Tevrat ve İncil’de denizlerde yaşayan bir su canavarından bahsedilir. Adı Leviathan’dır. Temsili olarak bütün kötülüklerin anasıdır. Mümkün mertebe rahatsız edilmemesi gerekir. Ama bir kere rahatsız edildimi, artık kontrol edilemeyen bir canavar halini alır. Vay o zaman insanların haline!
1640’lı yıllarda İngiltere’de çok çetin din savaşları başlamış ve kontrolden çıkmıştı. Asayişsizlik, kargaşa, anarşi, katliamlar… kısacası her şey vardı. Diğer bir ifade ile leviathan rahatsız edilmiş ya da uyandırılmıştı! Bu canavar artık vatandaşların hepsini parçalayıp yok edecekti.
Pekiyi bu leviathandan nasıl kurtulunacak ve düzen yeniden nasıl tesis edilebilecekti?
İşte tam bu koşullarda İngiliz felsefeci Thomas Hobbes 1651 tarihli Leviathan adlı çalışmasını yayınladı. Hobbes o koşullarda ancak sınırsız gücü olan bir muhafızın leviathan canavarından vatandaşları koruyabileceğini anlatıyordu. O da mutlak monarşiydi. Siyaset ve din üzerinde sınırsız gücün hükümdara verilmesini içeren bir fikri savunuyordu. Adeta, Reform Çağı’nda mutlakiyetçilik barışa giden tek yol olarak takdim edilmişti.
Hobbes’a göre, vatandaşları yabancıların istilasından koruyabilmenin, birbirlerine zarar vermelerini engelleyebilmenin, kendi sanayilerini ve yeryüzünün meyvelerini güvence altına alabilmenin yolu bütün gücü ve kudreti bir tek insan ya da insanların meclisine vermektir. Vatandaşlar adeta haklarından vazgeçerek bütün haklarını bu insana ya da insanların meclisine vererek bütün gücü ve kudreti tek bir insanda toplarlar. İşte buna da devlet denir. Aslında böyle yapmakla kendileri daha büyük bir leviathan yaratmış oldular! Bu da işin ironik tarafıdır.
Önceleri vatandaşların hak ve özgürlüklerini korumak için oluşturulan devlet, zamanla büyüdü. Haklar ve özgürlükler hiçe sayıldı. Ekonominin gelişmesine paralel olarak devlet faaliyetleri de genişledi. Genişledikçe de harcamaları arttı. Harcamaları arttıkça daha fazla vergi toplamaya başladı. Bu da yetmedi, sınırsızca ve sorumsuzca borçlandı. Para basma yetkisini kötüye kullandı. Sonuçta devlet, sosyal faydasından çok sosyal maliyeti olan bir yük haline geldi.
Leviathan’dan yaklaşık 100 yıl sonra bu sefer Fransız aydınlanmacı düşünür Montesquieu, mutlak devlet olarak vatandaşların karşısına çıkan bu yeni leviathandan ancak onu üç başlıklı bir canavara dönüştürerek kurtulunabileceğini ifade etmiştir. Adeta, bu canavarın üç başı birbirleri ile uğraşırlarken, vatandaş daha rahat ve özgür hale gelir denmektedir. Kısacası Montesquieu, devlette temsil olunan politik gücün yasama, yürütme ve yargı olarak üçe ayrılmasını önermiştir.
Her birimin ayrı bağımsız gücü ve sorumluluk alanları vardır. Aynı zamanda her birim bir diğerinin güç kullanımı üzerine sınırlamalar getirebilmektedir. ABD sistemine göre bu birimler “hükümet birimleri” olarak adlandırılırken diğer sistemlerde “hükümet” yalnızca yürütme birimini ifade eder. Kuvvetler ayrılığı ilkesini savunanlar bu ilkenin demokrasiyi koruduğunu ve totaliter hükümetlere engel olduğunu ifade ederler. Günümüzdeki uygulamalar ise çok çeşitlilik göstermekle birlikte hemen hemen hepsi açık bir şekide kuvvetler ayrılığı ya da kuvvetler birliği ilkesine dayanmaktadır.
Bugün ülkemizde “olmazsa olmaz” gibi takdim edilen kuvvetler ayrımı aslında bir “olmazsa olmaz” ilke değildir. Her millet kendisi için en uygun sistemi müzakere ederek ortaya koymaktadır. Önemli olan tercih edilecek sistemin ilgili ülkeyi doğru istikamette hedeflerine bir an önce ulaştırmaya vesile olmasıdır.
Şimdi gelelim ülkemizdeki panoramaya.
Ülkemizde hemen hemen her şeyde olduğu gibi, Batı’da yapılan bu tartışmaları bilemeden/yapamadan, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir düzen kurduk. Bize uyar mı uymaz mı sorusuna pek aldırış etmedik. Tüm bunlara rağmen, bu ilkelere bile tam olarak uymadık sadece yapacaklarımıza onu uydurduk. Şimdi bizde, temelde kuvvetler ayrılığı ilkesi var mı? Var. Pratikte? Yok. Kimin gücü neye yetiyorsa onu yapıyor.
Örneğin, Osmanlı ya da Selçuklu yönetimleri (devlet modelleri) Tevrat’ta/İncil’de ifade edilen Leviathan canavarına mı benziyordu ki bu canavarı üç başlı hale getirdik? Cevap yok. Yok, çünkü bu tartışmaları yapmadık. Analitik süzgeçlerden geçirmedik. İçinde bulunduğumuz bu nisbeten “yeni” model bir ihtiyacın sonucu değil, bir teslimiyetin sonucu gibi dayatıldı ya da algılandı. Tamam bazı kaygılarımız var. Ancak bu kaygılarımızı sebep göstererek bambaşka bir tedavi uygulanırsa bu sefer de çok farklı bir sonuç ile karşı karşıya kalırız ki şu sıralarda sanırım onu yaşıyoruz.
Vatandaşlar, onları korumak için yapılan (!) bu değişimleri tam olarak anlayamadı. Bakınız, “Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin” diyen bir halkın, devletini bir Leviathan olarak görmesi mümkün müdür? Elbette hayır.
Yakın geçmişimizden birkaç örnek daha vermek gerekirse, darbelerle başlayabiliriz. 1960, 1980 ve son olarak da 28 Şubat Post Modern Darbesi’ni bu modelde nasıl yorumlayacağız. “Leviathan’ı üç başlı yapmıştık, sonra daha büyük bir leviathan geldi ve onu yere serdi!” mi diyeceğiz?
Pekiyi, tek başına iktidar dönemlerini nasıl yorumlayacağız? “Leviathan’ın üç başından biri çok büyüyünce diğer ikisinin canına okudu ve ısıra ısıra onları terbiye etti” mi diyeceğiz? Ya da bazı dönemler için “Leviathan’ın üç başından biri öyle hırçındı ki diğerleri onun şerrinden korkuyor herhangi bir şey yapamıyordu” mu diyeceğiz?
Gidin bütün bunları vatandaşlara anlatın bakalım size ne diyecekler?
Bugün gelinen noktada görüyoruz ki bu oldu-bitti modeli bu milletin tarihine uygun bir çıkış, şahlanış ya da nasıl isimlendirirseniz isimlendirin bir atılım yapmasına engel olur hale geldi. Tamam demokrasiyi kısmen koruyor ve yönetim halkın doğrudan katılımı ile yani seçimler ile iktidara gelebiliyor. Ama ondan sonra bu yapı ya yönetimi oldukça yavaşlatıyor ya da yürütmenin etkisi altına sokuyor.
Bir başka örnek; bugün kanunları yasama organı yapıyor değil mi! Pekiyi pratikte kanunlar ya da kanun değişiklikleri nereden geliyor?
Yürütmeden.
Kısacası, yürütmenin isteklerini yasama yerine getirmiş olmuyor mu?
Evet.
Pekiyi yargı ne oluyor? Öncelikle yargının kendisini kim oluşturuyor?
Yürütme.
Pekiyi, yargının hükümlerine temel olacak ilkeleri kim belirliyor?
Yasama.
Oraya hangi yollarla geliyor o hükümler?
Yürütme yoluyla.
Pekiyi böyle bir durumda şeffaflık, denetlenebilirlik, hesap verilebilirlik ve kaliteden hangi oranda bahsedebiliriz?
…
Gelin biraz da kurumsal yapılara bakalım. 1999 yılından bu yana düzenleme ve denetleme kurulları oluşturuyoruz. Pekiyi bu kurulları nereye sokacağız? Yasama organı mıdırlar? Yürütme organı mıdırlar? Yoksa, yargı organı mıdırlar? Nedir bunlar? Hepsi ve hiçbiri.
Haydi, Merkez Bankası’nı nereye koyacağız? Yüzmilyarlarca liralık kredi hacmi oluşturan bir iradeye ne diyeceğiz? O bağımsız, ona karışmayız mı diyeceğiz?
Gördüğünüz gibi teoride bir modelden bahsediyoruz ama pratikte tam bir gecekondu yöntemi ile büyüyoruz. Bu pragmatik yöntem bu milletin tam olarak bir atılım yapmasına vesile olamıyor. Bizim kendi kültür kodlarımıza uymuyor. Bize uygun bir şekilde değişmesi ve değiştirilmesi gerekir.
Tamam, diyebilirsiniz ki günümüzde tam olarak uygulanan bir kuvvetler ayrılığı veya bir kuvvetler birliğinden söz edilemez. O halde bu durum bize, özümüze ve kültür kodlarımıza en uygun bir sistemi kurgulama/modelleme fırsatı verir. Her millet kendisine uygun bir sistemi kurgularken bizler niçin evhamlarımız üzerine bir sistemi kendi kendimize dayatalım ki? Bu sistemin bu şekilde yürümediği açıkça ortada. O halde yapılması gereken iş en doğru olan sistemi tespit etmek ve milletin onayına (referandum) sunmaktır.
Bizler temel prensip olarak şunu her zaman söyleyebiliriz. En iyi çözüm doğal olana en yakın olan çözümdür. Çünkü “eşyanın aslında ibaha vardır”. Bunun için milletimizin özüne en uygun olan çözümün peşinde olmalıyız.
Aynı zamanda bu konuda adil ve ilkeli olmalıyız. “Falancanın / filancanın işine yarar onun için bu konuları şimdi konuşmayalım” yaklaşımını sağlıklı ve adil bulmuyorum. Önemli olan iyinin, güzelin, doğrunun, faydalı ve adil olanın ortaya konulmasıdır. Hak da bu çerçeveden doğar ve inanırız ki hakkın kendi tesir gücü vardır.
Mevcut düzen yeniden yapılandırılmalıdır. Yeni düzende devlet tedricen mal ve hizmet üretiminden çekilmelidir. Günümüzde artık kişiler her türlü mal ve hizmet üretimini yapabilecek kabiliyete sahiptir. Her zaman ifade ettiğimiz gibi bugün artık üretim sorunu yoktur. Bölüşüm sorunu vardır.
Devlet yeni düzende kendisini her şeyi düzenleyici ve denetleyici pozisyonunda konuşlandırmalıdır. Elbette, halkın doğrudan katılımı ile demokratik seçimler yapılmalıdır. Devlet başkanı ile birlikte meclis seçimle iş başına gelmelidir.
Devletin temel görevi herşeyi düzenleyip denetlemek olmalıdır. Mevcut bütün yapılar buna göre yeniden gözden geçirilmelidir. Kurum ve kuruluşların hepsi gözden geçirilmeli, düzenleme ve denetleme misyonuna göre yeniden konumlandırılmalıdır. Devletin başı, içeride bu fonksiyonları adil bir şekilde yerine getirmekle görevli olmalıdır. Dışarıda ise, devletler/milletler yarışından kopmayacak şekilde gerekli tedbirleri almakla yükümlü olmalıdır. Yurtta sulh cihanda sulh güzel bir prensiptir. Sulh salah aynı kökten gelen kavramlardır. Dolayısıyla devletin en temel misyonu, bu kökten gelen bir kavram ile ifade edersek, “ıslah” olmalıdır. Bunun karşıtı olan eylemler de ifsad eden eylemlerdir. Devlet ifsada da engel olmalıdır.
Düzenleme işi sürdürülebilir olmalı ve b/ilim esaslarına dayalı olarak gerçekleştirilmelidir. Kısıtlama için değil, hakların korunması için yapılmalıdır. Dolayısıyla bir şekilde b/ilim camiası bu işin içinde hatta merkezinde olmalıdır. Seçimle gelecek olan meclis, bu işleyişi belli kriterlere dayalı olarak aktif bir şekilde halk adına kontrol edebilmelidir. Temel kriterler hakların korunması ile ilgili olmalıdır. İnsanın doğuştan elde ettiği haklardan tutun da aklın korunması hakkı, neslin korunması hakkı, inancın korunması hakkı, mülkün korunması hakkı, anlaşmalar gereği doğan haklar, emek karşılığı doğan haklar, adalet gereği doğan haklar gibi bütün hakları teminat altına almalıdır. Herhangi bir sorun, tartışma ya da yorum yapma ihtiyacı doğunca ilim, akıl, tecrube ve gerçekler doğrultusunda kendi müktesebatımıza uygun bir şekilde çözümlenmelidir.
Şimdi, bu sistem değişikliğine tersinden baktığımızda dikkat etmemiz gereken birkaç hususu da ifade etmek istiyorum. Öncelikle, yönetimi bir kişiye bırakıyorsunuz. Bir kişinin zihnen ya da alenen manipüle edilebilme olasılığı oldukça yüksektir. Böyle bir durumda devlet tehlikeye girebilir. Bunun için olası manipülasyonlara mani olacak bazı emniyet kuralları olması gerekir. Dahası, dışarıdan ya da içeriden uluslar arası ya da uluslarüstü sermayenin sistemli bir projesine muhatap olunabilir. Bu takdirde devlet bir avuç zümrenin esiri ya da sıfatı haline gelebilir. Buna da müsaade edilmemesi gerekir. Bir başka tehlike olarak da “fikir kirlenmesi” diyebileceğimiz bir olay ile karşı karşıya kalınabilir. Devleti ve milleti oluşturan fikirler, inançlar ya da ulvî değerler değişik manipülasyonlarla yozlaştırılabilir. Bu da ciddi bir risktir. İşte bunlar ve bunlara benzer olası hareketlere karşı da, demokratik yapıyı zedelemeyecek şekilde, bazı emniyet kuralları konulmalıdır. Her şeyi toz pembe olarak algılamak, hafife almak ya da ifrad-tefrid pozisyonlarından birinde durmak sistem kurgularken yanlış bir pozisyon olur.
Çerçeve oldukça geniş ve yazılacak / söyleyecek çok şey var. Lakin, bir yerden de başlanılması gerekiyor. Bugün madem gündem yeni anayasa yapımıdır. O halde mevcut sistemi bu çerçevede yeniden yapılandırmalıyız.
Bütün bunları tüm açıklığı ile müzakere etmekten korkmamamız gerekir. Milletin verdiği devlet mührünü, milletten korunmak için kullanmak devleti daraltmak ya da yok etmek demektir. Halbuki istenilen bunun tam tersidir. Milletimizin müktesebatı, bir cihan devleti oluşturmaya müsaittir. İçeride ve dışarıda, milletimizden beklenen de budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder