10 Ocak 2013 Perşembe

Fuzuli’nin ve Necip Fazıl’ın şikâyetnameleri -Fazıl ve Para-Necip Fazıl ve Nazım Hikmet -Yavuz Bahadıroğlu

Fuzuli’nin ve Necip Fazıl’ın şikâyetnameleri
Önce Habertürk Gazetesi’nden Abdullah Kılıç’ı tebrik ediyorum; çünkü gerçekten haber değeri olan bir konuyu haberleştirmiş… Üstelik de alışıla gelindiği gibi, “yargıç” üslubuna kaçmamış… Farklı yorumları görmezden gelmemiş…

Yani işini, yapılması gerektiği gibi, “tarafsız” yapmış. Bugünlerde sık rastlanabilen bir “gazetecilik” türü değil bu…


Gerçi işin erbabı, dönemin bazı yazarlarının Başbakan Adnan Menderes’ten para aldığını biliyordu. Ancak ben dâhil, çoğumuz mektupların tam metnini ilk kez Abdullah Kılıç’ın haberinden okuduk. Tarihe not düşmek böyle olur.



Sözün özü şu: Rahmetli Üstad Necip Fazıl, Peyami Safa, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya gibi “önemli” yazarlar; İbrahim Çallı, Bedri Rahmi gibi “önemli” ressamlar; Yahya Kemal gibi “önemli” şairler ve daha birçok “saygın” isim, devrin Başbakanı (şehit) Adnan Menderes’e “üç kuruş” için yalvar-yakar olmuşlar…



Bu durum pek tabii bugünkü mantığımıza çok ters geliyor. Ne var ki, “yazın dünyası” böyle bir “gelenek”ten geliyor ve korkarım bu gelenek başka biçimde sürüyor…



Söyler misiniz lütfen, hükümetten “nakit” para almakla, hükümeti yıkmaya çalışan “balyozcu”lara kitap yazıp cemseler dolusu dağıtılmasından oluşan külliyetli “telif”i almak arasında ne fark var?



Böyle bir olay 28 Şubat sürecinde, yani daha dün yaşandı. O kitabı yazan da, “cebren ve hile ile” okutanlar ve cemselerle dağıtanlar da sağ... Birileri de keşke bu işin üzerine gitse…



Ama tabii ki “yanlış emsal olmaz”! Her ne şekil ve surette olursa olsun, kalemin “haksız kazanç” sağlama aracı olarak kullanılması, bugünkü mantığa sığmaz! Ancak böyle bir geleneğin olduğu da inkâr edilemez: Osmanlı döneminde ne kadar ciddi şair, yazar, hattat ve her anlamda “sanatçı” varsa, hemen hemen hepsi devlet tarafından desteklenmiş, yazdıklarını ve yaptıklarını kimi zaman padişaha, kimi zaman sadrazama, vezirlere, valilere sunarak maişetlerini temin etmişlerdir.



Malum: O dönemde sanat eserini başka türlü değerlendirecek bir “piyasa” yoktur. Sanat eserinin tek müşterisi saray ve üst düzey yöneticilerdir. Her padişah sanatçıları bir şekilde ödüllendirmiştir.



Meselâ Kanuni döneminde rüşvetin yaygınlığına delil gösterilen, Fuzûlî’nin meşhur “Şikâyetname”si, tahsisatının gecikmesi üzerine yazılmıştır.



Fuzûlî, Bağdat civarında yaşayan fakir bir şairdir o tarihte. Kanunî’ye yazdığı bir mektupta geçim darlığı çektiğini bildirmiş ve Necip Fazıl’ın mektubuna benzer bir mektup yazarak, kendisine devlet hazinesinden makul bir tahsisat lütfedilmesini istemiştir.



Bunu dikkate alan Padişah, Fuzûlî’ye bir “berat” göndermiştir. Buna göre, Fuzulî’ye, Bağdat’taki vakıf gelirlerinden makul bir miktar tahsisat bağlanacaktır.



Fuzûlî, beratı alır almaz vakıf idaresine gitmiş, Padişah’ın emri gereğince kendisine tahsis edilen paranın verilmesini istemiştir. Ne var ki, bürokratik engelleri aşamamış, “Bugün git yarın gel”lerin ardı arkası kesilmemiştir. Aradan haftalar, hatta aylar geçmesine rağmen, parayı bir türlü alamamıştır.



Vakıf idaresine birkaç kez gidip her seferinde eli boş dönen şairin sonunda tepesi atmış, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyü almadılar/ Hüküm gösterdim, faydasızdır deyü, mültefit olmadılar” (önemsemediler) mısraını da içeren meşhur şiirini işte bu yüzden kaleme almış, o tarihte Kanuni’nin Genel Sekreterliğini yapan Nişancı Celalzâde’ye göndermiştir. Oradan da şiir Kanuni’ye ulaşmıştır.



Bu şiirinde Fuzûlî, bürokrasinin yavaş işlemesinden yakınmakta, özellikle vakıf dairesinde çalışan memurlarla arasında geçen “dedim-dedi” bölümünde, hâlâ aynı havalarda dolaşan bürokratik ahlâki sorgulamaktadır.



“Gördüm ki, sualime cevaptan gayri nesne vermezler ve bu berat ile hacetim (ihtiyacım) reva görmezler/ Nâçar (çaresiz) terk-i mücadele kıldım (mücadeleden vazgeçtim), meyus u mahrum, guşe-i uzletime çekildim” (hiçbir şey elde edememenin karamsarlığı içinde yalnızlığıma gömüldüm).



Necip Fazıl da buna benzer satırlarla rahmetli Menderes’ten “tahsisat” istemiyor mu?


Fazıl ve Para

“Hayatında paraya değer vermeyen iki kişinin adını söyle” deseler, biri mutlaka Necip Fazıl olur…
 
O, parayı değil, kullanmayı severdi. Meselâ arkadaşından borç aldığı yüz liranın altmış lirasıyla gömlek alır, üstünü kasiyere bahşiş olarak bırakırdı…
Konakta doğmuş, “lüks” şartlarda büyümüş birini bunun için muaheze edemezsiniz. Zira şartlar değişir, para zaman içinde biter, ama alışkanlıklar ölünceye kadar devam eder.
 
Dava ve mahpushane arkadaşı rahmetli Osman Yüksel’in (Serdengeçti) Vehbi Vakkasoğlu’dan (Vehbi Bey’in babasına bizzat anlattığı) dinlediğim bir “para” hikâyesi var ki, Üstad’ın para ile ilişkisini çok güzel anlatıyor…
 
Üstad, Yassıada’da sözkonusu edilen meşhur “Örtülü Ödenek Davası”na dayanak oluşturan 147. 000 lirayı almak üzere, Ankara’ya gitmiş. Fakat uzun tren yolculuğu esnasında beyaz gömleğinin yakası kirlenmiş. Yedek gömleği de yok. Yakın arkadaşı Osman Yüksel’den bir gömlek almasını istiyor…
 
Necip Fazıl ne kadar eli açık ise Osman Yüksel o kadar tutumlu. Bir mağazaya giriyorlar. Üstad, fiyatı 60 lira olan en pahalı gömleği seçiyor. Osman Yüksel’den borç aldığı bütün bir yüz lirayı tezgâha koyuyor ve “Üstü kalsın” diyor, “Necip Fazıl verdiği paranın üstünü almaz!”
 
Osman Yüksel’in halini varın siz düşünün: Çünkü o zamanın şartlarında yüz lira, onun için bir aylık geçim parasıdır.
 
Necip Fazıl, yeni gömleğini giyip başbakanlığa gidiyor ve içinde 147. 000 lira bulunan bir çanta ile dönüyor. Yüz liraya içi hâlâ yanan ve yakınan Osman Yüksel’e, “Para dediğin nedir ki Osman?” diyor, çantayı yaya kaldırımın ortasına fırlatıyor. Çanta açılıp paralar saçılıyor. Osman Yüksel’in aklı çıkıyor. Topladığı paraları çantaya tıkıştırıyor. Birlikte Osman Yüksel’in bürosuna dönüyorlar.
 
Yassıada’da işte bu paradan dolayı sorgulanıyor, Necip Fazıl.
“Evet aldım” diyor, “alırken de bir rejim ve hükümet meddahlığı vazifesini üzerime almadım…
 
“Adnan Bey’de, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstaid biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim. Bütün aldıklarımı, mücadelesini ettiğim yolda harcadım. Ve sade harcamakla kalmayıp evimdeki eski koltuk ve halılara kadar da bu uğurda satmaya mecbur oldum. 
“Zira Adnan Bey’in ‘bir kere başla da sonu gelir’ diye ettiği her yardım, Demokrat Parti iktidarının menfi kutbu tarafından engellenince, kendisine bir ev yaptırılmaya başlanıp, birinci katı çıkmadan yüzüstü bırakılan bîçare gibi, elimdeki avucumdakini sarf etmeye, üstelik müthiş bir borç altına girmeye mahküm oldum.
 
“Yani örtülü ödenekten bana verilen paralar, şahsıma bir şey getirmek yerine, benim bütün imkânlarımı yedi, bitirdi ve neyim varsa götürdü. Böylece Adnan Menderes, örtülü ödeneğiyle beni kullanmış değil, asıl ben onu idealim uğrunda kullanmaya teşebbüs etmiş, fakat iradesiz ve sebatsız karakteri yüzünden muvaffak olamamış bulunuyorum.
 
“Benim, bir dava uğrunda bir nevi vergi hakkiyle alabildiğim, reklam parasına bile yetmez, gülünç meblağlara karşılık, kendisinden milyonlar devşirip şimdi gözünü oymaya bakan, Büyük Doğu’yu örtülü ödenek beslemesi olmakla suçlayan ve hesap vermeye davet edilmeyen bazı gazetelerin hali, masumluk ve ulviliğimizin ters tarafından mükemmel bir ifadesidir. İsterseniz bu gazetelerin hesabını yüksek huzurunuzda ortaya dökeyim.
 
“Böyleyken huzurunuzda suçlu sıfatiyle oturan dünün Demokrat Parti Genel Başkanı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Başvekili Adnan Menderes’e, bize gösterdiği yarım, devamsız ve samimiyet derecesi belirsiz alakadan dolayı minnettar olduğumuzu ve böyle olmakta devam edeceğimizi bildirmek de vazifemdir.”
Bu kadar.
 
Şimdi bu konuyu yeniden ısıtıp Necip Fazıl’ı yıpratmaya çalışıyorlar. Başaramazlar: Çünkü biz insanların hatasını değil, hizmetlerini severiz!

Necip Fazıl ve Nazım Hikmet

İttihad ve Terakki kalıntısı Ergenekoncuların âdetidir: Siyaseten yenildiklerinde, halktan intikam alma hevesine kapılırlar ve bu hevesle ya dine ya da tarihe saldırmaya başlarlar…

28 Şubat süreci boyunca dine, dini sembollere ve dindarlara nasıl vahşice saldırdıklarını hatırlayalım…

Buna rağmen siyaseten yenilgileri devam etti. Üstelik geçen zaman içinde “irtica” filan olmadığı, “Balyoz Darbesi”ni gerçekleştirmek için “irtica”yı gündemde tuttukları ayan-beyan ortaya çıktı…

Taktik değiştirip bu kez tarihi karalamaya başladılar. Bunun için de Osmanlı’nın en “muhteşem” dönemini seçtiler: Onu kirletebilirlerse, tarihte kirlenmemiş bir dönem kalmayacaktı.

Yapımcıların niyeti bu muydu bilmiyorum, ama böyle bir niyete hizmet ettiği aşikâr…
Ne var ki, bu kez de “namuslu tarihçiler” devreye girdi ve “Muhteşem Süleyman” dönemine ait belgesel kitaplar bir biri arkasından yayınlandı…
Giderek güçlenen Başbakan da sert çıkınca, hesap tutmadı: O güne kadar “dekolte”siyle meşhur Hürrem Sultan figürünü bile kapatıp namaz kıldırmak zorunda kaldılar…

“Yenilen pehlivan yenilmeye doy-maz”mış ya, bunlar da doymadı: Yine taktik değiştirdiler ve dindar kesimin medar-ı iftiharı isimlere sarktılar…
Bediüzzaman öncelikli hedefti: Ne var ki atılan tüm çamurlar, atanların suratına yapıştı. Çünkü Bediüzzaman, tüm dünyasını küçücük bir bohçaya sığdıracak kadar temiz bir hayat yaşamış, paraya-pula, şöhrete-şana dönüp bakmamıştı…
Bu yüzden iftira bile tutmuyor, anlatılanlar kimseye inandırıcı gelmiyordu.
Saldırılar fiyasko ile neticelenince, Fethullah Hocaefendi’yi hedefe koydular: “Montaj kaset” furyası başladı. İftiralar ekranlarda uçuştu. Aynı zamanda ağlayan “Fadime”ler, baston savuran “Aczimendi”ler ortaya çıktı…

Sınırsız medya gücüne rağmen, hedeflerine ulaşamadılar. Bu gürültü-patırtı eşliğinde bir yandan tatlı ihaleler ve krediler alıyor, bir yandan da bankaları hortumluyorlardı.
“Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” ya, burada da hesap döndü: Askerlerden sonra, hesap verme sırası sivil uzantılarına geldi. Millet, “Önce Dinç Bey mi, Aydın Bey mi, Ertuğrul Bey mi alınacak?..” diye beklerken, Necip Fazıl olayı patladı: Üstad, dönemin Başbakan’ı Adnan Menderes’ten para almıştı…

Hükümetten para alan şair “kötü” ise, Nazım Hikmet neden “iyi?” Üstelik kendi ülkesinin hükümetinden değil, Rus hükümetinden, hem de milyonlarca Kırım ve Kafkas Türk’ünün cellâdı olan Stalin’den para aldı. “Sipariş üzerine” Stalin’i ve komünizmi öven nice şiir yazdı. Hadi durmayın, madem “gazetecilik” yapıyorsunuz, Nazım’ın Stalin’e yazdığı methiyeleri ve bölgesel idarelere yazdığı mektupları da yayınlayın! Merak etmeyin: Sıkışmış bir şairin para talebini biz hoş görürüz.

Eminim ki, Necip Fazıl Demokrat Parti’nin iktidara gelişinde büyük pay sahibi olduğunu düşünmeseydi (bunu düşünmekte haklıydı, zira çok büyük bir mücadele vermişti), Adnan Menderes’ten tek kuruş talep etmezdi.

Nitekim 1945 yılında, “rejimin üçüncü adamı” Recep Peker (Başbakanlık ve CHP Genel Sekreterliği yaptı), üzerinde Merkez Bankası bandajı bulunan para demetlerini masaya koymuş, CHP’sine “biraz ölçülü muhalefet” etmesi karşılığında yüz bin lira teklif etmişti…

O günler Üstad’ın, “çocuklarının süt borcu olan altmış üç lirayı ödemekten aciz” olduğu günlerdi. Buna rağmen, anında reddetti…

CHP Umum Müfettişi,  Maraş ve Kütahya milletvekili Alaattin Tiritoğlu da, CHP’sini eleştirmemesi şartıyla bir matbaa hediye etmeyi teklif etmiş, Üstad yine kabul etmemişti.

Hazır “gazete-gazeteci ve para” ilişkisi söz konusu edildi, söyleyin bakalım, dönemin ekonomiden sorumlu bakanı Güneş Taner’i hangi “gazeteci” arayıp patronunun şirketleri için külliyetli miktar “para” istemişti?..

Bundan sonraki yazım, Necip Fazıl’ın örtülü ödenekten para alması hususunda Yassıada hâkimlerine verdiği ifadeyi kendi kaleminden okuyalım. 

Hiç yorum yok: