rusya'dan Türkiye'ye gelmesiyle birlikte, müştereken Türkçülük faaliyetine daha da hız vermişlerdir. Türk Yurdu (1911) ve Türk Ocağı'na (1912) dair yayın ve oluşumların en aktif aktörleridir. 
1918 yılı sonlarında İstanbul'da kurulan Kürt Teali Cemiyetinin kurucu üyesi ve bu hareketin fikir öncülerinden biri olan Celadet Bedirhan, hatıralarında kendisinin ve arkadaşlarının en çok Yusuf Akçura ile yakın çevresinden etkilendiğini, 1933'te Suriye'den M. Kemal'e gönderdiği mektupta uzun uzadıya anlatıyor.
1922'den sonra "vatan haini" listesine dahil edildiği için, babası ve kardeşleriyle birlikte yurt dışına kaçan Celadet Bey, bu uzun mektubu Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle çıkarılacağı söylenen ve kendisine de haberi verilen "umumi af" vesilesiyle kaleme almış. Sonradan kitaplaşan bu mektup, hayret ve ibret yüklü ifadeler ve itiraflarla doludur. 
Mektupta yer alan son derece düşündürücü ve dikkat çekici ifadeleri bir sonraki yazıda ele almaya çalışalım.

 Bediüzzaman diyor ki:
(Yıl 1935. Yer, Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi)
Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta'da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında "Said Kürdî" ve "Bu Kürd" diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet–i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir. 
Ey efendiler! 
Ben, her şeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek–i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad (şahit) edebilirim. (Tarihçe–i Hayat, s. 202)



Yüz yıllık milliyetçilik anaforu (3)

Türk Ocakları, Türkçü kadar Kürtçü de yetiştiriyordu

Cumhuriyet'in 10. yılı münasebetiyle (1933'te) "umumî af" çıkarılacağı ilân edildi. Bu ilânâttan dolayı, "suçlu/cezalı" damgası vurulmuş pekçok kişi iyiden iyiye ümide kapıldı.
İşte, böylesi bir ümide kapılanlardan biri de "vatan haini" yaftası yapıştırıldığı için, meşhûr "Yüz Elllikler" listesine dahil edilip yurt dışında yaşamaya mecbur edilmiş olan Celâdet Bedirhan Beydir.
Celâdet Bey, 1933'te bulunduğu Suriye'nin Taberiye Sâhilinden Reisicumhur Mustafa Kemal'e uzunca bir mektup yazarak, Türk–Kürt ayrımcılığının bitmesi gerektiği yönünde bazı telkin ve tekliflerde bulunur.
Mektubun baş kısmındaki tesbitler bölümünde ise, Kürtçülük hareketinin esasında Türkçülük hareketinin bir "aksülâmel"i olduğunu ifade ile son derece düşündürücü bir ibret tablosunu gözler önüne serer. (NOT: Üstad Bediüzzaman da, fikri değişen talebesinin aynı mânâdaki "aksülamel"in tesiri ile bozulduğunu ifade eder.)
İşte, M. Kemal'e hitaben kaleme alınmış 1933 tarihli mektuptaki ibretâmiz ifadeler:
"Hatırımda kaldığına göre 10 Temmuz'un (23 Temmuz 1908'deki Meşrûtiyet'in ilânının Rumî gününü kast ediyor) ikinci sene–i devriyesi (1910) henüz idrak olunmamıştı. Bir gün Şehzadebaşı'nda bir tiyatro binasında (Ferah Tiyatrosu olsa gerek) mühim bir konferans verileceğini edebiyat öğretmenimizden öğrenmiş ve bu gibi şeylere meraklı birkaç arkadaşımla konferans mahalline gitmiştim. Sahneye iki adam çıktı. Biri Yusuf Akçura Bey idi. Arkadaşını bize takdim etti. Bu zatın ismi İsmail Gasperenski idi. Gasperenski Efendi, İstanbul ahalisince anlaşılması müşkil bir Türkçe ile uzun bir konferans verdi. Mütemadiyen Türk'ten ve gayr–i Türk'ten bahsediyordu. 
"Konferans bittiği zaman, benim ve arkadaşlarımın anlayabildiği şundan ibaretti: Herkes Türk'tür, Türkiye'de Türk'ten başka millî unsur yoktur ve olmamalıdır. 
"Bilmem nasıl bir tesadüftür ki, o gün aramızda hiçbir Türk talebe yoktu. Benden başka, diğer arkadaşlarımın biri Kürt, biri Çerkez, biri Arnavut, biri Gürcü ve biri de Rum idi. 
"Ertesi gün, mektepte aynı arkadaşlar bir araya geldiğimiz zaman, Gasperenski Efendinin konferansı mevzubahis oldu. Meşrûtiyet devri ile birdenbire inkişaf eden müsavat–ı hukuk ve türlü şahsî, unsurî ve mezhebî hürriyet fikirleriyle sür'atle temasa gelen genç dimağımız, Gasperenski Efendinin nazariyatını kabul edemiyordu. Bu nazariyat, bize pek aykırı gelmiş, mânevîyatımızı adeta isyan ettirmişti. 
"O tarihte mektepte bir gazete hazırlayıp neşrediyorduk. Gazetenin riyâset–i tahririyesi (başyazarlığı) benim üzerimde idi. Gasperenski Efendinin konferansının bende yapmış olduğu aksülâmel ile olacak, mezkûr gazetede Kürtlüğün tarihinden, ırkından, vatanından ve hususiyetlerinden bahseyledim. 
"Bu ve emsalî konferanslar ve neşriyat ile Osmanlı hududu dahilinde yaşayan gayr–i Türk milletlerin aleyhine olmak üzere, yeni bir Türk milliyetinin esasatı kurulmak isteniyordu. Bu şöven milliyetçiliğin, daha doğru bir tabirle başka milletlerin kanıyla vücuda getirilmek istenilen yeni milliyetin edebiyatını yapmak üzere bir bir Türk Ocakları, Türk Yurtları tesis olundu. Mecmualar ve kitaplar neşredildi. Gençlere bu yurt ve ocaklarda hususi bir terbiye veriliyordu.
"Rehberlerin itikadınca, bu ocakların eşiğinde ilk temsîl ameliyesi (asimile çalışması) yapılıyordu. Fakat, ileride göreceğiz ki, bu ocaklar size Türkçü yetiştirdiği kadar, bize de Kürtçü yetiştiriyordu." (Bkz: Doz Yayınları, M. Kemal'e Mektup, s. 22)

Akçura'ya dikkat!
Görüldüğü gibi, asıl işi ve mahiyeti ırkçılığı körüklemek olan Akçura, 1923 seçimlerinde CHP milletvekili oldu. Uzun yıllar üniversitelerde siyasî tarih dersleri verdi. Türk tarihi hakkında ortaya yeni tezler attı. 1931'den sonra bu tezlerin adeta lokomotifi rolünde çalıştı. Öldüğü tarih olan 11 Mart 1935'e kadar TTK Başkanlığı ile milletvekilliği görevini birlikte yürüttü.
Agop da devreye giriyor

Türk Tarih Kurumunun Akçura'ya emanet edildiği aynı yıllarda (1932...), gariptir ki Türk Dili Kurumunun başına da Ermeni asıllı Agop Martayan getirildi. Sonradan "Dilaçar" soyadı verilen TDK Genel Sekreteri Agop Martayan, Güneş Dil Teorisinin sahibi olup, öldüğü 1979 yılına kadar da Türk Dil Derneğinin başkanlığını yaptı. (1934'te soyadı kànunu çıkınca, M. Kemal'e "Atatürk" soyadını onun teklif ettiği rivâyet ediliyor. "Atatürk" imzası ise, onun kaligrafi uzmanı olan kardeşinin imzasını taşıyor. )
Agop ile Josif, her ne kadar "Ne mutlu Türk'üm diyene" ortak paydasında buluşmuş olsalar da, aralarında herhangi bir din, dil ve milliyet birliği yoktur. Bunların özde ne derece Türk, ya Müslüman olduklarını ise, varın siz tezekkür edin.
Gayr–ı Türk olmak, ayıp değil, günah değil. Allah nasıl yarattıysa, nasıl takdir ettiyse, onu hürmet ile kabul etmeli. Ayıp ve çirkin olan, kendini olduğundan başka türlü göstermek, sahtekârlık yapmaktır.

"Aksülâmel"e kapılmış olan talebesine ders verip kurtarıyor

Burada, Meşrûtiyetin ilanından on yıl sonra, yani 1918'de Bediüzzaman Said Nursî ile Kürt kökenli bir talebesi arasında yaşanmış bir hadiseyi aktarmak istiyoruz. 
Bediüzzaman, son Isparta hayatında, 1955'lerde "Reisicumhura ve Başvekile" diye yazdığı mektubunun bir yerinde şu hatırasını anlatıyor: "Ben Van'da iken (1914–15), hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: 'Türkler İslâmiyet'e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?' Dedi: 'Ben Müslüman bir Türk'ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam îmâna hizmet ediyorlar.' Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü'l–amel ile, o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: 'Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd'ü, sâlih bir Türk'e tercih ediyorum.' Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. (*) Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet–i İslâmiye'nin kahraman bir ordusudur." (Emirdağ Lâhikası–II, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 196) 
Burada aktarılan şu hakikatli ifadeler, bu vatanda neyin sorun ve neyin o sorunun aksülamel bir sonucu olduğunu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. 
Yaptığımız araştırmaya göre, Bediüzzaman'ın bu talebesi, aynı zamanda İşarâtül–İ'caz isimli eserinin bir kâtipliğini de yapmış olan Müküs'lü (Van, Bahçesaray) Hamza Efendidir. 
Hamza Efendi, 1917'de İstanbul'a gelmiş, üniversitede tahsil görmüştür. İstanbul'daki bazı Türkçü hocaların ırkçılık yapmalarından tahrik olmuş, Kürtçülüğe meyletmiş ve hatta işgalci İngilizlerin himayesinde kurulan (1918) Kürt Teali Cemiyeti'nin de üyesi olmuştur.
..............................
(*)  Bu meseleyle ilgili bir başka risâlede aynı paralelde şu ifadeler zikrediliyor: "Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet–i milliye bahsi oldu. O dedi: 'Ben şimdi, rafizi bir Kürdü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim.' Ben de 'Eyvah!' dedim. 'Ne kadar bozulmuşsun?' Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakikatli haline çevirdim.” (Tarihçe–i Hayat, s. 128)

Hiç yorum yok: